Acaba Nedir, Nedir?

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Eylül 8, 2011 at 1:14 pm

[0. saniye ve saymaya başla!]

– Ne oldu?

– Kabin patladı.

Boğuk bir patlama sesiyle, kokpite kadar ulaşan bir toz bulutu sarıyor ortalığı. Uçak şiddetle sallanmaya başlıyor. Bir yandan uçağı kontrol etmeye, diğer yandan ne olduğunu anlamaya çalışıyorsun.

Eğer uçağın kuyruğu yakınında oturan bir yolcu olsaydın, daha fazlasını biliyor olacaktın: Bagaj kapağının patlamasıyla, uçağın arkasında kocaman bir boşluk açılmış durumda. Patlamaya bağlı dekompresyon, kabin içi basıncını bir anda düşürdü ve oluşan negatif çekim gücü, saniyenin kesirleriyle ifade edilecek bir sürede en arka sıradaki 6 yolcunun, koltuklarıyla birlikte uçaktan dışarı fırlamalarına neden oldu.

Bir şalgam tarlasında bulunacak cesetlerine gerçekleştirilecek otopsi, bir patlayıcıya maruz kalmadıklarını, dolayısıyla uçağın bir terör saldırısı sonucu düşmediğini gösterecek. Ve o altı yolcunun, 11.000 feet yükseklikten yaklaşık 60 saniye sürecek serbest düşüşleri süresince hayatta olduklarını. Onların önünde koltuklarına bağlı, çaresiz ve sessiz geçirecekleri bir 60 saniye var.

İçinde bulunduğun kokpitte ve çığlıkların sana kadar ulaştığı kabindeyse muazzam bir gürültü ve tarifsiz bir panik hakim. Uçuşan eşyalar yolculara çarpıyor, kabinin altındaki delikten dışarı fırlamamak için bir yerlere tutunmaya çalışan yolcular ve kabin personelinin paniği ile tam bir kaos yaşanıyor. Fakat herkesin bilinci yerinde. Bulunduğunuz 2300 metrelik irtifada, deniz seviyesine göre basınç farkı bilinç kaybına sebep olacak kadar fazla değil. Her şey çok hızlı gerçekleşiyor ve her saniye zihinlere kazınıyor.

Sahi, bilinç böylesi bir dehşetle baş edebilir mi?

Tüm sesler, tüm yaşananlar, gerçeküstü bir kabusa benziyor, ama fiziksel dünya yaşananın gerçekliğini reddetmenize imkan vermiyor: Jet motorlarının sağlam bir kabinde hiç duymadığınız korkunç gürültüsü açık delikten girerek kulakları parçalıyor, kabinin arkasında oturanlar uçağın burnu aşağıya doğru çevrildikçe bulutsuz masmavi gökyüzünü hiç görmedikleri kadar yakınlarında görüyorlar.

O ana kadar rahat koltuklarında oturup, gerekli gereksiz sunulan çayın soğukluğundan, yemeklerin sıradanlığından yakınan yolcular, aniden vücutlarının sınırlarının çok ötesinde hızlarda ilerlemekte olan binlerce ton metalle birlikte olduklarını hatırlıyorlar. Hayatlarında ilk defa, geçmişte yok saydıkları havanın nasıl da ‘var’ olduğunu, o çelik yığınını yerkürenin kilometrelerce yukarısına taşıyabilecek kadar güçlü ve sert atomlardan oluştuğunu fark ediyorlar.

[11 saniye sonra]

– Emin misin?

– Yukarı kaldır! Burnunu yukarı kaldır!

– Kaldıramıyorum. Yanıt vermiyor.

– Acaba nedir, nedir?

İki yıl önce meşhur olan bu bisküvi reklam cıngılının sözleri (1), nasıl da en lüzumsuz bir anda dökülüyor dudaklarından. Korkmuyor musun? Yoksa Kuleli yıllarından edindiğin bir alışkanlıkla, korkunu belli etmemek için mi böyle gamsız, şakacı bir tavırla davranıyorsun?

Yoksa, hayatın sadece bir muamma olduğunu kendine hatırlatmak mı istiyorsun?

Reklamlar, ölümle yüz yüze geldiğimiz bir anda kontrolümüze ellerine geçirecek kadar ruhumuza işlemiş olamazlar, değil mi?

Dünya batarken bile senin gibi tasasız davranabilmek, boşlukta asılı kalacak cevapsız sorularımı bir ironi zarfında ifade edebilmek isterdim.

