Güvenlik vs Özgürlük

Para, Devletler ve Biz | | Haziran 27, 2014 at 12:48 pm

Ekonomik güvenlik kavramı genellikle tıpkı ekonomik özgürlük kavramı gibi, gerçek bir özgürlüğün vazgeçilmez şartı olarak ileri sürülmektedir. Bu bir bakıma hem doğru, hem de önemlidir. Düşünce bağımsızlığı ve sağlam karakter gibi özelliklere, geleceğini kendi gayretiyle inşa edebileceğinden emin olamayan insanlar arasında nadiren rastlanır.

Ekonomik güvenlik düşüncesi, benzeri pek çok kavram gibi muğlak bir kavramdır. Bu yüzdendir ki, güvenlik kavramına olan rağbet, özgürlük kavramını da tehlikeye sokmaktadır. Gerçekten, mutlak anlamıyla alındığında, güvenlik kavramı özgürlüğün alanını genişletmek bir yana, bu alanı daraltıp yok edecek en büyük tehdittir.

Bütün toplum tek bir fabrika ve büroya dönüşecek, eşit işe eşit ücret ödenecektir. . . . . . . . . . . . . V. I. Lenin, 1917
Tek işverenin devlet olduğu bir ülkede muhalefetin anlamı, yavaş yavaş ölüme mahkumiyettir. Çalışmayana ekmek yok diyen eski prensibin yerini artık, boyun eğmeyene ekmek yok prensibi almıştır. . . . . . . . . . . . . . L. Troçki, 1937


İki çeşit güvenlikten söz edilebilir: Birincisi, dar anlamlı olup, hiç kimseye ayrıcalık oluşturmayan ve toplumda herkesin gerçekleştirebileceği, son derece meşru bir arzu objesidir.

İkincisi ise, özgür bir toplumda, herkesin ulaşamayacağı mutlak bir özgürlüğü ifade eder. İkinci anlamıyla, özgürlük kimseye bir imtiyaz olarak verilmez. Kuşkusuz bunun bazı istisnaları da olabilir; söz gelimi, bağımsızlıkları toplum için hayati önem arzeden yargıçlara tanınan özgürlük bu türdendir. Bu iki farklı güvenlik kavramından birincisi asgari bir geçim düzeyinin sürdürülmesi ve aşırı fiziksel mahrumiyetlerden korunma arzusu ile ilgilidir. İkincisi ise belli bir hayat tarzının sürdürülmesine veya bir kişi veya grubun başkalarına oranla sahip olduğu nispeten avantajlı konumunun korunmasına ilişkindir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, birincisi asgarî bir gelir güvencesi; ikincisi, kişilerin hakettiklerine inandıkları özel bir gelir güvencesidir. Bu iki güvenlik kavramı ayrımının, piyasa düzeni tarafından herkese sağlanan güvenlik ile sadece bazılarına ve o da ancak piyasa düzeninin kontrol altına alınması veya tamamen ortadan kaldırılmasıyla temin edilebilecek olan güvenlik kavramları ayrımıyla çakıştığı görülür.

Bizim gibi refah düzeyini yükseltebilmiş toplumların, genel özgürlüğünü tehlikeye sokmadan, birinci tür güvenliği temin edememeleri için herhangi bir neden yoktur. Ancak, bu konuda açık ve kesin ölçülerin belirlenmesi hususunda sıkıntılar mevcuttur. Kişisel güvenliği için topluma aşırı bel bağlamış insanların sürekli olarak toplumun geri kalan kısmıyla aynı özgürlüklere sahip olup olmayacakları sorusu bilhassa önemlidir. Bir ülke vatandaşlığının, başkalarınınkinden daha yüksek hayat standardına sahip olma imkânı vermesi durumunda ortaya çıkabilecek ciddi uluslararası sorunlara da bilhassa değinmek gerekir. Bu tür sorulara gerekli dikkat ve özenle yaklaşılmaması halinde, ciddi politik sorunlarla karşılaşmak mümkündür. Kuşkusuz, herkese sağlıklarını ve çalışma kapasitelerini korumaya yetecek asgari ölçüde gıda, yiyecek ve barınak imkânı sağlanabilmelidir. İngiltere’de, toplumun büyük bir kısmı için öyle bir güvence uzun süredir sağlanmaktadır.

