Kafka ve Edebiyatta Değer Algısı Üzerine- II

Zeitgeist / Denemeler | | Şubat 23, 2011 at 5:16 pm


Kafka’nın yitip gittiği bir dünyadan, dev Kafka söylencesine nasıl ulaşıldı?

Yazının ilk bölümünde de bahsettiğim gibi, Kafka nefes alıp verdiği dünya için son derece sıradan, alelade bir kişilikti. Babasının gözünde başarısız bir evlat. Arkadaşlarının gözünde zeki, fakat silik bir kişilik. Nişanlısının gözünde sorunlu, kararsız ve zor bir adam. İş yerindekiler açısından özellikle hastalığının ilerlediği son yıllarda neden devletin maaş vermeye devam ettiği sorgulanacak kadar devamsız, zayıf, sürekli hasta ve sıkıntılı bir kişi.
Edebiyat çevreleri açısından da durum pek farklı değildi. Max Brod, Felix Weltsch, Oskar Baum ve Musa Dağ’da Kırk Gün’ün yazarı Franz Werfel gibi yakın arkadaşları edebiyat çevrelerine kendilerini kanıtlamayı başarırken, Kafka arkadaşlarının başarılarına imrenmekle yetiniyordu. Hatta kendisinden yedi yaş daha genç, sağlıklı ve neşeli Werfel’e karşı düşmanlıkla karışık bir haset duygusu Kafka’nın içini kemiriyordu.

Kafka’ya saygı duyan az sayıda yazardan biri de, tıpkı onun gibi toplumdan hak ettiği ilgiyi hiçbir zaman göremeyecek olan Robert Musil’di. Musil’in beğenisi bile, biraz nasıl yazması gerektiği konusunda nasihat temelindeydi. Söz gelimi, Kafka’dan metamorfozu 3-4 sayfayı geçmeyecek bir öykü haline getirmesini istediği bilinir. 1700 sayfa uzunlukta dev (ve tamamlanmamış) Niteliksiz Adam eserinin sahibinin, Kafka’nın hayatı süresince basılan tek romanını (bir novella aslında, Türkçe çevirisi 96 sayfa) fazla uzun ve o haliyle sıkıcı bulması da ilginç bir diğer ayrıntı elbette.
Kısaca diyebiliriz ki eğer çağdaşı bir yazara, Kafka adının bir gün 20. yüzyılın en önemli yazarları arasında anılacağı söyleyenecek olsa, herhalde kendisine kötü bir şaka yapıldığını zannederdi. Yine yazının ilk bölümünde de bahsettiğim gibi, Kafka’nın hayatı süresince yayınlanan ve  pek de az sayıda olmayan eserlerinden biri olan metamorfozu okumuş bir kişiye, bu uzun hikayenin 20. yüzyıl edebiyatının en önemli esin kaynaklarından biri olacağı söylenecek olsa, bir kaçık olduğumuzu yüzümüze çarpmaktan çekinmezdi.

Aslında günümüz okuru açısından da durum pek farklı değil. Kafka’nın ilk dönem hikayelerinden biri (örneğin ’Ani Yürüyüş’) yazarın adı anılmadan okutulacak olsa, günümüz okuru da büyük ihtimalle hikayenin genç bir amatörün kaleminden çıkma, saçma karalamalar olduğunu düşünecektir. Daha da ileri gidebilirim: Kafka adını hiç duymamış olsaydık ve ona karşı çocukluk yıllarımızdan tanıdığımız metamorfoz gibi hikayelerinden kaynaklanan bir sempati (olumlu bir ön yargı) sahibi olmasaydık, çoğumuz Amerika olarak bilinen romanını daha yarılamadan bir duvara fırlatırdık. (Oysa Kafka’nın üzerinde en çok vakit ve emek harcadığı romandır).

O halde ortada en az Kafka’nın hayat hikayesi kadar ilginç, iki hikaye daha var: Birincisi Kafka’nın tanınmaya, okunmaya ve en sonunda da anlaşılmaya başlayış hikayesi. İkincisi ise toplumun, yazarın adıyla bütünleşen efsane sebebiyle eserlere bakış açısında ve değer algısında yaşanan değişimin hikayesi.

İçiçe geçmiş bir bütün olan bu iki hikayenin ilk adımı, Kafka’nın ölümünden kısa bir süre önce atıldı. Kafka’nın adıyla özdeşleşmiş bir olaydır bu, hemen herkes duymuştur: Kafka ölümünden kısa bir süre önce tüm yazdıklarını Max Brod’a bırakır ve onları yakmasını vasiyet eder. Dostu bu son isteği yerine getirmez, insanlık Kafka’yı Brod’a bıraktıkları aracılığıyla tanır.

Hikaye Kafka hakkında yaratılan söylencenin önemli bir parçasıdır. Neredeyse Kafka’nın adının geçtiği her yazıda tekrarlanır. Kimilerine göre ortada büyük bir etik tartışma söz konusudur: Brod dostuna ihanet etmiş olsa bile, insanlığa karşı görevini yerine getirmiştir. Bu sayede büyük bir yazar, insanlıkla buluşmuştur. Bir dost kendisinden beklenen vefa borcunu yerine getirmemiş olsa bile, 20. yy. edebiyatını derinden etkileyecek bir yazarın eserlerini yok etmesi düşünülemezdi vs.
Yazdıkları ile bizi şaşırtan, ruhumuza işleyen bir yazarın sonsuza dek yitip gidebileceğinin tartışması hayal gücümüzü tetikler. Elimizde tuttuğumuz kitabın, aslında hiç orada olmaması ihtimalinin büyüklüğü, onu gözümüzde daha da değerli kılar. Zihnimizde insanlık tarihi boyunca başka büyük yazarların eserlerinin de kaybolup gitmiş olabileceği üzerine soyut tartışmalara gireriz. Anlaşılmadığından dertlenen ve yazdıklarına birkaç boy büyük kalıpta değer giysisi biçen yazarlar, kendi hayat hikayelerinin, yazışmalarının ve eserlerinin değerinin de bir gün Kafka’nınkilere benzer bir biçimde toplum tarafından anlaşılacağı avuntusuna sığınırlar.

