Anarşizm Açısından Mülkiyet, Kapitalizm, Marksizm Eleştirisi

Zeitgeist / Denemeler | | Nisan 22, 2015 at 9:41 am

Anarşizm, temel olarak, toplumsal kendiliğindenliğe vurgu yapmaktadır.

Anarşistler ister kapital mülkiyeti üzerinden isterse de Marksist otorite üzerinden olsun, kendilerine hükmedilmesine karşıdırlar.

Proudhon’un kendisini anarşist olarak tanımlamayı “Mülkiyet Nedir” adlı çalışmasında seçmesi, tek başına bile oldukça anlamlıdır. Bu durum bize anarşistlerin mülkiyete verdikleri büyük önemi gösterir. Gerçekten de anarşist hareket içinde sosyalist ve bireyci olmak: üzere iki kanadın oluşmasının en büyük nedeni, mülkiyet tartışmaları olmuştur. Bireyci anarşistler, bireysel özgürlüğün bireysel hakların –mülkiyet de dahil olmak üzere- olabildiğince gelişebilmesi için birey üstü bütün yapıları reddetme eğilimindeyken sosyalist kanadı oluşturan liberterler, özgürlüğün ancak komünler aracılığıyla toplumsal eşitlik ve adaletin sağlanması ile gerçekleştirilebileceğini savunmaktadırlar. Bu savunu kendi içinde bireysel mülkiyete karşı toplumsal mülkiyeti savunmayı da zorunlu kılmaktadır.

MÜLKİYET VE KAPİTALİZM

Proudhon “Mülkiyet Nedir” adlı çalışmasında mülkiyetle ilgili kendi döneminde ve daha önceki dönemlerde ortaya atılan – birçok görüşü ele alır ve kendince genel bir sonuca varır; mülkiyet kesinlikle olanaksızdır. Proudhon’un ele aldığı görüşler arasında kendi döneminin ünlü sosyalistleri olan Saint-Simon ve Fourier ile Babeuf da vardır. O, yalnızca liberal politikacı ve kuramcıları hedef almamıştır bu çalışmasında, aynı zamanda mülkiyeti bir biçimde savunan bütün diğer sosyalistleri de hedefe koymuştur.

Mülkiyetin olanaksızlığı, Proudhon’a göre, onun toplumsal eşitliğe karşı olumsuz işlevinden kaynaklanır. Proudhon’a göre toplumun esası çalışmadır, emektir; mülkiyetse çalışmadan kazanç sağladığı için toplum düzenini bozar. Bu olumsuzluk, sonuçta adaleti engeller ve son olarak insanın en kutsal öğesi olan özgürlüğü engeller. Bu bakışla mülkiyet; “bir insanın bir şeyden yararlanmak hakkından çok başkalarını bu şeyden yararlanmaktan menetmek hakkıdır. Mülkiyet başkalarını yoksun etmek hakkıdır. Mülkiyet konusunda Proudhon “Pazar Ayinine Dair’ adlı çalışmasında ‘mülkiyet yanlış tanrıların sonuncusudur der. Proudhon, bu çalışmasında yaşamı boyunca savunacağı toplumsal tutumu geliştirmiş ve düşüncesinin ana öğelerini kabaca ifade etmiştir: Eşitçilik, biriktirilmiş mülkiyetin kötü olduğuna dair bir inanç ve doğal, içkin bir adalet duygusu.

Proudhon’un mülkiyet anlayışı, ilk bakışta oldukça paradoksal görünür. Bir yandan kolektif mülkiyeti savunan, diğer yandan kolektif mülkiyete karşı bireysel mülkiyeti savunan biri olarak karşımıza çıkar. Ancak Proudhon’un mülkiyet kavramına yaklaşımı, aslında oldukça basit bir ilkeye dayanır: Eşitliği sağlayacak kadar kolektif mülkiyet ile aynı anda varolacak ve insanın bireysel özgürlüğünü sağlayacak kısmi bireysel mülkiyet. Proudhon, mülkiyetten farklı olarak savunduğu ‘”zilyetliği”, insanın çalışmak ve yaşamını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu ev, toprak ve aletler üzerinde etkin denetime sahip olma hakkını onaylıyordu. Hatta bunu özgürlüğün zorunlu bir temeli olarak görüyordu ve komünistlere yönelttiği başlıca eleştiri, bu hakkı ortadan kaldırmak istemeleriydi.

Proudhon, komünizmle bireysel mülkiyet arasındaki çelişkiyi aşmak için, kişilerin ürünler üzerindeki sahipliğini kabul etmek yanında üretim araçlarının mülkiyetinin ortak olmasını savunmuştur. Proudhon’a göre, mülkiyet eşitliği yok ederken komünizm bağımsızlığı yadsır; ‘anarşi’ ya da ‘özgürlük’ ise, her ikisinin de kusurlarını ortadan kaldıran, özgür ilişkiler sistemi ile bir arada tutulan bir ürünler dünyasında, eşitliğin, adaletin, bağımsızlığın geliştirdiği, bireysel erdemlerin kabul gördüğü toplumu yaratacak bir sentezdir.

Kolektif mülkiyete geçişi istemesine rağmen zenginlerin elindeki mülklerin kamulaştırılmasında da yine çift başlı bir yöntem öneren Proudhon; bu yollardan birincisini, işçi birlikleri yoluyla yapılacak bir mülksüzleştirme olarak gösterirken ikinci ve daha çok vurguladığı yöntem olarak da mülk sahiplerinin kendi istekleri ile yapılacak bir mülksüzleştirmeyi önerir. Bu tutumundan da anlaşılacağı gibi, Proudhon, toplumsal dönüşümde devrimden çok ahlaki tutumların etkisine daha çok önem vermekteydi. Ona göre bireylerin ahlaki gelişmişliği arttıkça çatışmaların yerine bireysel rıza göstermeler yoluyla gerçekleşecek bir toplumsal dönüşüm daha yararlı olacaktır.