Bu arada, toplumda, bazılarının daha önceden gerekli tedbirleri şahsen alarak kendilerini zarardan koruyabildikleri toplumsal felâket günlerinde devletin mağdur vatandaşlara yardım etmemesi için de bir sebep yoktur. Hastalık ve kaza gibi talihsizliklere veya sonuçlarına karşı devletin sosyal güvenlik sisteminin oluşturulmasına katkısının büyük ölçüde istenmesi, bireylerin söz konusu olaylara karşı şahsen tedbir alma sorumluluklarını zayıflatmayabilir. Ancak, rekabetçi sistemi savunanlarla, onu şu veya bu sistemle değiştirmek isteyenler arasında çeşitli uzlaşmazlık noktaları vardır. Özellikle sosyal güvenlik sistemi adına yeni tedbirlerin getirilmesi rekabet sisteminin etkinliğini şu veya bu ölçüde azaltmaktadır. Ne var ki, devletin sosyal güvenlik katkısının artırılmasıyla kişisel özgürlüğün korunması birbiriyle tutarsız da sayılmayabilir. Ancak kolektif bir müdahalenin sorunları hafifletebildiği, bireylerin kendi başlarına üstesinden gelemediği, tesirlerinden korunamadığı sel ve deprem gibi felâketlere karşı toplumsal dayanışmanın yeri ve önemi de inkâr edilemez.

Bu konuda zikredilebilecek en önemli sorunlardan biri de aşırı işsizlik yaratan ekonomik dalgalanmalarla mücadele gibi çok can sıkıcı bir sorundur. Böyle bir sorunun çözümü, kelimenin olumlu anlamında özel bir planlamayı gerektirse de, bazı taraftarlarının savunduğu anlamda serbest piyasa düzeninin yerine geçecek bir plânlama olgusuna kesinlikle muhtaç değildir. Pek çok iktisatçı sorunun nihai çaresinin para politikası alanında yattığını, böyle bir politikanın da 19. yüzyıl liberalizmine bile ters düşen bir yönünün olmadığını iddia ederler. Bazı iktisatçılar da, bu konuda gerçek başarının geniş bir cephede başlatılabilecek iyi zamanlanmış kamu harcamalarından kaynaklanabileceğne inanırlar. Oysa bunlar, sanılanın aksine, olsa olsa rekabet ortamının giderek daraltılmasına neden olabilecek formüllerdir. Kamu yatırım harcamalarına bel bağlayan bir politika uygularken, her adımda, tüm ekonomik faaliyetlerin, hükümetin para harcama tempo ve istikametine bağımlı hâle gelip gelmediğini test etmek gerekir. Bu arada belirtelim ki ekonomik faaliyet hacminde zaman zaman görülebilen dalgalanmaların sonuçlarından korunmak için atılabilecek bazı zorunlu adımların, özgürlüğümüze en büyük tehdidi oluşturabilecek bir planlama türüne yol açması söz konusu değildir.

Özgürlük üzerinde tahripkar etkisi olan plânlamanın hedef aldığı güvenlik de farklı bir güvenliktir. Söz konusu plânlama, fertlerin ve grupların rekabetçi bir toplumda her gün mâruz kalabildikleri ve kendilerinin hiç de ahlaki olarak haklılaştırılamayan, ayni zamanda haketmediklerine inandıkları gelir azalışına karşı korunmaları amacına yöneliktir. Böyle bir güvenlik talebi âdil bir gelir talebinin başka bir biçimidir. Ancak burada sözü edilen âdillik, insan mesaisinin objektif yararlılığıyla değil, sübjektif sonuçlarıyla ilgili bir anlamda alınmaktadır. Güvenlik ve adâlet anlayışının böylesinin, bireyin istediği işi seçmesi ile mümkün müdür?. İnsanların değişik meşgale alanlarında dağılımının kendi özgür seçimlerinin sonunda gerçekleştiği bir sistemde, kazanılan gelirin miktarının, toplumun öteki üyelerine yararlı olma derecesine endekslenmesi zorunludur. Yapılan işin sübjektif erdemliliği önemli değildir. Ancak, bazı ticaret ve imalat dallarında, elde olmayan veya öngörülemeyen nedenlerle sosyal yararlılık derecesinin sık sık değiştiği de görülür. Yüksek düzeyde eğitilmiş ve çok güç kazanılmış bir becerinin sâhibi durumuna gelebilmiş bir kişinin, toplumun geri kalan kısmına yarayan yeni bir keşif yüzünden toplumsal değerini âniden yitirmesinin ne kadar trajik bir olay teşkil edeceğini de unutmamak gerekir. son yüzyılın tarihi, bazıları ayni anda yüzbinlerce kişiyi birden etkileyen bu tür olayların tarihidir.