Oysa Kafka efsanesinin ortaya çıkışı ve toplumun Kafka eserlerine bakışının değişimi, kendiliğinden gerçekleşmiş bir süreç değildir. Bu değişime sebep olan ise, hiç kuşkusuz toplumun kendisi değildir. İçinde birçok tesadüfün de yer aldığı, fakat ağırlıklı olarak Max Brod’a mal edilebilecek bir efsane yaratma hikayesidir söz konusu olan. Eserlerin yakılmasının vasiyet edilmesi, yazışmaların ve kitapların kaybolma ve yeniden bulunma hikayeleri, Gestapo’nun el koyduğu hikayeler, hepsi, hepsi 80 küsur senedir özenle büyütülen Kafka efsanesinin temel yapı taşlarıdır.

Aşağıda ayrıntısıyla aktaracağım Max Brod’un çabalarının etkisi geçtikten yıllar sonra, bu kez 60’lı  yıllarda ortaya çıkan Kafka’nın orijinal metinlerine sadık kalınarak yeniden düzenlenen romanları ile Kafka ilgisi yeniden yeşerdi. Orijinal metinlerin tercüme edilmesi, raflarda yer alan eski metinlerin yenileriyle değiştirilmesi hala daha devam eden bir süreç. Bu sayede artık Kafka, Brod’un halka hitap etme amacı taşıyan basitleştirilmiş metinlerinden kurtulmuştu. Şato artık Kafka’nın elinden çıktığı gibi son buluyordu. Tamamlanmamış, ortasında yarım kalmış bir cümleyle.
Bu orijinal metinlerden sonuncusu (Dava), 1988 yılında bir açık artırmada 2 milyon dolar gibi baş döndüren ve edebiyat tarihinde daha önce karşılaşılmamış bir fiyata satıldı. Bu aşırı değerin, ölmeden önce kaldığı sanatoryumda kendine kahvaltılık bir şeyler alabilmek için ailesinden para bekleyen Kafka’ya bir faydası olmayacağı açık.
Kısa bir süre önce, Brod’un sekreteri Esther Hoffe’nin 101 yaşındaki ölümü ile Kafka yeniden popüler haberler listesinde kendine yer buldu. Kadının inatla herkesten gizlediği Kafka Brod yazışmaları, Kafka’ya ait taslaklar gün ışığına çıkmıştı. Akademik çevrelerce çok değerli görülen bu metinlerin, Hoffe’nin bol kedili / rutubetli evinden okunabilir halde çıkmaları durumunda Kafka edebiyatına bakışımızı etkileyebilecekleri ifade ediliyor.

Bunca sansasyon da size yetmezse, belki Rus veya Nazi arşivlerinde bir yerlerde hala gizli olan kayıp eserlerin peşine düşen Kafka projesinin ne sonuç vereceğini merakla bekleyebilirsiniz. Bu proje, 1933’de Gestapo’nun el koymuş olduğu iddia edilen eserleri gün ışığına çıkartmak için dünyanın dört bir yanını didik didik etmekte.

Özetle günümüzde bile, hemen her gün binlerce kişi Kafka efsanesinin yapı taşlarının sağlamlaştırılması, daha çok kişiye ulaşması için tam mesai çalışıyor. Çünkü toplum adı verilen ve aslında tek tek bireylerin tüm ilkelliklerinin bir özeti olan sürünün tüm diğer alışveriş kriterleri gibi, edebiyat değer algısı da ancak sürekli pompalanan bir efsane yaratma makinesinin çabasıyla ayakta kalabilir.

Benzer bir biçimde Dostoyevski’nin kurşuna dizilme sırası tam da ona gelmişken affedilmiş olması, Hemingway’in veya Orwell’in çatışmalarda ölümden dönmüş olmaları, Woolf’un garip intiharı, Poe’nun ölü bulunması, London’ın intihara pek benzemeyen ölümü, Wilde’ın davası gibi biyografik olaylarla haklarında yaratılan doğru veya yanlış söylencelerin, yazarların daha geniş kitlelere ulaşmalarına aracı olduğuna hiç şüphe yok.

O halde ders bir: Uygun bir pazarlama ambalajı içinde sunulması -ki buna hakkında bir söylence yaratılması da dahildir-, bir yazarı kalabalıklara okutturabilmenin temel gerekliliklerinden biridir. Birçok kişiyi yazı kadar ilginç ve sınırsız bir evren yerine, yazar hakkında yaratılan bu tür söylenceler cezbeder. Gizemlerle süslenmiş söylenceler, yazarın cesur veya çılgınca, ama her halükarda olağan dışı davranışları, çektiği acılar, hayatının dönüm noktaları. Kısacası biyografik drama pek çok zaman yazarın yarattığı çok daha ilginç dramanın önüne geçer.

Buraya kadar yazdıklarımdan, Kafka’nın gerçek bir ışıltıya sahip olmadığı, yaratılan ve her gün desteklenen efsane aracılığıyla bir değer kazandığı fikrini savunduğum sonucu çıkarılmamalı. Kafka bu çabaların hiçbiri olmadan da olağanüstü değerli bir yazardı. Zaten kalıcı bir etkisi olmayan, insanlığı çarpan bir uyanışa, derinliğe ulaşamayan bir yazar, paketi ne kadar muhteşem olsa da bir süre sonra unutulur gider. Kafka’nın ve diğer iyi yazarların sorunu -tüm diğer kaliteli ürünler gibi-, kalabalıklara ulaşamamaları durumunda varlıklarından haberimiz olmayacak olmasındadır. Kafka örneğinde görüleceği gibi, 20. yüzyıl başının kültürel ortamı ve dönemin politik ruhu, farklı ve orta zeka seviyesine sahip sıradan okurlar açısından kabuğu kalın eserler veren bir Yahudi yazarın, görmezden gelinmesi ve unutulup gitmesine son derece uygundu.

Yakılmak üzere bırakılan hazine

Kafka’nın Brod’a bıraktığı külliyatın içerdikleri hafife alınır gibi değildir. İçlerinden üç roman, otuz kadar hikaye, babasına yazdığı fakat göndermediği bir uzun mektup, aforizmalar, defterler dolusu notlar vb çıkacaktır. Metamorfozu bir uzun hikaye olarak kabul ettiğimizde, Kafka’nın yazdığı tüm romanları okur ilk olarak Brod’un hazinesinden çıktığı şekliyle tanıdı. Sayfa bazında düşünülecek olursa, Kafka’nın eserlerinin kabaca dörtte üçü Brod’un sayesinde günümüze ulaşmıştır denilebilir.

Brod, eğer merhum arkadaşının vasiyetini yerine getirmiş olsaydı, büyük olasılıkla Kafka adı edebiyat tarihi üzerine araştırmalar yapan birkaç kişinin dağarcığında, 20 yy. başı Avusturya Macaristan Edebiyatının uçuk kaçık birkaç öykü yazmış bir amatör yazar olarak kalacak, modern edebiyat önemli bir açılımından yoksun kalacaktı. Kim bilebilir?