Proudhon’dan farklı olarak ardından gelen diğer iki önemli anarşist düşünür, Bakunin ve Kropotkin, tam bir toplumsal mülkiyeti savunur. Onlara göre toplumsal mülkiyet komün esasına göre örgütlenmelidir. Bu örgütlenmeler ile bireylerin mülkiyet üzerindeki tercihleri de kolaylaştırılabilecektir.

Anarşistlerin mülkiyete karşı çıkmasının iki temel nedeni vardır. İlkin, belirli gruplar elinde toplanmış mülkiyetin toplumsal eşitlik ve adalete ters olduğunu ve özgürlüğü engellediğini savunurlar. İkinci olarak da bütün entelektüel, sosyal ve en önemlisi ekonomik birikimin bireylerin ya da grupların değil, bütün insanlığın olduğunu savunurlar.
Herhangi bir tarih döneminde ortaya çıkan birikim, bir tek insan ya da bir grup tarafından yaratılmamıştır. Bu birikim, bütün insanlık tarihinin o döneme bıraktığı bir miras olarak değerlendirilmelidir. Bu nedenle bütün insanlığın kazanımı olan bu birikim, yine bütün insanlar arasında eşit olarak kullanılmalıdır. Kropotkin her türlü üretimin kolektif yönünü şu sözlerle ifade etmiştir: “Ne kadar basit olursa olsun her makinede tüm tarihi okuyabiliriz”.

Kropotkin’e göre, bilimsel keşif ve icatlar da dâhil olmak üzere bugün varolan her şey kolektif bir emeğin ürünüdür. Bu nedenle hiç kimsenin bunun bir kısmını mülkiyetine alma hakkını kendisinde görmesi gerçekle uyuşmayacak bir davranıştır.

Kropotkin’in temel sorusu, insanlık tarihi boyunca yaratılmış bunca zenginliğe rağmen (ki bu zenginlik, hem bilgiden hem de doğaya karşı üretilmiş her şeyden tarlalar, yollar, köprüler vs.den oluşur) nasıl olup da bu kadar yaygın bir yoksulluğun hüküm sürdüğüdür. Bu soruya Kropotkin’in verdiği cevap Onun bu yoksulluktan kurtulmak için ortaya koyduğu öneriyi de içinde barındırır: “Bu anlaşılmaz gibi görünen tuhaf çelişkinin nedeni şudur: Üretim için gerekli olan her şey… insanlığın doğanın güçlerini altetmeyi öğrendiğinden bu yana… bir avuç insan tarafından gasp edilmiştir”

Anarşistler, miras yoluyla elde edilen mülkler, dolayısıyla her türlü sermaye, doğuştan gelen bir adaletsizliğin kurumlaşmasını sağladığı için hukuk tarafından korunan miras hakkına da karşı çıkarlar. Miras kurumu yolluyla kimi bireyler hayatlarında hiç çalışmasalar da mülk sahibi bir ailenin çocuğu olarak doğmakla birlikte büyük bir zenginliği tasarruflarına alabilmişlerdir.

Anarşistler, kapitalizmin temel kurumlarından biri olarak ele aldıkları mülkiyeti ortadan kaldırmanın, kapitalist sistemi ortadan kaldırmakla aynı anlama geleceği tezini savunmaktaydılar. Çalışmamızın başında açıkladığımız gibi, anarşizm asıl olarak kapitalizmin toplumsal ve bireysel alanlara etkilerin tartışıldığı bir dönemde kapitalizm karşıtı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Anarşistlerin ortaya çıkışlarındaki ilk tartışma konusu da bu bağlamda kapitalizm ve zararları olmuştur: İlk düzenli yayınlanan anarşist gazete olan ve kuruculuğunu Proudhon’un yaptığı “Halkın Temsilcisi” 7 Şubat 1848’de şu başlıkla yayınlanmaya başladı: “Üretici nedir? Hiçbir şey… Ne olmalıdır? Her şey”. 31 Ağustos 1848’de ise aynı gazetenin başlığı şu şekilde değişmişti: “Kapitalist nedir? Her şey! Ne olmalıdır? Hiçbir şey!”

Anarşistler, bir ülkedeki yönetsel ve ekonomik sistemin bürün halkı kapsayacak şekilde örgütlendiğinden hareketle, sistemin sorumluluğunun da bütün halka ait olduğu tezini savunurlar. Bu nedenle anarşistler sistemin eleştirisinde sadece egemen grupların değil, işçilerin de ele alınması gereği üzerinde dururlar. Kapitalist devletlerin varolan sömürge yapılarıyla kendi ülkelerinin refahlarını arttırmaları, anarşistler için, gerçekleşecek bir devrimin uluslar arası etkilerinin hesaplanabilmesi için de önemli bir veri olarak ele alınır. Rocker’in ifadesiyle; Şüphesiz ülkesindeki burjuvazinin, başka ülkelerden sağladığı ekonomik sömürüden işçilere de bir sus payı düşebilir, ama bu daima kendi özgürlükleri ve başka halkların ekonomik baskı altına alınması pahasına gerçekleşecektir. İngiltere, Fransa, Hollanda ve benzeri ülkelerdeki işçiler, kendileri doğrudan çaba sarf etmeseler de, burjuvazilerinin sömürge halklarını iliğine kadar sömürmesinin nimetlerinden yararlanarak bu sömürüye iştirak etmektedirler.