İstisnai yeteneklerine ve çalışkanlıklarına rağmen bazı insanların ellerinde olmayan sebeplerle gelirlerinin düştüğünü gördüklerinde çektikleri sıkıntılar kuşkusuz toplumun adâlet duygusunu da incitir. Bu yüzden, anılan nedenlerle mağdur duruma düşmüş kişilerin kendilerinin meşru saydıkları beklentilerini savunmak amacıyla devletin olaylara müdahale etmesini istemeleri halk nezdinde yeterli sempati ve desteğe de sâhiptir. Bu tür taleplerin bulduğu yaygın halk desteği, her yerde, adeta hükümetlere, vatandaşları sâdece doğal felâketlere karşı değil, onların ulaştıkları gelir seviyewlerinin düşme riskine ve serbest piyasanın belirsizliklerine karşı korumaları gibi bir görevi de yüklemiştir.

İnsanlara işlerini istedikleri gibi seçme özgürlüğü tanınan toplumlarda herkese sâbit bir gelir garantisi verilemez. Aksi takdirde bazı kişilere tanınacak bu hak, başkalarının güvenlik sınırlarını daraltma pahasına elde edilmiş bir imtiyaza dönüşür. Herkese sâbit ve sürekli bir gelir güvencesi ancak insanların iş alanlarını serbestçe belirleyebilme özgürlüğünün yokedilmesi hâlinde söz konusu olabilir. Halk nezdinde yaygınlığı nedeniyle, sosyal bakımdan meşruiyet kazanmış bu beklentilere tanınacak genel garantiler varılmak istenen idealleri yansıtmakla birlikte ciddî olarak hiçbir yerde henüz tanınmamıştır. Sürekli olarak yapılagelen şey, şu veya bu gruba, söz konusu türden bir parça güvenlik sağlanırken bazılarının da evsiz barksız ve güvencesiz bırakılmasıdır. Netice itiberiyle, güvenlik denilen imtiyaza verilen önem o kadar artar ki, sonunda onu elde edebilmek için ödenen hiçbir fiyat, hatta özgürlük bile, yüksek bir bedel olarak görünmekten çıkabilir.

Sosyal yararlılıkları tahmin edemedikleri veya kontrol edemedikleri şartlar yüzünden azalmış olan insanlar böylece müstehak olmadıkları kayıplara karşı korunurlarken, sosyal yararlılıkları aynı nedenlerle artmış olanlar da kazançlarından mahrum bırakılırlarsa, gelir kavramıyla sosyal verimlilik arasındaki, ilişki giderek yok olur. Bu durumda gelir, herhangi bir otoritenin, kişilerin neleri yapması gerektiğine ilişkin kararlarına göre belirlenmeye başlar. Bu tür kararlar, büyük ölçüde keyfi olmak zorundadır. Ancak, bu şartlarda, aynı işi yapan insanların farklı gelirler kazandıkları görülür. sonuçta, gelirlerdeki farklılıkların halkın daha çok arzu ettiği işlere yönelmesini sağlayacak özendiricilik işlevi sona erer. Otroritenin aldığı kararlardan etkilenen insanların, işlerinde herhangi bir değişiklik yapabilme imkânına sahip olmaları halinde neticenin katlanılacak zahmete değip değmeyeceğini hesaplama imkanları ortadan kalkar. Bir toplumda, fertlerin istihdam edildikleri yerleri zaman zaman değiştirmeleri hem verimli hem de zorunlu bir olaydır. Ancak, bundan böyle maddî “ödül” veya “ceza”ların söz konusu değişmelere yön verme kabiliyetleri kalmadığından, meydan siyasi otoritenin doğrudan doğruya verdiği emirlere terkedilmektedir. Geliri anlatıldığı gibi garanti altına alınan bir kimsenin, artık ne sevdiği için ayni işte kalmasına ne de başka bir işi seçmesine izin verilir. Bir işten diğerine geçmesinin yaratabileceği kazanç veya zarar, artık ferdin kendisini ilgilendirmediğinden, iş yeri seçimine ilişkin karar da milli gelirin dağılım modelini belirleyen otoritelerce alınır.

