Batı Medeniyeti Nasıl Doğdu

Tarihte Neler Oldu | | Mart 8, 2015 at 3:48 pm

1500 ile 1800 arasında; kapsamlı, şiddet dolu, hızlanan bir değişimin ve böyle modern dünyaya geçişin yolu açılmıştı. Bunun açıklaması kısmen erken modern Avrupa’nın fikirlerinde bulunmaktadır. Bunlar, doğal olarak çok sıra dışı adamlara (ve birkaç kadına), çağın önde gelen yazarlarına ve bilim insanlarına ait olan fikirlerdi. Bununla birlikte, yaşadıkları çağda çok az kişiyi etkilemiş olmaları muhtemeldir. Hatta onları tanıyanların sayısı da çok az olabilir ve onları insanların belli bir zamanda ne düşündükleri konusundaki hikayelerde başrole koymak biraz rahatsız edicidir. Şimdi bilimin büyük bir prestije sahip olduğu ve her yerde doğal hayata hakim olmamızı sağlayan gücünü sergileyen şeyler yaptığı bir çağda yaşıyoruz. Bununla birlikte çoğumuz hala iki parmağı üst üste koymanın veya merdiven altından geçmemenin Kötü şansı kovacağına inanıyoruz (ya da inanıyormuş gibi davranıyoruz). Keza gazetelere yazan astrologların yıldızlara bakarak gelecekteki olayları “öngörebileceklerine” ya da evlilik ve seyahat için hayırlı bir günün seçilmesi gerektiğine de inanıyor veya öyle görünüyoruz. İlk olarak, Avrupalıların ve daha sonra diğer halkların, fikirlerini bu kadar mühim bir şekilde nasıl değiştirdiklerinin ve birtakım varsayımları bırakıp diğerlerini nasıl benimsediklerinin yolunu tespit etmeye çalışırken, koşulları ve kısıtlamaları unutmamaya dikkat etmeliyiz.

1800 yılında kesinlikle değişmiş olan bir şey, eğitimli Avrupalıların geçmişle ilgili düşündükleriydi. Rönesans’ın bir etkisi de onların karşılaştırmalara karşı ilgilerini aratmış olmasıydı. 17. yüzyılda, insanların eski zamanlarda daha iyi şeyler yapıp yapmadıkları tartışılmaya başlanmıştı ve zaman geçtikçe diğer uygarlıkların (Çinliler revaçta olan bir aday idi) daha yüksek seviyelere çıkmış olabilecekleri de tartışılıyordu. 19. yüzyılın başlarında da insanlar ortaçağın, eleştirmenlerin izin verdiğinden daha fazla değer taşıdığını ve hayranlık uyandıran yanları olabileceğini hissetmeye başlamışlardı.

Bir tarihçinin bakış açısından bunların hepsi iyiydi. Her ne kadar gerçek halini görmekten çok uzak olsalar da, daha fazla kişi geçmişe dikkatle bakmaya başlıyordu. Fakat aynı anda başka bir şey daha oluyordu ve bu Avrupalıların bakış açısında meydana gelecek en önemli değişikliklerden biriydi. Bunun özü, çok sayıda Avrupalının insanlığın ileri gittiğine, tarihin sürekli bir ilerleme örgüsü gösterdiği ne inanmasıydı. Uygarlıkta, ince zevklerde, bilgide, bilimde ve sanatta daha önceki uygarlıklardan daha ileri bir seviyede olduklarına ve sonraki nesillerin daha da ileri gideceğine inanır olmuşlardı. Kısaca, dünya gittikçe daha iyi bir yer haline geliyordu. Bu, çoğu zaman her şeyin kötüye gittiğini vurgulayan veya her halükarda bunların değişmeyeceğinin ifade edildiği ortaçağ görüşlerinden muazzam bir kopuştu.

Yeni bakış açısının köklerinin bazıları 1400 yılından önce başlayan klasik öğretilerin yeniden gözden geçirilmesinde yatmaktaydı. Bu eğilim, klasik sanat ve edebiyat hayranlarının Yunan ve Roma’dan öğrenebilecekleri konusunda en büyük iddialar ortaya attıkları 16. yüzyılda doruğuna ulaşmıştı. Zamanla, bunlara verilen ad ola: “hümanistler” klasik antikçağ ile ilgili şeyleri vurgulamaya başladılar. Üstelik bir: sanların Hıristiyanlık ile bir alakaları olmadığı gibi, ona karşı da olabilmekteydiler. Basit bir örnek alırsak: Hıristiyanlık diğer yanağı dönmenin, sabırlı, uysal ve alçak gönüllü olmanın fazileti hakkında birçok şey söylemekteydi ama bu tür bir davranış Yunanlılar ve Romalılar tarafından pek iyi karşılanmazdı. Klasik öğretilerin yeniden canlandırılmasının bir etkisi de, bazı kişilere Hıristiyan ölçütlerinin ve değerlerinin tartışılmaya değer yanları olduğunu düşündürtmek ve böylece geçmişle bir kopuş hissi uyandırarak Avrupa kültürünü yüzyıllardır bir arada tutan fikirlerin zayıflamasına yol açmaktı. Protestan reformu gibi, bu olgu da daha farklı ve daha laik bir uygarlığa doğru gidilmesini sağladı.

Bu husus aşırı vurgulanmamalıdır. Pagan faziletlerine hayranlıkla bakan ve onları Hıristiyanlığın önüne koyanlar bir azınlıktı. Üstelik bu azınlık eğitimli insanların. dünyası içindeydi ve Avrupa’nın bütününde çok küçük bir azınlık teşkil ediyorlar; çoğu hümanist, Hıristiyan inançlarının klasik öğretilerle pekala uyuşabileceği düşüncesindeydi. Bunların muhtemelen en tanınmışı Hollandalı, Rotterdamlı Erasmus idi ve öğretisini mükemmelleştirmek için gösterdiği gayretin amacı bunu kullanarak İncil ve “kilise babalarının” yazılarının doğru metinlerine ulaşmaktı.

Matbaanın gelişi

Çin'de 1040'larda icat edilen ve geliştirilerek 1234'de Kore'de kullanılmaya başlanan hareketli hurufat kullanan matbaa makinesi Avrupa'da 1450'de kullanılmaya başlandı. Avrupa'dan İstanbul'a gelmesi ve Osmanlı ülkesinde arap harfleriyle ilk baskıların yapılması ise (yasaklar yüzünden 280 yıl kadar gecikmiş ve) 1728 yılını bulmuş. Bu dönemde Avrupa hızla ilerlerken muhteşem Osmanlı sürekli gerilemiş, eskinin küçük devletleri 20. yüzyılın başında Osmanlının karşısına Düvel-i Muazzama (Çok Büyük ve Güçlü Devletler) olarak çıkabilmişler.


Hümanistler ve din konusunda tartışanlar 15, yüzyıldan itibaren yeni bir avantaj elde ettiler: matbaa. Tekrar dizilebilen metal harfler, yağ bazlı mürekkepler ve daha iyi baskı makineleri Avrupa’da ilk kez bir araya geldi. Bu faaliyetin kahramanı, bu girişimi nedeniyle iflas etmiş olan Alman Gutenberg idi. Fakat yaptığı şey muazzam bir etki yarattı. Örneğin Erasmus’un Yunanca İncilinin, eski alimlerin çalışmalarından çok daha hızlı bir şekilde, daha fazla insanın eline geçmesini sağladı. Erasmus insanlara daha öncekilerden daha doğru bir metin ve böylece İncil‘in ne anlama geldiği konusunun tartışılması için çok daha iyi bir temel vermiş oldu. Bu, tabiatıyla ilk basılan kitapların Yeni yazılanlar ya da şaşırtıcı eserler olduğu anlamına gelmez.