Varolan kapitalist sistemin, sadece ekonomik üretimi hedefleyen bir sistem olarak ele alınamayacağından hareketle, varolan sistemin büyük ölçüde varolan sosyal yapının ve egemenlik ilişkilerinin devamı için oluşturulduğunu savunan anarşistler, bu nedenle ekonomiden, işyerlerinin bir sistemin, aslında insanları köleleştiren bir yapı olarak ele alınması gerektiğinde ısrar ederler. Endüstriyalizm, kapitalizmin fiziksel olarak ortaya çıkması ve tüm sistemin işlemesine yarayan mekanizmanın ta kendisidir (her ne kadar, bazı diktatörlüklerin de gösterdiği gibi, lokal kriz dönemlerinde sistemin güçlendirilmesi için kaba bir askeri faşizme başvurulsa da). Murray Bookchin’in de belirttiği gibi fabrika, üretimin nötr bir birimi olarak değil de, toplumsal kontrolün bir aracı olarak görülmelidir. Fabrikalar sosyal bir boşluk içinde varolamazlar, aksine, tüm bir toplumsal kontrol sistemini oluşturan, çok daha büyük bir işyeri ve işlemler ağının parçasıdırlar. Bunlar, tamamıyla devrimci araçlar için ele geçirilip işletilebilecek kurumlar değildirler. Bu nedenle anarşistler, bu toplumsal ve ekonomik araçların ezilenler tarafından ele geçirilip işletilmesini değil bunların süreç içinde veya bir devrimle dönüştürülmesini savunurlar.

Anarşistlere göre, varolan kapitalist sistem, işyerlerini örgütleme biçimiyle insanın entelektüel ve kültürel yönünü –kısaca beşeriyeti – inkâr ederek insanı antropolojik bir türe indirmekte ve insanı sadece gücü ölçüsünde değerlendirmektedir. Bu özelliğiyle kapitalizm, toplumsal sömürünün bir Yöntemi olmaktan öte, insanın insani olan bütün yönlerinin reddedilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan, bu sistemde, sadece gücünden faydalanan bir canlıya indirgenmiş, işin yapılması konusunda bilgisine asla başvurulmamış ve iş hayvanlarından bir farkı kalmamıştır. Üretimin birinci hedef olduğu her sistem, İnsanın inkârıdır; çünkü bu sistemlerin her birinde mal ve hizmet üretiminin sayısal artışı, insanın aleyhine işleyen bir biçimde gerçekleştirilmektedir. İnsan bu durumda sadece bir “hayvan” olarak ele alınmaktadır. Anarşistler için tekellerin ekonomik diktatörlüğüyle totaliter devletin politik diktatörlüğü aynı toplumsal hedeflerin uzantısıdır ve ikisini de yönetenler, toplumsal yaşamın sayısız ifadesini makinenin mekanik temposuna indirgemeye ve organik olan her şeyi politik aracın yaşamdan yoksun ritmine uydurmaya çalışma cüretini göstermektedir.

Kropotkin, bu bağlamda kapitalist sistemin en önemli kurumlarından biri olan işbölümünü ele almış ve kapitalizm için işbölümünün zorunluluğuna dikkat çekmiştir. O’na göre işbölümü yoluyla insanlar bütün üzerindeki denetimlerini kaybetmiş ve düşünme yeteneğinden yoksun birer makineye dönüştürülmüşlerdir. Bu süreç, toplumları aşmış ve uluslar arası bir hale gelmiş; insanlar arasındaki işbölümünün aynısı halklar arasına da konulmaya çalışılmıştır. Yani insanlık ulusal fabrikalar halinde bölünmek istenmiştir.

Kropotkin’e göre işbölümünün zararları saymakla bitmez: yaratıcılığı öldürür, toplum açısından zararlıdır, bireyi kütleştirir, budalalaştırır, kişi açısından zararlıdır. Bu şekilde düşünme gücünden yoksun bırakılmış insanlardan oluşan bir toplum da politik bir diktatörlüğün gelişebileceği en uygun zemini oluşturur. Sanayinin her şey, insanın ise hiçbir şey olduğu yerde, etkileri politik bir despotizmden hiç de daha az yıkıcı olmayan bir ekonomik despotizmin sınırı başlar. Bu ikisi birbirini karşılıklı tamamlar ve ikisi de aynı kaynaktan beslenir.

Anarşistlerin kapitalizme karşı eleştirileri, kapitalizmden kurtulmanın yolları konusunda onları farklı açılımlara da götürmüştür. Bakunin gibi kimi anarşistler, kapitalist sistemin genel bir devrimle yıkılmasını savunurken Proudhon ve Kropotkin gibi anarşistler, genel devrim fikrini savunmakla birlikte evrimsel bir süreç içinde oluşturulacak kimi kurumlarla kapitalizmin etkisinin azaltılması ve toplumsal bir dönüşümün sağlanmasını savunmuşlardır. Bu konuda Proudhon’un kurduğu Halk Bankası önemli bir çalışma idi. Halk Bankası, işçiler arasında emek çekleriyle alış verişi geliştirmeye çalışacak ve idari masrafları karşılamak için nominal bir faiz oranıyla kredi verecek bir kurum olacaktı. Proudhon bu yolla, kapitalist sistemin dışında, bağımsız zanaatkârlar ve köylülerden ve işçi birliklerinden oluşan bir ağın yaratılabileceğine ve bu ağın her zaman barışçıl olacağını umduğu toplumsal dönüşümü yaratacağına inanıyordu.

