Hiyerarşi

Sözlük | | Kasım 25, 2015 at 11:03 am

Hiyerarşi düşüncelere hükmetmektir, zihne hükmetmektir. Kendini keşfetmek ve özgürleştirebilmek için öncelikle hiyerarşinin yıkılması gerekir. O yüzden, ego'nun kendisini sınırlayan tüm hiyerarşilere karşı başkaldırması doğal olarak özellikle mülkiyet ve devletle ilgili otoriteryen sosyal ilişkilere son verilmesine yol açar.

Moğolluk dönemimiz üzerine tarihsel fikir yürütmelerde bulunmamın nedeni, savunduğum tezlerin titizlikle yürütüldüğünü ve gerçeğe uygunluğunu göstermek istemem değil, bundan sonra ileri süreceklerimin daha iyi açıklanmasına yarayacağını sanmamdır.

Dünya tarihinin seyrini Kafkasya kökenli [Beyaz ırktan] insanlar belirlemiştir ve öyle gözüküyor ki, bu süreç iki çağa bölünebilir. Birincisinde, biz doğuştan beraberimizde getirdiğimiz Zenciliğimizi yaşayıp geliştirerek sona erdirmek durumundaydık; devamında gelen ikinci çağda ise Moğol benzerliği dönemi (Çin dönemi) bunu izledi ki, bunu da tamamlamak gerekti. Zencilik dönemi, Eski Çağ’ı simgeler. Bu dönemde çevremizdeki şeyler (horoz yemi, kuşların uçuşu, hapşırık, gök gürültüsü, şimşek çakması, kutsal ağaçların hışırtısı, vb.) yaşamımızı etkilemiştir. Moğolluk dönemi ise, düşüncelere bağımlı olduğumuz dönemdir, yani Hıristiyanlık dönemidir. Gelecek zaman için ise şu sözler geçerli olacaktır: Ben şeyler dünyasının malikiyim ve Ben tin dünyasının malikiyim.

Sesostris’in ve Mısır’ın, hatta tüm Kuzey Afrika’nın en anlamlı dönemi zencilik çağına denk gelir. Hunların ve Moğolların yayılmalarına, yani Rusların zamanına kadar olan dönem, Moğolluk çağıdır.

Tanrı ve dünya kavramlarında olduğu gibi “Ben-olmayan kavramına (bu sert elmas taşına) çok yüksek değer biçildiği sürece, “Ben-olan”ın değerini çok yüksek göstermek mümkün olamaz. “Ben-olmayan” kavramı henüz dişimin kesemeyeceği ve sindiremeyeceğim kadar sert bir lokmadır. İnsanlar bu hareketsiz madde, yani töz (maddenin değişmeyen aslı) üzerinde büyük bir işgüzarlıkla oraya buraya sürünüp dururlar, tıpkı bir bitki gövdesinin üzerinde dolaşıp özsularını emerek beslenen, ama asla o bitkinin gövdesini tümüyle yiyip bitiremeyen asalak böcekler gibi… Moğolların gayretkeşlikleri, muzır böceklerin telaşlı koşuşturmalarına benzer. Çinlilerde her şey eskisi gibi kalır, “özsel” ve “tözsel” bir değişim olmaz. Ama kalıcı olanların, yani “eskilerden kalma” “atalardan gelme” gibi adlar taşıyan her şeyin üzerinde büyük bir titizlikle durulur, bunlar her yönüyle işlenir.

Demek oluyor ki Moğolluk dönemimizdeki bütün değişiklikler sadece reform niteliğinde, yani düzeltici mahiyettedir, yıkıcı ya da tüketici ve yok edici değildir. Töz, nesne, kalıcılığını sürdürür. Bizim bütün işgüzarlığımız, karınca faaliyetinden, pire zıplamasından, objektifliğin hareketsiz ipi üzerindeki cambazlıktan, değişmezliğin ya da “sonsuzluğun” egemenliği altında sürdürülen angarya hizmetinden başka bir şey değildir. Çinliler herhalde dünya üzerindeki en pozitif, en olumlu halktır, çünkü tepeden tırnağa tüzüklere, yönergelere gömülüdürler. Hıristiyanlık dönemi de pozitifliğin, yani “sınırlandırılmış özgürlüğün”, “belli sınırlar içindeki özgürlüğün” dışına çıkamamıştır. Durağan bir varsayım, yıkılmaz bir hipotez üzerinde yapılan bu tür çalışma, en ileri eğitim düzeyinde bilimsel çalışma olarak nitelendirilmeyi hak eder.

Ahlaklılığın ilk ve en anlaşılmayan şekli alışkanlık olarak kendini gösterir. Ülkesinin törelerine ve alışkanlıklarına göre davranmak, ahlaklılık sayılmaktadır. Bu nedenledir ki Çin’de saf ahlaklı davranışa, katıksız, bozulmamış ahlaklılığa tanık oluyoruz: Burada insanlar eski alışkanlıkları, töreleri sürdürürler ve her yeniliği ölüm cezasını hak eden bir suç olarak görürler, yeniliklerden nefret ederler. Çünkü yenilik, alışkanlıkların, eskiden kalanı korumanın, sebat etmenin can düşmanıdır. Gerçekten de, insanın kendini dış dünyanın müdahalelerine karşı savunabilmesi ve rahat, güvence de yaşayabileceği kendine özgü bir dünya yaratması, yani kendi cennetini kurması, ancak alışkanlıklarına bağlı kalması sayesinde mümkündür. Zira “cennet”, insanın hiçbir yabancı güç tarafından yönlendirilmediği, egemenlik altına alınmadığı, dünyevi hiçbir etkinin onu kendine yabancılaştırmadığı, kısacası yeryüzünün bütün cürufunu üstünden atmış olduğu, yeryüzüne karşı savaşın sona erdiği, artık kendinden hiçbir şeyin esirgenmediği, asıl vatandır. Cennet, feragat etmenin son bulması, özgürce zevk alma olanağına kavuşulmasıdır. Cennette insan kendinden hiçbir şeyi esirgemez, hiçbir şeyden feragat etmez, çünkü artık burada kendisine yabancı ve düşman olabilecek hiçbir şey yoktur. Şu da var ki, alışkanlık, insanın “başka bir doğası”dır, İnsanın fıtratı, karakteri haline gelir. Alışkanlık, insanı başlangıçta yaradılışında var olan doğallığından ayırır ve bundan kaynaklanan tüm rastlantısal etkilere karşı güvenceye alarak özgür kılar. Çinlilerin çok geliştirilmiş alışkanlıkları her türlü olaya karşı önlem almıştır, olabilecek her türlü durum “öngörülmüştür”; Çinli, başına ne gelirse gelsin, nasıl davranması gerektiğini bilir, koşullara göre kararlar alması, kendini ayarlaması gerekmez; önceden hesaba katılmamış hiçbir olay onu huzurla yaşadığı cennetinden söküp atamaz. Ahlak kurallarına, töreye alışkın, bunlarla kaynaşmış Çinli, hiçbir durumda şaşırmaz, ne yapacağını bilmez bir hale düşmez, daima itidalini korur, yani ruhsal dengesi asla bozulmaz ya da ölçülüdür, çünkü çok eski zamanlardan beri süregelen ve her durumu öngören töreler onu korur. Demek ki insanlık, alışkanlık sayesinde eğitim ya da kültür merdiveninin ilk basamağına adım atmış olur. Kültür merdivenini tırmanmakla, kültür cennetine, doğanın ikinci ülkesine ulaşacağını düşlediğinden, gerçekten de cennete götüren merdivenin ilk basamağına çıkmış sayılır.
Moğolluk döneminde tinsel varlıkların mevcudiyeti saptandıktan, tinsel varlıklardan oluşan bir dünya, bir cennet kurulduktan sonra, Kafkasyalılar bin yıllar boyunca bu tinsel varlıkların esasını kavrayabilmek için bunlarla boğuştular. Yaptıkları, Moğolların arazisine yapı kurmaktan başka ne olabilirdi? Onlar yapılarını kum üzerine” değil, havada kurdular, Moğollukla savaştılar. Moğolların cenneti Thiaen’ e saldırdılar. Acaba bu cenneti yıkmayı ne zaman başarabilecekler? Ne zaman gerçek birer Kafkasyalı olup kendilerini bulacaklar? Son zamanlarda “tinin ölmezliği” biçiminde tanımlanmakla daha güvencede olacağı sanılan “ruhun ölmezliği” ne zaman tinin ölebilirliğine dönüşecek?