Sahi, ölmek üzere olan Kafka edebi şöhret aracılığıyla gerçekleşecek bir ölümsüzlük hayalini de reddederek, neden tam anlamıyla bir yok oluş anlamına gelen böylesi bir talepte bulunmuş olabilir?

Kafka’nın zihin labirentlerini deşelim biraz

Zihninizde kendinizi 40 yaşına gelmiş, geçirdiği verem sebebiyle güçsüz ve yorgun düşmüş Kafka’nın yerine koyun. Veremin o dönemde kesin bir tedavisi yok ve tükenme (consumption) olarak adlandırılıyor. Hayatının son yılında hastalığın gırtlağına da yayılması ile Kafka konuşamaz hale geldi. Artık ancak sıvı gıdalarla beslenebiliyordu. Kafka önünde fazla zamanı kalmadığını biliyordu.

Üstelik verem fiziksel olduğu kadar, ruhen de tüketen bir hastalık. Kafka belki edebiyatta dile getirildiği gibi kanlı göz yaşları dökmüyordu, fakat depresyonun veremle sıklıkla birlikte görüldüğü bilinen bir gerçek.

Kafka bu fiziksel ve zihinsel tükenmişlik halinde ne ölçüde sağlıklı düşünebiliyordu? Sahi, yazın hayatı boyunca yeterli ilgi ve desteği görmemiş olmak, Kafka’yı kendi değeri ile ilgili bir yılgınlığa, bir yanlış düşünceye sürüklemiş olabilir mi? Ölümünden kısa bir süre önce yazdıklarının bir değer taşımadığı sonucuna varmış olamaz mı? Tüm yazdıklarının bir tutam külle eşdeğer olduğuna mı karar vermişti?

Kafka’nın hayatının son yıllarında, tüm hayatı boyunca süren depresyon belirtilerinin daha da şiddetlenmiş olduğu söylenebilir. Sıklıkla depresyona eşlik eden değersizlik ve suçluluk duygularının varlığından bahsetmek mümkün. Örneğin 1922 Temmuz’unda Brod’a gönderdiği bir mektupta kendisi hakkında şunları söyler:

“Evlenme yeteneğinden yoksun, ailenin adını taşıyacak evlatlar dünyaya getiremeyen bir oğul; 39 yaşında emekliye ayrılmış, yalnız kendi ruh selametini ya da felaketini göz önünde tutan acayip bir yazma işiyle uğraşıp durur; sevgisiz, dinle ilişkisi yok, ruhun selameti duasını bile okuyamaz, ciğerlerinden rahatsız, üstelik babasının dışardan pek doğru olarak gördüğü gibi kendi hatası sonucu kapmış rahatsızlığı; çünkü tek başına bir iş beceremediği için erginliğe eriştikten sonra o sağlığa zararlı Schönburg’daki odayı gidip tutmuş…”

Kafka vereme yakalandığı yer olarak 1917 yılında Schönburg’da kaldığı bir odayı görür. Anlaşılan o ki, Kafka babasının kendisine yönelttiği eleştirileri içselleştirmekte, yalnız başarısızlıklarının, iyi bir evlat olamamış olmanın değil, aynı zamanda verem hastalığına yakalanmış olmasının da sorumluğunu kendine yüklemektedir. Başka bir yerde de:

“Bazen öyle görünüyor ki, sanki beynim ve akciğerim benden habersiz anlaşmış birbiriyle. ’Bu böyle yürümez’ demiş beynim, bundan beş yıl sonra da akciğerim kendisine yardıma hazır olduğunu açıklamış.”

Kafka’nın kastettikleri 1912’deki intihar girişimi ve 1917’de vereme yakalanması olmalı. Bu cümlelerle de Kafka, hastalığının ve ölümünün sebebi olarak -ne yazık ki son derece haklı bir biçimde- kendisini yıkan, cezalandıran düşüncelerini görmektedir. Fakat bu suçluluk ve değersizlik duyguları, yazdıklarını gerçekten değersiz olarak görmesine sebep olmuş muydu?
Yazılarının yakılması isteğiyle ilgili Kafka’nın kişiliğine ilişkin bir not daha düşülmesi gerekli. Kafka’nın gizliliği, düşüncelerini kendine saklamayı seven bir tarafı olduğunu biliyoruz. Babasına yazdığı ünlü mektup, hiçbir zaman gönderilmemiştir. Çocukluğunda babasına karşı fikirlerini açıkladığında, şiddetli bir biçimde eleştirildiğini, bunun üzerine onunla artık fazla konuşmamak, fikirlerini ondan saklamak yolunu seçtiğini biliyoruz. Hatta daha ilerleyen yıllarda (1912), babası Herman Kafka’ya asbest fabrikasıyla ilgili fikirlerini açıkladığında, sadece babası tarafından değil, çok sevdiği kardeşleri de olmak üzere tüm aile tarafından suçlandığını, bunun da Kafka’da intihar düşüncelerine sebep olduğunu biliyoruz.

Yalnız başarılı bir iş adamı değil, aynı zamanda aile sofrasında iyi bir hatip olan babasını sözcüklerle dize getiremeyeceğini erken yaşta kavramış olan Kafka, düşüncelerini yazıyla ifade etme yolunu seçer.  Fakat düşüncelerini ve duygularını içeren yazılarının da aynı eleştirilere maruz kalacağı hissiyle kimsenin eline geçmesini istemez. Çünkü artık babasının eleştirileri, babasından da büyük bir gerçeklik halini almıştır. Kimliği belirsizleşmiş baskıcı otoritenin eline geçtiğinde, çarptırılacağı ceza öngörülemez boyutlardadır.

İşte bu yüzden Kafka’nın yazdıklarını, adeta ilkel bir refleksle görmesini istemediği kişilerin eline geçmemesi amacıyla yakılmasını istemesi de şaşırtıcı bir durum değil. Kız kardeşi Otla’ya yazdığı bir mektupta, okuduktan sonra mektubu ’parça parça yırtmasını, hatta daha iyisi yakmasını’ istemektedir.

Kafka’nın Brod’a bıraktığı eserlerin yakılmasını istemesinin sebebi olarak bir başka makul açıklama daha olabilir. Kafka tamamlanmamış ve öleceği için asla tamamlanamayacak olan romanları o halleriyle, kimsenin karşısına çıkmaması gereken müsvetteler olarak görüyor olabilirdi.