Matbaanın ilk günlerinde en çok basılan kitap İncil’di. İnsanlar ayrıca yeni şeyleri değil, bildikleri diğer kitapları, büyük teologlar ya da hukukçular tarafından yazılan eserleri, eski yazarların meşhur kitaplarını arıyorlardı. Bununla birlikte matbaanın varlığı yeni fikirlerin -özellikle bilimsel olanların- bunlarla özellikle ilgili olan az sayıdaki insan arasında yayılmasında muazzam bir öneme sahip olacaktı. Matbaa Avrupa’nın çok daha fazla okuyan bir toplum haline gelmesine yardım etti. 1800’e gelindiğinde bile Avrupalıların çoğu hala okuma bilmiyorsa da, bu faaliyet, zenginler arasında üç yüzyıl öncesine göre çok daha yaygındı. Dahası, okuyamayanlar sık sık bunları yüksek sesle okutuyorlardı, Duydukları şeyler ana dillerinde yazılmıştı. Okumuş kesim daha uzun bir süre uluslar arası bilim dili olan Latince ile yazmaya devam ettiler. Ancak İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve diğer Avrupa dillerinde de yayımlanmaktaydı ve eski zamanlarda yazının icadı dili nasıl belli şekillerde “düzene soktuysa”, baskı da daha önce şiveleri ve yerel deyimleriyle farklılaşan geniş bölgelerde imla ve kelime haznesini standartlaştırdı. Matbaa kitapların dışında başka şeyler için de kullanılmaya başlanınca bu tür değişimler hız kazandı. El ilanları, açıklamalı resim baskıları, basılı haber mektupları, broşürler ve nihayet gerçek gazete ve dergiler 1800 yılından önce ortaya çıkmıştı. Bunlar her yerde aynı biçimlerde değildi. İngilizler ı 7. yüzyıl boyunca çok sayıda politik broşür üretirken (bunların en tanınmışı basın özgürlüğü için büyük bir çağrı olan Milton’un Aeropagitica’sıydı) Fransızlar sansür nedeniyle yaklaşık yüz yıllık bir süre boyunca çok daha az şey bastılar. Almanya’da 11. yüzyıldan itibaren gazete yayıncılığı vardı. fakat 1800 yılında üç yüzyıl öncesine göre her yerde daha fazla basılı malzeme bulunuyordu ve niteliği ne olursa olsun fikirlerin ve olayların kamuoyunda tartışılması daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşmıştı.

18. yüzyılın sonu yaklaştıkça İngiltere, Hollanda Cumhuriyeti ve Amerika’daki İngiliz kolonileri hariç, basım ve yayın özgürlüğünün artması için her yerde daha fazla ses yükseliyordu. Meşhur bir Fransız yazarı birinin söylediklerine şiddetle karşı olsa bile, onun bunu söyleme hakkı için büyük bir gayretle mücadele edeceğini söylemişti. Ancak, böylesi bir ifade fikirlerin basım ve yayınının kanunla hak olarak tanınması gerektiği anlamına geliyordu. Bu, 19. yüzyılda –ve muharebenin kazanılmış olduğunun sanıldığı- 20. yüzyılda birçok ülkede liberallerin uğrunda tekrar savaşacağı bir şeydi.

BİLİMSEL DEVRİMLER

1700 yılına gelindiğinde, matbaanın bilgili adamlardan oluşan uluslar arası bir topluluk yaratmaya yardımcı olduğu görülür. Bilimsel keşifler ve gözlemler İngiltere’de Kraliyet Akademisi’nin tutanaklarında veya başka ülkelerdeki kraliyet akademilerinde yayımlanıyordu. Her ne kadar, birbirleriyle hiç de bağlantılı olmayan bir dizi büyük değişimin meydana geldiğini vurgulamak daha iyi olabilirse de, bu topluluk, 1500 yılından sonra bir “Bilimsel Devrim”den söz etmek için iyi bir nedendir. Bazıları sadece gözlemle başlamıştı; Rönesans sanatçıları perspektif kurallarını ortaya çıkarmış, doktorlar İnsan anatomisini ayrıntılı olarak tanımlamış, haritacılar büyük keşif seyahatlerinde kazanılan yeni coğrafi bilgileri düzenleyip tasnif etmeye çalışmışlardı. Bununla birlikte bazıları çok daha ileri gitti.

Ortaçağ biliminin aşılması yolundaki en önemli adımlardan biri, sistematik deneyle akılcı soruşturmanın keşfiydi. Bunun en büyük savunucularından birisi (her ne kadar kendi zamanında fikirlerine kulak veren fazla kişi olmamışsa da) İngiltere’nin Lordlar Kamarası Başkanı ve Adalet Bakanı Lord Bacon’dı. Çok geniş ilgi alanları olan bir kişiydi. Bazıları Shakespeare’in oyunlarını gerçekte onun yazdığına inanmışlardı. Bu hiç de olası görünmese de, bunun mümkün olduğunun düşünülmesi, bize Bacon’ın itibarı konusunda bir şeyler anlatmaktadır. Bacon, bilimsel araştırmalar sistematik olarak yapılırsa, insanların doğa üzerinde büyük bir güç sağlayacağına emindi. Ölümü de oldukça anlamlı bir şekilde olmuş, acı soğuk bir mart gününde soğutmanın etini nasıl etkileyeceğini görmek için bir kuşu karla doldururken soğuk almıştı.

Daha iyi aletler ortaya çıktıkça, deneylerin daha verimli sonuçlar verebilecek hale getirilebileceği duygusu daha kuvvetli hale geldi. Teleskoplar, mikroskoplar ve daha hassas zaman ölçerler yeni inceleme alanları açtı. Bazı aletlerin diğerlerinden daha önce geliştirilmesinin kaçınılmazlığı nedeniyle, bilim belli alanlara yönelme eğilimine girdi. Genele bakıldığında, bu üç yüzyıl içerisinde kimyanın güçlü bir şekilde ilerlemeye başlaması oldukça geç bir döneme rastladı. Biyolojik bilimler de ancak 17. yüzyılın sonlarında ileri doğru ilk büyük adımlarını atmaya başladı. Bunun öncesinde, bilimsel alanda büyük başarılar fizik, astronomi ve matematik alanlarındaydı; bu alanlardaki ilerlemeler 19. yüzyılın öncesinde insanların dünyaya bakış şekillerini değiştirme yolunda diğerlerinden çok daha etkili oldu.

Hatırlanması gereken ilk isim Polonyalı bir rahip olan ve 1543 yılında (papaya ithaf edilmiş) bir kitabı tamamlayan Nicolas Copernicus (Kopernik)‘ti. Kitabında gezegenlerin (Dünya dahil) Güneş’in etrafında döndüğünün teorik bir sunumu bulunmaktaydı. Batlamyus’un teorileri ve aklıselim bunun saçma olduğuna işaret ediyordu: güneş her gün doğmuyor ve her gece batmıyor muydu? O halde Güneş açıkça Dünya’nın etrafında dönüyordu. İlk başta Kopernik’in ne söylediği kimsenin ilgisini çekmedi çünkü uzun süre, kitabındaki temel fikrin (birçok yanlış da bulunmaktaydı) doğruluğunun ispatlanması mümkün değildi. İlginçtir ki Protestan din adamları onu mahkum etmekte, doktrinlerini 1616 yılına kadar resmen yasaklamayan Katoliklerden daha önce davrandı. Kopernik astronomisi ancak 11. yüzyılda teleskopun oraya çıkmasından sonra (doğruları ve yanlışlarıyla) görünür hale geldi. Teleskop bu şekilde ilk kez, bir İtalyan fizik ve askeri mühendislik profesörü olan Galileo Galilei tarafından kullanıldı. Fakat insanlara sadece bir alet aracılığıyla gökyüzünde olup biteni anlatmaktan çok daha fazlasını yaptı. Bunun ortaya çıkardığı evrenin açıklamasını da ortaya koydu. 14. yüzyılda hızlanmayla ilgili ilk tatminkar kanunu formüle eden Oxford alimlerinin çalışmalarını geliştirerek cisimlerin hareketi ile statik ve dinamik konularında yeni bir matematik üretti.