Sözünü ettiğimiz müşevvikler sorunu aslında halkın, bu müşevviklerin etkisiyle elinden gelen çabayı gösterip göstermeyeceğine ilişkin bir sorundur. Eğer, insanların işyerlerini serbestçe seçebilmesini istiyorsak, onlara, ne yapmaları gerektiği konusunda yeterli değerlendirme gücüne sahip olmaları durmunda, değişik istihdam alanlarının sosyal önemini ölçmeye yarayacak, kolay kavranabilir bir ölçüt de kazandırmamız gerekecektir. Dünyanın en iyi niyetli insanı için dahi, işyeri seçeneklerinin sunduğu avantajların o işyerinde sosyal yararlılık derecesiyle ilişkisi kesildiğinde, en uygun seçeneği bulmak imkânsız hale gelir. İnsanların işyerlerini veya çevrelerini değiştirmeye karar verebilmeleri için, değiştirilen işlerin nispî sosyal önemleri, bu işlerin sundukları farklı gelir imkânlarında ifadesini bulabilmelidirler.

Günümüz dünyasında insanlar ancak kendi kişisel çıkarlarını ilgilendirdiği ölçüde ellerinden gelen gayreti gösterdiklerinden, sorunun önemi daha da artmaktadır. Hiç olmazsa büyük bir çoğunluğun işyerlerinde mümkün olan en büyük gayretle çalıştırılabilmesi için dışarıdan bir baskıya gerek duyulmaktadır. Bu yüzden müşevvikler sorunu hem niteliksiz işlerde hem de idari işlerde ağırlığını hissetttiren bir sorundur. Plânlama konusund tecrübeli bir amerikalı mühendis, mühendislik tekniğinin tüm bir millete uygulanmasının (ki plânlamanın anlamı budur) “çözülmesi güç disiplin sorunlarına yol açacağına” değinmiştir. Ona göre:

Bir mühendislik işinin çevresinde plânlanmamış oldukça geniş bir eylem alanının bulunması gerekir. Herhangi bir işçinin disiplinsiz tutumu karşısında, serbest bir işçi havuzundan istenildiği kadar yeni işçiler kiralanabilmelidir. Aksi takdirde disiplin ancak köle işgücüne uygulanan cismanî cezalarla sağlanabilir.

İcraî bir işte görülen kusur, aynı önemde fakat farklı biçimdeki müeyyidelere tabidir. Şöyle ki, rekabetçi bir ekonomide son çare icra memuru, planlı bir ekonomide ise cellattır. Herhngi bir fabrika müdürüne önemli ölçüde güç ve yetki verilebilir. Ancak, plânlanmış bir sistemde ne işçinin ne de işletmecinin konumu veya geliri, yaptıkları işteki başarı veya başarısızlıkla ilgilidir. Onun açısından ne kazanç, ne de kayıp kişisel bir durumdur, bundan dolayı başarılı veya başarısız olduğunu belirlemede başvurulacak ölçüt, daha önceden belirlenmiş kurallara göre davranıp davranmadığıdır. ‘kaçınması’ gereken hata onunla ilgili kişisel bir olay değildir, topluma karşı bir suçtur ve buna göre karşılık bulmalıdır. İnsanlar, daha önceden objektif olarak saptanmış kurallara göre hareket ettiklerinde kapitalist girişimciden daha güvenli bir gelir imkanına kavuşmuş olurlar. Başarısızlıkları halinde ise, onları bekleyen tehlike, kapitalist sistemdeki iflas olayından çok daha büyüktür. Kişi, üstlerini tatmin ettiği sürece ekonomik güvenliğini sağlayabilir. Ne var ki, böyle bir güvenlik, özgürlük ve hayat hakkı pahasına alınmış bir güvenliktir.