Proudhon, ‘’Halk Bankası” yoluyla ekonomik güce ulaşacak köylü, zanaatkâr ve işçilerin oluşturacağı federatif örgütlenme ile kapitalizmin kendiliğinden yıkılacağını savunuyordu. Bu yolla oluşan bütün toplumun her parçasını kapsayacak ve karşılıklı özgürlüğünün teminatı olacaktı. Proudhon, bu binanın birlikler aracılığıyla kurulabileceğini ileri sürer, ama bununla katı ya da ütopyacı bir örgütlenmeyi kastetmediğini belirtmeye özen gösterir. Kendi içinde bir amaç olarak görülen birlik, özgürlük için tehlikelidir, ama daha büyük bir amacın, bireysel özgürlüğün amacı olarak görüldüğünde yararlı olabilir. Proudhon, birliklere yalnızca ‘toplumsal cumhuriyet’i kurma eğiliminde oldukları sürece değer verilmesi gerektiği cümlesiyle sendikalist tutumu öngörür.

Proudhon’dan farklı olarak Kropotkin, egemenlerin elinden ekonomik birikimi almanın ve kapitalizmi yok etmenin yöntemi olarak: toplumsal üretime el koyan bu grubun elindeki her şeyin istimlâk ve müsadere yoluyla alınmasını savunmaktadır. Kropotkin, kamulaştırmanın sınırını çizerken de aynı ilkeden hareket etmektedir; çalışma dışında, diğer insanların sömürüsüne dayanan kazanç. Kropotkin’e göre kamulaştırmanın sınırı; bankerin, sanayicinin ya da toprak sahibinin –her kim olursa olsun- bir başkasının emeğini sömürmesine araç olabilecek her şeydir.

Ona göre, böyle bir kamulaştırma zorunlu olduğu kadar ahlaka da uygundur; çünkü her zenginlik bir başkasının fakirliği üzerinden oluşur, kısaca sermaye hiçbir zaman tasarruf yoluyla oluşmamıştır. Zenginleşmenin yöntemi şudur: Önce yoksul insanlar bulacaksınız, onlara hakları olan ücretin dörtte biri, beşte biri kadar bir ücret ödeyerek belli bir birikime kavuşacaksınız, ardından devletin yardımıyla büyük bir operasyon gerçekleştirdiniz mi artık kimse sizi tutamaz.

Görüldüğü üzere anarşistler, oluşturduğu bütün kurumlarla, insan özgürlüğünün teminatı olan maddi üretim sonucunda oluşmuş birikimi belirli bir azınlığın elinde toplayan bir sistem olmasının yanında, insanı antropolojik bir türe indiren yaklaşımı nedeniyle de kapitalizme karşı çıkmışlardır.

MARKSiZM ELEŞTİRİSİ

Anarşist ve Marksist hareket benzer hedefleri paylaşan ve genel sosyalist akım içinde yer alan iki düşünce olsa da belki de düşünce tarihi içinde birbirlerini en fazla eleştiren iki akım olma özelliğini taşırlar. Bu karşılıklı tartışma öyle bir hal almıştır ki anarşist ve Marksist kütüphanede bulunan eserlerin küçük bir kısmı hariç diğer birçok çalışma bu tartışmaların ürünüdür. Bakunin ve Marx arasında yaşanan I. Enternasyonal tartışmaları ise ideolojik tartışmaların ötesine geçip ağız dalaşı halini almıştır.


1860’lardan sonra yaşanan süreçte her iki akımdan yazarların ortaya koyduğu çalışmalar, diğerlerine birer karşılık olarak yazılmış gibi görünür. Belki de bu, iki akımın varoluş dinamiklerinden biri olarak dahi kabul edilebilir. 19. yüzyıl Marksizm’inin anarşizme karşı verilen mücadelede olgunlaşması gibi, 20. yüzyılın Marksizm’i de, en son haliyle anarşizme karşı vereceği başka bir mücadeleyle kendini diriltmek zorunda kalabilir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, anarşistlerin birçok sosyalistten farklı olarak SSCB deneyimini “reel sosyalizm” olarak adlandırıp Marksizm’den farklı bir teorik içeriğe sahip olduğu tezini kabul etmemeleridir. Anarşistler Sovyet Deneyimi ve bunun olumsuz sonuçlarını Bolşeviklerin hatasının yanında büyük ölçüde Marksizm’in kendisinden kaynaklanan bir süreç olarak görürler. Sovyet deneyiminin iflasının ardından birçok Marksist tarafından savunulan “çökenin Marksizm değil Rus tipi komünizm” olduğu şeklindeki tez anarşistler tarafından reddedilmektedir. Anarşistler bu noktada, Birinci Enternasyonal içinde gerçekleşen Bakunin-Marx tartışmasında Bakunin’in Marx’a yönelttiği eleştirilere atıfta bulunmakta ve yaşanan Sovyet deneyiminin Marksist tezlerle bire bir örtüştüğünü ileri sürmektedirler.

Anarşizmle Marksizm arasındaki tartışmaların ilk işaretleri, anarşizmin kurucusu Proudhon ile Marx arasında gerçekleşen yazışmalarda ortaya çıkmıştı; bu yazışmalarda, Marx ile Proudhon arasındaki fikir ayrılıkları daha sonra anarşistlerle Marksistler arasındaki tartışmaların esasını teşkil edecek olan otoriteye bakışı ön plana çıkartıyordu.