İnsanlar, Moğolların hamarat uğraşları sonucunda kendilerine bir cennet inşa etmişlerdi, ama Kafkas ırkından olanlar, Moğol eğilimleri nedeniyle cennet ile ilgilendikleri sürece, bunun tam tersini, yani geleneklerden oluşan cennete saldırıp onu ele geçirme görevini benimsediler. İnsanların koyduğu bütün kuralların altını oymak ve derlenip toplanan bu inşaat alanında yeni ve daha iyi yapılar kurmak, tüm töreleri ortadan kaldırıp, onların yerine yeni ve daha iyi töreler koymak için çaba sarf ettiler. Ama acaba çabaları gerçekten amaçlandığı kadar saf ve meselenin özüne uygun muydu ve amacına ulaşıyor muydu? Hayır, bu “daha iyisini” yaratma sırasında Moğolluktan kurtulamamışlığın kısıtlayıcı etkisi sürer. Cennete saldırının amacı yeniden bir cennet kurmaktır, eski iktidarı tahtından indirmenin amacı, yeni iktidarı geçerli kılmaktır –yapılan sadece bir iyileştirmeden ibarettir. Gene de erişilmek istenen nokta, her yeni atılım sırasında gözden kaçar gibi oluyorsa da, cennetin, törenin ve benzerlerinin gerçekten ve bütünüyle tahtından indirilmesi, kısacası insanın dünyaya karşı güvenceye alınması, insanın yalıtılması ya da kendi içine dönmesidir. İnsan kültür cennetine sığınarak kendini dünyaya karşı yalıtmak, dünyanın düşmanca gücünü kırmak ister. Ama bu cennetin yalıtımı da sonuçta delinmelidir ve cenneti ele geçirmek için saldırıda bulunmanın sonu da cennetin yıkılması, yok olmasıdır. İyileştirme ve yeniden biçimlendirme (reforme etme) eylemi Kafkasyalı’nın Moğolluk yanıdır, çünkü bunu yapmakla daha önce var olan bir şeyi, yani bir takım kuralları, genel bir düzeni, bir cenneti yeniden kurmuş oluyor. 0, cennete karşı hiçbir şekilde barışa yanaşmayacak kadar katı bir düşmanlık içinde olmakla beraber, gene de her gün yeni cennetler inşa ediyor: Oysa cennetleri bir kule gibi birbiri üzene yığmakla, her birinin kendi altındakini ezmesine neden oluyor: Musevilerin cenneti Yunanınkini eziyor, Hıristiyanların cenneti Musevilerinkini eziyor, Protestanların cenneti Katoliklerinkini eziyor ve böylece sürüp gidiyor. Cennet için saldırıya geçmiş Kafkasyalı kanından insanlar, kendi üzerlerindeki Moğol derisini sıyırırlarsa, duygusal insanı, duygu dünyasının o muazzam yıkıntıları ve molozları altına gömerken kendini yalıtmış insanı, yalıtılmış dünyasının altına, göklere çıkarılan insanı da göğün altına gömerler. Gök, yani cennet ise, ruhlar, tinler âlemidir; tinin, ruhun özgür olduğu âlemdir.

Tinlerin, ruhların (hayaletlerin) var olduğu semavi alem, spekülatif felsefede belli bir düzene oturtulmuştur ve bu, felsefede, düşünceler, kavramlar ve fikirler alemi olarak tanımlanır. Bu âlemin sakinleri düşünceler ve fikirlerdir ve bu “tinler (hayaletler) dünyası” hakiki gerçektir.

TIn için özgürlük kazanmayı istemek, Moğolluktur. Tın özgür .. lüğü MoğoI özgürlüğüdür, gönül özgürlüğü, ahlak özgürlüğü, töre özgürlüğüdür.

“Ahlâklılık” sözcüğü herhalde kendiliğindenlikle, kendi kaderini tayinle eş anlamlı kabul edilir. Fakat aslında öyle değildir. Kafkasyalı, Moğol tarzı ahlaklılığına, töreye bağlılığına rağmen kendiliğindenliğini kanıtlamıştır. Moğol cenneti ya da töre, gene de sağlam bir kale olmayı sürdürmüştür. Ve Kafkasyalı, durmadan bu kaleye karşı saldırmakla ahlâklılığını kanıtlamıştır. Eğer töreyle uğraşmaya devam etmeseydi, onu daimî, yenilmez düşmanı olarak görmeseydi, töreyle ilişkisi kesilmiş olurdu ve ahlaklılık, töreye bağlılık da sona ererdi. Onun bu kendiliğindenliğinin hala ahlaki bir kendiliğindenlik olması bir Moğolluk belirtisidir ve Kafkasyalının henüz kendine gelmediğinin bir işaretidir. “Ahlaki kendiliğindenlik” tamamen “dinî ve Ortodoks felsefeye”, “meşruti monarşi” “belli sınırlar içindeki özgürlüğe”, “kısıtlanmış basın özgürlüğüne” ya da hasta yatağına mahkûm kahraman imajına uygundur.

İnsan sadece hayaletlere inanmaktan vazgeçmekle kalmayıp tine duyduğu inancı da yenme gücünü bulursa, ancak o zaman Şamanizmi ve ona bağlı olarak hayaletlerin varlığını kabul eden zihniyeti üzerinden atmış olur.

Hayaletlerin varlığına inanan kişi, “bizim üstümüzdeki bir dünyanın bize doğru uzandığını” sanma konusunda tinin varlığına inanan kişiden daha aşırıya gitmez. Her ikisi de duyularla algılanabilen dünyanın arkasında duyu ötesi bir dünyayı arar, kısacası onlar başka bir dünyayı hem üretir, hem de ona inanırlar ve tinlerinin ürünü olan bu öteki dünya, tinsel bir dünyadır. Çünkü duyulan, bu duyu dışı öteki dünyayı algılamaz ve tanımaz, sadece ünleri o dünyada yaşar. Moğollara özgü bu tinsel varlıklar inancından ayrılıp, insanın asıl özünün de tin olduğu ve bütün emeklerin büyük bir özenle onun “ruh esenliğine” adanması gerektiği kanısına varılması zor olmamıştır, Böylece tin in etkilenmesi, sözümona “ahlaki etki”, güvenceye alınmış olur.

Toplumsal bağları gerçekleştirecek olan her şey, dinsel inanç, ahlaki görev, siyasal örgütlenme ve toplumsal kurumlara saldırma, ego’nun kendiliğinden gelişen faaliyet alanlarıdır.
       Max Stirner


Moğolluğun duyarlılığa hiç hak tanımadığı, duyarsızlığı ve doğasızlığı temsil ettiği artık apaçıktır ve binlerce yıl boyunca günah ve günah bilinci bize Moğollardan gelen bir işkence olmuştur.

Peki, ama kim tini de kendi Hiçliğinde eritip çözecek? Tini sayesinde doğayı önemsiz, sonlu ve fani olarak tanımlayan, tini de aynı önemsizliğe indirgeyebilir: Bunu Ben yapabilirim, bunu aranızdaki mutlak bir Ben olarak davranan herkes, yani tek kelimeyle egoist yapabilir.

Kutsalın karşısında, insan tüm cesaretini ve güçlü olma duygusunu kaybeder: Davranışları güçsüz ve itaatkârdır. Oysa hiçbir şey kendi başına kutsal değildir, ona kutsallık payesini veren Ben’im. Benim sözüm, Benim kararım, Benim diz çöküşüm, kısacası Benim – vicdanımdır.

Egoistin yaklaşamadığı, dokunamadığı, gücünün yetmediği, yani onun üstündeki her şey kutsaldır. Özetle, her türlü vicdan meselesi kutsaldır. Çünkü “bu Benim için bir vicdan meselesidir” sözü, “bu Benim için kutsaldır” anlamına gelmektedir.

Küçük çocuklar ve hayvanlar için kutsal diye bir şey yoktur, çünkü böyle bir imgenin oluşması için “iyi ile kötü, haklı ile haksız” vs. arasındaki farkı seçebilecek kadar aklın gelişmiş olması gerekir. Ancak düşünme ve anlama yetisinin bu düzeye eriştiği durumda –ki dinin asıl duruş noktası budur- doğal korkunun yerini doğal olmayan (yani düşünerek oluşan) derin hürmet, “kutsal olan karşısında duyulan ürkeklik ve çekingenlik” alır. Bu duygunun oluşması için, insanın kendi dışındaki bir şeyin kendinden daha güçlü, daha büyük, daha iyi, daha haklı, vb. olduğunu kabul etmesi, sadece böyle bir duyguya kapılmış olmayıp, kesin olarak buna inanması, yani onu böyle bir mertebeye çıkarması, kendini ona tutsak etmesi, ona adaması, tâbiiyet, itaat, emir kulu olma biçiminde bağlanması ve onu benimsemesi gerekir. İşte “Hıristiyan erdemleri” adı verilen kalabalık bir hayaletler sürüsünün hüküm sürdüğü alan budur.

Karşısında saygı ve perva duyduğunuz her şey “kutsal” sıfatını hak eder. Zaten Siz de böyle bir şey karşısında, o sanki “kutsal bir varlıkmış gibi, ona dokunmaya çekindiğinizi, ürktüğünüzü” söylersiniz. Hatta darağacı, cürüm gibi kutsal olmayan şeyler için bile bu ifadeyi kullanırsınız. Böyle bir şeye dokunmaktan ürkersiniz, dehşete kapılırsınız, çünkü tekinsiz, yani size özgü olmayan ya da yadırgadığınız bir şeyle karşı karşıya bulunduğunuzu duyumsarsınız.

“Eğer insanların kutsal saydığı şeyler olmasa, başına buyrukluğa, keyfi davranışlara, sınır tanımayan öznelliğe bütün kapılar açılmış olur!” Açılışı korku yapar ve en zalim insana bile kendimizi korkunç gösterebiliriz. Korkutmak, küstahların karşısına çekilecek en güvenilir settir. Fakat korku duygusu aynı zamanda insanda korkulan şeyden kurtulmayı deneme isteği de uyandırır. Kurtulmak için hileye, dolandırıcılığa, kurnazlığa başvurulur. Oysa derin hürmet duyulan bir şeyin karşısındaki ürkeklik ve çekingenlik tamamen farklıdır. Bu durumda her şey korkudan ibaret değildir, aynı zamanda itibarı da içerir. Korkulan şey, içsel bir iktidar hâline gelmiştir ve kendimizi onun etkisinden kurtaramayız, ona itibar eder, tabi olur, kendimizi ona bağımlı kabul ederiz: Ona gösterdiğim saygı, tamamen onun egemenliği altına girmeme neden olur ve ben artık kendimi bundan kurtarmaya istekli olmam bile. Artık inancın bütün gücüyle ona bağlanmışımdır, ona inanırım. Ben ve korktuğum şey birleşip bir bütün haline geliriz: “Yaşayan Ben değilimdir; korktuğum ve saygı duyduğum şey, Benim içimde yaşamaktadır!” Tin, yani sonsuzluk, bir sonlanmayı mümkün kılmadığından, kendine konaklayacak bir yer saptar, çünkü ölmekten korkar, sevgili İsacığından vazgeçemez, gözleri kamaşmış olduğundan, sonluluğun azametini algılayamaz: Bir zamanlar korkulan ama artık derin saygı duyulan şeye bundan böyle dokunulmamalıdır; derin hürmet sonsuzlaştırılır, saygı duyulan şey tanrılaştırılır. İnsan bundan böyle yaratan değil öğrenendir (bilendir, araştırandır). Yani sabit bir nesne, konu ile meşgul olur, onu inceler, kendini ona adar ve kendini onun derinliklerinde kaybeder. Bu nesne ile ilişkisi, bilmek, araştırmak, kanıtlamak, nedenlerini göstermek gibi eylemlerden ibarettir; ayrıştırmak, eritip ortadan kaldırmak (yok etmek vb.) değildir. “İnsanlar dindar olmalı” düsturu kesindir, bu nedenle de bu duruma nasıl gelinebileceği, dindarlığın asıl anlamının ne olduğu gibi sorularla ilgilenilir. Ama aksiyomun kendisini sorgulamak ve onu ortadan kaldırmayı bile göze alarak hakkında kuşku beyan etmek söz konusu olunca durum değişir. Ahlaklılık da işte buna benzeyen kutsal bir tasavvurdur: İnsan ahlaklı olmak zorundaymış; bütün mesele, “nasıl” ahlaklı olunacağının, ahlaklı olmanın yollarını, yöntemlerini aramakmış. Oysa ahlaklılık kavramının da yanılsama olup olmadığını sormaya kimse cesaret etmez, Bu kavram bütün şüphelerin üzerinde yüceliğini ve kayyumluğunu sürdürür. Ve işte kutsal sayılan bütün kavramlar için basamak basamak aynı süreç gerçekleşir; “kutsal”dan “en kutsala” dek.