Galileo’nun 1632 yılında yayımladığı İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog başlıklı kitap (yani Kopernik ve Batlamyus’un teorileri) büyük bir gürültü koparttı. Bunun sonucunda Roma’daki engizisyonun önünde mahkemeye çıkarak söylediklerini geri aldı (efsaneye göre Güneş’in Dünya etrafında döndüğünü kabul ederken bile, “Ama gene hareket ediyor,” diye mırıldanmıştı). Fakat kitabının resmen yasaklanması hiç önemli değildi, çünkü görüşleri çoktan kamuya mal olmuştu. Galileo’nun kitabı o zamandan beri devrimin ilk açık ifadesi olarak selamlanmıştır, çünkü yazarı baskı altında ne söylemiş olursa olsun, bu kitaptaki fikirler Aristoteles’e kadar giden ve kilise tarafından savunulan evren fikrinin sonu anlamına geliyordu. Basit insanlar bile bunun ortaya çıkardığı sorunları görebiliyordu. Gökyüzü cennetine ne olmuştu? Tanrı neredeydi? Dahası, Galileo davası otoriteyi –bir şeye sırf birisi söyledi diye inanmayı – gözlem ve mantıki çıkarsamaya dayanarak ileri sürülen görüşler karşısındaki tartışmada çok kötü bir duruma düşürmüştü. Galileo dünyanın -ve dolayısıyla insanın- merkezde olmadığı ve benzer cisimlerden sadece bir tanesi olduğu bir evren resmi çizmiş, mistik ya da dini açıklamalar olmadan işleyişini açıklamanın mümkün olduğunu öne sürmüştü.

Newton’un etkisi

Galileo’nun öldüğü 1642 yılında yüzyılın en büyük bilim insanı olan Isaac Newton Lincolnshire’da dünyaya geldi. En bilinen başarısı tek bir gücün –yerçekiminin fiziki evreni bir arada tutuğunu göstermesiydi. Yerçekimi teorisi 1687’de yayımlanan en meşhur kitabı Principia Mathematica’nın ana unsurunu teşkil ediyordu. Bu kitabın, o zamanlarda sadece üç veya dört kişi tarafından tamamen anlaşılabilir olduğu söylenmiştir. Gökyüzü ve dünyanın açıklamalarını –astronomi ve fizik—bir araya getirdi ve sonraki iki yüzyılda çoğu amaç için yeterli olacak bir evren resmi çizdi. Newton bunun yanında birçok başka şey de yaptı çünkü bilimsel ilgi alanları geniş ve çeşitliydi, entelektüel güçleri de olağanüstü olan bir adamdı ve dehası o kadar açıktı ki, Newton yirmi yedi yaşındayken Cambridge’teki profesörü, talebesinin kendi yerine geçebilmesi için görevinden istifa etmişti. Galileo gibi Newton da söyledikleri kadar ima ettikleriyle de sıradan insanların dünyaya bakışını değiştirdi. En sonunda dünyanın bütün sırları bilim tarafından açıklanabilir gibi görülmeye başlandı ve birkaç maceracı adam (çok dindar bir kişi olan Newton’un bunlardan biri olmadığı kesindir) eğer durum buysa bunu açıklamak için din adamlarına neden ihtiyaç duyulduğu şeklinde bir düşünceye kapıldı. Şayet bilim daha da büyük açıklayıcı kanunlar keşfederek her şeyi açıklayacaksa, bunun bir parçası olarak Tanrı’dan söz etmeye ne gerek vardı?

18. yüzyılda bu tür fikirler çok daha fazla duyuluyordu. Bazı kişiler dünyanın tamamen kendine yeterli, mekanik olarak belirlenmiş bir sistem olduğunu, insanların mutlu yaşamak için açıklamak ve anlamak zorunda oldukları şeyin maddi dünya olduğunu dahi ifade ettiler. İlk kez (her ne kadar sadece çok küçük bir azınlığın gözünde olsa da) “ateizm” –Tanrı’nın olmadığı görüşü—saygın hale geldi. 1800 yılında dünyada bir azınlık olan Avrupalılar arasında sadece minik bir azınlığın böyle düşündüğü asla unutulmamalıdır. Ezici bir çoğunluk, o zaman bile hala belli bir görünmez dünyaya, bir çeşit Tanrı’ya, ölümden sonra bir hayat biçimine inanıyordu, birçok sihir ve büyücülük gibi çok daha kaba şeylere inanmaktaydı. 16. ve 17. Yüzyıllardaki din savaşlarındaki vahşet, insanların birçok şeyin risk altında olduğuna inanmalarından ve Tanrı’nın isteğinin Rafıziler (sapkınlar) tarafından saptırıldığı ülkelerin üzerine ilahi cezaların geleceğini düşünmelerinden kaynaklanıyordu. İnsanlar başlarına gelen talihsizliklerin açıklamasını ararken cadılar ve büyücüler kovalanıyor, avlanıyordu. Dünyaya böylesi bir bakış halk arasında çok yaygın olsa da, en azından eğitimli insanlar, bazı düşünürlerin bilimin (ve bazı diğer işaretlerin) gösterdiği yolda uzun bir mesafe aldığını biliyorlardı. Bu nedenle 17. yüzyıldaki bilimsel gelişmelerin gerçekten düşüncede bir devrim yarattığı’ fikrinin haklılık payı büyüktür. Bundan sonra, eğitimli kişiler zamanla tabiatın harikalarına şaşkınlıkla karışık bir korkuyla bakmayı ve Tanrı’nın onları yaratmak için kendisine ait çok gizemli nedenleri olduğunu düşünmekle yetinmeyi bıraktılar. Bunun yerine, giderek tabiatı kontrol etmenin ve ondan yararlanmanın yollarını aradılar. Bu, bir sonraki yüzyılda çok daha yaygınlaşacak olan bir düşünceydi.

AYDINLANMA

18. yüzyıl ilerledikçe, Avrupalı yazarlar özel bir imaja, ışığa dayanan bir ifade şeklini giderek daha fazla kullanmaya başladılar. Fransızlar bir Lumieres çağından Almanlar Aufklaerung’tan, İtalyanlar ise Illuminismo’dan söz ettiler ki bunların hepsi İngilizcede Enlightenment yani “Aydınlanma” kelimesine karşılık gelmektedir. Bu eğitimli kadın ve erkeklerin zihinlerinde cereyan eden şeylerin tüm hikayesi olmaktan çok uzak olup, doğal olarak geçmişle organik olarak bağlantılı, her şeyden fazla da, bölünmemiş bir Hıristiyanlıkla ilgili eski fikirlerin Protestan Reformu tarafından parçalanmasıyla ilgiliydi. Bazı Hıristiyanlar da iyi yönde bir gidişin, tarihin sona ermesinden önce, bizzat tarihin kendisinde aranabileceği fikrini desteklediler: İnsanlar, kendi gayretleriyle gerçeği ve ruhani gelişme amacını ileriye götürebilirlerdi. Değişimin diğer köşe taşları; klasik hümanistlerin klasik geçmişi yeniden keşfetmelerinin ardından sanatın serbest kalarak gelişmesinde ayırt edilebilirdi. Ayrıca keşif yolculukları yerleşmiş eski fikirlerini yetersizliğini ve Avrupalı olmayan bazı halkların çok önemli başarılarını ortaya çıkarmıştı. Bununla birlikte, birçok eğitimli insanın kendilerinden önce gelenlerin kabul ettiği şeyleri bilinçli ve açık bir şekilde reddetmeleri ve bunu okur yazarlığın arttığı ve daha ucuz kitapların edinilebildiği bir ortamda yapmaları ancak 18. yüzyılda Aydınlanma’yla gerçekleşmiştir. Tüm tarihin en önemli kültürel değişimlerinden biri, insanlar bilginin yayılmasından kuşku duymayı bıraktıkları zaman meydana gelmişti. Aydınlanma’nın en büyük başarısı burada yarmaktadır, 18. yüzyılın sonlarında, daha fazla bilginin toplum için iyi olduğu inancı bir şekilde yaygınlaşarak genel olarak kabul edilmeye başlanmıştı. Bunun gerçekleşmesiyle birlikte, Aydınlanma düşünürleri davayı kazanmış oldular. Bilginin yayılmasına güvenilebilirdi.

