Oligarşi

Sözlük | | Nisan 25, 2014 at 4:39 pm

Oligarşi, Yunancada ‘az ,birkaç’ manasındaki (oligos) ile ‘hükmetme’ anlamındaki (arkho) kelimelerinin birleşmesinden ortaya çıkan ve ‘sadece belirli bir grubun bir ülkeyi yönetmesi’ durumunu ifade eden bir terimdir. Bazı siyaset bilimcileri, yönetim şekli ne olursa olsun, her devletin yönetiminde mutlaka bir oligarşi olduğunu belirtirler. Bu açıdan ele alındığında, oligarşi kavramı, devletin tüm kurumlarının küçük bir azınlığın kontrolünde olması demektir.

Oligarşinin Tunç Yasası

Eskiden Habeşistan dediğimiz Etiyopya’nın yüce İmparatoru, Aslanlar Aslanı Haile Selassie

Etiyopya ‘nın Solomonik hanedanı 1974’te bir askeri darbeyle devrilinceye kadar hüküm sürdü. Darbeyi düzenleyen Derg adında Marksist subaylardan oluşan bir gruptu. Derg’in iktidardan uzaklaştırdığı rejim sanki bir anakronizmle geçmiş yüzyıllardan birinde donup kalmış gibi görünüyordu. İmparator Haile Selasiye güne İmparator Menelik’in 19. yüzyıl sonlarında inşa ettirdiği Büyük Saray’ın avlusuna gelerek başlardı. Onun gelişini bekleyen bir rütbeliler güruhu sarayın önünde yerlere kadar eğilip umutsuzca dikkatini çekmeye çalışırdı. İmparator, imparatorluk tahtında oturduğu kabul salonunda bir şeyler anlatarak ilgi odağı olurdu. Selasiye kısa boylu bir adamdı; her gittiği yerde bir yastıkla ona eşlik eden özel bir görevli, oturduğunda ayakları havada kalmasın diye ayağının altında üzerine basabileceği uygun bir yastık bulundurmayı iş edinmişti. Yastık sorumlusunun her duruma cevap veren 52 yastıktan oluşan bir stoğu vardı. Selassie bir dizi aşırı derecede sömürücü kurum aracılığıyla hüküm sürüyor, lütuf dağıtıp iltimas geçiyor ve sadakatsizliği insafsızca cezalandırıyordu. Solomonik hanedanının idaresindeki Etiyopya’da ekonomik gelişme adına sözü edilebilecek hiç bir şey yoktu.

Derg, ilk önce ülkenin dört bir yanındaki farklı askeri birimlerden 108 temsilci oluşturdu. Harar vilayetindeki Üçüncü Tümen’in temsilcisi Mengistu Haile Mariam adında bir binbaşıydı. Derg subayları 4 Temmuz 1974’teki ilk deklarasyonlarında imparatora bağlılıklarını bildirseler de kısa zamanda hükümet üyelerini tutuklamaya başlayıp bunun ne büyüklükte bir muhalefete yol açacağını test ettiler. Selasiye rejimine verilen desteğin boş olduğuna kanaat getirdiklerinde doğrudan imparatora yönelip 12 Temmuz’da onu tutukladılar. Ardından infazlar başladı. Eski rejimin çekirdeğinde yer alan pek çok siyasetçi çabucak öldürüldü. Aralık ayına gelindiğinde Derg, Etiyopya’nın sosyalist bir devlet olduğunu ilan etti. Selasiye 27 Ağustos 1975’te öldü, muhtemelen öldürüldü. Derg 1975’te tüm kentsel ve kırsal arazileri ve pek çok türden özel mülkiyeti kamulaştırmaya başladı. Rejimin gittikçe artan otoriter tavrı tüm ülkede muhalefeti harekete geçirdi. Etiyopya’nın büyük bölümü daha önceki Adowa Savaşı’nın galibi imparator II. Menelik’in yayılmacı politikaları sonucunda, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarındaki Avrupa’nın sömürgeci genişlemesi sırasında birleştirildi. Bunlar arasında kuzeyde Eritre ve Tigray, doğuda Ogaden vardı. Derg’în insafsız rejimine karşılık veren bağımsızlık hareketleri Eritre ve Tigray’de ortaya çıkarken Somali ordusu Somalice konuşulan Ogaden’i işgal etti. Derg de dağılmaya ve fraksiyonlara bölünmeye başladı. Aralarında en insafsız ve en zeki olanın Binbaşı Mengistu olduğu ortaya çıktı. 1977 ortalarında başlıca rakiplerini saf dışı bıraktı ve çökmekten ancak o yılın kasım ayında Sovyetler Birliği ve Küba’dan muazzam miktarda silah ve asker sevkiyatıyla kurtulan rejimin kontrolünü tamamen ele geçirdi.