Temas etmemiz gereken çatışma, aslında, birbirleriyle uzlaşmaları imkânsız iki organizasyon tipiyle ilgili temel bir çatışmadır. En göze batan biçimleriyle bu organizasyonlar ‘ticari‘ ve ‘askeri‘ organizasyonlar olarak tanımlanırlar. İşlermin ve işçilerin tahsisinin bir otorite tarafından yapıldığı ikinci tür organizasyona örnek olarak orduyu gösterebiliriz. Bilindiği gibi orduda atamalar merkezi otorite tarafından yapıldığı gibi, imkanların kıtlaşması durumunda başvurulan tayınlama mecburiyeti de herkese uygulanır. Sistemin giderek tüm topluma teşmil edilmesi halinde de, üyelerin tümünün tam bir ekonomik güvenliğinin sağlandığı bir organizasyon türü söz konusudur. Ancak, böyle bir güvenlik, özgürlük üzerindeki kısıtlamalardan koparılamayan askerî hayatın hiyerarşik düzenine tâbi kılınmış bir kışla güvenliğidir.

Özgür bir toplumun çeşitli sektörlerinin askeri istikamette organizasyonu ve böyle bir hayat tarzını tercih edenler için onun zorunlu kıldığı özgürlük kısıtlamaları doğal karşılanabilir. Ancak, geçmişte yaşandığı gibi güvenli bir iş karşılığında özgürlüklerinin kısıtlanmasına razı olanlar, öteki insanların da özgürlüklerinden vazgeçmelerini talep etmektedirler. Böyle bir talebin haksızlığı açıktır.

Askeri organizasyon tipi, toplumun tümüne teşmil edildiğinde, olabilecekler hakkında eksik bir fikir verebilmektedir. Toplumun sadece belli bir kesimi askeri bir organizasyona tabi tutulduğunda, bu organizasyonlarda çalışanların özgürlük kaybı, kısıtlamalar çekilmez hale geldiğinde, kendilerinin seçebilecekleri özgür iş alanlarının mevcudiyetiyle hafifleyebilirdi. Oysa, sosyalistlerin çoğunu adeta büyülemiş olan, toplumu tek bir büyük fabrikada toplayan böyle bir idealin toplumu ne hale getirebildiğini anlayabilmek için tarihteki Isparta ile iki üç kuşak boyunca bu doğrultuda epey yol almış olan 1940’lar Almanyasına bakmak yeterlidir.

Özgürlüğe alışmış bir toplumun, güvenliğini, böyle yüksek bir bedel karşılığında satın almaya hazır olacağı düşünülemez. Fakat hemen her yerde uygulandığını gördüğümüz politikalarla değişik gruplara, değişik ölçüde güvenlik imtiyazları dağıtarak, güvenlik tercihinin, özgürlük aşkına ağır bastığı koşulların hazırlandığını görüyoruz. Bir gruba tam anlamıyla tanınan güvenlik garantisi, mecburen, geri kalan grupların güvensizliğini arttırır. Büyüklüğü değişebilen milli gelir pastasından bazı insanlara değişmez pay güvencesi verildiğinde, geri kalan insanların payı, pastanın tümüne özgü değişme oranından daha büyük bir oranda dalgalanır. Sonuçta da rekabetçi sistemin geniş fırsatlar yelpazesi şeklinde sunduğu temel güvenlik unsuru giderek zayıflar.