Bazen insanları iki sınıfa ayırırlar: Eğitimliler ve eğitimsizler diye. Birinci gruptakiler kendilerine verilen paye oranında, düşüncelerle, tinle meşgul olurlar. Hıristiyanlık sonrası dönemde, ki ilkesi düşünceydi, eğitimliler ve kültürlüler egemenliği ellerinde tuttuklarından, kendileri tarafından kabul edilen düşüncelere saygı gösterilmesini ve bunlara tabi olunmasını istediler. Devlet, hükümdar, Kilise, Tanrı, ahlaklılık, düzen, vb. sadece tin için var olan düşünceler ve hayaletlerdir. Sırf canlı bir yaratık, misal bir hayvan, bunları umursamaz, tıpkı bir çocuğun da umursamadığı gibi. Eğitimsiz kişiler gerçekten çocuktan farksızdır: Sadece nafakalarının peşinde koşanlar, o ünleri umursamazlar, ama onlara karşı güçsüzlüklerinden ötürü, onların gücüne tabi olurlar ve düşüncelerin egemenliği altına girerler. İşte Hiyerarşi’nin anlamı budur.

Hiyerarşi, düşüncenin egemenliği, tinin egemenliğidir!


Devlet hem canavar hem de makinedir. Sadece hayvanlar âleminin aç gözlü kralı, ayni anda aslan ve kartal değil, keza o dev bir mekanizma, sistemdir. Hem bireyin kendisinden feragat etmesini talep eden Tanrı ve Şeytan’dır, hem de bireyi köleleştiren, sınırlayan, evcilleştiren ve kendisine tabi kılan bir canavardır.

Max Stirner  


Bugüne kadar biz Hiyerarşi içinde yaşadık. Düşüncelere dayananlar, bizleri baskıları altına aldılar. Düşünceler, “kutsal olan”dır.

Her zaman için, eğitimli eğitimsizle ve eğitimsiz eğitimliyle çarpışır. Bu çarpışma iki ayrı insanın birbiri üzerine doğru atılması biçiminde gerçekleşmez. Bir tek insanın içinde olagelir. Çünkü eğitimli bir insan da, eğitimsiz bir insanın hoşlandığı şevlerden zevk alabilir ve eğitimsiz bir insan da ille düşünceden yoksun olmayabilir. Hegel, en eğitimli kişinin bile nesnel şeylere nasıl özlem duyduğunu ve her türlü “içi boş teori” den nasıl tiksindiğini açıklar. O, düşüncelerle gerçekler ve nesneler dünyası arasında uygunluk arar ve hiçbir kavramın gerçeklikten yoksun olmamasını ister. Bu nedenledir ki Hegel’in en objektif sistemi ortaya koyduğu, nesne ve düşünceyi birleştirdiği ileri sürülür. Oysa bu, düşüncenin en aşırı zorbalığı, en ileri despotizmi ve tek başına egemen olma iddiası, tinin zaferi ve aynı zamanda da felsefenin zaferidir. Felsefe artık bundan daha üstün bir başarıya ulaşamaz, çünkü ulaşabileceği en üst kademe, tinin Kadir-i mutlak ve hâkim-i mutlak olmasıdır,”
Din adamları bir şeyi gerçekleştirmeyi kafalarına koydular. Onlar, sevgi, iyilik gibi kavramların gerçek hayata taşınmasını istiyorlardı; amaçları, yeryüzünde kimsenin bencilce davranmadığı, tüm eylemlerin “sevgiden” kaynaklandığı bir sevgi ülkesi kurmaktı. Sevgi hükmetmek içindir. Kafalarına koydukları şeye sabit fikir denmez de ne denir? “Kafalarının içinde hayaletler cirit atıyor sanki.” En bunaltıcı hayalet ise insandır. Şu atasözünü hatırlayalım: “İnsanı felakete götüren yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir,” İnsanın kendi içinde insanlığı gerçekleştirmek istemesi, tam-insan olmak, iyi, soylu, sevecen vb. olmak gibi bir iyi niyet taşıması, onu felakete götürür.
Bruno Bauer, Denkwürdigkeiten [Üzerinde Düşünülmeye Değer Konular] adlı eserinin altıncı kısmında, s. 7’ de şöyle der; “Yeni dönemin tarihi için feci bir önem taşıyan orta sınıf, fedakârane bir eyleme, bir fikir için coşkuya kapılmaya, atılımda bulunmaya uygun değildir. Bu toplum, kendi vasatlığının çıkarlarından başka hiçbir şey için kendini harcamaz, yani hep kendi sınırları içinde kalır ve sadece bir kitle olmanın gücü ile galip gelir. Bu kitle olma bilinci de heyecanların, coşkuların, tutarlılıkların gücünü tüketir ve yeni fikirlerin bir kısmını içine alıp yüzeyselliği içinde eritir. “ Sayfa 6’ da da şu sözler yazılıdır: “O, devrimci fikirler uğruna kendini harcayan fedakâr ve heyecan dolu insanlar gibi kendini feda etmemiştir, bu fikirleri sadece kendi yararına kullanmış, tini paraya çevirmiştir. –Ama elbette ki bu fikirlerin sivriliğini, tutarlılığını, her türlü bencilliğe karşı yıkıcı, fanatik ciddiyetini giderdikten sonra.” Demek ki orta sınıf mensupları fedakâr, heyecanlı, ideal, tutarlı ve bir fikir için kendilerini coşkuya kaptıran, kendilerinden geçen kimseler değillerdir. Onlar amiyane tabirle egoist, kendi çıkarlarını düşünen, uyanık, hesapçı insanlardır.
Acaba “fedakâr” diye kime denir? Herhalde tek bir şey, tek bir amaç, tek bir istek, tek bir ihtiras için diğer her şeyi feda edene denir. Annesini, babasını terk eden, amacına ulaşmak için her türlü tehlikenin ve yokluğun üstesinden gelen âşık da fedakâr sayılmaz mı? Ya da tek tutkusu uğruna bütün hırslarından, isteklerinden, tatminlerinden vazgeçen mevki ve şöhret düşkünü insan, ya da servet biriktirmek için her şeyi kendinden esirgeyen cimri, ya da zevk ve eğlence düşkünü kişi? Böyle insanlar bir tutkunun egemenliği altında olup bütün her şeylerini ona kurban ederler.
Bu fedakâr insanlar acaba bencilce davranmıyorlar mı, birer egoist değiller mi? Onlar, sadece tek bir tutkuları kendilerine egemen olduğu için, yalnız onu tatmin etmeye çalışırlar. Ama bunun için de aşırı bir gayret sarf ederler, adeta bu gayretleriyle beslenir, mutlu olurlar. Bütün yaptıkları egoistçedir, ama tek yönlü, yeniliklere kapalı, dar kafalı bir egoizmdir bu, bir fanatizmdir.

“Bunlar, aslında insanın kendisine egemen olmasına izin vermemesi gereken küçük, aşağılık tutkulardır. İnsan ancak büyük bir mesele, büyük bir fikir için fedakârlıkta bulunmalıdır!” “Büyük bir fikir”. “iyi bir amaç” diyebileceğimiz konular için şu örnekleri gösterebiliriz: Pek çok kişinin ölümü bile göze aldığı “Tanrı’nın saygınlığı” meselesi, uğruna birçok kişinin seve seve işkenceye katlandığı Hıristiyanlık, dinsizleri ya da dinden sapanları aç kurtlar gibi yakalayıp boğazlarken kendini “ruhu esenliğe kavuşturan tek kuruluş” olarak gören Kilise düzeni, uğruna giyotinde kanların akıtıldığı özgürlük ve eşitlik kavramları gibi…

Büyük bir fikre, iyi bir amaca, bir öğretiye, bir düzene, yüksek bir göreve kendini adayan kişi, dünyevi arzulara, kendine yönelik ilgilere yer vermemelidir. Burada klerikalizm [Dinin ve dini kurumlan toplum hayatının çeşitli kesimlerindeki yerini güçlendirmeyi amaçlayan toplumsal, ekonomik akım. –ç.n.] veya pedagojik bakımdan etkileyiciliği açısından akıl hocalığı da denebilen bazı kavramlar ortaya çıkıyor. Çünkü bizi akıl hocalığı yaparak yönlendirenler ideal kişilerdir. Din adamı, kendini bir fikre adamakla görevlidir ve bu fikir uğruna, bu gerçekten iyi amaç doğrultusunda çaba sarf etmek zorundadır. Bu nedenle halk, onun dünyevi bir kibir göstermesini, bolluk içinde yaşamak istemesini, dans ve oyun gibi eğlencelere katılmasını, kısacası “kutsal çıkarlar”ın dışında kalan meselelere ilgi göstermesini ona yakıştırmaz. Belki de öğretmenlerin maaşları bu yüzden böyle düşüktür, çünkü onların mesleklerinin kutsallığı ile tatmin olmaları, başka zevklerden “feragat etmeleri” beklenir.