Fakat Kafka’nın yazdıklarını tamamen değersiz gördüğüne dair bir bilgi mevcut değil. Bunu iki sebebe bağlı olarak rahatlıkla söyleyebiliriz. İlki Kafka’nın böylesi bir ruh halinde yazmaya devam etmemesi gerekirdi. Oysa hayatının son yılında yazmaya devam ettiğini biliyoruz. ’Bir Köpeğin Araştırmaları’ ve ’Açlık Cambazı’ gibi hikayeleri o dönemde yazıldılar.

İkinci sebep ise daha düz mantık. Bir yazar elindeki müsvettelerin değersizliğine ve kimse tarafından okunmaması gerektiğine inanırsa onları başkalarına bırakmaz, kendi yakar. Ne de olsa, bir tutam kağıdı yakmak dünyanın en zor işi değil.

Bir ünlenme stratejisti olarak Kafka

O halde, eğer Kafka eserlerini değersiz görmüyorduysa, bu durumda ortada Max Brod’a yakması için bıraktığı üç romanı ve birçok hikayesi ile ilgili komplo kokan başka bir olasılık daha var.

Bir detektif gibi tam tersinden düşünelim: Kafka bu vasiyette bulunmasaydı da, dostundan her ne pahasına olursa olsun eserlerini yayınlatmasını isteseydi, Brod postmortem bir ün peşinde koşan arkadaşının dileğini yerine getirmek için aşağıda ayrıntılarını aktaracağım şekilde, canla başla koşturur muydu?

Bu fikir alıştığımız Kafka portresine tam olarak uymasa da, ölümü yaklaşan bir insanın hayatında yarattığı tek değer olduğuna inandığı eserlerinin kaybolmamalarını sağlamak için, dahiyane bir kumarı. Öyle  bir kumar ki, zaten birkaç el sonra masadan kalkmak zorunda olan bir poker oyuncusunun elini, kendisinden daha iyi poker oynadığını bildiği bir arkadaşına kazanması için bırakmasına benziyor. Üstelik daha iyi poker oynayan dost -Brod yazdıklarında halkın nabzına uygun şerbet vermeyi bilen bir yazardır-, zaten partiyi kaybetmiş olan arkadaşını kurtarmak  amacıyla oynayacağı için, canını dişine takacak.

Kafka’yı daha çok kişiye ulaşmanın, anlaşılmanın hayalini kurmuş olması yüzünden kınayamayız sanırım.

Kafka yazdıklarının yakılmasını vasiyet ederken, ölümünden 19 asır önce başarıyla uygulanmış, olumlu sonuçlar vereceğini kestirilebildiği bir stratejiden yararlanıyor olabilir miydi? Riskleri ve getirileri oldukça iyi hesaplanmış, mükemmel bir kararlılıkla uygulanmış bir plan bu.
Eserlerini bıraktığı arkadaşını seçerken, ona çok özel, adeta ruhani bir değer atfeden ve dönemin tanınan yazarlarından biri olan Max Brod’u tercih etmesi, belki de bir tesadüf değildi. (O dönemde bilgisayarlar, tarayıcılar ve yazıcılar olmadığı için, Kafka’nın elinde müsvettelerinin tek kopyasının bulunduğunu, bu yüzden her arkadaşına birer kopya bırakma şansı olmadığını, Brod’un seçilmiş olduğunu düşünebiliriz rahatlıkla).

Üstelik Brod, o öyküleri asla yakmayacağını birçok kez, çok açık bir dille ifade etmişti.

Kafka yoksa arkadaşını yazdıklarının -ve dolayısıyla kendisinin- değeri konusunda taraf olacağı bir vicdan muhasebesine sürüklemek mi istedi?
Bilinen bir gerçektir, değerli insanlar haksızlığa uğramış olan dostlarına yaşayanlardan daha fazla bağlanırlar. Erken bir ölüm ise, ister İsa’nın örneğinde olsun, isterse Kafka’nın, her zaman bir haksızlıktır.

Bir efsane oluşturmanın ilk adımı: Becerikli ve kendini adamış bir havari kazanmak

Brod elindeki öykü ve romanların yakılamaz olduklarına bir kez karar verdikten sonra, o binlerce sayfa kağıdın dairesinde yarattığı duyguyu zihninizde canlandırın. Bu kağıt tomarlarının Brod üzerinde her geçen gün kendini daha fazla hissettiren bir psikolojik etkileri olduğunu tahmin etmek güç değil.
Hadi hayal gücümüzü serbest bırakalım: Belki de Brod, odasını temizleyen eşi tarafından ’bıktım senin bu pislik yığıntılarından’ diye azarlanıyor, onu bir gün eve geldiğinde o kağıtların külünü bulamayacağıyla tehdit ediliyordu.
Brod gibi daha gençlik yıllarından ünlenen bir yazar olmak bile, hiçbir erkeği kadın azarının yüksek  tahrip gücüne dirençli hale getirmez. Dairesinin bir kenarını dolduran yapraklar, üzerinde her geçen gün şiddetini artıran bir baskı, bir iç hesaplaşma yaratmış olmalı. Onları atsa atamaz, satsa satamaz. O halde Brod, Kafka’nın değerini birilerine -en azından eşine- ispatlamak zorundaydı.
Sonuçta Kafka’nın ölümünden sonra Brod, eserlerinin değeri konusunda Kafka’dan bağımsız olarak mücadele eden bir nefer haline dönüştü. Brod’un hikayesini okuduğumuzda bu türden bir nefer / bir havarinin, anlaşılması güç bir yazarın kitlelere ulaşması açısından en az iyi yazması kadar önemli bir ihtiyaç olduğunu görüyoruz.