Piyasa sisteminde ise, üreticilerin belli bir gelir güvencesine kavuşturulmasının tek yöntemi, fiyatların uygun bir gelir temin edebilmesi için üretimin kontrol altına alınması ve kısıtlanmasıdır. Ancak, böyle bir metodun kaçınılmaz neticesi başkalarının kullanabileceği fırsatları zorunlu olarak azaltmasıdır. Eğer bir üretici, müteşebbis olsun, işçi olsun, dışarıdan gelen fiyat indirimlerine karşı korunursa durumu bozulan ötekiler, denetlenen endüstriye sağlanan refah artışından yararlanamama durumuyla karşılaşırlar. Piyasaya giriş özgürlüğüne konulacak bir kısıtlama, piyasaya giremeyenlerin tümünün güvenliğini kısıtlar. Gelirleri güvenceye alınanların sayısı arttıkça, gelir kaybına uğrayanlara açık alternatif iş imkânları alanı giderek daralır. Sonuçta da herhangi bir değişmeden olumsuz olarak etkilenenlerin, gelir kaybından kaçınabilme şansları azalır. Çok sayıda örneğin de gösterdiği gibi şartları iyileşen ve gelişen bir endüstrinin mensupları, o endüstride gerçekleşen kazanç artışının tümünü yüksek kâr ve ücret güvencesiyle kendilerine mâl etmeye çalışarak, talep seviyesinin düştüğü endüstrilerden o endüstriye girmek isteyenlere kapıyı kaparlarsa büyük bir işsizlik tehlikesine yol açarlar. Hiç kuşku yok ki, 1930’lu yıllarda bu türden güvenlik arayışlarının artmış olması, halkın büyük bir kısmının işsizliğinin ve güvence yoksunluğuna mahkumiyetinin en büyük nedenidir.

İngiltere’de özellikle toplumun ara katmanlarını etkileyen bu tür kısıtlamalar, 1940’larda ileri boyutlara varmıştır. Ancak, henüz olayın sonuçlarının farkına varmış olduğumuzu da söyleyemeyiz. İşi güvenceye alınmış ve dış rekabete karşı korunmuş şanslı insanların aralarına başkalarını da almak için harekete geçeceklerini beklemek hayalciliktir. Burada söz konusu olan fedakarlık, işi sağlama alınmış ve korunmuş kişilerin yerlerini başkalarına terk etmeleri değil, toplumun yaşadığı kötü günlerde karşılaşılan talihsizlikleri ya gelirlerinin ya da gelecek için düşündükleri kişisel kalkınma tempolarının biraz da olsa azalmasına razı olarak atlatmalarıdır. Bu insanlardan, doğal olarak hakettiklerini sandıkları ‘hayat standardı‘nın, ‘uygun fiyat‘ın ve profesyonel gelir düzeyi‘nin korunması konusunda devletten aldıkları destek nedeniyle sözünü ettiğimiz fedakârlığı göstermelerini beklemek saflık olur. Sonuçta, fiyatlar, ücretler ve ferdi gelirler yerine, üretim ve istihdam, şiddetli istikrarsızlık tehdidine mâruz kalır. İşini sağlama almış kişilerin devletin rekabet düzenine müdahalesi sâyesinde daha zayıf ve korunmasız üreticiler üzerinde sürdürdüğü sömürü, dünyada bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürülmesi konusunda verilebilecek en zâlimane örnektir. Unutmayalım ki, özel fiyatların (veya ücretlerin) stabilizasyonuna ilişkin idealler işleyen renkli, coşkulu sloganlar, bazı insanların gelirini güvenceye bağlarken, geri kalan insanları istikrarsız zeminlere itmektedir.