Mengistu Haile Mariam:Selasiye’nin Eylül 1974’te tutuklanmasından sonra kurulan Geçici Askeri Yönetim Konseyi’nin (PMAC) başkan yardımcılığına atandı. Kasım 1974’te PMAC başkanının ve önderlerinden 60’ının öldürülmesini emretti. PMAC içindeki seçkin kişileri öldürdükten sonra düzenin en güçlü adamı olarak sivrildi. Sanayi ve çiftliklerin kamulaştırılmasına girişti. Sivil halk arasında yönetime karşı başlatılan Beyaz Terörü, uyguladığı Kızıl Terör Kampanyası ile ezdi. Ülkenin tartışmasız tek yöneticisi haline geldi. 1977 sonlarında Somali’nin, Ogaden bölgesini ele geçirmek üzere başlattığı saldırıyı SSCB’den sağladığı silah ve Kübalı askerlerin desteğiyle durdurdu. 1984’te Etiyopya İşçi Partisi’ni kurdu. Çiftlikleri kolektifleştirilmesi ve köylüleri başka yerlere sürmesi tarıma dayalı ekonomiyi çökertti. SSCB’nin verdiği desteği çekmesi üzerine Mengistu yönetimi giderek zayıfladı. Mayıs 1991’de istifa ederek, Zimbabve’ye kaçtı. Aralık 2006’da bir Etiyopya mahkemesi tarafından, 1977-1978 arasında uyguladığı Kızıl Terör Kampanyası sırasında işlenen soykırım suçlarından suçlu bulunarak, gıyabında ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Halen Zimbabve’de sürgün olarak yaşamaktadır.

1978’de rejim, Haile Selassie’nin devrilişinin dördüncü yılı vesilesiyle bir ulusal tören düzenledi. O zamane dek Mengistu, artık Derg’in tartışmasız lideri olmuştu. Etiyopya’yı idare edeceği yer için kendisine monarşi ilga edileli beri boş duran Selassie’nin Büyük Saray’ını seçmişti. Törende tıpkı eskinin imparatorları gibi varaklı bir koltukta oturup resmigeçidi izledi. Resmi faaliyetler bir kez daha Büyük Saray’da yürütülüyor ve Mengistu, Haile Selassie’nin eski tahtında oturuyordu. Mengistu kendini bir gerileme döneminin ardından 19. yüzyıl ortalarında Süleyman Hanedanı’nı yeniden kuran İmparator Tevodros’la karşılaştırmaya başlamıştı.

Bakanlardan biri, Dawit Wolde Giorgis, hatıratında şöyle diyor:
Devrimin başlangıcında hepimiz geçmişe ilişkin her şeyi tamamen reddettik. Artık araba kullanmayacak ya da takım elbise giymeyecektik; kravat takmak suç sayıldı. Sizi hali vakti yerinde ya da burjuva gösteren herşey, bir tutam zenginlik ya da kültür eski düzenin bir parçası olarak görülüp küçümsendi. Sonra, 1978 civarı, tüm bunlar değişmeye başladı. Maddiyat önce yavaş yavaş kabul edildi, ardından gerekli görüldü. En iyi Avrupa terzilerinin diktiği takım elbiseler tüm üst düzey devlet yetkililerinin ve Askeri Meclis üyelerinin üniforması haline geldi. Her şeyin en iyisine sahiptik; en iyi evler, en iyi arabalar, en iyi viski, şampanya, yemek. Bu Devrim ideallerinin tamamen tersine dönmesi idi.