Ayrıca insanların yeryüzündeki yaşamlarında bir misyon olarak benimsemesi gereken kutsal fikirlerin de bir “rütbe sıralaması vardır. Ben, görevine bağlı biri olarak, aile, anavatan, bilim gibi kurumlara hizmet etmek zorundayım.
Bu konuda, papaz güruhunun etkisinden kendini kurtaramamış dünyanın çok eski bir batıl inancına rastlıyoruz: İnsanın yeryüzündeki görevi, bir fikir, bir ide uğruna yaşamak ve o doğrultuda faaliyette bulunmaktır; bu yükümlülüğünü sadakatle yerine getirdiği ölçüde insanlığına değer biçilir.

İşte fikrin egemenliği, tahakkümü ya da klerikalizm budur. Örneğin Robespierre, Saint-Just vb. kişiler sapına kadar “papaz” zihniyetliydiler, onlar bir fikrin heyecanına, coşkusuna kapılmış, bu fikir için savaşan, ideal insanlardı. Nitekim Saint-Just bir söylevinde dinleyicilerine şöyle seslenir: “Kutsal vatan sevgisinin korkunç bir yanı var: Her şeyi acımasızca, korkusuzca kamu çıkarları uğruna feda eder, insanları bile esirgemez. Bu sevgi Manlius’u felakete sürüklemiş. Regulus’u Kartaca’ya götürmüş, bir Romalıyı uçuruma yuvarlamış ve Marat’yı da kendisini bir fikre adamanın kurbanı olarak Panteon’a yerleştirmiştir.”

Bu ideal ve kutsal çıkarların temsilcileri karşısına artık sayısız “kişisel” ve dünyevi çıkardan oluşan bir dünya dikilmektedir, Hiçbir fikir, hiçbir düzen ya da kutsal mesele bu kişisel çıkarlar tarafından alt edilemeyecek ve değişime uğratılamayacak kadar güçlü değildir. Coşkulu duygulan ve fanatizmin doruklara ulaştığı zamanlarda bu kişisel çıkarlar sessiz kalsalar dahi, “halkın sağlıklı bilinci” sayesinde tekrar kendilerini belli ederler. O büyük fikirler, ancak kişisel çıkarlara ters düşmedikleri, egoizmayı tatmin ettikleri zaman galip gelirler.

Penceremin dibinde şu anda balık satmak için müşterilere seslenen adamın kişisel çıkan, çok satış yapmaktır. Eğer adamın karısı ya da herhangi bir kişi ona bol kazanç dileğinde bulunursa, bu onun kişisel çıkarıyla ilgilidir. Oysa hırsızın biri adamın balık dolu sepetini çalarsa, o anda birçok kişinin çıkan, bütün kentin, tüm ülkenin, kısacası hırsızlığı kınayan herkesin çıkan söz konusu olur. Bu çıkar sorununda artık balıkçının kişiliği önemini kaybeder ve onun yerine “malı çalınan kişiler” kategorisi ön plana geçer. Ama bu meselede kişisel çıkarlara doğru bir yöneliş de olabilir, çünkü olaya karışanların, hırsızın yakalanıp cezalandırılmasını istemelerinin nedeni, hırsızlığın yaygınlaşmaması ve dolayısıyla kendi mallarının da korunmasıdır. Herkeste böyle bir düşünüş biçimini saptamak mümkün olmasa dahi herkesin hırsızı “suçlu” olarak nitelendirdiğine tanık oluruz. Böylece hırsızın eylemi hakkında bir yargıya varılmış olur ve bu da “suç” kavramı ile ifade edilir. Şimdi şöyle bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz: Bir suç bana zarar vermediği gibi benimle ilgili başka kimselere de en ufak bir zarar vermiyorsa bile, ben gene de ona karşı tavır alırım. Neden? Çünkü ben ahlâklı olmaktan yanayım ve ahlaklılık fikri ile doluyum; ahlaklılığa ters düşen her şeye karşı savaşırım, örneğin ‘Proudhon, hırsızlığı nefret edilecek bir suç olarak kabul ettiğinden, “mülkiyet hırsızlıktır” tümcesiyle mülk sahibi olmaya “cürüm damgası vurmuştur. Din savunucularının bakış açısına göre de hırsızlık suç sayılır ya da en azından bir kabahat olarak kınanır.

Burada artık kişisel çıkardan söz edilemez. Sepeti çalan o kişi, benim şahsımı hiç ilgilendirmez; ben sadece o kişinin temsil etmekte olduğu hırsız kavramıyla ilgilenmekteyim. Benim tinimde insan ve hırsız kavramları bağdaşmaları mümkün olmayan, birbirlerinin tersi iki kavramdır, çünkü insan hırsızsa, hakiki bir insan olamaz: hırsızlık yapan, kendi içindeki İnsan’ın, ya da “İnsanlık”ın onurunu ayaklar altına almış olur. Böylece olaya kişisel ilgi azalır ve “filantropi”ye, yani insan severliğe dönüşür. Bu kavramın da insanları sevmek, tek tek her insanı sevmek anlamına geldiği sanılır ki, bu yanlıştır; doğrusu, İnsan sözcüğüyle ifade edilen o gerçekdışı ve hayal ürünü kavrama (hayalete ) duyulan sevgidir. Tous antropous’u, insanları değil, ton antropon’u, insanı yüreğinde taşıyandır Filantrop. Gerçekte tek tek her insan ile ilgilenir, ama bundan amaçladığı, çok sevdiği idealinin her yerde gerçekleştiğini görmektir.

Aslında Beni, Seni, Bizi kayırması söz konusu değildir, bu kişisel ilgidir ve “dünyevi sevgi” kapsamına girer. Oysa filantropizm, yani insan severlik öğretisi, semavi, tinsel -papazvari- bir sevgidir. İçimizdeki İnsan yeniden diriltilmelidir, bu uğurda biz zavallı acizler mahvolsak bile… Ünlü “fiat justitia, pereat mundus”(Adalet gerçekleşsin de varsın dünya yıkılsın) sözündeki gibi bu da papaz güruhunun ilkelerinden biridir: Gerek İnsan, gerekse Adalet birer fikir, birer hayalettir ve bunlar uğruna her şeyin feda edilmesi gerekir. Bu nedenle papaz güruhunun tinleri “fedakar” tinlerdir.

İnsana tutkun kişi, bu tutkunluğunun derecesine göre, kişileri ihmal eder ve bir ideal, bir kutsal ilgi içinde yüzer, zira İnsan, bir kişi değildir, sadece bir ideal, bir hayalettir.


İnsan, çok çeşitli konularla ilintilidir. İnsanın en büyük ihtiyacının inanmak olduğu düşünülüyorsa, dini bir ideoloji, klerikalizm oluşur, eğer ahlaklılık önemseniyorsa, ahlaki bir ideoloji, ahlaki klerikalizm söz konusudur. Günümüzde papaz güruhu her konuyu bir “dine” dönüştürür: “Özgürlük dini, eşitlik dini vb.” bütün fikirler onlar için “kutsal bir mesele” haline gelir, örneğin vatandaşlık, politika, kamuoyu, basın özgürlüğü, jüri tarafından yargılanma, vb.

Bu bakış açısına göre “kendi çıkarını düşünmeme” , yani “özgecilik” ne anlama gelir? Sadece ideal konulara ilgi duymak, kişilerin itibar sahibi olmasını umursamamak anlamına gelir!

Dünyevi konulara yönelmiş insanın kolay kolay fikrinden şaşmayan kafası buna karşı çıksa da binlerce yıl boyunca, hiç değilse, o dirençli boynunu büküp, “daha üstün güce saygı göstermek” zorunda kalmıştı, Papaz güruhu ona boyun eğdirmeyi başarmıştı. Dünyevi konulara yönelen egoist, daha üstün bir kudreti, örneğin Eski Ahit yasalarını, Roma’daki Papa’yı ya da benzerlerini başından atmayı başardığı anda, bundan yedi kat daha üstün kudretlerin başına çöktüğünü gördü. Örneğin yasaların yerine inanç geçti, belli sayıda din adamı ile yetinmek yerine, bütün herkesin din damı olarak yetiştirilmesi istendi. Şeytanın birinin elinden kurtulduğunu sandığında tepesine yedi şeytanın birden çöktüğünü fark etmeye benzer bir durumdu bu.

Yukarıda [Bauer’den] alıntılanan pasajda ve başka yerlerde, orta sınıfın ideallere ilgisi olmadığı ileri sürülmektedir. Nitekim Robespierre’in ilkelerini hayata geçirmedeki ideal tutarlılığına karşı entrika çevirdiler. Orta sınıf, çıkarcı içgüdüsü sayesinde, varılacak sonucun kendi beklentileri ile bağdaşmadığını fark etti, ortaya atılan ilkelerin coşkusuna kapılmanın, kendi çıkarlarına ters düşeceğini anladı. Keskin bir teorinin zafere ulaşabilmesi için bütün amaçlardan vazgeçecek kadar fedakâr olmak gerekir miydi? Elbette ki böyle davranılması papaz güruhunun işine gelirdi: Onlar, “Üstünde ne varsa hepsini at ve benim peşimden gel” ya da “Neyin varsa sat ve parasını yoksullara dağıt ki, cennette servete kavuşasın, haydi benim yolumu izle” diye halka seslendiklerinde, bu sözlerinin dinlenmesinden hoşnut olurlar. Bazı idealistler bu çağrıyı dinledilerse de, çoğunluk tıpkı [eski ahitteki] Hananya ve Safira gibi davrandı, yani yarı dindar, yan dünyevi bir tutum içinde hem Tanrıya, hem de Mammon’a, yani para ve servete hizmet ettiler.

