Toplumda Yasanın Rolü

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Şubat 6, 2015 at 2:14 pm

Hobbes’un izinden ayrılmayan tüm 19. yüzyıl felsefesi ilkel insanları küçük aileler halinde birbirlerinden ayrı yaşayan, bir velinimet amir çıkıp da aralarında barışı kurana dek ya yiyecek ya da kadın için durmadan birbiriyle kapışan yabanıl hayvanlar sürüsü olarak görmeyi sürdürdü. Hatta Huxley gibi bir natüralist bile Hobbes’un fantastik değerlendirmelerini yinelemeyi sürdürdü; 1885 yılında hatta şu açıklamayı yapabildi: Başlangıçta insanlar vardı ve dönemin birkaç ilerici önderi sayesinde “ilk toplum” oluşana dek bunların “her biri bütün ötekilere karşı” savaşıyordu. Böylece, Huxley gibi Darwinci bir bilim insanı bile toplumun insan tarafından yaratılmadığını, hayvanlar arasında insanın ortaya çıkmasından çok önce de var olduğunu anlayamamıştı. Kökleşmiş kör inancın ne denli güçlü olduğunu görüyor musunuz?

Bu kör inancın tarihte izini sürecek olursak, kökünün varıp dine dayandığını görürüz. Önceleri gizli büyücü dernekleri, yağmur yağdırıcılar, şamanlar, sonraları Asur ve Mısır rahipleri, daha sonraları da Hıristiyan din adamlarının insanlara hep “dünya kirlenmiştir”, kötülüğün insan üzerindeki olumsuz etkisini yalnızca şaman, büyücü, rahip, ermiş, evliya yok edebilir“, günahlarından dolayı insanı mutsuz etmemesi, cezalandırmaması için kötülük tanrısına yalnız onlar yakarabilir” düşüncesini aşılamaya çalıştıkları görülür.

Erken Hıristiyanlıkta bu kör inancın – en azından din adamları (papazlar) yönünden- kırılmasına çalışıldığına kuşku yok, ama İncil’deki “cehennem ateşi” söylemine sırtını dayayan kilise, bu kör inancı yalnızca güçlendirmiştir. Her şey bir yana, dünyanın günahlarını üzerine almak ve bedelini ödemek (ölmek) için dünyaya gelen Tanrı’nın Oğlu kavramı bile – tek başına- bu görüşümüzü doğrular niteliktedir. Daha sonra engizisyona (Kutsal Engizisyon) kurbanlarını dayanılmaz işkencelerden geçirmek; ağır ateşte yavaş yavaş yakmak…vb. ruhsatını veren kaynak da budur; kurbanı ağır ateşte yakmak, ona öbür dünyanın cehennem azabından kurtulabilmesi için pişman olduğunu söyleme fırsatını tanımak içindir. Bu böyledir ama, tek bir Katolik kilisesi bile kurbanlarına bu fırsatı tanımamıştır; ‘utanç’la kirlenmiş insanları bulaştıkları pislikten kurtarmak için ‘ağır ateş’ten çok daha ağır, çok daha dehşet verici işkence yolları bulmada tüm hıristiyan kiliseleri birbiriyle yarışmıştır. Günümüzde bile bir kişiden 999’u, kuraklık, deprem, salgın hastalık gibi doğal afetlerin, sapınç içindeki insanlığı erdem yoluna çevirmek için ‘yukarıdan’ tanrı tarafından gönderildiğine inanmaktadır.

Öte yandan devlet de okullarında, üniversitelerinde, insanın tepeden tırnağa pisliğe batmış bir doğal kirli olduğu inancını yaygınlaştırmayı, kökleştirmeyi sürdürmektedir. Usta işi bir kalem oynatmayla, kara kaplı kitaptaki yasaya özdeş hale getirilmiş ‘ahlak yasası’nın çiğnenmesine karşılık olarak konulmuş cezalar yoluyla toplumdaki ahlak öğesini canlandırmak, harekete geçirmek işiyle uğraşan, toplumun dışında(üstünde) bir gücün gerekliliğine insanları inandırmak, devlet için bir ölüm kalım sorunu olmuştur. Çünkü, diye düşünülmüştür, insanlar ahlak ilkelerinin iktidar gücüyle benimsetilmesi gerekliliğinden kuşkulanmaya başlarlarsa, yöneticilerinin yüce misyonuna inançlarını yitirebilirler.

Büyük yazar Lev Tolstoy (1828 – 1910) 1850\’lerdeki Kırım savaşını ve 1857\’de Paris\’te giyotinle kesilen kafaları bizzat gördükten sonra çok değişmiştir. Bir arkadaşına yazdığı mektupta; “Devlet dediğin halka karşı kurulmuş bir kumpastır, komplodur. Zengin ve güçlülerin yararına çalışan, tamamen fesat maksadı ile yapılmış gizli bir anlaşmayı ve çok büyük bir vahşeti temsil eder. O yüzden ben artık asla hiçbir yerdeki hiçbir hükümete hizmet etmeyeceğim” der. Yetiştirilmemiz sırasında bize verilen temel inançlar ve dogmalarla yapılan koşullandırmaları sorgulamamızı  öneren yazar da o olmuştur.