Marx ile Proudhon arasındaki mektuplaşma, Marx’ın 5 Mayıs 1846’da Proudhon’a gönderdiği mektupla başladı. Marx, bu mektubunda, çeşitli ülkelerden sosyalistler arasında, ortak meseleleri tartışmak üzere ‘sürekli yazışma’ ağının kurulması konusunda yardımını istedi. Marx bu mektubunda Proudhon’a hitaben şöyle yazıyordu: Bu sayede [yazışma ağı sayesinde] görüş farklılıkları gün ışığına çıkabilir; düşünce alışverişi ve tarafsız eleştiri mümkün olabilir. Bu, sosyalist hareketin “yazınsal” bir ifadeye kavuşması açısından ileri doğru bir adım, “ulus” sınırlamalarını kaldırma yönünde bir adım olacaktır. Eylem sırasında, ülke içindeki durumun yanı sıra ülke dışındaki durum hakkında bilgi sahibi olmanın ise hepimiz için önemli olacağına kuşku yok.
[
Marx’ın bu yardım talebi karşısında aşağıda vereceğimiz Proudhon’un cevabında, iki nokta dikkat çekicidir. İlk olarak, Proudhon, “yazışma ağı” önerisinin aslında Avrupa ülkelerini kapsayan bir birlik çabası olduğunun açıkça farkındadır. İkinci nokta ise bu saptama ile ilişkilidir; metin, Proudhon ile Marx arasında daha o tarihlerde birlik ve yönetim konularında derin yaklaşım sorunları olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Proudhon, Marx’a cevabında şöyle demektedir: Tüm görüşleri gün ışığına çıkarma düşüncenizi içtenlikle onaylıyorum; dünyaya bilgili ve basiretli bir hoşgörü örneği sunalım, ama bir hareketin başında olduğumuz için yeni bir hoşgörüsüzlüğün liderleri olmayalım, yeni bir dinin havarileri olarak ortaya çıkmayalım, bu din mantığın dini, aklın dini olsa bile. Bir araya gelelim ve tüm protestoları teşvik edelim, tüm dışlayıcılıkları, tüm mistisizmi lanetleyelim; bir soruyu hiçbir zaman tamamen yanıtlanmış kabul etmeyelim ve son tezimizi ileri sürdükten sonra, gerekiyorsa belagat ve ironiyle tekrar başlayalım. Bu koşulla, birliğinize seve seve katılırım. Aksi halde, hayır!

Proudhon mektubuna şöyle devam ediyor: Mektupta kullandığınız ‘eylem sırasında’ ifadesine de itirazlarım var. Bugün, eskiden devrim diye adlandırılan ve bir şoktan başka bir şey olmayan bir coup-de-main (ani darbe) olmadan hiçbir reformun olanaklı olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. Ben de uzun süre böyle düşündüğüm için anladığım, mazur gördüğüm ve seve seve tartışacağım bu görüşü son çalışmalarımda tamamen terk etmeme neden oldu. Başarılı olmak için coup-de-main’e ihtiyacımız olduğuna inanmıyorum; dolayısıyla devrimci eylemi bir toplumsal reform aracı olarak ortaya atmamalıyız, çünkü bu sözde araç güce, keyfiliğe bir çağrı, kısacası bir çelişki olacaktır. Ben sorunu şu şekilde koyuyorum: bir ekonomik bileşimle toplumdan alınan zenginliğin, başka bir ekonomik bileşimle topluma iadesini sağlamak.

Proudhon’un sosyal bir devrim yerine sosyal bir değişimle hedefe ulaşılabileceği fikri, bugün de anarşistler içinde savunulmaya devam edilmektedir. Paul Goodman bu fikri şöyle ifade etmektedir: Özgür bir toplum, eski düzenin yerini ‘Yeni düzenin’ alması olamaz. Özgür bir toplum, özgür eylem alanlarının toplumsal yaşamın çoğunu oluşturuncaya dek yayılmasıdır.

Bu ifadeleri, daha sonra Marksistlerle anarşistler arasında Enternasyonal bünyesinde ortaya çıkan tartışmaların ana konusu olan, Marksistlerin iktidarı politik eylem yoluyla ele geçirilmesi tezi ile anarşistlerin, ezilenlerin kurtuluşunu sağlayacak toplumsal bir dönüşümün ancak ekonomik eylemlerle sağlanabileceği tezinin öncüsü ve ilk açık ifade edilişi saymak gerekir.

Bu Marx ile Proudhon arasındaki doğrudan temasın sonu oldu. Proudhon tarafından yazılan ve 1846 yılında yayınlanan “Ekonomik Çelişkiler Sistemi; ya da Sefaletin Felsefesi” adlı kitaba Marx’ın yazdığı cevap olan “Felsefenin Sefaleti’ ile Proudhon ile Marx arasındaki çelişki bir nevi üstü kapalı bir çatışma olmaktan çıkıp açık bir hale geldi. Bu tarihten itibaren anarşistlerle Marksistler arasındaki tartışma, sosyalist akımlar içindeki kamplaşmanın belirleyici etkeni oldu.

Anarşizmin, kendileri dışında yer alan sosyalist hareketlere karşı tavrını en iyi açıklayan, belki de onlara verdikleri isimlerdir. Anarşist Literatürde genel olarak kendileri dışındaki sosyalist akımları özel olarak da Marksizm’i nitelendirmek için birçok farklı terim kullanılmıştır. Bu terimlerden başlıcaları; otoriter sosyalizm, komünizm, otoriter komünizm, Alman komünizmi, devlet sosyalizmi, devlet komünizmi, idealist sosyalizm vs.dir.

Adlandırmalardan da anlaşılabileceği gibi, anarşistlerin, Marksistlere yönelttikleri birinci eleştiri, Marksistlerin sosyalizm anlayışlarının otoriter bir anlayış olduğudur. Birinci bölümde de gördüğümüz gibi anarşizmin temel kavramlarından biri otorite karşıtlığıdır.

Anarşistlere göre Marksistler, tarihi açıklama biçimleriyle kendilerini, toplumların geleceklerine ait bir “bilimsel yasanın” sözcüleri olarak görüyorlardı; bu ise onların fikirlerini tartışılmaz bir kutsallığa büründürüyordu. Bu açıdan anarşistlere göre Marksistler, açık bir şekilde olmasa da, diğer fikirlerin varlığını engelleyici bir tavır içindeydiler.