Orta sınıfı, Robespierre’in etkisiyle amaçlarından şaşmak istememelerinden, yani devrimci fikirleri ne ölçüde benimseyebilecekleri konusunda kendi egoizmlerini sorgulamalarından ötürü kınamıyorum. Daha doğrusu, orta sınıfın çıkarı uğruna kendi çıkarlarından vazgeçmeye razı olanları kınıyorum –tabii burada kınamaktan söz edilebilirse.

Ama sonunda onlar da kendi çıkarlarını gözetmeyi öğrenmeyecekler mi? August Becker şöyle der: “Üretenleri (proleterleri) kazanmak için, geçmişten günümüze aktarılmış hukuk kavramlarını reddetmek kesinlikle yeterli değildir. İnsanlar ne yazık ki bir fikrin teorik zafere ulaşmasını pek umursamazlar. Onlara ad “oculus”(gözle görülür biçimde) bu zaferin yaşamda nasıl kullanılabileceğini göstermek gerekir.”•• Ve 32. sayfada şöyle yazılıdır: “İnsanları etkilemek isterseniz, onları gerçek çıkarlarından yakalayabilirsiniz.” Bunun hemen sonrasında, çiftçilerimiz arasında hatırı sayılır bir ahlaksızlığın nasıl yaygınlaşmakta olduğuna işaret edilir ve bunun, onların kendi gerçek çıkarlarını ahlak kurallarından üstün tutmalarından ileri geldiği ileri sürülür.

Devrimci papazlar güruhu ya da devrimci fikirlerin babaları, İnsan’ a hizmet etme uğruna insanları boğazladılar. Ruhban sınıfına mensup olmayan devrimciler ya da profanlar (yani kutsallıkla ilişkisi olmayanlar) ise, boğazlanmaktan korkmuyorlardı, onlar insan haklarından ziyade kendi haklarını korumaya meraklıydılar.

Kişisel çıkarlarına öncelik tanıyan ve her konuda “bakalım çıkarıma uyuyor mu” diye sorgulayan egoistler nasıl oluyor da her defasında bir rahibin ya da akıl hocasının (yani bir idealin çıkana) teslim oluyorlar? Onlar kendi şahsiyetlerini çok küçük ve önemsiz buluyorlar ve zaten kendilerini her konuda tümüyle kabul ettiremeyecek kadar küçük ve önemsizdirler de. Bunun çok net bir belirtisi, kendilerinde iki kişiliği ayırt etmeleri ve biri zamana bağımlı, yani fani, diğeri ise ebedi bu iki ayrı kişilikten kâh birine, kâh diğerine boyun eğmeleridir. Onlar pazar günleri ebediye, iş günlerinde ise faniye; ilkine dua ederek, ikincisine de çalışarak hizmet ederler. Onlar papazı ta içlerinde taşıdıklarından, kendilerini ondan kurtaramazlar ve her pazar günü, için için onun tarafından azarlandıklarını duyarlar.

İnsanlar bu ikici (düalist) özleri araştırmak için, nasıl da hesap kitap yaptılar ve çaba sarf ettiler! Fikir üzerine fikir, ilke üzerine ilke, sistem üzerine sistem üretildi, ama hiçbiri o “dünyaya dönük” insanın. O sözümona “egoist”in karşıt tutumunu uzun süre baskı altında tutamadı. Bu durum tüm o fikirlerin Benim bütün irademi kapsamaya ve tatmin etmeye yeterli olmadığını kanıtlamaz mı? Fikirler Bana düşmandı ve hep öyle olmaya devam ettiler, ama bu düşmanlığın üstü uzun süre örtülü kaldı. Acaba Kendi-olma konusunda da bu böyle mi olacak? O da sadece bir arabulma denemesi midir? Ben tüm ilkelere, örneğin akla başvurdum, ama hep boş döndüm. Yoksa acaba Ben hep aklıma sığınabilir ve yaşamımı akla göre düzenleyebilir miyim? Gerçi Ben aklın beni yönlendirmesini amaçlayabilir, aklı sevebilirim, tıpkı Tanrı’yı ve herhangi başka bir fikri sevebileceğim gibi: Ben bir filozof olabilirim. Bilgeliğe âşık olabilirim, Tanrı’yı sevdiğim gibi. Ama Benim sevdiğim ve Benim amaçladığım, sadece Benim fikrimde, Benim tasavvurumda, Benim düşüncemde vardır: Benim yüreğimde, Benim kafamda mevcuttur, tıpkı yüreğim gibi Benim içimdedir, ama o Ben değildir ve Ben o değilim.

İnsanlara akıl hocalığı yapabilmek için öncelikle çoğu kez “ahlâki etki” denen yetiye sahip olmak gerekir.

Bir insanın kendine saygısını, güvenini yitirmesi durumunda ahlaki etki kendini gösterir. Aslında ahlaki etki, bu kendine güven ve saygı eksikliğinin ta kendisidir, yani mizacın alçakgönüllülüğe doğru kırılıp bükülmesinden başka bir şey değildir. Bir kayanın dinamitle parçalanması sırasında oradan geçen kişiyi uzaklaşması için uyarırsam, bir ahlaki etkide bulunmuş olmam; eğer bir çocuğa, sofraya gelen yemeği yemezse aç kalacağını söylersem, bu da ahlaki etki yaptığım anlamına gelmez. Ama birisine, “dua etmelisin, ananı babam saymalısın, haç simgesine hürmet göstermelisin, doğruyu söylemelisin, çünkü insanı insan yapan budur” ya da “bu Tanrı buyruğudur” dersem, tastamam bir ahlaki etkide bulunmuş olurum. Bu durumda insan, bir misyonun önünde diz çökmeye, uyum göstermeye, boyun eğmeye, kendi iradesinden vazgeçip, bir kural, bir yasa olarak kabul ettirilen kendi dışındaki bir iradeyi benimsemeye zorlanır. İnsan kendinden daha yüksek bir varlığın önünde kendini küçültmelidir, kendini aşağılamalıdır, “Kendini küçülten yüceltilecektir” Evet, evet, çocuklan vakit kaybetmeden dindarlığa, Tanrı’yı sevmeye ve saymaya, onurlu ve vakur olmaya teşvik etmelidir; iyi eğitim görmüş bir insan “iyi ilkeler” aşılanmış ve içine işlenmiş, huniyle ağzına boca edilmiş, döve döve benimsetilmiş, vaazlarla ezberletilmiş insandır.

Eğer bunlara omuz silker, aldırmazsanız, iyi insanlar çaresizlik içinde kıvranarak, “Aman Tanrı aşkına, insan çocuklara iyi şeyler öğretmezse, onlar doğruca günahın pençesine düşerler ve işe yaramaz serseriler olup çıkarlar!” diye feryat ederler. Hele yavaş olun, şom ağızlılar! Evet, elbette ki onlar sizin zihniyetinize göre işe yaramaz birer serseri olurlar. Ama asıl işe yaramaz olan, sizin zihniyetinizdir. O şımarık çocuklar artık sizin telkinlerinize ve yakınmalarınıza kulak asmayacaklardır ve sizlerin oldum olası değer verdiğiniz, ağzınızda geveleyip durduğunuz saçmalıklara kulak asmayacaklardır! Onlar miras hakkını ortadan kaldıracaklardır, yani sizin atalarınızdan kalma aptallıklarınızın varisi olmayı reddedeceklerdir, atalarınızdan devraldığınız günahı”, ortadan kaldıracaklardır. Siz onlara “En yüce varlığın önünde başını eğ!” diye emrederseniz, şöyle yanıtlayacaklardır: “Eğer o bize boyun eğdirmek istiyorsa, gelsin de kendi eğdirsin bakalım! Biz kendi isteğimizle boyun eğmeyiz!” Ve eğer siz en yüce varlığın öfkesinden ve size vereceği cezalardan dem vurup onları tehdit ederseniz, sanki onları “sonra havhav gelir, seni ısırır” diyerek korkutuyormuşsunuz gibi davranırlar. Artık onları hayaletlerle korkutmayı başaramıyorsanız, hayaletlerin egemenliği sona ermiş ve dadıların anlattığı masallara da artık inanç kalmamış demektir.

Aslında iyi bir eğitim ve eğitim sisteminin düzeltilmesi üzerinde ısrarla duranlar Liberaller değil midir? Nitekim onların Liberalizmi, yasal sınırlar içinde özgürlük” ilkeleri, disiplin olmaksızın nasıl gerçekleşebilir ki? Her ne kadar onlar disiplin yoluyla Tanrı korkusunu yerleştirmeyi amaçlamıyorlarsa da, İnsan korkusu üzerinde daha ısrarla durmaktadırlar. Yani insanların İnsan karşısında korku duymasını ve disiplin yoluyla “insanın hakiki misyonu” nu coşkulu duygularla benimsemesini istemektedirler.