Yeni inançlar

Aydınlanma, muhtemelen modern Avrupa kültürünün bir ana kavramı olan “ilerleme” fikrinin ortaya çıkışındaki en kritik aşamadır. Bunun kökü en temelde tarihin yönü ve amacıyla ilgili Yahudi-Hıristiyan varsayımlarında varsa da, 18. yüzyılda bu fikir, dünyanın insan iradesi ve aklı tarafından giderek daha fazla kontrol edildiği fikrine dönüştü. Bu durum şimdi bazı Avrupa ülkelerinde olup bitenden yola çıkarak tartışılabilirdi. Örneğin, tıbbın en iyi haliyle ilkel bir bilim olmasına (ve çoğu zaman bu da değildi) ve doktorların hastalıkları tedavi etmek için hiçbir şey yapmamasına rağmen; hükümetlerin sağlık politikaları, (sadece marjinal ve belirli yerlerle sınırlı olsa da) kamu sağlığını iyileştirmeye başlamıştı. Hastalık olan yerlerden gelen göçün karantinaya alınması İtalya’da 14. yüzyıl gibi uzak bir geçmişte başlamıştı ve 18. Yüzyılda sınırları askeri tedbirlerle kapatmaya gidecek kadar genelleşmişti. En uzun karantina şeridi birbirlerinden bir tüfek atışı mesafede olan Habsburg askeri sınır nöbetçilerinin bin milden (1600 km) fazla uzanan gözcülüğü olmuştu, bunların arasına kontrol ve dumanlama işlemlerinin yapılabildiği karantina istasyonları serpiştirilmişti. Bu tür düzenlemeler mükemmel olmaktan çok uzaktı ve 1720 yılında Avrupa’da tekrar büyük bir veba salgını çıktı (ancak bu son önemli salgındı). Bununla birlikte bu tür başarıların, Avrupa kentlerinde ve kasabalarında muazzam bir büyüme çağının hemen öncesinde meydana gelmesinin pratik önemi açıktır. Bunlar, bir zamanlar Tanrı’nın gazabının önlenemez ziyareti olarak düşünülen bir şeye karşı idari çözümlerin bilinçli bir seçimi olarak gündeme geldi.

Aydınlanma’nın insan gücüne duyduğu yeni güvenin en önemli kaynağı muhtemelen yeni bilim anlayışında bulunacaktı. Bunun gücüne önceleri sadece birkaç kişi inanıyordu ama şimdi milyonlar tarafından paylaşılıyordu. Bu aynı zamanda Avrupalılara dünyanın kaynaklarını kullanmada muazzam ve giderek artan bir avantaj sağlarken Batı dışındaki dünya üzerinde artan hakimiyetlerinin de önemli bir kısmını açıklamaya yardımcı olmaktadır. Öte yandan, Hıristiyanların, antikçağdan kalan birkaç kırıntı dışında bilimin ne anlama geldiğini bilmedikleri, ancak (Hint matematiği bir yana) İslam ve Çin biliminin çok gelişmiş olduğu bir dönem vardı. Yunanlılar daha sonra verimli olacak birçok fikir bırakmışlar ve çok miktarda değerli bilgi kaydetmişlerdi. Ama aynı zamanda tamamen yanlış fikirleri de yazmışlar ve deneysel metoda ulaşamamışlardı. Bugün bildiğimiz şekliyle bilim, modern Avrupa tarafından meydana getirilmiştir. Karmaşık tarihi ve kültürel nedenlerle çağın arkasında kalan Avrupa, İslam ve Bizans kaynaklarından eski dünyanın mirası olarak kullanabileceği her şeyi topladıktan sonra bilim ortaya çıkmıştır.

Bilim uzun bir süre evrenle ilgili temel bir iyimserlik sağlamıştı, Belki de birçok bilim insanının keşiflerini Hıristiyanlık ile birleştirmekte zorluk çekmemeleri nedeniyle, uzun zaman evrenin temelde yardımsever bir tabiatı olduğu varsayılmıştı. Yaratıcı Tanrı kötülük veya acıya neden olmak istemezdi. Dahası, onun mükemmel makinesinin çalışma şekli, yarattıklarının iyiliğini ve refahını sağlama konusunda harika bu önceden bilme ve basiret olarak yorumlanabilecek bir şeyi giderek daha fazla sembol ize ediyordu. Kötülük sorunu hala oradaydı ama kesinlikle o da çözülemez miydi? Bazıları, iyi ve akılcı bir yönetimle her erkek ve kadının daha iyi birer insan haline getirilebileceğini düşünmeye başladı.

ZENGİNLİK VE REFAH

18. yüzyıl boyunca İngiliz halkı toplumun birçok alanında “iyileşme” kelimesini kullanmaya başladı. Bu ilk olarak çiftçilikle ilgili konuşmalarda kullanılmış ama kısa zamanda yaygınlaşmıştı. Bunun nedeni kısmen, bazı Avrupa ülkelerinde hayatın gerçekten iyileştiğine dair işaretlerin varlığını düşünmenin mantıklılığını gösteren işaretler olması, kısmen de hayatın diğer alanlarının-örneğin fakirlere bakılması veya suçluların cezalandırılması- bunu izleyeceğinin düşünülmesiydi. Gözden kaçsa da iyileştirmenin altında yatan temel olgu, yavaş ve uzun dönemli zenginlik artışıydı. Bunun en açık işaretlerinden biri ticaretteki dikkate değer yaygınlaşmaydı. 1500 yılında Avrupa tüccar kaynıyordu fakat bütüne bakıldığında sadece yerel düzeyde iş yapıyorlardı. 1800 yılına gelindiğinde halefleri çoğu zaman dünya çapında iş yapan girişimleri yönetiyordu.

Uluslararası ticaret

Batıdaki en eski ticaret kentleri İtalyandı, Venedik ve Cenova (Cenevizliler) Yakındoğu ile ticareti tekellerine almışlardı ama Floransa ve Pisa gibi kentler 12. yüzyıl gibi erken bir tarihte bile büyük Kuzey Avrupa fuarları ile Sicilya kadar uzak bölgelerle ticaret yapıyorlardı. Kuzeyde ortaçağ Baltık yerleşimleri olan Alman Hansa kentleri Rusya ve İskandinavya ile ticarete başlamışlardı. 16. yüzyılda bu öncü merkezler büyük bir denizcilik ve imalat merkezi olan Antwerp’in gerisinde kalmışlardı. İngiltere’den yün ve tahıl, Baltık’tan balık ve kereste Hollanda, Flandre ve Picardie’nın (bu son ikisi ithal yüne gereksinimi olan önemli dokuma merkezleriydi) artan nüfusuna Antwerp’ten geçerek ulaşıyordu. Yabancı rekabet ve İspanyol yönetimi sonucunda Antwerp gerileyince, 17. yüzyılda Amsterdam Avrupa’nın ticari ve mali merkezi olarak onun yerini aldı. Nihayet, 1688’den sonra üstünlük Londra’nın eline geçti.

Bu kentler ve daha az meşhur olanlar, daha karmaşık ve yaygın hale gelerek büyüyen bir ticaret ağının ipliklerini birleştiriyordu. 1500 yılının çok daha öncesinde Venedik, Cenova ve Katalonya şehirleri Avrupa’yı, çoğu ilk başta İstanbul’a akan olan Asya’nın deniz ve kervan yollarına, Hint Okyanusu’na ve İran Körfezi’ne bağlıyordu. Bizans İmparatorluğu’nun ortadan kalkmasından sonra bu ticaretin bir kısmı da yok oldu ama kısa sürede Kuzey Afrika kıyısı yeni ürünler, talepler ve pazarlar oluşturmaya başladı.