Bu yüzden, güvenlik sağlama amacıyla piyasa sistemine müdahale ettiğimiz ölçüde güvensizliği arttırdığımızı görürüz. Daha da kötüsü, güvenliğin kendisine imtiyaz olarak tanındığı insanlarla, kendisinden esirgendiği imtiyazsız insanlar arasındaki çelişkilerin biteviye büyümesidir. Güvenlik giderek imtiyaz haline dönüştükçe, güvencesiz insanların maruz kalacağı tehlike de giderek büyür, sonuçta da güvenliğin bedeli yükselir. İmtiyazlıların sayısı arttıkça ve kendi güvenlikleri ile diğerlerinin güvensizlikleri arasındaki fark büyüdükçe, toplumda eskisinden çok farklı sosyal değerler uç vermeye başlar. Bundan böyle, bağımsızlık olgusu, sosyal statü ve konumu belirleme gücünü kaybeder. Evlilik aşamasına gelmiş genç erkekler arasında ilerisi için sağlam emeklilik imkanlarına kavuşmuş olmak tercih edilme nedeni olmaya başlar. Buna karşılık, gençliğinde güvenceli maaşlı bir sığınağa kabul edilmemiş paryalar için, güvensizlik kabusu bütün ömür boyu sürer gider.

Devletin desteklediği veya hiç olmazsa hoşgördüğü kısıtlayıcı tedbirlerle güvenliğin sağlanmasına yönelik gayretler, toplumlarda zaman içinde sürekli olarak hızlanan bir transformasyon süreci başlatmıştır. Almanya, sözü edilen süreçte öncü bir rol oynamış, diğer ülkelere örnek olmuştur. Bu gelişme, sosyalist düşüncenin, kişilerin risk alarak kazanç sağlama arzu ve tutkularını kınayan ve kötüleyen özelliğiyle daha da hızlanmıştır. Erken çağlardan itibaren güvenli ve maaşlı bir konumu serbest iş dünyasının riskine tercih etmesi ögütleriyle kulakları dolan genç insanlarımızı kınamamak gerekir. Hele hele birinci tür işler, büyükler tarafından daha az bencil ve soylu türdenmiş gibi tanıtılırsa… 1940’lar genç kuşağı, gerek okulda gerekse basında sürekli olarak ticari teşebbüs ruhunun ayıplandığı, kazanç arzu ve tutkusunun adeta ahlâksız bulunarak aşağılandığı, yüzlerce insanı istihdam etmenin sömürü, buna karşılık onlara kumanda etmenin şerefli bir görev sayıldığı bir zihniyet dünyasında yetişmişlerdir. Daha yaşlı bir kuşak bunu biraz abartılı bulabilir. Ancak, üniversite hocalarının günlük deneyimlerinin gösterdiği şey, anti-kapitalist propagandaların etkisiyle, bu ülkede değerlerin kurumlardaki değişmelerden daha hızlı değiştiği gerçeğidir. Bu dönemde karşı karşıya bulunulan mesele, yeni talepleri tatmin edebilme uğruna kurumlarımızı değiştirirken, hâlâ yükseklerde tuttuğumuz değerlerimizi tahrip edip etmeyeceğimizi bilme sorunudur.

Güvenlik idealinin bağımsızlık idealine galip geldiği bir ülkedeki yapısal değişmenin ne olduğunu anlayabilmek için, bundan on veya yirmi yıl öncesine kadar İngiliz veya Alman toplum modellerinin ne ifade ettiğini bilmek gerekir. Alman toplum karakteri, münhasıran askerî nitelikli etkilerin ağır bastığı çevreler kadar, o etkilerin uzağındaki çevrelerde de oluşmuştur. Kuşkusuz, Alman halkı hemen hemen her zaman, öteki ülke halklarından daha fazla savaş ikliminde yaşamıştır. Ancak, Alman toplumuna karakteristik özelliğini kazandıran şey, askeri organizasyon tipinin çok farklı amaçlarla da kullanılmış olmasıdır. Alman sivil hayatının büyük bir kısmı, başka ülkelerdekinden daha yüksek oranlarda tepeden organize edilmiş olduğundan, halkın büyük bir bölümü, kendisini, bağımsız vatandaştan çok atanmış devlet memuru olarak görür. İşte, Alman sosyal yapısına özgün nitelik kazandıran şey budur. Almanya, Almanların övünerek belirttikleri gibi, sadece kamu görevinde değil, hayatın her cephesinde, gelir ve statünün belli bir otorite tarafından belirlenip garanti altına alındığı bir Beamtenstaat (memur devleti) kimliğini sürdürmüştür.