İnsanlar uzun süre hakikate sahip olduklarını sayıklamakla yetindiler, oysa hakikate sahip olabilmek için önce kendilerinin hakiki olmalarının gerekip gerekmediğini ciddi olarak düşünmediler. Söz konusu dönem Ortaçağ’a denk gelir. İnsanlar basit bilinçle, yani somut bilinçle, hani sadece şeylere veya duyularla algılanana ve ayan beyan olana ulaşabilen şu bilinçle şey olmayanı, duyularla algılanamayanı kavrayabileceklerini umuyorlardı. Ama uzaktakini görebilmek için insanın gözlerini yorması, ya da müzik aletini sanatkârane bir biçimde çalabilmek için tuşların üzerinde aletini sanatkârane bir biçimde çalabilmek için tuşların üzerinde parmaklarını çalıştırması gibi, duyulan algılayamadıklarını tam anlamıyla içselleştirebilecek hale gelebilmek için, kendilerine çeşit çeşit eziyetler uyguladılar. Ama eziyet edilen sadece duyusal insandı, basit bilinç, sözümona nesnel ya da sonlu düşünceydi. Ama Luther’in akıl diye adlandırdığı ve aşağıladığı bu düşünme yetisi, bu anlama yetisi, Tanrı’yı ve Tanrısallığı kavramak için yeterli olmadığından, onun uyguladığı eziyetin de hakikati kavramaya pek varan olmadı. Tıpkı dans edebilmek için yıllar yılı bacaklarını çalıştıran bir kimsenin bu yolla flüt çalmayı öğrenemeyeceği gibi. Ortaçağ denilen dönemin sona erdiği zaman diliminde yaşayan Luther, insanın hakikati kavrayabilmesi için bir değişim geçirmesi gerektiğini, yani hakikat gibi hakiki olması gerektiğini anlamıştı. Ancak inancına hakikati dâhil eden, hakikate inanan kişi hakikate sahip olabilir. Bu demektir ki, sadece inanan kişi hakikate nüfuz edebilir ve derinliklerine inebilir. Yani insanın akciğerlerindeki havayı dışarı üfürebilen organı, flüt çalmayı da başarabilir ve hakikati kavramaya uygun organa sahip kişi de hakikate erişebilir. Sadece nesnel, elle tutulabilir, duyularla algılanabilir şeyleri düşünebilen insan, hakikati de nesnel bir şey olarak düşler, Oysa hakikat tindir, duyuların algılama alanı dışındadır ve bu nedenle de “dünyevi zihniyete” değil, “daha üstün bilince” özgüdür.

Demek ki, hakikatin bir düşünce olması nedeniyle sadece düşünen insana özgü olduğu hakikati Luther ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bu da insanın bundan böyle objesinin karşısında daha farklı bir bakış açısı kazanması gereğini doğurur: Objesi düşünce olduğuna göre, bu dünyaya yönelik olmayan, inançlı, ilmî bir bakış açısına –ya da düşünsel bir bakış açısına, yani tin karşısında tinin bakış açısına- sahip olması gerekir. Yalnız aynı türden olanlar birbirlerini kavrayabilirler. “Sen kavrayabildiğin tinin bir benzerisin.”

Protestanlık, Ortaçağ Hiyerarşisini yerinden oynattığından, Hiyerarşinin bu suretle tümüyle gücünü yitirdiği fikri kök saldı ve aslında bu olayın bir “reformasyon” , yani yeniden biçimlenme olduğu, eskimiş Hiyerarşinin tazelenmesinden ibaret olduğu gerçeği gözlerden kaçtı. Ortaçağ’daki, cılız bir Hiyerarşiydi; çünkü dini kimliği olmayanların yaptığı her türlü barbarlığın sürüp gitmesini engelleyemeyip göz yumuyordu. Ancak Reformasyon sayesindedir ki Hiyerarşi yeniden güç kazanmıştır. Bruno Bauer der ki, “Reformasyon, öncelikle dinî ilkenin sanat, devlet ve bilimden koparılıp soyutlanmasını, yani Eskiçağ’da Kilise ile ve Ortaçağ’ın Hiyerarşisi ile birleşerek edindiği o güçlerden kurtulmasını, özgürleştirilmesini sağlamıştır, Reformasyondan kaynaklanan teolojik ve klerikal akımlar da, dini ilkeyi insanlığın diğer güçlerinden soyutlamayı tutarlı bir biçimde uygulamışlardır.” Oysa Ben, bunun tam tersinin doğru olduğu kanısındayım ve diyorum ki, tinlerin egemenliği, ya da tinin özgürlüğü –ki ikisi de birdir- daha önceleri hiç bu denli geniş kapsamlı ve her şeye kadir olmamıştı, çünkü zamanımızda dinî ilkenin sanat, devlet ve bilimden koparılması yerine, onun dünyevilikten “tinsel aleme” yükseltilmesiyle, dinileşmesi sağlanmıştır.

Luther ve Descartes bir araya getirilerek şu söylemler ortaya atıldı: “İnanan kişi, bir Tanrı’dır” ve “Düşünüyorum, öyleyse Ben varım” (cogito ergo sum). İnsanın cenneti, düşünmedir –tindir. Her şey insanın elinden alınabilir, düşünme ve inanma yetisi alınamaz. Belli bir şeye inanmak, örneğin Zeus, Astarte. Yehova, Allah vb. inancı yıkılabilir, ama inanma yetisi asla yok edilemez. Düşünmede özgürlük vardır. Hiçbir güç bana ihtiyaç duyduğum, açlığını duyduğum şeyleri bir lütuf olarak vermiyor; istediklerimi ne Meryem Ana, ne azizlerin şefaati, ne de bizi kurtaran ve bağlayan Kilise sayesinde elde ediyorum; her şeyi Ben kendim sağlıyorum. Kısacası, -sum ile ifade edilen- Benim Varolmam, düşünce ve tin cennetinde yaşamaktır, cogitare’dir. Ben ise, bir tinim, -Descartes’a göre – düşünen, -Luther’e göre – inanan bir tinden başka bir şey değilim. Bedenim “Ben” değildir. Etim, arzuların ya da acıların etkisinde kıvranabilir. Ama Ben etim değilim, Ben tinim, yalnızca tin…

Bu düşünce Reformasyon tarihi boyunca, günümüze dek süregelmiştir.

Descartes ile başlayan yeni felsefe, tek doğru ve geçerli olanın “ilmi bilinç” olduğunu ortaya atmakla, Hıristiyanlığı tam bir etkinliğe kavuşturmayı ciddi biçimde ele almıştır. Bu nedenledir ki, yeni felsefi görüşün başlangıç noktası dubitare, yani mutlak kuşku, basit bilincin “un ufak edilmesi”, “tin” ve “düşünme”yle ilintisi kanıtlanmayan her şeyin reddidir. Yeni felsefe için Doğa bir şey ifade etmez, insanların fikirleri, “koydukların yasalar” hiçe sayılır ve her şey akılla bağdaştırılır, “gerçek olan, akla uygun olandır ve ancak akla uygun olan gerçektir” demeyi başarıncaya kadar uğraşır. Böylece sonunda tin ve akıl zafere kavuşturulmuştur, Her şey tindir, çünkü her şeyde akıl vardır, tüm doğa ve hatta insanların en ters fikirleri bile akıl içerir: Çünkü “her şey en iyiye hizmet etmek zorundadır”, yani aklın zafere ulaşmasını sağlamalıdır.

Descartes’ın dubitare ilkesine göre sadece cogitare, yani düşünme, tindir. Böylece akıl içermeyen şeylere gerçeklik atfeden “basit” bilinçle bütün ilişkisini koparır! Sadece akla uygun olan vardır, sadece tin vardır! Yeni felsefenin ilkesi budur ve bu hakiki Hıristiyanlıktır. Descartes beden ile tin arasında kesin bir ayrım yapıyordu. Goethe de der ki, “Kendine beden inşa eden tindir”.

Rastlantılara, başına buyrukluğa” ve benzeri şeylere hararetle karşı çıkar. Her şeyde tanrısal olanın görünür hale gelmesini, bilincin tümüyle Tanrı’ya yönelmesini, Tanrı’yı tanımasını ve insanın her yerde Tanrı’yı görmesini ister; ne var ki, Tanrı hiçbir zaman şeytandan ayrı değildir.

İşte bu nedenledir ki, dünyadaki her şeyi gözleri açık izleyen, bakışlarını bulandıracak hiçbir etki altında kalmadan her şeyi gören ve dünya hakkında doğru yargılara varan, ama dünyayı sadece dünya olarak, nesneleri sadece nesne olarak algılayan, kısacası her şeyi olduğu gibi, hayal gücünü devreye katmadan yorumlayan kişiye filozof denilemez. Filozof, dünyaya ait her şeyde Tanrı’ya ait içeriği gören, onun varlığını belirten ya da kanıtlayan kişidir ancak. Birinci örnekteki kişi, akıllı olsa bile, gene de şu kural geçerlidir: “Akıllıların aklının almadığı, çocuk saflığındaki ruha malum olur.” İşte kişiyi filozof yapan bu çocuk saflığındaki ruhtur. Tanrısal olanı görebilen gözdür. Birinci kişi, “basit” bir bilince sahiptir. Ama tanrısal olanı ve onu nasıl ifade edeceğini bilen, “ilmi bilince sahiptir. Bu nedenledir ki Bacon’ı filozof saymazlar. Ve zaten İngiliz felsefesi dedikleri de Bacon ve Hume gibi sözümona “aydınlık kafalar” keşfetmekten daha ileriye gidememiştir. İngilizler çocuk ruhunun yalınlığını felsefi açıdan değerlendirmeyi bilemediler, çocuksu ruhları –filozof haline getirmeyi- beceremediler. Bunun anlamı şudur: Onların felsefesi teolojik ya da teoloji olamadı. Oysa felsefe sadece teoloji olarak gerçekten kendini tam yaşayabilir ve mükemmelleştirebilir. Ölüm kalım mücadelesi için seçeceği alan teolojidir. Bacon, teolojik sorunları ve esaslı noktaları hiç dert edinmemiştir.

İnsanın tanıma yetisinin yöneldiği obje, yaşam alanıdır. Almanların düşünüş tarzı, yaşamın başlangıç ve kaynak noktalarına inmeye diğerlerinden daha yatkındır ve yaşamın tanıma eyleminde gerçekleştiği görüşündedir. Descartes’in cogito, ergo sum tümcesinin anlamı, şudur: İnsan ancak düşünürse yaşar, Düşünerek yaşamak da “düşünsel, tinsel yaşam” demektir! Yaşayan sadece tindir ve tin in yaşamı hakiki yaşamdır, Doğadaki “ezeli ve ebedi yasalar”, doğanın tinidir ya da aklıdır ve onun hakiki yaşamıdır. İnsanda ve doğada yaşayan sadece düşüncedir; onun dışında her şey ölüdür! Tin’in tarih süresince geçirdiği evreler en sonunda, bu soyutlamaya, yani genelliklerin ya da cansızlığın yaşadığı sonucuna varacaktır. Tanrı ki tindir o, bir başına yaşar. Hayaletin dışında hiçbir şey yaşamamaktadır.