Ticaretteki temel büyüme ise uzun bir süre Avrupa’da gerçekleşti. Geleneksel pazarlar ticareti eski kara yollarına yönlendirmekteydi, Bununla birlikte deniz yoluyla yapılan ticaret kara ulaşımından daha ucuzdu. Bundan gerçekten yararlananlar da Hollandalılardı. Bu kısmen konumlarından, kısmen hayatta kalmak için ticaretten para kazanmak zorunda olmalarından, kısmen Kuzey Denizi balıkçılık filolarında çok sayıda eğitimli gemiciye sahip olmalarından ve kısmen de “flüt” ya da “uçan gemi” adı verilen küçük bir mürettebatla büyük yük taşıyan verimli bir yük gemisi icat etmelerinden kaynaklanıyordu. 17. yüzyılda zirveye çıkan Hollanda ticari zenginliği ilk başta Baltık ürünlerinin Batı Avrupa’ya getirilmesine ve hala Hollanda’nın lezzetlerinden biri olan harika tuzlanmış veya salamura edilmiş ringa balığına dayanıyordu.

İşlerin yapılmasını sağlayan gerçek mekanizmalardaki ilk gelişmeler, yani ilk bankalar, borsalar ile akreditif veya satış senedi gibi altın ve gümüş torbaları taşımadan uzakta ödeme yapma olanakları ilk başta Avrupa’daki alışverişle sınırlıydı. Kralların dış ülkelerde görev yapan ordularına ödeme yapmak için kullanmayı yeğlediği tefeciler veya bir ülkeden alınan borçları bir başka ülkeye transfer eden aileler ilk uluslararası bankalara dönüştü. 16. yüzyılda İtalya’nın büyük kısmında, Loren’de ve Hollanda’da görev yapan İspanyol ordularının ödemeleri, ikmali ve hareketleri; mali işlerle uğraşanlara ve tüccarlara iş yaratıyor, karmaşık bir temsilciler ve bürolar ağı gerektiriyordu.

16. yüzyılda İspanyol Amerika’sı da resmin bir parçası oldu. Peru’daki Potosi’de muazzam bir gümüş madeni bulundu ve o günden itibaren ortaya çıkan külçe bolluğu (Amerika 19. yüzyıla kadar Avrupa’nın esas para tedarikçisi olacaktı) ticareti teşvik etti (ortada daha çok para vardı). Bu durum, aynı zamanda insanlara Roma İmparatorluğu’nun son döneminden itibaren unutulmuş olan bir deneyin açıklamasını ilk elden yapacaktı: enflasyon. Bilim insanları 16. yüzyılda Avrupa’da fiyatların yüzde 400 gibi bir oranda artmasının açıklamasını yapma konusunda ihtiyatlı bir tutum içindeler. Bazı modern enflasyon oranları göz önünde bulundurulduğu zaman çok şaşırtıcı görünmüyor, fakat o dönemde çok büyük rahatsızlığa neden olmuştu. Gıda fiyatları özellikle etkilenmişti, çalışan sıradan adamların yaşam standardı düşmüştü. Buna rağmen, enflasyon ticaretin gelişmesi gibi önemli sonuçlar doğurdu. Zor zamanlar olsa da, 16. yüzyılda canlı bir ticaret atmosferi vardı. Kurnaz yatırımcılar için kar zamanıydı.

Köle ticareti

1500 ile 1800 arasındaki en büyük kârların bir kısmı insanların başka insanlara satılmasıyla yapıldı ki buna köle ticareti deniliyordu. Köle ticareti antik dünyada ekonomik hayatın temeliydi ve her ne kadar ortaçağ Avrupa’sında dindaşların köleleştirilmesi az çok ortadan kalkmışsa da, İslam dünyası hala buna dayanıyordu. 1500 yılından sonra Avrupalılar tekrar büyük ölçüde köle işine girdiler ama bu Hıristiyan olmayanlar ile sınırlıydı. Onlar da yeni bir kaynak olan Afrika’nın batı kıyılarını kullanmak suretiyle muazzam bir iş alanı yarattılar. Portekizliler bir önceki yüzyılda Afrika’da yeni Avrupa köle ticaretini başlatmışlardı. Yerel hükümdarların ele geçirdiği köleler için toplama noktaları olarak kaleler kurdular ve Avrupa’ya istikrarlı bir şekilde az sayıda köle getirilirken bu kısa zamanda muazzam bir sele dönüştü.

Bunu kimse planlamamıştı. Haiti’nin İspanyol valisine İspanya’da doğmuş köleleri yanında götürme izni verilince 1502 yılında ilk siyahi insan Amerika’ya gelmiş oldu. Birkaç yıl sonra bir İspanyol rahibi, Bartolome de las Casas, yurttaşlarının Kızılderililere yaptığı muamele karşısında o kadar büyük bir şok yaşadı ki, Haiti’deki İspanyol yerleşimcilerin her birine bir düzine köle ithal etme izni verilmesini istedi. İşleri yapacak yeterli sayıda İspanyol yoktu ve las Casas Afrikalıların Kızılderililerden daha dayanaklı olacaklarını düşündü. Bunun sonucunda İspanya kralının (ileride imparator V. Charles olacaktı) gözde bir tüccarına Karayıp Adaları’na yılda 4000 köle ithal etme izni verildi. Bu ayrıcalık zamanla Cenovalı tüccarlara satıldı ve köle ticareti Amerikan Kızılderililerine koruma sağlama çabasının sonucu olarak uluslararası bir iş haline geldi.

Karayıp Adaları’nın çoğunda şeker üretilebileceği anlaşılınca köle ticareti çok büyük bir artış gösterdi çünkü bu en iyi şekilde çok fazla emek isteyen büyük plantasyonlarda yapılabilmekteydi. Avrupa Yeni Dünya’yı geliştirebilecek insan gücüne sahip değildi, eksiklik Afrika’dan tamamlanabilirdi. Amerika’ya köle temin etmek daha karlı hale gelince, başkaları da Batı Afrika kıyılarında köle toplama işinde PortekizIilere katıldı. Bu ticaret kısa sürede uğrunda savaşa değecek hale geldi ve Elizabeth’in deniz kurtları köle tekelini kırmaya giriştiler. Batı Afrika’da kendi üsleri olmayan İspanyollar ise yabancı tedarikçilere dayanmak zorundaydı.

Kısa sürede bazı Karayıp adalarındaki siyahi nüfus hızla arttı. Her ne kadar Portekizliler Brezilya’daki kolonilerine çok sayıda köle ithal ettilerse de, İspanyollar anakaradaki kolonilerinde bunu büyük ölçüde yapmadı. Bir Hollanda gemisi 1619 gibi erken bir tarihte, köle emeğinin kullanıldığı tütün bölgesi olan Virginia’daki İngiliz kolonicilere siyahi insanlar sattı. Daha sonra iki Carolina kolonisindeki pamuk ve tütün plantasyonları da Afrikalı köle kullanmaya başladı. Bu tarihten itibaren anakaradaki Kuzey Amerikalılar da hem bir köle pazarı oluşturdular hem de 18. yüzyılın sonlarına kadar bu piyasayı beslemek için istikrarlı bir şekilde gelişen bir köle ticaretine girdiler. Bu tarihe gelindiğinde Batı Afrika kıyılarında köle işiyle ilgili kırk kadar ticaret istasyonu bulunuyordu. Bunlar Hollandalılara, İngilizlere, Portekizlilere, Fransızlara ve Danimarkalılara aitti. Bu çok büyük bir iş kolu haline gelmişti. 18. yüzyılda, bazı yıllarda 100.000’e varan sayılarda siyahi, Atlantik ötesine taşınmaktaydı. Gerçek rakamlar asla bilinemeyecek olsa da Afrika’dan ayrılanların sayısı Amerika’ya ulaşanlardan çok daha fazlaydı. Hastalıklar, umutsuzluk ve zulüm, bir geminin yükünün yarısını Yeni Dünya’ya ulaşıncaya kadar öldürebiliyordu.