Bu bağlamda anarşistlerin, Marksistlerin toplumsal yapının ve toplumların tarihinin açıklanmasında ekonomik yapıya yükledikleri anlama itirazları oldukça yoğundur: Bir toplumdaki ekonomik sistemin o ülkenin sosyal ve siyasal bünyesindeki büyük etkisi yadsınamaz. Anarşistler de Marksistlerle benzer bir biçimde kimlerin elinde tuttuğunun belirleyiciliğini savunurlar. Ancak Marksistlerden farklı olarak, ekonomik sistemin bütün sosyal sistemi belirlediği fikrine karşı çıkarlar. Kropotkin, Marksistleri ekonomik altyapıya verdikleri bu önemden dolayı ekonomik metafizik yapmakla itham etmektedir. Kropotkin, bu ifadeyle Marksistlerin ekonomik altyapıyı kutsal bir belirleyici olarak tanımlamalarına karşı çıkmaktadır. Rudolf Rocker, anarşistlerin Marksistlere, ekonomik sistemle toplumsal ve siyasi sistem arasındaki ilişkiye ilişkin itirazlarını şöyle savunmaktadır: Gerçekte tarihin her dönemi bize bir ülkenin ekonomik gelişiminin belirli politik iktidar mücadeleleri tarafından yüzyıllarca geri bırakılması ve birtakım şablonlara zorla uydurulmasının binlerce örneğini verir.

Anarşizm ile Marksizm arasındaki bir diğer fark toplumsal sınıflara yaklaşımlarıdır. Anarşistler de Marksistlere benzer bir şekilde, ilk ortaya çıktıkları günden itibaren işçi sınıfına oldukça fazla önem vermişlerdir. Modern kapitalist toplumlarda ezilen grupların başında işçiler gelmektedir ve bu nedenle anarşist hareket içinde işçiler ve sorunları her zaman büyük yer tutmuştur. Proudhon son çalışması “İşçi Sınıfının Politik Kapasitesi”nde dikkatini tamamen işçilere yöneltmişti: Proudhon, bu kitapta işçilerin bağımsız bir güç olarak politika alanına girmelerini kutlayarak, 1848’de dile getirdiği, ‘proletarya kendisini özgürleştirmelidir’ cümlesini geliştirir. ‘Politik kapasiteye sahip olmak’ der ‘kolektivitenin bir üyesi olarak kendinin bilincine sahip olmaktır, bu bilinçten kaynaklanan düşünceyi doğrulamaktır ve gerçekleşmesine çalışmaktır. Bu üç koşulu birleştiren kişi bu kapasiteye sahiptir. Ancak anarşistler Marksistlerden farklı olarak toplumsal sistemin değiştirilmesi sürecinde öncü roIü “işçi sınıfı” yerine daha geniş bir ifade kullanarak “ezilenler”e yüklerler.

Ancak anarşistler, işçi sınıfına önem vermelerine karşın, toplumun bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini ve bunun dışındaki bir anlayışın, toplumsal bir kurtuluşu gerçekleştirmek yerine belirli grupların iktidarını oluşturmaktan başka bir şey ortaya koyamayacağı fikrini de sürekli olarak yinelemişlerdir.

Basit bir ele alışla proletaryaya verdikleri öncü rolden hareketle diğer sınıf ve kesimleri, ideallerinde, yönetilmesi veya proleterleştirilmeleri gereken toplumsal öğeler olarak gören Marksistlerin tam tersi olarak, anarşistler, burjuvazi dışında bütün toplumsal sınıf ve grupları aynı pozisyonda değerlendirirler. Anarşistler, Marksistlerden farklı olarak “işçiler” terimini bütün çalışanları kapsayacak bir içerikle kullanırlar. Anarşistlerin toplum çözümlemesinde, terimi bu içerikte kullanması, onların Marksistlerle aralarındaki derin ayrılığı gösterir. Bakunin’e göre bu tarz bir yaklaşım şu yanlışları içerir: Burada, proletarya, tüm ezilenler toplumu, bir ‘kitle’ olarak değil, bir ‘sınıf olarak sunulmaktadır. Bu, ne eksik ne de fazla, kırsal proletaryayı oluşturan milyonların dışlanmasıyla… fabrika ve kent işçileri tarafından yeni bir aristokrasinin oluşturulmasından başka bir anlama gelmez. ‘Sınıf’, ‘İktidar’ ve ‘Devlet’, birbirinden ayrılmayan üç terimdir; bunların her biri, zorunlu olarak, diğer ikisini de varsayar ve hepsi birden şu sözlerle ifade edilebilir: Kitlelerin siyasal olarak tabiyeti ve ekonomik olarak sömürülmesi.

İşçilerin, gerek sayısal çoğunlukları gerekse kapitalist sistem içindeki üretimi belirleyici güçleri nedeni ile bu toplumsal değişimin en etkili gruplarından biri olacağını yadsımamakla beraber, anarşistler, işçileri kapitalist sistemi değiştirebilecek tek grup olarak da görmemektedirler; istenen değişim ancak ezilen ve özgürleşmeleri engellenen bütün grupların ortak çabası ile gerçekleştirilmelidir.

Anarşistlerin bu yaklaşımının en önde gelen ilkesi, ideolojilerinin temel kavramlarından biri olan yönetenin olmamasıdır. Amacı ne olursa olsun, herhangi bir grubun iktidarı doğal olarak başka sınıfların yönetilmesi, yani baskı altında tutulması anlamına gelecektir; ki anarşist düşünce ile bakıldığında böyle bir toplumda özgürlükten değil, sadece diktatörlüğün başka bir biçiminden söz edilebilir.