2. adım- Brod’un hikayesi:  Kafka’dan ermiş Garta’ya yolculukBrod Kafka’yı kitlelere ulaştırmak için ne yapması gerektiği hakkında iyi bir fikre sahipti. Öncelikle gerçekleştirmesi gereken edebi bir teknik işçilik söz konusuydu. Kafka’nın tamamlanmamış romanlarının eksik yerlerini kendine göre tamamladı.  Bölümleri -kimi zaman yanlış da olsa- bir akışa uygun olarak sıraladı. Kimi yerlerde Kafka’nın dilini basitleştirdi, sıradan okurun hoşuna giden bir dile çevirdi. (Dikkat: Brod Kafka’yı sadeleştirmedi; basitleştirdi, hatta avamlaştırdı. O tarihte Almanca’nın alışıldık, doğru kabul edilen ve kulağa doğru gelen kullanımına uygun bir dile çevirdi. Orijinal metinlerden yararlanılarak gerçekleştirilen yakın tarihli baskılardaysa, Kafka’nın dilinin hala modern kalmayı başaran, sert, kimi yerlerde takip edilmesi güç, sıradan lirizmden uzak ve kendine özgü bir dinamizme sahip olduğu görülüyor).
Bu tür küçük ve büyük değişiklikler gerçekleştirerek dili kendine göre ideal haline getirdikten sonra, sıra ideolojik değişikliklere gelmişti. Brod bu açıdan da ne yapması gerektiğini, üstünde fazla düşünmeden biliyordu. Elinde bir şablon hazırdı: Kafka’dan, kendi romanlarından birinde geçen ve adını Garta olarak koyduğu bir bilge kahramana benzeyen bir efsane yaratması gerekiyordu.
Kafka’yı insana özgü eksikliklerden sıyrılmış bir ermiş olarak ambalajlama işlemi içinse, ilk olarak Kafka’yı cinsellikten tamamen soyutlaması gerekiyordu. Ne de olsa bilge kişiler, öyle dünyevi zevklere tenezzül etmezler. Bu yüzden Kafka’nın Brod tarafından hazırlanan ilk basımlarında uzaktan da olsa cinsel çağrışımlı bölümler (Şato’nun ünlü yatak odası sahnesi gibi) makaslandı.
Eserlerinin arkasında yatan anlamın sırrına varılması için Brod eserleri Kafka’nın hayat hikayesinin yer aldığı uzun ön sözler, açıklamalar ve dip notlarla bezedi. Kafka hakkında yazdı ve konuştu, onu savundu ve yüceltti.
Bir efsane, gerçek etten ve kemikten kişiden birçok yönden farklıdır. En başta eleştirilmesi, küçümsenmesi daha güçtür. Yaşarken karşımıza çıkıveren ufak tefek, zayıf ve solgun, sesi bizi ikna edemeyen Kafka’nın yerini bir anda idealize edilmiş bir bilge, ölmüş olduğu için artık kendimize rakip görmediğimiz bir dost alır.
Fakat bir efsane yaşayan bir kişiye göre tek boyutludur, tek sese indirgenmiştir. Bu sebeple Brod Kafka’yı adeta dini mesajları olan bir bilge, bir sıkı ahlakçı, yaşamıyla insanlığa ışık tutacak bir kutsal kişilik gibi tanıttı.
Tüm bu ambalajlama işlemleri, o dönem için gerekliydi. Çünkü ancak bu şekilde insanlar merak edecek, Kafka’nın diğer yazarlara göre biraz daha zor kabuğunu kırmak için gerekli çabayı göstereceklerdi.

3. adım- Zeitgeist’ın değişimiyle Kafka’nın başına konan talih kuşu
Brod 1925 yılında Die Schmiede yayınevini Dava’nın bitmemiş manüskriptini basmaya ikna eder. Daha sonra, 1926’da Şato’nun redakte edilmiş halini ve 1927’de Kafka’nın ilk romanı Kayıp’ı (Der Verschollene, bizde hala Brod’un isim babası olduğu Amerika adıyla bilinir) yayınlaması için Kurt Wolff’ü ikna eder.
Fakat Brod’un çabaları Kafka’nın eserlerini basılmasını sağlasa da, satılması ve beklediği ilgiyi görmesi açısından beklediği sonucu vermez. Kurt Wolff 1500 adet bastıkları Şato’nun, sadece birkaç adet satıldığını söyler. 1930’larda gerçekleştirilen İngilizce tercümelerin akıbeti de farklı değildir. Kafka küçük bir çevre tarafından değerli bir yazar olarak görülmekle birlikte, hiç denilecek kadar az kitabı satılmaktadır.
Tam bu aşamada, Kafka’nın ölümünden sonra ikinci kez talih yüzüne güler. Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesiyle, Yahudi yazarlara ait kitapların basım ve satışı yasaklanır. Ancak bir istisnaya izin verilir. Yahudilere ait Schocken Yayınevinin az sayılarla, sadece Yahudi’lere yönelik kitaplar basmasına izin verilmektedir.
Bu aşamada Brod, Schocken kitabevine Kafka’nın tüm basım haklarını teklif eder. İlk başta teklif reddedilir. Yayınevi sahipleri kendilerine düşen görevi, kültürel bağlarından koparılan Alman Yahudilerini kültürleriyle yeniden tanıştırmak olarak görmektedir. Kafka ise bu tarife uygun değildir, üstelik halkın ilgisini çekebilecek bir yazar bile değildir.
Brod her nasılsa yayınevi sahiplerini Kafka’nın tam da bu amacı gerçekleştirebilecek bir yazar olduğuna, eserlerindeki “Yahudi sesinin” gözden kaçmaz olduğuna ve Alman Yahudiliğinde yeni, ruhani bir uyanışa sebep olacağına ikna eder. Dava, Schocken kitabevi tarafından 1934’te basılır. Yahudileri vatandaşlıktan çıkaracak olan 1935 Nuremberg Yasalarından tam bir yıl önce. Kafka ilk kez geniş halk kesimleriyle buluşur. Daha önce kitaplarına rağbet etmeyen her kesim, sürgünde ve zor şartlar altında bir Yahudi kültürünün varlığını sürdürdüğü inancıyla Kafka’ya sarılır.
Kafka ilk politik sloganına kavuşmuştur, artık en azından toplumun bir kesimi tarafından sahiplenilmektedir. Hiçbir biçimde dindar bir kişilik olmasa da, ona adeta ruhani bir kişilik atfeden ve eserlerini sadece spiritüel açıdan yorumlayan, -hatta eserlerinin daha edepli bir hal alması adına gerekli gördüğü sansürü de gerçekleştiren- havarisi Brod, aziz dostuna karşı görevini yerine getirmiştir.
Daha sonra, Naziler Prag’a girdiğinde Kafka’nın mektupları ve özel yazışmalarını –sanki kendine ait daha değerli hiçbir şey yokmuş gibi- iki valiz içinde kurtarmayı başarmış, önce Romanya’ya, oradan İsrail’e ve 1956’da Süveyş krizinin kopmasıyla İsviçre’ye taşımıştır. Brod’un yaşamına baktığında insanın aklına, Roma’nın baskısından kaçan ve sığındıkları mağaralarda kutsal yazılarına sığınan ilk Hristiyanları getirmemesi çok zor.
Brod Kafka’yı tek bir mesaja indirgemiş, abartmış, insanüstü nitelikler katarak vasiyetini çarpıtmış olsa da, ne gam. Kafka bir kez adını duyurmayı başardıktan sonra, eserleriyle mesajını doğrudan kendisi verecektir. Üstelik Brod’un Kafka’nın kişiliğiyle ilgili yarattığı gizem günümüzde bile sürmektedir. Yukarıda da bahsettiğim gibi, sekreterine bıraktığı ve hala akademik çevrelerce değerlendirilmesi beklenen, su yüzüne çıkmamış yazışmaları ile Kafka efsanesi körüklenmektedir.
Fazla entellektüel, fazla zeki Kafka’nın zaten tam da bu tür sansasyonlara ihtiyacı vardı, onu normalde hiç okumayacak kalabalıklara yönelik bir nevi aptal tuzaklarına.