18. yüzyılda, bazı yıllarda 100.000’e varan sayılarda siyahi, Atlantik ötesine taşınmaktaydı. Gerçek rakamlar asla bilinemeyecek olsa da Afrika’dan ayrılanların sayısı Amerika’ya ulaşanlardan çok daha fazlaydı.

Okyanus Ticareti

Köle ticareti bütün bu acı ve itici dramıyla birlikte, okyanusları aşan yeni ticaret biçimlerinden sadece biriydi. Yavaşça kurulan dünya ticaret sistemi daha öncekilerden yaygın hale gelmişti. 1700 yılına gelindiğinde ise geri dönüş artık olanaksızdı. Genel gelişme hızlandı (her ne kadar belli bazı yerlerde işler yanlış gittiyse de) ve Avrupa dışındaki dünya ile yapılan ticaret, Avrupa refahının yaratılmasında çok daha büyük bir paya sahip olmaya başladı. Bu denizaşırı faaliyetin en önemli kısmı Amerika’daki Avrupa kolonileriyle yapılan ticaretti. Gemiler Avrupa’nın Atlantik kıyılarından, Afrika’dan köle satın almak için kullanılacak ticari mallarla denize açılırdı. Oradan Karayıpler’e gidip yolculuk sırasında hayatta kalanları sattıktan sonra, şeker veya kahve yükleyerek bunu Avrupa’ya veya İngilizlerin Kuzey Amerika’daki yerleşimlerine götürürlerdi. Kuzey Amerika’dan da diğer mallar -rom, çivit, pirinç, mısır-Avrupa ya da Karayip koIonilerine ihraç edilirdi. İngilizler ve Fransızlar gibi İspanyollar da sömürgeleriyle olan ticaretlerini sadece kendilerine saklamak isterdi ama bunda başarılı olamazlardı çünkü kaçakçılar ve ‘araya girenler” bu işten büyük kar sağlıyordu.

Dünya ticaretinde kâr mücadelesinin uzun dönemli galipleri İngilizlerdi. Bunun bir nedeni Londra’daki hükümetin, İngiliz (ve 1707’den sonra İskoç) tüccarların ve gemi kaptanlarının çıkarlarını koruma konusunda, Fransız krallarının kendi tebaaları için yaptıklarından daha kararlı olmalarıydı. Versay’daki Fransız sarayından Avrupa’ya bakış, daima açık denizlerden çok daha ilginç gelmişti. Fransız kralları her zaman Avrupa’da fetih (ya da ellerindekini tutma) konusuyla; Newfoundland’da morina avlamak, Batı Hint Adaları’na köle satmak veya şeker ve kahve ithal ermekten daha fazla ilgilenmişlerdi. Bu tür şeylerin kar olarak ne anlama geldiği konusundaki bilinç, İngiliz Kraliyet Donanması’nın 18. yüzyılda dünya politikasında niçin o kadar önemli bir rol oynadığını açıklamaktadır.

Tüm bu süre içinde politika ve ticaret daha çok iç içe geçmeye başlamıştı. Deniz gücü sadece dünyanın başka yerlerine gidip orada koloniler kurmayı garanti etmekle kalmıyordu, aynı zamanda İspanyol sömürge pazarlarının zorla açılması için de kullanılabiliyordu. Büyük bir kaçakçılık ve korsanlık çağı olan önceki yüzyılın kaçakçıları ve korsanları, kanundışı bir şekilde bu pazarlara zaten girmişti. Aynı zamanda deniz gücü tüccarları korumak için gerekliydi (özellikle savaş döneminde). Ayrıca, örneğin bu güç bir ülke ithalata gümrük vergisi koyduğunda daha elverişli koşulların müzakeresi sırasında diplomasiyi destekleyebiliyordu. Böyle şeyler Büyük Britanya için başka güçlere göre daha önemliydi, çünkü zamanla para kazanmak için denizaşırı ticarette, her şeyden önce de Avrupa ve diğer kolonilerde tekrar satış için mallarının ithalatına diğer ülkelerden daha bağımlı bir hale geldi.

Asya ile ticaret, dünya çapında, yük hacmi veya değer olarak daha az önemli olmakla birlikte göz kamaştırıcı olmayı sürdürdü ve tüccarlara büyük kâr olanakları sundu. Hem Hollandalılar hem de İngilizler 17. yüzyılda Uzakdoğu ticaretinde tekel haklarına sahip “Doğu Hindistan” Şirketleri kurdular ve Fransızlar da onları izledi. Bu şirketler Asya’da ticaret için mücadele etmenin temel yolları haline geldiler fakat şöyle bir avantajları vardı ki, birkaç mekanik yenilik dışında Asyalıların istediği çok az Avrupa malı bulunmaktaydı. Bu nedenle Avrupa ülkelerinin Çin, Hindistan ve Endonezya ile genelde ters bir ticaret dengeleri vardı; Asyalılara, satın aldıklarını ödemeye yetecek kadar Avrupa malı satamıyorlardı ve bunu gümüşle ödemek zorunda kaldılar. Bu, hiç kimsenin gerçekte böyle bir şeye niyetlenmemesine rağmen dünyanın nasıl birbirine bağlandığını gösteren bir başka örnektir. İspanyollar Yeni Dünya’dan getirdikleri gümüşle İspanyol monarşisinin bankerlere olan borçlarını ödediler ve onlar da bunu Asya’dan mal getiren tüccarlara verdiler. Kanton’da yapılan ticaretin finansmanı Peru madencilerinin sırtından yapılmaktaydı. Doğal olarak bu tüm hakikatin küçük bir kısmından ibarettir. Bununla birlikte, söz konusu üç ‘Yüzyıl boyunca olup bitenlerin ana hatları yeterince açıktır. Dünya ticareti artıyordu, bunun gerçekten hızlı büyüyen ilk kısmı Atlantik ticaretiydi, bu politikayla ve deniz gücüyle giderek daha fazla birbirine bağlanıyor ve her şeyden önce, Avrupalıların hakimiyetinde bulunuyordu. Binlerce Avrupa veya Amerikan gemisi Moluk Adaları’na, Hindistan’a, İran Körfezi’ne ve Çin’e gidiyordu ama hiçbir Çin gemisi (junk) veya Arap teknesinin (dhov) bu yüzyıllarda bir Avrupa veya Amerikan limanına bağlandığı görülmedi.

Bilgi artışı

Ticaret yeni keşiflerin ve coğrafya bilgilerinin artmasına hizmet etti. 1700’e gelindiğinde ana kıtaların hepsi oldukça iyi biliniyordu ve sadece Doğu Avustralya ve Kuzey Sibirya ile Amerika’nın uzak kuzeybatı kıyıları ile Bering Boğazı bölgesi henüz haritalanmamıştı. Afrika ve Avustralya’da da muazzam bölgelerin haritaları çıkarılmamıştı ama dünyanın geri kalanı için çok hassas haritalar bulunabiliyordu. Kıyıya oturma, fırtına, korsanlık ve hastalık risklerini göze aldığı takdirde, bir seyyah kendisini makul bir güvenle bir gemi kaptanına emanet edebilirdi. Seyir ve denizcilik bilgilerinin mümkün kıldığı ölçüde, üç veya dört ayda, dünya kıyılarındaki herhangi bir noktaya (ve limanlardan herhangi birine) kesinlikle ulaştırılabilirdi. Bu, yaklaşık iki yüzyıl öncesindeki duruma göre büyük bir avantajdı. Değişim, bir kez başladıktan sonra çok hızlı ve giderek hızlanan bir tempoda gelmişti. Coğrafi ve teknik bilgi kümülatifti, denizcilik teknolojisi fazla değişmese de, bilgi arttıkça bir sonraki ilerleme kolaylaşıyordu.