Alakasız bir soru değil yine de bu. Yaşadığın felakete bir çözüm bulabilmek için, önce ne olduğunu bilmen gerekiyor. Bir elektrik arızası mı var, bir kuş sürüsü uçağın beklenmedik bir yerine çarpıp hasara mı sebep oldu, kabin içinde bir yangın mı var? Yoksa siz mi bir yanlış yaptınız, flapları, tekerleri mi unuttunuz? Uçakta bir patlama mı oldu? Başına bu derdi açan ne veya kim?

Sahi, durup dururken uçağa olan neydi, ne oluyordu? Sorun neydi bir bilebilsen, bir bilebilsen.

[23 saniye sonra]

– Yapacak bir şey kalmadı.

– 7000 feet

Yardımcı pilotla birlikte kumanda levyesini tüm gücünüzle çekmenize karşın, uçağın burnunu yukarıya kaldırmanız mümkün olmuyor.

İşin aslı durum, en kötü tahmininden de kötü. Bagaj kapağının dışarıya doğru patlamasının etkisiyle, kabin zemini ağır hasar görmüş durumda. McDonnell Douglas birçok gerizekalı mühendislik harikasını, bir tek uçakta birleştirmeyi başarmış. Hatalı bagaj kapağı tasarımı, kabinin hemen altından geçerek kuyruğa ulaşan kablolar ve sonuçta tamamıyla işlevlerini yitirmiş kumandalar. Arka motor devre dışı kalmış durumda, ama bu tek başına bir sorun değil, kanatlarda iki motor daha var. Daha kötüsü kuyrukta yer alan elevatörler (irtifa dümeni) ile rudder da kontrolünden çıkmış durumda. Bunlar olmadan uçağın yükselmesini ve yatay seyrini sağlayamazsın. Uçağın can damarı hidrolik basıncını kaybetmek üzeresiniz.

Kumandalardan hiçbiri beklediğin yanıtı vermiyor, göstergelerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilmen imkansız. Uçağın aşağıya ve sola doğru yatarak, giderek hızlanmasını engellemenin hiçbir yolu yok gibi görünüyor.

Uçak giderek hızlanıyor, saniyeler giderek yavaşlıyor. Uçak hızlandıkça, saniyeler yavaşlıyor. Kokpitte saatler gibi sürecek 22 sessiz saniye yaşanıyor. Sessizliğinizi asla geçilmemesi gereken hızın geçildiğini belirten ikaz sesi bozuyor.

[32 saniye sonra]

– Hidrolik?
– Kaybettik…Hop, hop!

Hidrolik basıncı olmadan bu sönmüş fişek kutusunu kontrol etmenin hiçbir yolu yok, biliyorsun değil mi? Uçak burnunu 20 derece aşağıya çevirmiş, giderek hızlanıyor. 350 knotu (648 km/saat) aştınız, 400’e (740 km/saat) yaklaşıyorsunuz. O anda yeryüzünün en korkunç roller coasterında, en ön sıradasın. Yeryüzü gözünün önünde her an daha büyük bir hal alıyor, artık Ermenonville ormanının ağaçlarını seçebiliyorsun.

Sahi hidrolik basıncı olmadan, bir uçağı kontrol etmenin gerçekten hiçbir yolu yok mu? Düşün, hızlı, daha hızlı düşün!

[54 saniye sonra]

– Yere çarpacağız.

– Eyvallah o zaman.

İşte o anda, tam o anda, yapacak hiçbir şey kalmadığına karar vermiş olmalısın.

Gerçekten yapacak hiçbir şey kalmadı mı? Ölüme eyvallah demekten başka? Çıldırmadın mı o anda? Bu kabullenişte insanüstü bir şeyler var.