Anarşistler ile Marksistler arasındaki tartışmalar, dönüp dolaşıp devlet konusunda düğümlenmektedir; anarşistler. İnsan üzerindeki en kapsamlı baskı aracı olarak değerlendirdikleri devIetin bütün diğer baskıya yol açan kurumlar gibi sosyal yaşamdan tamamen çıkartılmasını savunurlarken Marksistler sınıfsız topluma (komünist toplum) geçişin zorunlu bir aşaması olan sosyalist toplumda devletin işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesini savunmaktadırlar. Marksistlere göre, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, devletin burjuva toplumunun zorunlu bir sonucu olan bütün vasıfları ortadan kaldırılacak ve proletarya diktatörlüğü oluşturulacaktır. Bu noktadan itibaren devletin bir sınıfı baskı altına alma işlevi ortadan kalkacağından devlet de kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Anarşistler ise Marksist teorinin bu savunusuna karşın, kurulacak devletin sadece ismen farklı bir devlet olacağını ileri sürmektedirler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, anarşistlere göre devletin baskı uygulamasının sebebi, biçimi veya kimin elinde olduğu değil, devletin var olmasıdır. Anarşistlere göre devletin vasıfları da bu noktada önemli değildir. İtalyan anarşisti Malatesta, bu noktada Marksist devlet anlayışının temel fikri olarak kurulacak halk devletinin, halkın ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir işlevi olmadığı fikrini şu biçimde eleştirmektedir;
F. Engels, muhtemelen anarşist eleştiriye karşılık vermek için, sınıflar ortadan kalktığında devletin varlık nedeninin de ortadan kalkacağını ve insanların yönetiminden eşyaları yöneten bir güce dönüşeceğini söylerken açıkça kelimelerle oynamaktadır. Eşyalar üzerinde gücü olanın insanlar üzerinde de gücü vardır; üretime hükmeden, üreticilere de hükmeder; tüketimi belirleyen tüketicilerin de efendisidir.

Anarşistlere göre devlet biçimi ve yönetimi ne olursa olsun, varlığını sürdürmek için bazı temel politikaları uygulamak zorundadır; bu politikalar ise, sonunda insan özgürlüğüne karşı kurumların geliştirilmesini kaçınılmaz hale getirmektedir. Bakunin, “Tanrı ve Devlet” adlı çalışmasının büyük kısmını bu konuya ayırmış ve çalışmasında Marksist devlet anlayışına karşı şu temel eleştirileri yöneltmiştir.

Marksistlerin savundukları gibi proletarya diktatörlüğü sınıfsız bir toplumu oluşturmak yerine, yeni bir sınıfın oluşmasına neden olacaktır. Bakunin’e göre, Marx, kurulacak sosyalist devletin bütün üyelerinin eşit olacağını savunurken temel bir yanılgıya düşmektedir. Kapitalist toplumda birçok kurumun ve kişi”nin yaptığı bütün işleri bünyesinde toplayan ve tek yönetici durumuna gelen sosyalist devlette (Halk Devleti) bu merkezileşme, zorunlu olarak bütün işleri planlayacak bir yöneticiler grubunu gerekli kılacaktır. Bu grubun burjuva yöneticilerinden özde bir farkı olmayacaktır; çünkü asli görevi yönetmek olan herkes, doğal olarak yönettiklerini baskı altında tutmak zorunda kalacaklardır. Bu hükümet, bugüne kadar kurulmuş olanların en aristokratik, en despotik, en kibirli ve en küstahı olan bilimsel bir entelijensiyanın egemenliği olacaktır. Yeni bir sınıf, gerçek ve sözde bilim adamları ve eğiticilerin yeni bir hiyerarşisi doğacak ve dünya, bilgi adına yöneten küçük bir azınlık ile muazzam cahiller yığını halinde bölünecektir. Ve o zaman, vay cahiller yığınının haline.

Bunun yanında, bu tarz bir devlet, çok kısa süre içinde bir devlet kapitalizminin örgütleyicisi durumuna düşecektir. Ekonomik açıdan kapitalist devletlerle rekabete girmek zorunda kalacak olan böyle bir devlet, ön plana rekabeti, dolayısıyla yoğun üretimi koyacağından ilk amacı, mümkün olan en üst düzeyde üretim yapmak olacaktır; ve doğal olarak bu amaçla oluşturulan işyerlerinde insan, kapitalistlerin yaptığı gibi bir üretim aracına dönüştürülecektir. Bu nedenle sosyalist devlet, bütün üretim ve tüketim planlamasının merkezileştirilmesi sonucu kapitalist devletlerden daha da despot bir yönetim haline gelecektir. “Otoriter Komünizmin, Devlet Sosyalizminin temel ilkesi, bütün çalışmanın devlet adına yapılması ve ücretin devlet tarafından ödenmesidir. Toplumun bugünkü burjuva ayrıcalıklar örgütlenmesinden herkesin resmi eşitliğini içeren geleceğin örgütlenmesine çok büyük şoklar olmadan geçiş için gerekli olan bir dönem sonunda, tek mülk sahibi haline gelecek olan devlet, aynı zamanda yegâne kapitalist, banker, tefeci, örgütçü,
tüm ulusal emeğin yöneticisi ve onun ürünlerinin dağıtıcısı olacaktır. Modern komünizmin [Marksizm] ideali, temel ilkesi budur”.