Dünya haritasını ilk oluşturan ve yeni bulunan ülkelerle ilgili bilgiler getiren büyük seyahatler, bunu izleyenler için anahtar olmuştu. Bristol’den yelken açan Sebastian Cabot, Vasco de Gama’nın Hindistan’a ulaştığı 1498 yılında Kuzey Amerika kıyıIarında karayı görmüştü. 1499 yılında Amerigo Vespucci Güney Amerika kıyılarının keşfine başladı ve sonunda Falkland Adaları’na kadar ulaştı. 1508’de bir Portekiz gemisi İran Körfezi’ne girdi. 1513 yılında Avrupalılar ilk kez pasifik Okyanusu’nu gördüler. Sonra, 1519 yılında, erken dönem denizcilerin en büyük başarısı meydana geldi: Portekizli Macellan Sevilla’dan hareket ederek ertesi yıl hâlâ kendi adıyla anılan boğazlardan geçerek Güney Amerika’nın ucunu döndü ve Pasifik’in büyük bilinmezliğine yelken açtı. 1521’de Ladrones Adaları’nda öldürüldü fakat gemilerinden biri yola devam etti, Filipinler ve Timor yoluyla Hint Okyanusu’na, oradan da Afrika’yı dönerek Sevilla‘ya ulaştı. Geminin İspanyol komutanı del Cano dünyayı dolaşan ve okyanusların bağlantılı olduğunu gösteren ilk kaptandı. İnsanlar bunun yapılabileceğini teorik olarak biliyorlardı; şimdi birisi bunu başarmıştı.

Bunu takiben Pasifik yarıküresiyle ilgili bilgiler yavaş yavaş birikmeye başladı. 17. yüzyılın başlarında güneydeki Yeni Hebrid’lere kadar adaların birçoğu keşfedilmişti. 1616 yılında Hollandalılar Avustralya kıyılarını keşfetmeye başladı ve 1642’de, onlardan birisi, Tasman daha sonra kendi adı verilen adayı geçerek Yeni Zelanda’ya ulaştı ve Avustralya’nın Antarktika kıtasının basit bir uzantısı olmadığını göstermiş oldu. Bir sonraki yüzyılın sonunda kaşifler –her şeyden önce Bougainville ve Cook—Güney Pasifik ve Avustralasya’yı bilinen dünyaya eklemişlerdi. Bunun delilleri 1788 yılında Avustralya’ya mahkumlardan oluşan ilk yükün boşaltılması ve 1797’de ilk misyonerlerin Tahiti’ye gelmeleriydi.

Kuzey suları büyük ölçüde keşfedilmemiş kaldı. 1553 yılında bir İngiliz gemisi daha sonra Rusya’nın Archangel Limanı olacak bölgeye ulaştı ve çardan Mary Tudor’a yazılmış bir mektupla geri döndü. 1576’da Frobisher’in seferiyle başlayan ve Amerika’nın kıtalarının etrafından dolaşarak Asya’ya ulaşacak bir “kuzeybatı geçidi” bulma girişimleri sonuçsuz kaldı. 1594 yılında büyük bir Hollandalı denizci Barents, ters istikamette yelken açarak kuzeydoğuda bir yol arayan İngiliz kaşiflerin yolunu izledi. Üç yıl sonra, doğuya bir yol bulmak için üçüncü girişiminde Nevaya Zemlya’nın uzak boşluklarında hayatını kaybetti. Her ne kadar Asya ‘ya ilk tam kuzeydoğu yolculuğu 1879’da yapılmışsa da, 1905 yılına kadar bu geçişi gemiyle yapmayı hiç kimse başaramayacaktı.

İSLAM VE BATI DÜNYASI

İstanbul’un 1453 yılındaki düşüşünün çok sonrasında, milyonlarca Avrupalı İslamın yönetiminde ve daha da fazlası onun tehdidi altında yaşıyordu. Paradoksal olarak, tam da İspanya’nın uzun yeniden fethi tamamlanırken İslam doğuda ilerliyordu. Bu aldatıcı bir gelişmeydi. İslam bölünmüş durumdaydı ve İran bu dönemde hem Türkler hem de Hindistan’ın Moğol imparatorlarıyla savaş halindeydi. Arap devletleri ise batıda Türk gücüyle mücadele ediyordu. Bununla birlikte Avrupalıların duyguları anlaşılabilir, çünkü İslam gücünün en keskin kılıcıyla, Osmanlı Türkleriyle karşı karşıyaydılar.

15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlılar, Venediklilerin elinde kalan varlıklarının çoğunu almışlardı. Adriyatik’in ağzındaki İyonya Adaları 1479’da, Ege Adaları 1550’ler ve 1560’larda, Kıbrıs 1571’de onların eline geçmişti. Aynı zamanda İspanyol monarşisi de İtalya ile irtibatını sürdürebilmek için sıkı bir şekilde savaşmak zorunda kalmıştı. Türkler kısa bir süre için İtalya’da da bir köprübaşı tutmuşlardı ve Kuzey Afrika’daki İspanyol kazançları da Osmanlıların Sirenayka, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir’i fetihleri ile kısa zamanda ellerinden çıkmıştı. Bu tarihe kadar Avrupa’da Sırbistan, Bosna ve Hersek’i almışlardı. 1526 yılında Mohaç’ta Macar ordusunu o kadar şok edici bir yenilgiye uğrattılar ki, bu hali ulusun tarihinde kara bir gün olarak hatırlanmaktadır. Üç yıl sonra Viyana’yı ilk kez kuşattılar ama başarılı olamadılar. Bir süre duraklamadan sonra ilerlemeleri devam etti ve Macaristan’ı ikinci kez aldılar (bu, Türklerin bir Hıristiyan krallığı yıktıkları son olaydır). Ayrıca Polonya’dan Podolya’yı ve Venediklilerden Girit’i aldılar. Nihayet 1683 yılında Viyana tekrar kuşatıldı. Bu Türk gücünün çıktığı en son nokta idi.

Osmanlı İmparatorluğu sadece Hıristiyanlardan alınan topraklar üzerinde inşa edilmemişti. Kuzey Afrika’da Türkler Müslümanlar üzerindeki üstünlüklerini tesis etmişlerdi. 1520’de Hicaz, Suriye, Yukarı Mezoporarnya ve Kürdistan Türklerin elinde idi. Kanuni Sultan Süleyman bu fetihlere Aşağı Mezopotamya’daki fetihler ile Gürcistan ve Ermenistan’ın büyük kısımlarını ekleyerek Arabistan Yarımadası’nda da ilerledi. 1683 yılında Osmanlı İmparatorluğu Cebelitarık Boğazı’ndan İran Körfezi ve Hazar’a kadar uzanıyordu ve bu tarihten sonra dahi ele geçirdiği birkaç yer olacaktı.

Ne var ki medcezir tersine dönmüştü. 17. yüzyılın sonlarına kadar Türkler Avrupa’dan gelen büyük bir tehlikeyle karşılaşmamışlardı fakat Utrecht’te Batı Avrupa’nın toprak meseleleri genel anlamıyla sonuca bağlanmıştı ve her ne kadar Habsburglar Almanya ile meşgul olmaya devam etseler de, iki büyük yeni doğu monarşisinin, Prusya ve Rusya’nın ortaya çıkması Osmanlı’nın karşısındaki güç dengesini ciddi ölçüde değiştirmişti. Osmanlı gücü 1700 öncesinde bile Avusturya ve Rusya karşısında gerilemeye başlamıştı. Bu tarihe gelindiğinde Macaristan geri alınmıştı ve çok daha kötüsü gelecekti. 1774 yılında Ruslar Kırım Tatarları üzerinde hakimiyet elde edince bu önemli bir sembolik çekilme oldu, çünkü Türkler ilk kez Müslüman bir halk üzerindeki hakimiyetlerini terk etmişlerdi. 1800’e gelindiğinde Ruslar Karadeniz kıyısının kuzey kısımlarının çoğunu ele geçirmişlerdi ve sınırları Dinyester üzerindeydi. Avusturyalılar ise Tuna’ya ilerlemişlerdi. Bununla birlikte Osmanlı gücünün nihai yıkılması çok uzun bir süre alacak ve 1918’de gerçekleşecekti. Ortadoğu’da eski Türk topraklarının nasıl bölüneceği hala çözülmemiş bir sorundur ve Osmanlı veraset savaşları günümüzde de devam etmektedir.