Yeni felsefe, ya da yeni devir bizi nesnelliğin egemenliğinden kurtaramadığına göre, onun özgürlüğe eriştiği nasıl iddia edilebilir? Ya da ben, bana hükmeden Despottan korkmadığım halde, ona vefa borcum olduğunu sanıp, bunda kusur etmekten korkarsam, Despotun egemenliğinden kurtulmuş sayılabilir miyim? Yeni devir konusunda da durum farksızdır. O sadece var olan objeleri değiştirmiştir, örneğin gücü elinde tutan gerçek kişiyi değiştirmiştir, yani onu bir imgeye, bir kavrama dönüştürmüştür ve ona eskiden duyulan o saygıyla karışık çekinme duygusu kaybolmadığı gibi, daha da yoğunluk kazanmıştır. Eskiden kesin bir gerçek olarak kabul edilen Tanrı ve şeytan artık ciddiye alınmıyor ve onlarla ilişkide kaytarma yoluna gidiliyorsa da, Tanrı ve şeytan kavram olarak daha da fazla ilgi konusu olmuşlardır, “Kötü şeytandan kurtuldularsa da, kötülük kalmıştır.” Varolan devlete başkaldırmakta ve yasaları geçersiz saymakta pek de sakınca görülmez, çünkü varolanı ve elle tutulanı artık saymamaya karar verilmiştir. Ama devlet kavramına karşı günah işlemek, yasa kavramının egemenliği altına girmemek gibi bir tutuma kim cesaret edebilirdi ki! O halde “vatandaş” olarak kalmak ve “yasalara bağlı”, uyumlu bir insan olmak yeğlendi; üstelik de yasanın temsil ettiği kavrama hizmet etmek amacıyla, yetersiz bulunan eski yasaların ortadan kaldırılmasında ne kadar rasyonalist davranıldıysa, “yasa tininin” o oranda benimsendiği sanıldı. Bütün bu olanlar sırasında objeler sadece biçim değişikliğine uğramışlardır, ama hâkimiyetlerini ve üstünlüklerini devam ettirmişlerdir. Kısacası insanlar hala daha itaat ve fanatiklik çukurundaydı, düşüncede yaşıyorlardı. Artık üzerine düşündükleri, saygı duydukları, huşu içinde hürmet ettikleri ve korktukları bir nesneleri vardı. Burada gerçekleşen olay, şeyleri onların imgelerine, düşünce ve kavramlara dönüştürmekten ibaretti ve böylece bunlara bağımlılık çok daha içten ve kalıcı bir hale gelmiş oluyordu. Örneğin anne ve babanın nasihatlerini dinlemeyecek kadar özgürlüğü ele almak, bir amcanın ve bir teyzenin uyarılarına, ağabey ve ablanın ricalarına kulak vermemek pek zor olmasa da, “artık itaat etmeyeceğim” demek bile bir insanın vicdanına kolayca baskı yapar, insan rasyonel açıdan kendi aklına aykırı bulduğu için uygunsuz talepler karşısında ne kadar az yumuşarsa, aile sevgisi ve aile sadakatine o kadar sıkı sarılır, bu aile sevgisi ve sadakat tasavvuruna karşı işlediği suçu da o kadar zor affeder. Varolan aileye bağımlılıktan kurtulduktan sonra, ondan daha bağlayıcı olan aile kavramına bağımlılığın egemenliği başlar. Artık insanı aile tini yönetmektedir. Masaldaki Hansel ve Gretel gibi figürlerin temsil ettiği ailenin egemenliği artık sona ermiştir; ama geride daha derin bir içtenlik kazanan genel “aile kavramı kalmıştır ve bununla ilgili şu eski kural geçerlidir: “insanlardan çok Tanrı’nın sözünü dinle!” Bu sözün anlamı şudur: Ben sizin saçma sapan isteklerinize uyamasam da, sizi “ailem” olarak sevmeyi ve size hizmet etmeyi sürdüreceğim; çünkü “aile”, Tek’ler tarafından incitilmemesi gereken kutsal bir kavramdır. –Bir imge, bir düşünce haline gelmiş, içselleşmiş ve hatırlanmış aile artık “kutsal” sayıldığından despotluğu kat be kat artmıştır, çünkü vicdanı kurcalamaktadır. Bu despotluk ancak tasavvur edilen aileyi hiçe saymakla yıkılabilir. Hıristiyanlar şu sözleri çok iyi bilirler: Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık sokmaya geldim.” Bunlar ve benzeri başka sözler tansal aileyi ya da hakiki aileyi örnek gösterip devlet ile aile arasında çatışma olduğu durumlarda devlete üstünlük tanınması gerektiğini ve devletin yasalarının geçerli olduğunu, bunlara uyulması zaruretini belirtirler.

Ahlaklılık konusu da aile konusuna benzer. Pek çok kişi törenin emrettiklerini kolayca bir yana bıraksa da, töreye uygunluğu temsil eden “ahlaklılık” imgesinden kendini kolay kolay kurtaramaz. Ahlaklılık, törenin “ide” sidir, onun tinsel gücü, vicdan üzerindeki egemenliğidir; oysa töre tine egemen olmayacak kadar maddidir ve “tinsel” bir insanı yani maddiyattan sözümona bağımsız “özgür – tinli” insanı kendine bağlamaz.

Protestan mezhebine mensup bir kişi ne yaparsa yapsın~ “Kutsal Kitap”, “Tanrı kelamı” her zaman onun için kutsaldır. Bunu “kutsal” saymadığı anda artık Protestan değildir. Ama onun için, ‘Tanrı’nın bu kutsallık içinde tesis ettiği en yüksek makamlar olan devlet ve Kilise de kutsaldır, çünkü Kutsal Kitap’ta böyle yazıyordur. Bütün bunlar onun için sonsuz, erişilmez ve “her türlü şüphenin üzerinde”dir. Pratikte şüphenin sarsıcı bir etkisi olduğundan ve şüphe insana özgü bir nitelik olduğundan, bu şeyler onun erişebileceği yüksekliği “aşar”, Kim kendini bunlardan kurtaramazsa –inanacaktır; çünkü bir şeye inanmak, ona bağımlı olmak demektir. Protestanlıkta inanç daha çok içe yöneldiğinden, inanca kölelik de daha içten olmuştur. İnsan, o kutsal sayılanları kendi içine sindirmiş, kendi hayalleriyle, amaçlarıyla yoğurmuş, “vicdan meselesi” yapmış ve bu karışımdan “kutsal yükümlükler” oluşturmuştur. Bu nedenle de Protestan için, vicdanından atamadığı şeyler kutsal sayılır ve vicdanlılık onun karakterinin en belirleyici özelliğidir.

Protestanlık, insanı bir “Gizli-Polis-Devleti” haline getirmiştir. “Vicdan” denilen o gözetleyici casus, tinin en ufak hareketini bile izler, her türlü eylem ve düşünce onun için bir “vicdan meselesi”dir, yani polisin meselesidir. Protestan dinine bağlı insan böylece “doğal içgüdüleri” ile “vicdanı” arasında (kalbindeki ayaktakımı ile kalbindeki polis arasında) oraya buraya çekiştirilip durur. İncil’in temsil ettiği akıl-ki Katolik mezhebindeki “Kilise’nin aklı” yerine geçmiştir- kutsal sayılır ve İncil’deki sözlerin kutsal olduğu duygusuna ve bilincine “vicdan” adı verilmiştir, Bununla da kutsallık, “insanın vicdanına yerleştirilmiş” olur. Eğer insan kendini vicdanından ve kutsallık bilincinden kurtarmazsa, vicdanı savsaklayıp özensizlik edebilse bile asla vicdansızlık edemez.

Katolikler, buyruğu yerine getirmekten müsterih olurlarken Protestanlar, “vicdanlarının yolundan ve doğru bildikleri yoldan” giderler. Katolik kendini ruhban sınıfından biri gibi görmezken Protestan bizzat din adamı gibidir. İşte tinsel olanın tamama ermesiyle Ortaçağ aşılmış ama bu durum aynı zamanda Reformasyonun da lâneti olmuştur.

Cizvitlerin ahlakı, günah çıkarma zımbırtısının bir devamından başka neydi ki? Ne var ki günah yükünden kurtulan kişi böylece günah affettirmenin aslını astarını da öğrenmiş oluyor, ve şu veya bu özel durumda (Kazuist) yaptığı şeyin hiç de günah olmayabileceği ortadayken, günahının nasıl da sahiden üzerinden alındığı konusunda kendini ikna ediyordu. Günah çıkarma zımbırtısı her türlü cürümü, her türlü günahı caiz hale getirmiş ve vicdanı tamamen susturmuştu. Kiliseden karşılığı ödenerek izin alındıktan sonra, her türlü duyusallığın yolu açılmıştı, Cizvitler duyusallığı böyle himaye etmeyi sürdürürken, öte yanda ahlaklılığa sıkı sıkıya bağlı, ‘koyu fanatik, günahlarının kefaretini ödemeye hazır, pişmanlık duyan ve dua eden Protestanlar, Hıristiyanlığı asıl mükemmeliyete erdirenler olarak tinsel ve dindar insanı üstün tutuyorlardı. Katolik mezhebi ve özellikle de Cizvitler bu suretle egoistliğin değirmenine su taşıdılar ve hatta Protestanlar arasında bile farkında olmadan ve istemeden de olsa kendilerine destekçi buldular. Böylece duyusallığımızın giderek bozulup sonunda yok olmasından bizi kurtardılar. Buna rağmen Protestan zihniyetinin egemenliği giderek daha geniş bir alana yayılmakta. Cizvitlik onun yanında, ‘’Tanrısallık’’tan ayrı düşünülemeyen “Şeytanlığı” temsil ettiğinden, asla tek başına ayakta kalamamakta ve örneğin Fransa’da olduğu gibi, Protestanlığa özgü dar görüşlülüğün giderek egemen olmasına ve tini üste çıkarmasına seyirci kalmaktadır.