Görüldüğü gibi dinsel, tarihsel, tüzel, toplumsal … tüm eğitimimize, kendi haline bırakılmış insanın yabanıl bir hayvana dönüşeceği düşüncesi sindirilmiştir. Yöneticileri olmasa, insanlar hemen hırlaşmaya başlarlar; ‘kalabalıklar’ hayvanlık ve birbirleriyle dalaşmaktan başka bir şey bilmez, onlardan beklenebilecek tek şey budur. Başlarında seçkin yöneticileri (papazlar, yasa yapıcıları, yargıçlar, ve polis, garidyan, cellat gibi onların yardımcıları) olmasa, yığınlar telef olur giderlerdi. Herkesin birbirini paralayıp öldürmesine engel olanlar bunlardır. İnsanlara yasalara saygılı olmayı, disiplini öğretenler; onları güçlü elleriyle insanların “katı kalplerinde” güzel düşüncelerin gövereceği gelecek günlere yedip götüren, buna layık olmayan içinse kırbaç, zindan ve darağacı yapanlar yine bunlardır.

1848 yılında sürgüne giderken, “zavallı tebaam, bensiz mahvolacak !” diyen krala, yahut da, yurttaşlarının İsrailoğullarının yitik bir kolundan geldiğini, bu nedenle de kaderin kendilerine ‘düşük ırktan insanlara iyi hükümetler sağlama’ gibi yüce bir görev biçtiğine inanan İngiliz tüccara gülüyoruz bugün.

Ama kendi hakkında böyle abartılı düşüncelere koca insanlığın başka pek çok halkında da rastlamıyor muyuz? Her nasılsa, bir şekilde aşılanmamış mıdır bu düşünceler başka pek çok halka da?

Oysa, insan toplumlarının ve kurumlarının gelişmesine bilimsel açıdan baktığımızda bambaşka sonuçlara ulaşıyoruz. Bir kez, insanların karşılıklı yardımlaşma, öz savunma ve genel olarak barışın sağlanması ve korunması için geliştirdikleri yolların, yöntemlerin, âdet ve alışkanlıkların özellikle de yığınlar, adsız kalabalıklar tarafından yaratıldığını görüyoruz. İnsanlığın var olma savaşından yengiyle çıkması ve bugün var olan hayvan türleri arasında yerini alması da esasen bu âdet ve alışkanlıkların sayesindedir.

Yönetici, kahraman, yasa yapıcı, vb denen insanların, tarih boyunca insanlığa hiçbir şey vermediğini söylüyor bilim; sahip olduğu her şeyi, örf-âdet hukuku yoluyla kendi kendilerine geliştirmiş toplumlar. Bunların içinde en gelişmiş en güzel olanlar bu kurumlarca biçimlendirilmiş ve onaylanmış. Ama insanlığın bu sözde velinimetlerinin çoğu , örf âdet hukukunun yarattığı kurumları –kendilerinin bireysel egemenliklerine engel olduğu ya da onu sınırladığı için– ya tümden yok etmeye ya da kendilerinin veya mensubu oldukları zümrenin çıkarları yönünde değiştirmeye çalışmışlardır.

Buzul çağlarının karanlıklarında yitip giden en uzak zamanlarda bile insanlar toplum halinde yaşıyorlardı. Ve bu toplumlarda, birlikte yaşamayı olanaklı kılan, bu nedenle de kutsalmışçasına titizlikle gözetilen bir dizi âdet ve kurum geliştirilmişti. Sonraları, insanlığın kaydettiği gelişmeye koşut olarak, adsız kalabalıkların aynı yaratıcı gücü, toplumsal yaşama, karşılıklı yardımlaşmaya, barışın korunmasına, yeni koşullara uygun yeni biçimler kazandırdı.

Öte yandan çağdaş bilim apaçık gösteriyor ki, varsayılan kökeni ne olursa olsun – ister tanrıdan geldiği söylensin, ister bir yasa koyucunun işi olsun- hiçbir yasa, daha önceden var olan âdetleri pekiştirmekten, yaymaktan, ya da ona süreklilik kazandırmaktan başka hiç bir şey yapmamıştır. Eski çağların bütün yasaları, gelecek kuşaklara da kalsınlar diye taşlar üzerine kazınmış âdetler, söylenceler, toplamından başka birşey değildi. Herkesçe benimsenmiş eski âdetlere varlıklıların, silahlıların, savaşçıların çıkarlarına seslenen yeni kurallar eklenmiş ve bunların zamanla düstur içinde yerlerini sağlamlaştırmalarıyla azınlığın yararına olmak üzere eşitsizlik, kölelik ilişkileri doğmuştur.