1800’den Önce Avrupa’da Osmanlı Gücünün Gerilemesi

———————————————–

1683
1691
1697
1699
1716 – 1717
1718
1739
 
1768 – 1774
 
1787 – 1792
1791
1792
Osmanlıların İkinci Viyana Kuşatması başarısız olur.
Osmanlılar Erdel’ i Avusturya ‘ya terk ederler.
Osmanlılar Macaristan’ı yitirir.
Osmanlıların Avusturya karşısındaki kayıpları Karlofça Antlaşması ile onaylanır.
Yeni Avusturya – Osmanlı savaşı: Avusturyalılar Belgrad’ı alır.
Avusturya-Türkiye savaşı Pasarofça Antlaşması ile sona erer.
Osmanlılar Belgrad Antlaşması ile kayıplarının bir kısmını geri alır (Avusturya Belgrad’ı geri verir, Ruslar Karadeniz’de donanma inşa etmemeyi kabul eder).
Rusya Moldavya ve Eflak’ı işgal eder. Osmanlı filosu Ruslar tarafından yenilgiye uğratılır. Ruslar Kırım’ı ele geçirir.
Avusturya ve Rusya Osmanlılara karşı güçlerini birleştirir
Ziştov Antlaşması Belgrad’ı Osmanlılara geri verir. Avusturya Bosna’nın bir kısmını alır.
Yaş Antlaşması Rusya sınırını Dinyester olarak belirler.

———————————————–

Osmanlı gerilemesinin açıklaması kısmen kendi iç zayıflıklarında yatmaktadır. Harita üzerindeki muazzam büyüklüğüne rağmen, Osmanlı gücü her yerde farklıydı. Mezopotamya (burada neredeyse sürekli olarak İran ile sorun yaşıyordu) ve Suriye’de çöl Arapları hiçbir zaman tam olarak denetim altında değildi. İsmine layık bir merkezi örgütlenme yoktu, Osmanlı İmparatorluğu çoğu halde padişahın görevlisi olan “Paşa“ ile yerel güçlüler arasında vergilerin nasıl alınacağı konusundaki düzenlemelerden ibaretti. Bu durum paşalara büyük bir güç vermekteydi ve zaman geçtikçe bazıları hanedan prenslerine benzemeye başladı. Bunun sonucunda imparatorluk hiçbir zaman kaynaklarını tam olarak seferber edemediği gibi Osmanlı Devleti vilayetler, halklar ve dinler arasındaki bölünmeleri aşacak şekilde tebaasına güvenemiyordu.

Osmanlı Devleti kafirlere karşı savaşmak üzere çok da düzenli olmayan bir şekilde meydana getirilmişti. Örgütlenmesi temelde askeriydi ve amacı asker ve askere vermek üzere vergi toplamaktı. Bu, Batı Avrupa’daki feodal kullanım haklarına benzer düzenlemelerle yapılmaktaydı. Söz konusu yapı 17. yüzyılda çoktan bozulmuştu. Padişahin görevlileri gerçekte olandan daha fazla adam için maaş çekerek mevcut listelerini şişiriyorlardı. Yerel düzeyde, askere alma ve vergi toplama memurları olarak görevlerini istismar ediyorlardı ve onları kontrol edecek bir sivil yönetim yoktu.


Padişah entrikaların merkezindeydi, gözdeler, harem kadınları, generaller ve dini liderler onu etkilemeye çalışıyordu. En büyük devlet görevlisi olan sadrazam sürekli olarak kendisine karşı yapılan komplolarla uğraşmak zorundaydı. Türklerin elindeki en profesyonel alaylar “yeniçeriler’ idi, fakat 1700’e gelindiğinde bozulmuşlar ve padişah için destekten çok tehlike yaratır hale gelmişlerdi. Maaş konusunda sık sık greve gidiyorlar ya da isyan ediyorlardı. Sonuç olarak Müslüman topluluğu aracılığıyla gerçek güç, dini liderlerin –ulemanın- elindeydi ve onların tutumu halkın desteğini sağlayabiliyor veya huzursuzluğu artırabiliyordu. İstanbul’da sık sık karışıklık çıkıyordu ve 1730 yılında meydana gelen çok şiddetli bir ayaklanma sonrasında Boğaziçi’nin günler boyunca dalgalarla inip çıkan cesetlerle kaplandığı söylenmiştir.

Modernizasyon konusunda çok yol alınmamıştı. Başarıyla gerçekleştirilen neredeyse tek şey 1690’larda donanmanın eski kürekli kadırgalardan Avrupa tipi yelkenli gemilere dönüştürülmesiydi. Fakat eğitimli denizci bulmak, kadırgalarda köle kürekçiler bulmaktan daha zordu (bu dönemde Osmanlı gerilemesinin bir işareti de donanmada ve orduda Avrupalıların daha fazla istihdam edilmesiydi).

Diğer cephede, Osmanlı gücü giderek zayıflıyordu. 16. yüzyılın başında İran’da yeni bir hanedan, Safavi ailesi başa geçmişti. Bu aile Şii mezhebindendi ki bu, Islamın resmi “Sünni” anlayışına muhalefet ederek uzun süre ayakta kalmayı başarmış ve 7. yüzyıldan gelen şekliydi. Şii doktrinler İran ve Irak’ta birçok kola ve alt mezheplere ayrıldığı Suriye’den her zaman daha yaygındı. Bununla birlikte hepsi halifelerin otoritesini reddetme konusunda birleşiyordu. Bu nedenle Safaviler İran’da iktidara gelince, Sünni Müslümanların lideri olma iddiasındaki komşuları Osmanlı halifeleriyle çatışmaları kaçınılmazdı.

Resimler ve altyazıları hariç kaynak: A Short History of the World (1993) J. M. Roberts


1514 yılında İran Osmanlılarla savaşa girdi ve bunu izleyen iki yüzyıl boyunca Osmanlılar iki cephede savaşmak zorunda kalırken Safavi hükümdarlar –ki bunlar arasında Şah Abbas öne çıkar – yeni bir Pers İmparatorluğu inşa etti. Burası yüksek bir uygarlık ve refah merkezi olmakla birlikte Safavi Devleti sert ve hoşgörüsüzdü. Onlar da kimi zaman iki cephede birden, yani aynı zamanda Hindistan’ın Moğol imparatorlarına karşı savaşmak zorunda kalıyorlardı. Bazen, Şiilerin sade yaşamı sert bir şekilde savunan eski moda anlayışına sahip olanlar, standartların düşmesinden şikayetçi olmuşlardı. 11. yüzyılın sonlarında içki seven bir şah zamanında yaşayan dini liderler ise, saray mahzenlerinden çıkarılan 60.000 şişe şarap halkın gözü önünde kırılınca sevinç gösterileri yapmışlardı, Fakat püriten bir gayretkeşlik Safavilerin gerilemesini engellememişti. 1722 yılında hanedanları bir Afgan savaşçı tarafından alaşağı edildi. Bunu birkaç yıllık bir karışıklık dönemi daha izledi ve 1736 yılında güçlü bir adam, Nadir Şah ortaya çıktı. Afganları kovduktan sonra Osmanlıların ve Rusların eline geçen vilayetleri geri aldı, ama bu da sadece bir ara dönem olacaktı.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.