Seninle hiç ilgisi olmayan birçok hatanın, ticari üç kuruş kazancı güvenliğin üstünde gören kötü niyetin ve politik gelişmenin üst üste gelmiş olması, senin kaderini belirliyor. Uçağın üretici firması McDonnell Douglas’ın, aceleyle piyasa ihtiyaçlarına yönelik DC-9’dan bozma bir büyük uçak üretmiş olması. Uçağın dışa doğru açılan, hatalı tasarıma sahip bagaj kapağının iki yıl önce sizinkine çok benzer bir kazada yine patlamış olması. Kumandaların tamamen işlevsiz kalmadığı o kazanın biraz pilotun mahareti, ama daha çok şansla atlatılmış olması. Kazanın McDonnell Douglas’a, dolayısıyla Amerikan ekonomisine zarar vermemesi için, FAA ile firma arasında gerçekleştirilen bir sessizlik anlaşması ile örtbas edilmiş olması. Sonuçta bagaj kapağı tasarımında kapsamlı bir düzeltmeye gidilmeden uçağın THY’ye satılmış olması. Japonların almak istemediği sorunlu uçağı, dönemin işgüzar politikacılarının satın almakta bir sakınca görmemiş olması. Üretici firmanın önlem olarak dağıttığı Service Bulletin 52-37’nin THY’ce uygulanmaya konulmamış olması. THY’nin yer mühendisi olmayışı, uçuş mühendisinin bagaj kapağını kontrol etmemiş olması.

Ne bunların hiçbiri, ne de karmaşık bir sistemle sürgülenen kapağın nasıl kapanacağı ile ilgili İngilizce yönergelerin, Paris Orly Havaalanında bagaj görevlisi olan Muhammed Mahmudi tarafından, İngilizce bilmediği için okunamamış olması.

Omuzla itilip kapatılmış bir kapağın, yüksek irtifada patlamasına fazla şaşırmamak lazım.

Hiçbiri, bunların hiçbiri senin suçun değil ve sen ölüyorsun orada. İsyan etmiyor musun? Sahi isyan etsen, çıldırsan neye yarar?

Neler geçiyor o son saniyelerde aklından? Daha o sabah uçuşa gitmek için kalktığın, Ataköy 4. kısımdaki dairen ne kadar uzakta kaldı, değil mi? Ya arkanda bıraktığın güzel kadın, ailen ve sevdiklerin?

Nedeni bilinmez, o anda zihninde bambaşka bir sahne canlanıyor: Bozüyük Atatürk İlkokulundan aldığı diploma. 742, Nejat Berköz. Bozüyük, 1930. Bitirme tarihi: 25.06.1943. Derecesi: Pekiyi.

Senden geriye sadece kağıt parçalarına işlenmiş birkaç kayıt mı kalacak?

Okulun bahçesinde dolaşan küçük bir çocuk beliriyor zihninde. Belki de kokpitte çalan alarmlardan biri, bir ders zilini çağrıştırıyor bilinçaltına. Zilin çalmasıyla neşeyle bahçeye koştuğun bir gün. Hiç beklemediğin bir anda, ensene kuvvetli bir tokat inmişti. Haksız yere öğrencileri döven, sert bakışlı Muammer hocaydı tokadın sahibi. Eli de ne sert adamdı ama. O gün okul bahçesine koşarken seni, daha önce gözüne kestirdiği bir başka öğrenciyle karıştırmıştı. Kendini tanıtana kadar iki tokat daha yemiştin.

[56 saniye sonra]

– Gaz ver!

Birden, bir kabustan uyanır gibi, harekete geçiyorsun. Bu sefer ne gerekiyorsa yapacaksın, bir kahramansın sen. Tokat daha inmeden, senin o haylaz olmadığını kanıtlayacaksın, 339 kişinin hayatını kurtaracaksın.

Elinde dev uçağa yön verebilecek hiçbir kumanda olmasa da, daha fazla gaz vererek uçağın burnunu kaldırabilirsin. Gaz ver, uçağın burnu yükselsin. Belki uçağın aşağıya doğru tamamladığı salınımın sonuna geldiğini ve burnunun kalkmaya daha hazır hale geldiğini fark ettin veya daha fazla gaz vererek sıkışmış elavatörün direncini aşmayı, bu şekilde kontrolsüzde olsa uçağı yükseltmeyi deneyeceksin.

O hafta hizmete girecek olan De Gaulle havaalanıyla aranızda sadece 30 kilometre mesafe var. Neden olmasın?

[61 saniye sonra]

Harekete geçmek için geç mi kalmıştın, yoksa hidroliksiz, elevatörsüz, ruddersız, kıçı delik bir DC-10’u o şartlarda uçurmak, başarılması imkansız bir düş müydü?