Örneğin Musa’nın yasası şöyle diyordu: “Öldürme, çalma, yalancı tanıklık etme…” Ama bu güzel davranış kurallarına şunları da ekliyordu: “Yakınının karısını da kölesini de eşeğini de arzulama !“. Bu yargısıyla da uzun bir süre için köleliği ve kadını yük hayvanı düzeyinde görmeyi yasalaştırmış oldu Musa. Daha sonra Hıristiyanlık, “Yakınını sev !” dedi; ama hemen ardından, havari Pavlus’un ağzından (Romalılara Mektup adı altında), “köleler de tanrılarına boyun eğiyorlar” ve “Herkes altında bulunduğuı yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime direnenler, Tanrı’nın düzenlediğine karşı gelmiş olur” diyerek bir yandan efendi-köle ayrımını yasalaştırır, hatta tanrılaştırırken, bir yandan da o sırada Roma’da saltanat süren egemen güruhu kutsallaştırırdı.

Aslında İncil, Hristiyanlığın özünü oluşturan bağışlamaya yüce bir duygu olarak övgüler düzerken, bir yandan da sürekli “siz öç almayın, öç almayı bana bırakın, öç benimdir” diyen öç alıcı bir Tanrı’dan söz eder durur.

Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan ve kendilerine barbar denilen (Gal, Langobard, Alman, Sakson, Slav vb.) halkların yasaları için de aynı durum söz konusuydu. O çağlarda yaygın olan güzel bir takım âdetleri yasalaştırdıklarına hiç kuşku yok bu halkların: Örneğin, bir yaralama ya da öldürmenin karşılığı olarak, daha önceleri geçerli olan misilleme (göze göz, dişe diş, yaralanmaya yaralama, ölüme ölüm) yasası yerine “bedel ödeme” adeti gelişmişti bu halklarda; böylece daha önceki kabile yaşamında yer alan misilleme yasasına göre barbar yasası daha ilerici nitelikteydi. Ama özgür insanları sınıflara ayırmak da yine bu halkların işiydi.

Sözünü ettiğimiz yasalarda, örneğin; “… bir köle için ödenecek bedel şudur, özgür kişi için şu… ” denilmiştir. Bu sonuncu kesim için bedel öylesine yüksekti ki, örneğin yönetici tabakadan birini öldüren bir katil için bu bedel ömrünün sonuna kadar kölelik demekti. Böyle bir ayrım gözetilmesinin başlangıçtaki nedeni, hiç kuşkusuz ölen bir prensin ailesinin kaybının, ölen sıradan özgür bir insanın ailesininkinden daha büyük olduğuna duyulan inançtı. Ama işte bu adet yasaya dönüşürken, insanların sınıflara bölünmesini de meşrulaştırmış oldu, üstelik bu işi öylesine sağlam, sıkı bir şekilde yaptı ki, o gün bugün kurtulmak için uğraşıp durduğumuz bir sorundur bu.

En eski çağlardan günümüze dek yasamadaki durum aynı: Bir önceki çağın baskı, zulüm düzenlemeleri, yasalar yoluyla bir sonraki çağa aktarılmaktadır. Pers İmparatorluğu’nun adaletsiz uygulamaları Greklere, Makedonya’nın hak hukuk tanımazlığı Roma’ya, Roma’nın ve Doğu tiranlıklarının zorbalığı, gaddarlığı, henüz doğmakta olan barbar devletlere ve Hıristiyan kilisesine geçmiştir. Geçmişin zincirinin yasalar yoluyla halkalar oluşturarak geleceğe uzanışı böyle oluyor işte. toplumda yaşam hakkının korunması için gerekli bütün güvenceler; kabile, cemaat ya da ortaçağ kent yaşamının bütün biçimleri; önceleri farklı soy toplulukları, sonraları kent devletler arasındaki ilişkilerin bütün biçimleri, kısacası daha sonra uluslararası hukukun temelini oluşturacak olan (geçmişin cinayet mahkemeleri de içinde) karşılıklı yardımlaşma ve barışın korunmasının bütün biçimleri, isimsiz halk yığınlarının yaratıcı dehasının ürünüdür.

Bu yazı (resim ve altyazılar hariç) tamamen Pyotr A. Kropotkin\’in 1903 tarihli Çağdaş Bilim ve Anarşi isimli eserinden alınmıştır. 

 

Bu arada unutulmaması gerekir ki, en eskilerinden günümüzdekilere dek bütün yasalar iki öğeden oluşurlar: Birinci öğe, herkes için yararlı, doğru kabul edilmiş belirli yaşam biçimlerini onaylar; ikincisi ise, basit ama kurnaz biçemle mevcut âdeti dile getiren bir ek görünümündedir, ama (savaşçı, çar, prens, papaz, vb egemene ait) doğmakta, gelişmekte olan iktidarı, otoriteyi berkiten kutsallaştıran bir hedefi vardır her zaman. Toplumların gelişmelerini bilimsel olarak incelediğimizde ulaştığımız nokta bu oluyor; son kırk yıldır pek çok bilginin iyi niyetle yaptıkları araştırmalar bunu göstermiştir en azından. Aslında pek çok bilgin yukarıdaki gibi (sapınç olarak nitelendirilebilecek)bir sonucu formüle etme cesaretini gösterememiştir. Ama her basiretli okur onların yapıtlarını incelerken bu sonuca ister istemez ulaşacaktır.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.