Özgürlük ruhunun, kuvvet kullanarak yokedilip edilemeyeceği tartışılabilir. Ne var ki, Almanya’da olduğu gibi halkın yavaş yavaş sindirildiği bir süreç başlatıldığında, buna aynı halkın başarıyla karşı koyabileceğini iddia etmek de güçtür. Sosyal konum ve rütbelere ancak devletin maaşlı memuru hâline gelmekle ulaşılabildiği, bireyin kendisine verilen görevi yerine getirmesinin, kendisine en uygun sandığı işe girmesindne daha övgüye lâyık bulunduğu, resmi hiyerarşide saygın ve sabit gelirli bir işe yönelik olmayan girişimlerin aşağı görüldüğü bir toplumda, çoğunluğun özgürlüğü güvenliğe tercih edeceğini beklemek hayaldir. Bağımlı ancak güvenli bir işin alternatifi, başarı ile başarısızlığın bir tutulduğu güvencesiz bir konuma mahkumiyet olduğunda, özgürlüğü yitirme bahasına da olsa güvenliğin cazibesine karşı durabilecek çok az insan vardır. Olaylar bu raddeye geldiğinde, özgürlük kavramı, dünyanın en iyi şeylerin pek çoğunun feda edilmesiyle satın alınabilecek bir düzeye indirgenerek ciddiyetini yitirmektedir. Böyle bir ülkede, giderek artan sayıda insanların ekonomik güvenlik olmaksızın özgürlüğün yaşamaya değmediği düşüncesine vararak güvenlik uğruna özgürlüklerini feda etmeye istekli olmaları şaşırtıcı değildir. Harold Laski “Modern Devlette Özgürlük” isimli eserinde şöyle söylüyor “Zihinleri her an gelebilecek felâketin korkusuyla meşgul olan ve kendilerinden ebediyyen sıyrılıp gitmiş olan güvenlikleri umutsuzca arayan fakirlerin normal hayatlarına vakıf olan kişiler, iktisadi güvenlik olmadan özgürlüğün bir kıymeti olmadığını gayet iyi idrak edeceklerdir…” Bu ülkede Profesör Harold Laski gibi birinin aynı argümanı kullanarak Alman halkını özgürlüklerini feda etmeye kışkırtmada başkalarından daha başarılı olduğunu görmek büyük talihsizliktir.

Kuşkusuz, şiddetli yoksulluk dönemlerine karşı güvenlik önlemleri almak ve sağlıklı bir biçimde yönlendirilmemiş gayretlerin sonucunda yaşanılan düş kırıklıklarının nedenlerini azaltmak, politikanın temel hedeflerinden biridir. Ancak, bu gayretlerin başarılı olabilmesi ve kişisel özgürlüğü tahrip etmemesi için, güvenlik, piyas düzeni dışında ve rekabet düzeni bozulmadan gerçekleştirilmelidir. Çünkü, pek çok insan, özgürlükle birlikte gelen riske girme olgusuna, katlanılanrisk çok büyük olmadığı sürece arzuludur. Gözden kaçırılmaması gereken bu gerçek bir yana, asıl önemli olan, zamanımızın(1940’lar) bazı entelektüel öncülerinin özgürlük pahasına güvenlik olgusunu göklere çıkarmasıdır.

Friedrich von Hayek, (1899 – 1992) Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimcidir. Bu sayfadaki yazılar yazarın 1944 tarihli 'The Road to Serfdom - Kölelik yolu' isimli eserinden alınmıştır.


Şunu açık yüreklilikle tekrar vurgulamalıyız: Özgürlüğün bir bedeli vardır ve bireyler olarak özgürlüğümüzü koruyabilmemiz için maddî fedakârlıkta bulunmamız kaçınılmazdır. Bu konuda Anglo-Sakson ülkelerinin özgürlük ilkesinin dayandığı ve ulusal olduğu kadar bireysel geçerliliği de olan Benjamin Franklin’in şu sözlerine kulak vermeliyiz: Geçici bir güvenlik uğruna temel özgürlüğünü feda eden insanlar ne özgürlüğe ne de güvenliğe layıktırlar. ”

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.