Her devlet gibi bu devlet de iç ve dış siyasetini yönetenlerin ve devletin çıkarı amacıyla gerçekleştireceğinden sosyalist ideallerden gittikçe uzaklaşacaktır. Anarşistlere göre bu süreç, Marksistlerin kurmayı amaçladıkları devlette daha hızlı bir biçimde işleyecektir; çünkü böyle bir devlet kapitalistler tarafından açık düşman olarak görülecektir. Bu kuşatılmışlık içinde devletin birincil hedefi kendisini, her ne biçimde olursa olsun, korumak olacaktır. “Yok olma ve komşuları tarafından yutulma endişesi içinde yaşayan herhangi bir devlet, gücü bütünüyle ele geçirmek, daha güçlü hale gelmek ve başka devletler tarafından fethedilmemek için onları fethetmeye yönelmek zorundadır. Hem benzeşen, hem de yabancı olan güçler, ortak yaşamlarını ancak birbirlerini yok etmeye çalışarak sürdürebilirler. Fetihten söz eden biri ise, hangi isim altında olursa olsun, fethedilmiş, köle haline getirilmiş ve zincirlenmiş halklardan söz ediyor demektir”.

Anarşistlere göre böyle bir devlet eğitimden sanayiye kadar, kapitalist devlette var olan bütün kurumları, merkezileştirerek bu tek amaca hizmet edecek şekilde planlayıp işletmeye başlayacaktır. Ancak halkı denetlemek için, sadece bunlar da yeterli gelmeyecek ve güçlü bir ordu, polis teşkilatı oluşturulmak zorunda kalınacaktır.

Bu derece merkezileşmiş bir devlet, sosyal ve kültürel farklılıkları yok saymanın yanında birey olarak İnsanı da göz ardı edecektir. Bakunin’e göre hiçbir yönetici grubu tanrısal güçlere sahip olmadıkça bu kadar farklı insanın çıkarlarını bir arada gerçekleştiremez. Sonuçta olacak çok açıktır; “Bu durumda, her zaman hoşnutsuz insanlar olacaktır, çünkü her zaman birileri başkalarına feda edilecektir. Daha açık bir ifadeyle; “Bu tartışmalı varlık [Devlet], kamu çıkarı, kamu yararı, kamu güvenliği denilen bir soyutlamada özümlenmiştir; ve burada, bütün gerçek istekler, halkın iradesi denilen bir diğer soyutlamada diğerlerini iptal ederler. Buradan, bu sözde halkın iradesinin, aslında nüfusun tüm gerçek isteklerinin feda edilmesi ve inkârından başka bir şey olmadığı sonucu çıkar. Ancak yine de, bu her şeyi yutan soyutlamanın, kendini milyonlarca insana dayatabilmesi için, şu ya da bu gerçek güç, yaşayan varlık, tarafından temsil edilmesi ve desteklenmesi gereklidir. Bu varlık, bu güç, kilisede rahipler sınıfı, devlette yöneticiler ya da idareciler sınıfıdır.

Bu devlet güçlü bir devlet haline gelmek istiyorsa kendi halkı üzerinde de mutlak bir denetim sağlamak zorundadır. Bu ise devletle halkın birbirinden uzaklaşması sonucunu doğurur: “Her devlet, saf ve evrensel insani törenin öğretilerine sağır kalsınlar ve yalnızca yurtseverce ve özgül töreden esinlensinler diye, vatandaşlarının düşüncelerini ve eylemlerini denetlemek zorundadır. Buradan bir devlet sansürü zorunluluğu doğar. Marx’ın siyasal bakış açısının gereği olan büyük düşünce ve fikir özgürlüğü, Devlet güvenliğinin gerektirdiği ittifak halinde bağlılık ilkesiyle çelişir. Marx’ın yaklaşımının böyle olduğu, pratikte de, onun, son derece akla yakın bahaneler öne sürerek, maskeli bir sansürü Enternasyonal’in içine sokma girişimleriyle kanıtlanmıştır.

Sonuç olarak Bakunin, Marksist devlet anlayışını şu sözlerle özetler. “Böyle bir rejim, içeride kölelik, dışarıda kesintisiz bir savaş rejimi anlamına gelir.”

Devlet konusundaki bu tartışmaların yanında Marksistlerle anarşistler arasındaki çatışmanın bir diğer önemli nedeni de kapitalist devletin ortadan kaldırılması için izlenmesi gereken yöntemin ne olması konusundadır. 1872 yılında, Bakunin ve diğer anarşistler Enternasyonal’den çıkartılana kadar, tartışma bu konuda yoğunlaşmıştır. Marksistlerin, Enternasyonal’den bütün üye ülkelerin işçilerinin kendi politik partilerini kurarak parlamento mücadelesine girmeleri için karar çıkartmaya çalışmaları anarşistlerin sert tepkisiyle karşılandı. Anarşistler kapitalist sistemin parlamento yoluyla ortadan kaldırılamayacağını savunuyorlardı. Yapılması gereken mücadelenin ekonomik alanda yürütülmesi; burjuvazinin elinden ekonomik gücün alınması; ve bu yolla burjuvazinin sahip olduğu siyasal gücün de büyük oranda yok edilmesiydi.

Anarşistlerle Marksistler arasındaki tartışma daha spesifik birçok konuda devam etmesine rağmen, tartışmaların ana gövdesini belirttiğimiz bu noktalar oluşturmaktaydı. Anarşistlerin, Marksistler hakkındaki eleştirileri özetle şöyledir: Marksizm, doktriner bir harekettir ve bu nedenle, sosyalizm hedefini taşımasına rağmen, politikaları insan özgürlüğünü geliştirmek yerine, onu köleleştirecek bir içeriğe sahiptir.

Görüldüğü gibi anarşistlerin Marksistleri otoriter sosyalistler olarak adlandırmalarının sebebi, Marksist ideolojinin toplumların geleceğini kesin bir biçimde açıklama iddiası taşımasından ve yaşanacak bir toplumsal dönüşümün profesyonel bir yöneticiler grubu tarafından planlanmasını savunmasından; “devletçi sosyalizm” olarak nitelendirmelerinin nedeni de Marksistlerin sosyalist bir toplumda devletin zorunlu bir aygıt olarak varlığının devam ettirilmesini savunmalarından kaynaklanmaktadır.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.