Kafka’nın çarpıtılmış vasiyetleri: Gizemli Yahudi kahinden, yabancılaşan varoluşçu sanatçıya
Kafka II. Dünya Savaşından 15 yıl önce ölmüş de olsa, bir bakıma Yahudi soykırımı kurbanıdır. Değer verdiği birçok kişi Nazi toplama kamplarında can verir. Üç kız kardeşi Gabriele (“Elli”, 1941), Valerie (“Valli”, 1942) ve Ottilie (“Ottla”, 1943), hatta Yahudi olmayan sevdikleri bile. Kafka’nın ilk çevirisini gerçekleştiren (Çek diline) bir dönem sevgilisi olan Milena Jesenská, savaş sırasında Çek direnişine yardım etmesi dolayısıyla tutuklanmış ve 1944’te Ravensbrück toplama kampında ölmüştür. (Hazır Jesenská Kafka ilişkisinden bahsetmişken, Kafka’nın bize Brod’un sunmaya çalıştığı ermiş Garta olmadığına dair şu küçük notu da hatırlayalım: Kafka’nın en büyük aşkı, evli bir kadındır. Jesenská bir süre sonra eşini terk edemeyeceği açıklayarak Kafka’yı terk eder).
Şurası kesin ki, Kafka’yı geleceği (bürokrasi, baskıcı rejimler, soykırım ve felaketleri) gören bir kahin gözüyle dünya kamuoyuna ilk tanıtan Yahudiler oldu. Kendilerinden saydıkları için devreye giren propaganda güçleri, yaşanan soykırım sonrası batılının onlara karşı hissettiği suçluluk duyguları ile birleştiğinde, Kafka’nın okunması için güçlü bir neden ortaya çıkmış oluyordu. Geçmişten gelen, gizemli kahin. Ama ne Kafka!
Savaş sırasında Kudüs’te açılan Schocken Yayınevi, savaş sonrasında New York’a taşınır. İlk olarak Almanca gerçekleştirilen Kafka basımlarını İngilizce baskılar takip eder ve kısa sürede bir Kafka çılgınlığı tüm dünyaya yayılır.
Bu yeni çılgınlığın en büyük destekçileri, Kafka’yı kendilerindenmiş gibi sunarak ona ihanet eden ikinci grup olan varoluşçular oldu. Tıpkı Yahudiler gibi, onlar da zamanın ruhu içinde Kafka’dan olmadığı bir “şey” yaratmaya çalıştılar. Modern çağın gerçekleriyle sistemin bir dişlisi haline gelen, kendine yabancılaşan bir birey.

Gerçekten de birçokları tarafından Kafka’nın ölümünden 30 yıl kadar sonra şöhrete kavuşmasının sebebi olarak varoluşçu düşüncenin yaygınlaşması gösterilir. İnsanlık, Kafka’yı anlayacak düzeye yıllar sonra varmıştır bu yaygın, ama gerçekte son derece naif söylenceye göre. Hiçbir fikir gerçeğe bu kadar uzak olamaz.
Kafka varoluşçu bir yazar değildi, yarattığı edebiyat varoluşçu fikir akımının özelliklerini taşımamaktadır. Kafka çağının yazarıydı. Yazarlığa başlamasının ilk yıllarında (1909-12) yazdığı kısa-kısa türünde hikayeler, sanatsal tarzının köklerinde farklı bir edebiyat akımının değil, çağının empresyonist akımının yattığını açık bir biçimde göstermektedir.
Keza Freud sonrası bilinçaltı gerçeklerinin çözümlenmesi, rüyaların ve kişinin temel çatışmalarının edebiyatta yer bulması da ilk kez onun hikayeleriyle denenmemiştir. (Söz gelişi hikayelerinde bu tür teknikleri kullanan Arthur Schnitzler Kafka’dan bir önceki kuşak yazarlar arasında sayılır). Yine benzer bir biçimde makineleşme ile emeğine ve yaşama yabancılaşan insanı ilk kez işleyen yazar da o değildir. (Zola, Dostoyevski)
Aslında Kafka’da varoluşçu bir yön olduğu sonucuna nasıl varılabildiğini anlamakta ciddi güçlük çekiyorum. Basit bir okumayla bile Kafka’nın eserlerinde bulunduğu öne sürülen varoluşsal anksiyetenin, gerçekte orada olmadığı fark edilebilir. Anksiyete, yarattığı edebi evrenin bir parçası değildir. Kahramanları ölüme giderken bile korkmazlar, durumlarından anladığımız manada endişe bile duymazlar.
Kafka eserlerinde varoluşçulardan farklı olarak anksiyeteyi veya yabancılaşmayı değil, yarattığı yazınsal evrenin kendine göre kurallarıyla işleyişindeki mizahı öne çıkarmaktadır. Kahramanları bir çocuk gibi çözemedikleri dünyanın önemsiz ayrıntılarının peşinde sürüklenirler. Kafka yarattığı dünyayı bize, eğer günümüz dünyasına alıştığımız kurallarının ve saçmalıklarının dışından bakabilmeyi başarabilseydik, gözümüze görüneceği haliyle sunmaktadır: Acıklı olarak nitelenebilecek boyutlarda komik bir evrendir bu.
Kafka işte bu şekilde okurunda yaratmak istediği etki ile adeta eğlenir, kendi korkularıyla eğlenir. Yazdıklarını arkadaş çevresine okurken, yüzünden bir gülümseme eksik olmadığı, kimi zaman yüksek sesle güldüğü söylenir. Kafka’nın eserlerinin mizahi boyutunu görmezden gelmek, onu bir fenomen haline getiren parçalardan en önemlilerinden birini atlamaktır.
Pazarlama ambalajı içinde sunulmanın faydaları