Giorgis ayrıca Mengistu’nun ülkenin tek hâkimi olduğunda nasıl hemen değiştiğini de canlı bir biçimde aktarıyor:
“..Gerçek Mengistu yüzünü gösterdi; intikamcı, zalim ve otoriter […] Eskiden içimizden biriymişçesine onunla elimiz cebimizde konuşan bizler, kendimizi onun önünde büyük bir dikkatle hazırolda bekleyip çekinerek saygı gösterirken bulduk. Eskiden ona hitap ederken ante yani “sen” derken artık daha resmi bir biçimde ersiwo, yani “siz” diyorduk. Menelik Sarayı’nda daha büyük, daha pahalı bir ofise taşındı İmparator’un arbalarını kullanmaya başladı. Eşitlik getirecek bir devrimimizin olması gerekiyordu; oysa o yeni imparatora dönüşmüşü…”

Haile Selassie ile Mengistu arasındaki ya da Sierra Leone’nin İngiliz sömürge valileri ile Siaka Stevens arasındaki geçişin ortaya koyduğu kısır döngü örüntüsü öylesine uç ve bazı noktalarda öylesine tuhaftır ki, özel bir ismi hakediyor. Alman sosyolog Robert Michels bu durumu “Oligarşinin Tunç Yasası” olarak adlandırıyor. Michels, oligarşilerin ve aslında tüm hiyerarşik örgütlerin iç mantığının, yalnızca iktidarda ayni elit varken değil, ayni zamanda tamamen yeni bir grup kontrolu ele geçirdiğinde de kendilerini yeniden üretmelerine yol açtığını ileri sürüyor. Michels’in beklemediği şeyse muhtemelen Karl Marx’ın tarihin kendini tekrar etmesi – ilkinde trajedi, ikincisindeyse komedi olarak – şeklindeki görüşünün bir yankısıydı.

Mesele yalnızca çoğu Afrikalı bağımsızlk sonrası liderinin aynı konuta yerleşmeleri, aynı iltimas ağlarını kurmaları ve piyasaları manipüle edip kaynakları sömürmek için yerlerini aldıkları sömürge rejimleri ve imparatorla ayni yöntemlere başvurmaları değildi; mesele ayni zamanda işleri daha da kötü hale getirmeleriydi. Sadık bir sömürgecilik karşıtı olan Stevens’in İngilizlerin kontrol altına almak istedikleri ayni halkın, Mende’nin kontrolünü ele geçirmekle alakadar olması; İngilizlerin yetkilendirip hinterlandı kontrol altına almak için kullandıkları ayni şeflere bel bağlaması; ekonomiyi ayni biçimde, yani çiftçilerin ayni pazarlama kurullarıyla mallarını ellerinden alarak ve elmas üretimini benzer bir tekelle kontrol ederek idare etmesi gerçekten de (Marx’ın deyişine nazire) bir farstı. Mobutu diktatörlüğüne karşı bir ordu oluşturan ve insanları özgürleştirip Mobutu Zairesi’ndeki boğucu, yoksullaştırıcı yozlaşmayı ve baskıyı sona erdirmeyi vaat eden Laurent Kabila’nın daha sonra aynı ölçüde yozlaşmış ve belki de daha feci bir rejim kurması gerçekten de bir farstı; hem de çok acı bir fars. Daha önce Mobutu’nun enformasyon bakanı olan Dominique Sakombi Inongo’nun yardım ve kışkırtmasıyla Mobutuvari bir kült kişilik geliştirmeye başlaması ve bizzat Mobutu rejiminin 100 yıldan uzun bir süre önce Kral Leopold’ün Özgür Kongo Devleti’nde başlayan kitlesel sömürü modellerini esas alması kesinlikle maskaralıktı. Marksist subay Mengistu’nun bir sarayda yaşamaya başlaması, kendini bir imparator olarak görmesi ve tıpkı Haile Selasiye ve ondan önceki diğer imparatorlar gibi kendini ve maiyetindekileri zenginleştirmesi gerçekten bir farstı.

Hepsi bir farstı, ayni zamanda orijinal trajediden daha trajiklerdi ve bu yalnızca boşa çıkardıkları umutlar yüzünden değildi. Afrika’nın diğer pek çok hükümdarı gibi Stevens ve Kabila da önce rakiplerini sonra da masum yurttaşları öldürmeye başlayacaklardı. Mengistu Derg’in politikaları Etiyopya’nın bereketli topraklarına tekrarlanan kıtlıklar getirdi. Tarih tekerrür ediyordu; fakat çok çarpık bir biçimde. En sonunda bardağı taşırıp rejime karşı muhalefeti güçlendiren, 1973’de Wollo vilayetinde baş gösteren ve Haile Selassie’nin belli ki ilgilenmediği bir kıtlıktı. Selassie, en azından yalnızca ilgisiz kalmıştı. Oysa Mengistu kıtlığı rakiplerinin gücünü kıracak siyasal bir araç olarak görmüştü. Tarih, Etiyopya yurttaşları ve Sahra-altı Afrika’nın çoğu bölgesi için yalnızca farsvari ve trajik değil, bir o kadar zalimaneydi.