En acısı ne biliyor musun? Sanki suçlu sizmişsiniz gibi, kazadan kısa bir süre sonra yaşadıklarınız unutulacak, unutturulacak. Kazanın hem vicdani, hem yasal sorumlusu McDonnell Douglas’a karşı haklarınızın bir takipçisi olmayacak. Koca koca Amerikan firmaları ve kurumlarını suçlu ilan etmeye kimin gücü yeter? THY’ye yıllar sonra bile hak etmediği bir şekilde dünyanın en kötü uçak firması muamelesi yapılacak, bir de Orly havaalanında çalışan gariban bagaj görevlisi Muhammed Mahmudi’yi günah keçisi ilan etmeye kalkışacaklar. (2)

Kaza ile ilgili iki İngilizce kitap yazılacak (3). Kaza hakkında Türkçe bir kitap yazılmadığı gibi, yazılmış olanlar da Türkçeye çevrilmeyecek. Hatta günümüzde bile, kaza ile ilgili kapsamlı bilgiye Türkçe olarak ulaşmak mümkün olmayacak (4). Arşivi, meraklısı, görevlisi, araştırmacısı olmayan bir ülke bu. Kendisine yapılan en büyük haksızlıkları sineye çeken, yabancılara karşı haklarını savunmakta tereddüt gösteren, onlar ne derse sorgusuz sualsiz kabul eden, baştan kendi vatandaşını suçlu ilan eden, ama en önemlisi kendi vatandaşına hak ettiği değeri vermeyen bir ülke bu. Kazada ölenleri anmak üzere Fransa’da kurulan bir internet sitesine, fotoğraflarınız bulunan tek internet sitesine, ulaşılmasını bile engelleyen bir ülke bu (5).

Bu ülke sınırları içinde ne senin, ne de seninle beraber ölen 346 kişinin hikayesi bilinecek. (6) Ne o 77 saniye içinde yapılabilecek her şeyi yaptığın, ne de vakti gelince ölüme de eyvallah diyerek kahramanca karşılayışın bilinecek. Bir tek ne hikmetse hostes “Rona Altınay”‘ın adı Nişantaşı’nda bir caddeye verilecek. Ama belki de annesi dışında o caddede yaşayanlar bile, o büyük kazadan haberdar olmayacak.

Hikayenin dışından baktığımda, tok sesinle tekrarladığın ‘acaba nedir, nedir”lerin zihnimde bir çivi gibi çakılıp kaldığını fark ediyorum.

Yaşam birbirimize yaptığımız tüm haksızlıklara karşın sürüyor, sürecek.

Şimdi, dur! 7003 saatlik uçuş kariyerinin, önünde kalan son birkaç saniyesi için her şeye dışarıdan bak! Uçağın dışında hala hayat var. 3. Mart 1974, saat 12: 41. Sadece biraz uzağında Paris banliyösü Senlis güneşli bir pazar günü yaşıyor. Bir parktan neşeli çocuk sesleri geliyor. Bir kafede genç bir kız, tatlı tabağındaki son kırıntıları temizlerken, arkadaşına sevgilisini çekiştiriyor. St Pierre Kilisesi’nde, pazar ayini bitmek üzere.

Pek çoğu tanınmaz hale gelecek cesetlerinizden kalan parçaları, o kilisede toplayacaklar.

Haklısın, çektiğimiz acı dışında hayatımıza dair her şey bir muamma.  Acımızsa varlığımızı yokluğumuzdan ayırmamızı sağlayan tek hakikat.

Dışından bakmayı bıraktığın anda, Muammer hocanın tokadı yine ensende patlıyor.

Tokat bu sefer pek bir şiddetli oluyor.

[77 saniye sonra]

(Çarpışmanın ilk sesleri duyulur)

Notlar:

1. Kokpit içi konuşma kayıtlarına (CVR) göre Kaptan pilot Nejat Berköz’ün kaza anında sorunun kaynağı ile ilgili yaşadıkları muammayı ifade etmek istercesine tekrarladığı “acaba nedir, nedir” sorusu, o tarihlerde dinlemiş olduğu Eti cıngılından gelmiş olmalı. Hikayenin yazıldığı tarihte bu cingle, Eti’nin sitesinde ilk haliyle dinlenebiliyordu. Kaldırmışlar, umursamamışlar.

2. http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_Hava_Yollar%C4%B1_U%C3%A7u%C5%9F_981

3. http://www.montereypeninsulaairport.com/DC-10cargodoorcrashp15.html

(“The Last Nine Minutes,” The Story of Flight 981″ Moira Johnston kitabından bir bölüm)

4. http://en.wikipedia.org/wiki/Turkish_Airlines_Flight_981

5. http://turkishdc10.wordpress.com/

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.