İster Brod’un ermiş Garta’sı, ister Yahudilerin gizemli kahini, isterse varoluşçuların yabancılaşan sanatçısı adı altında olsun bir yazar, sıradan insana uygun bir ambalaj içinde sunulduğunda eserleri anlaşılır olmaya başlar. Bu şekilde bir Kafka hikayesi okunurken, aslında okura düşen görev editörler tarafından gerçekleştirilmiş oluyordu. Artık Kafka’nın kim olduğu, nasıl bir yaşam sürdüğü, neler düşündüğü, babasıyla ilişkileri, insanlığı bekleyen bürokrasi ve otoriter sistemlerin tehlikeleri, Kafka’nın iç çatışmaları, yarattığı dünya hemen her şey sıradan bir zihin için bir anlam ifade edebilir hale getiriliyordu. Kısacası Kafka’nın eserlerinin değişik bakış açılarıyla gerçekleştirilebilecek yorumlarından bir kısmı okura oldukça hazır bir biçimde sunuluyordu.

Eğer bize bir yazarın zihninden geçmiş olabilecek düşünceler, yaşantısıyla denk düşen unsurlar, olası mesajları ve o mesajların önemi birileri tarafından hazır olarak sunulursa, yazarı anladığımızı zannetme ve dolayısıyla ona benimseme, ona değer verme olasılığımız artar.
Aslında artan bir bakıma onu yanlış anlama olasılığımızdır da. Ama bu kimi zaman fazla sorun teşkil etmez, yeryüzü yanlış anlaşılan ünlü yazarlarla dolu. Belki de çarpıtılmış da olsa bir vasiyet sahibi olmak, adı hiç duyulmamaktan daha iyidir.
Çünkü bir politikacı, bir iş adamı veya sanatın birçok diğer dallarında uğraş verenlere göre, bir edebiyatçı yine de büyük bir avantaja sahiptir. Sözüne bulaştırılan yanlış, eksik yorumlamaları, bıraktığı eserleri aracılığıyla öldükten sonra bile kısmen temizleyebilir.  Kafka’nın da daha anlaşılır hale gelmesi ve bu sayede daha fazla kişi tarafından okunması, uzun vadede Brod’un ve diğerlerin yarattığı bulamacın üzerinden temizlenmesi sonucunu doğurdu.

Tesadüflerin var ettiği yazar

Özetle Kafka’nın yok olup gitmiş olmaması, bir yığın tesadüf neticesinde mümkün oldu. Söz gelimi eğer Kafka genç sayılabilecek kırklı yaşlarında ölmeyecek olsaydı, eğer ölümün verdiği eleştirilemezlik zırhına çağdaşları hayattayken erişmeyecek olsaydı, Max Brod gibi sadık bir arkadaşı tarafından, adeta yeni bir din kuran çağdaş bir azize çevrilmesi mümkün olmayacaktı. Brod olmasa, Kafka’yı hiç tanımayacaktık. Bir ölünün arkasında, onun değerlerini ve doğruluğunu savunan bir havarisi olmadan, ilk başta küçük bir cemaatte hitap eden gizemli bir yazara dönüşmesi de pek kolay değil.

Bir diğer tesadüf Kafka’nın aile içi yaşantısının, çağın büyük sorunuyla denk gelmesiydi. Kafka, kontrolsüz güç ve otoritenin yıkıcı etkilerini, bizzat babasının kendi yaşamı üzerinde doğurduğu sonuçlar sebebiyle biliyordu. Benzer bir biçimde kontrolsüz devlet gücünün insanlık açısından en büyük tehlike olabileceğini çağdaşlarından daha önce hissetmiş olmasına pek şaşırmamız gerekli. İster faşist, isterse sosyalist olsun başka bir güçle dengelenmeyen devlet otoritesinin muazzam yıkıcı sonuçlarıyla gelmekte olduğu çağı herkesten önce hissetmiş olması, onu adeta geleceği önceden haber veren bir kahin konumuna yükseltti. II. Dünya Savaşının yıkımı, Yahudi düşmanlığı, tüm bu baskıcı fikirlerin kesin bir biçimde yenilgiye uğratılması ve takip eden kültürel ortamı etkisi altına alan varoluşçuluk akımının fikir liderlerinin Kafka’yı kendilerinden adletmeleri, edebi değerinin anlaşılmasına vesile oldular.

Oysa Kafka’nın edebi değeri hep oradaydı. Onun hikayesi çağın ruhunun, toplumun edebiyat beğenisini ve yazar hakkındaki yargısını nasıl şekillendirebildiğinin çok keskin hatlara sahip bir örneğidir. Kafka’yı bizden 90 yıl önce yaşayanların neredeyse tamamı ilgiye değer bulmadığına göre şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Siyasi veya kültürel ortamın rengi, toplumsal beğeni yargısını neredeyse çirkin olarak adlandırılabilecek bir biçimde belirler.
O halde edebi eserlerin değerini belirleyen sihirli formül nedir?

Sahi nedir gerçekten bir edebiyat eserinin değeri? Altın gibi reddedilmesi imkansız, yanıp kaybolmayan bir değere sahip olmamalılar. Eğer öyle olsaydı, Kafka’nın değeri yaşarken bilinir, kitapları çok satar, bir bankada iş kazalarından doğan yükümlülüklerle ilgili sigorta işleriyle ilgilenen bir memur olarak geçirmezdi yaşamını.

Bu değer eserlerin satış rakamlarıyla da ilişkili olmamalı. Kafka’nın yaşadığı yıllarda büyük ilgi gören, yüz milyonlar satan yazarların adını bile bilmiyoruz artık. (Sizin için araştırdım, yeryüzü tarihinin gelmiş geçmiş en çok satan kitaplarından ikisi Kafka’nın tam da yazarlığa başladığı yıllarda (1908) yazılmış ve yüz milyon adet gibi çılgın satış rakamlarına ulaşmış. Yazarları Robert Baden-Powell, Lucy Maud Montgomery, Charles Sheldon. Bu çok-çok-çok-aşırı çok- satmış olan yazarların adını duymuş olan var mı aranızda?)