Oligarşinin tunç yasasının – kısır döngünün bilhassa bu modelinin – özü, radikal değişim vaadiyle eski liderleri deviren yeni liderlerin, eskisinden farklı bir şey getirmemeleriydi. Oligarşinin Tunç Yasası’nı anlamak kısır döngünün diğer biçimlerini anlamaktan bir bakıma daha zordur. Birleşik Devletler’in güneyindeki Guatemala’daki sömürücü kurumların sürekliliğinin mantığı gayet açıktır. Ekonomi ve siyasete yüzyıllar boyunca ayni gruplar egemen olmuştu. Birleşik Devletler’deki Güneyli plantasyon sahiplerinin İç Savaş sonrasında karşılaştığı gibi meydan okumalarla karşılaştıklarında dahi güçlerini kaybetmediler ve çıkar sağlamayı sürdürecekleri bir dizi benzer sömürücü kurumu yeniden hayata geçirmeyi başardılar. Fakat radikal değişim adına iktidara gelip ayni sistemi yeniden oluşturanları nasıl yorumlayabiliriz? Bu sorunun cevabı bir kez daha kısır döngünün ilk bakışta göründüğünden daha kuvvetli olduğunu gösteriyor.

Muhteşem Devrim (The Glorious Revolution) veya 1688 Devrimi (aynı zamanda İskoçya Kralı VII. James ve İrlanda Kralı II. James olan) İngiltere Kralı II. James’in, bazı İngiltere ileri gelenlerinin daveti üzerine İngiltere’ye ordusu ve donanması ile çıkartma yapan Hollanda cumhurreisi Oranj-Nassau’lu William tarafından tahtından indirilmesi ve William’ın (III. William adıyla) İngiltere Krallığı, İrlanda Krallığı ve İskoçya Krallığı tahtlarına karısı II. Mary ile birlikte ko-monark olarak çıkmalarıdır. İngiltere Parlamentosu bu gelişmeyi meşrulaştırmak için ‘Haklar Kanunu (Bill of Rights)’ adlı bir kanun çıkartmış ve böylelikle İngiltere Krallığı’nın mutlak kral istibdatı ile yönetilmesi kınanıp, terk edilmiş ve İngiltere Krallığı’nın bir meşrutiyet olduğu bu anayasal nitelik taşıyan kanunla teyit edilmiştir.

Oysa tüm radikal değişimler başarısızlığa mahkum değildir. Muhteşem Devrim radikal bir değişimdi ve belki de son 2 bin yılın en önemli siyasal devrimine yol açmıştı. Kaos, aşırı şiddet ve Napoleon Bonaparte’ın yükselişi dikkate alındığında Fransız Devrimi daha radikaldi; fakat yeni bir ancien régime, yani “yeni bir eski rejim” yaratmamıştı.

Muhteşem Devrim ve Fransız Devrimi’nin ardından daha kapsayıcı siyasal kurumların ortaya çıkışını büyük ölçüde üç etken kolaylaştırmıştı.

Birincisi, bizzat istifade edecekleri bir yaratıcı yıkım sürecinin başlamasını isteyen yeni tüccarlar ve işadamlarıydı; bu yeni adamlar devrimci koalisyonların kilit üyeleriydi ve kendilerini kurban seçecek bir başka sömürücü kurumlar dizisinin gelişimine seyirci kalmak istemiyorlardı.

İkincisi, her iki örnekte de ortaya çıkan geniş koalisyonun doğasıydı. Örneğin Muhteşem Devrim dar bir grup tarafından düzenlenen ya da belirli sınırlı bir çıkarı temsil eden bir darbe değildi; tüccarların, sanayicilerin, eşrafın ve farklı siyasal toplulukların sahip çıktığı bir hareketti. Ayni durum büyük ölçüde Fransız Devrimi için de geçerliydi.

Üçüncü etken, İngiliz ve Fransız siyasal kurumlarının geçmişiyle ilgilidir. Bu kurumlar yeni ve daha kapsayıcı kurumların gelişebileceği bir zemin oluşturdular. Her iki ülke de bir parlamento geleneğine sahipti ve yetki paylaşımının kökleri İngiltere’de Magna Carta’ya, Fransa’da Ayanlar Meclisi’ne kadar uzanıyordu. Üstelik her iki devrim de mutlakiyetçi rejimlerin ya da mutlakiyetçi olmaya can atan rejimlerin güçlerinin zayıfladığı bir süreçte cereyan etmişti. Söz konusu örneklerin hiçbirinde bu siyasal kurumlar yeni hükümdarların ya da dar bir grubun devletin kontrolünü ellerine geçirerek mevcut ekonomik zenginliği gasp etmelerini ve denetimden yoksun kalıcı bir siyasal iktidar inşa etmelerini kolaylaştırmamıştı. Fransız Devrimi sonrasında Robespierre ve Saint-Just liderliğindeki dar bir grup kontrolü ele geçirdi ve bu da feci sonuçlar doğurdu. Fakat bu geçici bir durumdu ve daha kapsayıcı kurumlara doğru gidişatı değiştirmedi. Tüm bunlar aşırı derecede sömürücü kurumlara ilişkin uzun bir geçmişi olan ve idarecilerinin gücü üzerinde herhasngi bir denetim mekanizması bulunmayan toplumlardaki durumla tamamen zıttır. Bu toplumlarda kısmen daha kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar elde etmek için mevcut rejime karşı direnişi destekleyip finanse edecek güçlü yeni tüccarlar ya da işadamları yoktur, üyelerinin her birinin gücü üzerinde denetim uygulayacak geniş koalisyonlar yoktur; iktidarı gasp ya da istismar etmeye niyetlenecek yeni idarecileri kısıtlayacak siyasal kurumlar yoktur.

Bu nedenle, Sierra Leone’de, Etiyopya’da ve Kongo’da kısır döngüye direnmek çok daha zordu ve kapsayıcı kurumlara yönelik girişimlerin başarıya ulaşma olasılığı çok daha düşüktü. Devletin kontrolünü ele geçirenlerin gücünü denetleyecek geleneksel ve tarihsel kurumlar da yoktu. Bu tür kurumlar Afrika’nın bazı kesimlerinde ve Botsvana’da mevcuttu, hatta sömürge döneminde bile ayakta kalmışlardı. Fakat Sierra Leone’nin tarihinde çok daha düşük bir öneme sahiplerdi ve var olanlar da dolaylı yönetim yüzünden yozlaşmıştı. Aynı durum Kenya ve Nijerya gibi Afrika’daki diğer İngiliz sömürgeleri için de geçerliydi. Mutlakiyetçi Etiyopya krallığında ise hiçbir zaman var olmamışlardı. Kongo’da yerel kurumlar Belçikalı sömürge idaresi ve Mobutu’nun otokratik politikalarıyla güçsüz düşürüldü. Ayrıca bu toplumların hiçbirinde yeni rejimleri destekleyen, güvence altına alınmış mülkiyet hakları ve mevcut tekellere bir son verilmesini talep eden yeni tüccarlar ya da girişimciler bulunmuyordu. Aslına bakılırsa sömürgecilik döneminin sömürücü ekonomik kurumları, girişimcilik ve iş adına geriye pek bir şey kalmadığı anlamına geliyordu.

Bu yazı yazara ait ‘Ulusların Düşüşü’ isimli ilgi eserin onikinci bölümünden alıntılanmıştır.

Uluslararası toplum, sömürgecilik sonrasında Afrika’daki bağımsızlığın devlet planlaması ve özel sektörün geliştirilmesiyle ekonomik gelişmeye yol açacağını düşünüyordu. Oysa ortada özel sektör diye birşey yoktu; yeni hükümetlerde temsilcisi olmayan, bu nedenle de ilk kurbanlara dönüşecek kırsal bölgelerdekiler hariç. Belki de en önemlisi, bu örneklerin pek çoğunda iktidarda olmanın muazzam menfaatler sağlamasıydı; çünkü önceki sömürücü siyasal kurumlar yetki kullanımına hiçbir denetim getirmemişlerdi. Bu menfaatler hem Stevens gibi bu gücü tekeline almak isteyen son derece vicdansız adamları cezbediyor hem de bir kez iktidarı ele geçirdiklerinde onları daha da beter hale getiriyordu. Bu kısır döngüyü kıracak hiçbir şey yoktu.

(Kaynak: “Why nations fail; The Origins of Power, Prosperity, and Poverty”. Not: Resimler ve altyazıları hariçtir.)

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.