Bu değer her dönemde geçerliliğini sürdürüyor da olmamalı. Sartre’ın söylediği gibi, kütüphaneler kendilerinden sonraki kuşaklara ulaşabilecekleri hayaliyle yazılmış, ama bir kuşak sonra kimsenin yüzüne bile bakmadığı eserlerle dolu. Yazım dili, konular ve içerikten de çok, çağın ruhu bizi geçmiş kuşakların yazarlarından uzaklaştırıyor olmalı.

O halde edebiyat eserlerinin değeri ne kendinden – kağıt üstündeki salt hallerinden- gelir, ne de tartışılmazdır. Değeri oldukları hal değil, onları okuyanların yaşadıkları çağa ait ciddi ön yargıları ile belirlenir. Sonuçta okurun esere biçtiği değer, gerçek -salt- değerle ilişkili bile değildir.
Her yazar bu gerçeği kabul ederek işe başlamak zorunda. Yazdıklarının arkasında yatan yaşantılardan okur habersizdir. Çevresindekilerle iletişimi, ruh dünyası, ve yaşadıklarının tamamı, tam olarak okur tarafından bilinecek olsa, okuruna bu türde bir kapsamlı bilgilendirme verilebilecek olsa, gerçek değerinin anlaşılma şansı daha yüksek olacaktır.

Ama bu kapsamlı bilgilendirme ancak Kafka gibi, arkasında bir propaganda bütünü oluşabilmiş yazarların hizmetindedir. Eğer Kafka’nın babasını, aile dinamiklerini, Orta Avrupa’da bir Yahudi olmanın anlamını vs bilmeseydik, Kafka bize biraz daha havada kalmış bir yazar gibi gelecekti.

İşte o yüzden yazar hakkında yaratılan politik ortam, çağın ruhu, Brod gibi havariler, fanatik savunucular bir yazara edebi değerin önemli bir kısmını bahşeder. Kalanı da yazarın kendinden gelir.
Toplumsal ilgi ve beğeninin rasyonel olmadığını fark etmek, bir entelektüel için çok da güç olmasa gerek. Belki de bu sebepten iyi ile kötünün arasındaki ince çizgiyi görebilecek kadar zeki her yazar, hayatının bir döneminde yazdıklarının değerini toplumun algısından bağımsız bir biçimde sorgulamayı denemiştir. Hayat hikayesinin ilginçliğinden etkilenip, bulduğu basit teknikler ve söz oyunlarından galeyana gelen, kurduğu tumturaklı cümleler dolayısıyla ona fazladan değer biçenler, yazdıklarının değeri konusunda onu hoş bir rüyaya iten, beklenmedikleri bir anda gerçek yüzleri belirebilecek yalancılardır onun için.

Kafka gibi gerçek bir yazarı gözden kaçırmamanın ipuçları
Kafka örneği bir okur açısından, gerçek bir yazarın değerini toplumun beğeni kıstasına göre belirlememesi gerektiğine kusursuz bir örnektir. Toplum veya sanat eleştirmenleri edebi eserleri çağın ruhu içinde değerlendirirler. Oysa hemen her zaman çağın ruhu hastalıklıdır, sakattır. Orta Avrupa’yı yüzyılı aşkın süreyle etkisi altına almış olan Yahudi düşmanlığı gibi, komünist rejimleri ayakta durdukları süre boyunca etkisi altına almış olan gerçek sanat ve sanatçı düşmanlığı gibi, her çağ toplumsal beğeniyi gerçek değerden uzaklaştıran sakatlıklarla doludur. Bu çağın da yaygın sakatlıkları, ön yargıları ve ifade edildiğinde ilgisizlik kadife perdesi altında hasır altı edilen gerçekleri var.

Üstelik çok haklı başka sorular da eklenebilir bu çok tartışmalı sorguya: Elfriede Jenicek gibi edebi kıstaslarınızı nasıl seçerseniz seçin, tarafsız bir değerlendirmeyle son derece başarısız bir yazara Nobel edebiyat ödülü verilirken, Milan Kundera gibi çağın en büyük yazarlarından birinin ısrarla görmezden gelinmesi, günümüzde de edebiyatın değerini belirleyen güçlerin çağın ruhuyla şekillenmiş bir ön yargı silsilesinden başka bir şey olmadığını düşündürüyor.
Yine diyebilirim ki, gerçek bir yazarı size etiketiyle değil, sadece yazar kimliğiyle hitap etmeyi deneyen kişiler içinde bulabilirsiniz. Edebi değer hakkında tarafsız bir yargıda bulunabilmek için, sadece yazarın önümüze sunduğuyla yetinmeliyiz. Ne hakkında çıkan haberler, ne biyografisi, ne yazdığı mektuplar, ne de yayınlanmasını uygun bulmadığı taslaklar, bitmemiş hikayeler. (Belki de Kafka bile buna bir istisna olmamalı). Ne de aldığı ödüller. (Bu noktada Sartre’ın Nobel edebiyat ödülünü reddedişi son derece ilginç ve yazarlık gereklerine uygun bir davranış olarak karşımıza çıkıyor. Sartre, şöyle bir açıklama göndermiştir Nobel seçici kuruluna: “Yapıtlarımı Jean-Paul Sartre diye imzalamamla Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Jean-Paul Sartre diye imzalamam aynı şey değil. Bir yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesine izin vermemeli, bu en onurlu bir biçimde olsa bile”)

Etiketiyle size ulaşmak isteyen yazarları bir çırpıda bir kenara atın. Bir uçak kazası öyküsünü, bir pilottan dinlemeniz gerekmiyor, hatta iyisi mi hiç ondan dinlemeyin, bir yazardan dinleyin. Eğer bir pilot yazdığı bir öykü için ehliyetinden doğan bir ayrıcalığı sizden talep ediyorsa -söz gelişi kitabın ön veya arka kapağına pilot olduğunu, uçak kazaları konusunda uzman olduğunu açık seçik dile getiriyorsa- o kitabı bir kenara fırlatıp atın. Eğer bir kitapçıdaysanız, başka bir rafa yönlenin.

Bir yazar, ancak sadece yazarlık etiketinin arkasında kalarak size hitap edebiliyorsa, hakkında bildikleriniz ne kadar azsa, kitabın ön veya arka kapağına fotoğrafını, iç sayfaya uzun bir biyografisini yerleştirmemişse, o yazar yazdığının hakkını vermeye çalışıyordur.

Eğer siz de bir takım etiketler dolayısıyla veya politik sloganlarınıza, fikirlerinize uygun gördüğünüz için bir kitabı okumayı tercih ediyorsanız, iyi bir okur olmadığınızı size en başından söyleyebilirim.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.