Protestanlık, örneğin evlilik ve devlet gibi dünyevi kurumlara yeniden saygınlık kazandırdığı için övülür, Oysa Protestanlık, cismani olan dünyevi kurumları, dünyevi oldukları için Katoliklere kıyasla daha az umursar. Katolikler cismani dünyayı kendi haline terk eder, hatta onun zevklerinden istifade ederler, oysa aklı öne çıkaran, tutarlı davranan Protestanlar, dünyeviliğe kutsallık damgası vurarak onu yok etmeye eğilimlidirler. Nitekim evlilik de doğallığını kaybetmiştir, çünkü kutsal ilan edilmiştir; Katoliklerde olduğu gibi, aslında kutsal olmayan evliliğin ancak kilisede takdis yoluyla kutsallık kazanması anlamında değil, tam tersine evliliğin bundan böyle kutsallığı kendi içinde bandırması. Kutsal bir ilişki olması anlamında. Devlet için de aynı görüş egemendir. Önceleri devlet ve devleti yöneten soylular Papa tarafından kutsanırdı. Şimdi ise devlet ve krallık unvanı kutsallığı kendi bünyesinde taşımaktadır, bir din görevlisi tarafından kutsanmaya ihtiyacı yoktur. Genelde doğanın düzeni ya da doğa yasaları “Tanrı’nın düzeni” olarak kabul edilir ve kutsal sayılır. Augsburg İnanç Bildirgesi’nin ll. bölümünde bu görüş şöyle açıklanır: “Hukukçuların çok doğru şekilde ifade ettiği gibi, erkek ve kadının bir arada olmaları onların doğal haklarıdır. Doğal hak ise, ‘Tanrı’nın kurduğu ve doğaya yerleştirdiği düzendir ve ilahi yasa sayılır.” Feuerbach’ın, ahlâkî ilişkileri Tanrı’nın düzeni olarak kabul etmemekle beraber içerdikleri tin bakımından bunları kutsal sayması, modern Protestanlığı aşan bir görüş müdür? “Ama evlilik –tabii ki sevgi temeli üzerine kurulu özgür bir bağ olarak- kendisinden ötürü, burada akdedilen birleşmenin doğasından ötürü kutsaldır. Sadece hakiki bir evlilik, sadece evliliğin, sevginin özüne uygun bir evlilik dinîdir. Bütün diğer ahlaki ilişkilerde de durum aynıdır. Bir ilişki ancak kendisinden ötürü dini sayıldığı yerde ahlaki bir zihniyetle yürütüldüğü takdirde ahlâkîdir. Dostluğun sınırlan dini bir titizlikle korunursa, yani inançlı bir insan Tanrı’nın yüceliğini koruduğu gibi dostluk ilişkilerini de korursa, hakiki dostluktan söz edilebilir. Dostluk Senin için kutsal sayılmalı, mülkiyet de kutsal sayılmalı, evlilik de, tek tek her insanın esenliği de kutsal sayılmalı, ama bu kutsallık hem kendinde hem kendisi için olmalı…”

Bu çok önemli bir noktadır. Katolik inancına göre dünyevi olgular takdis edilebilir veya kutsanabilir olsalar da papaz tarafından kutsanmadıkça kutsal sayılmazlar. Oysa Protestan inancına göre dünyevi olgular kendilerinden ötürü, kendi varoluşları dolayısıyla kutsaldırlar. Bir olgunun kutsanma suretiyle dini açıdan kabul görmesi, Cizvitlerin şu düsturuyla örtüşür: Amaç, aracı kutsal kılar.” Bu bakış açısına göre, hiçbir araç kendi özünde kutsal değildir, ama kutsal olmadığı da söylenemez, ancak Kilise ile ilişkisi, Kilise’ye sağladığı yarar açısından kutsallık kazanır. Örneğin bir kralın öldürülmesinden Kilise yararlanacaksa, açıkça olmasa bile, bu cinayetin kutsanacağı kesindir. Protestan, hükümdarlık mevkisini kutsal sayar; oysa Katolik, ancak başpapaz tarafından kutsanmış hükümdara kutsal kişi gözüyle bakar, özel bir törenle olmasa dahi Papa hükümdara her zaman geçerli bir kutsallık bahşettiğinden, hükümdar kutsal kabul edilir. Eğer Papa, kutsamasının geçersiz olduğunu açıklarsa, Katolikler için kral, “kutsanmamış, “dünyevi ya da dinle ilişkisi olmayan alelade” bir insan olur.

Protestanlar sadece kutsallığa bağlı kalmak için duyusalın kendisinde de bir kutsallık keşfetmeye çalışırken, Katolikler bunun tersine duyusalı kendilerinden uzaklaştırıp, tıpkı diğer doğa olayları gibi kendine özgü değerini koruduğu özel bir alana kaydırmaya gayret ederler. Katolik Kilisesi, dünyevi evliliği kendi kutsadığı zümrenin dışına itmiş ve din adamlarının aile kurmalarını yasaklamıştır. Protestanlar ise evliliği ve aile bağlarını kutsal diye tanımlamakla Protestan rahipleri için de uygun bir kurum olarak kabul etmişlerdir.

Bir Cizvit, inançlı bir Katolik olarak her şeyi kutsayabilir. Kendi kendine şöyle demesi yeterlidir: Kilise’nin bana bir rahip olarak ihtiyacı var, ama eğer içimdeki arzulan, hırsları yeterince tatmin edersem, Kilise’ye daha iyi hizmet edebilirim. O halde falanca kızı baştan çıkarabilirim, filanca düşmanımı zehirletebilirim, vb. Ben bir rahip olduğum için, amacım kutsaldır, o halde araç da kutsal sayılır. Sonuçta yaptıklarım Kilise’nin yaranadır. Bu durumda Katolik rahip –Kilise’ye yarar sağlamak söz konusu ise – lmparator VII. Heinrich’e verdiği kutsanmış ekmeğin içine zehir koymaktan kaçınmaz.

Dinlerine bağlı Protestanlar her türlü “saf ve günahsız eğlenceye” karşı çıkıyorlardı, çünkü onların zihniyetine göre sadece kutsal ve tinsel şeyler saf ve günahsız olabilirdi. Protestanlar, içeriğinde Kutsal Ruh’u göremedikleri her şeyi, dans, tiyatro, gösterişli süslemeler (örn. kilisedeki görkem) ve benzeri şeyleri kınıyorlardı.

Luther mezhebi, bu püriten zihniyetli Kalvincilik ile karşılaştırıldığında, daha da radikal, dine ve tine yöneliktir. Kalvincilik, KiIise’yi arındırmak amacıyla birçok şeyi duyusal ve dünyevi sayarak dışlar. Lutherciler ise, her şeyin içeriğine tin katma, her şeyin özünde Kutsal Ruh’u görme ve böylece dünyevi olguları da kutsallaştırma eğilimindedirler. (“Onurlandıran bir öpücüğü kimse hor görmemeli!” Onurun özündeki tin onu kutsallaştırır.) Bu nedenledir ki, Lutherci olan –ve bir vesile ile daima “öyle de kalacağını” ifade eden – Hegel, her şeyde, içerdiği kavramı tam anlamıyla öne çıkarmayı başarmıştır. Her şeyde akıl, yani Kutsal Ruh vardır, ya da denebilir ki “gerçek olan şey akla uygundur”. Aslında gerçek her şeyde vardır, örneğin her yalanda ortaya çıkarılma olasılığı bulunan bir hakikat saklıdır. Mutlak yalan yoktur, mutlak kötülük de yoktur ve bu her şey için söylenebilir.

Büyük “fikir eserleri” hemen hemen hep Protestanlar tarafından yaratılmıştır, çünkü tinin hakiki havarileri ve tini gerçekleştirmeyi başaranlar onlar oldular.

İnsanın üstesinden gelebildiği şevler ne kadar da azdır! Güneşi yolundan saptıramaz, dalgaları durduramaz, dağların göğe yükselmesini önleyemez. Kısacası insan, üstesinden gelemediği nice olgunun karşısında çaresiz kalır. Sonuçta bu koskoca dünyaya egemen olmaya gücünün yetmeyeceğinin bilincine varır. Dünya, insanın boyun eğmesi gereken değişmez yasalardan oluşur. Bu yasalar insanın yazgısını belirler. Hıristiyanlıktan önceki dönemde insanın amacı neydi? Yazgısını etkileyen olaylardan kurtulmak, ruhsal huzurunun bozulmasını önlemekti. Stoacılar amaçlarına apati yoluyla ulaştılar, yani doğanın saldırılarını umursamazlıkla karşılayarak ve olayların karşısında heyecana kapılmayarak kendilerini savundular. Horatius o ünlü “Nil admirari”(hiçbir şeye hayran olma) sözü ile, ötekini, yani dünyayı umursamadığını açıklar: Bu görüşe göre, dünya bizi etkilememeli, bizi hayrete düşürmemelidir. lmpavidum ferient ruinae sözleri de Mezmur 46:3’teki sarsılmazlığı dile getirir: “Bundan dolayı dünya altüst olsa da, biz korkmayız.” Bu tutum, Hıristiyanlıkta ortaya atılan, dünyanın boş, fanî olduğu ve önemsenmemesi gerektiği ilkesine zemin hazırlamış oldu.

Eski dünyanın sonunu hazırlayan bu “bilge kişiye özgü” sarsılmaz ruh hali birden kendi içinden gelen bir sarsıntı ile karşılaştı ve ne ataraksi ne de Stoacıların özelliği olan cesaret onu koruyabilir oldu. Dünyanın bütün etkilerine karşı güvenceye alınmış, her türlü darbeye karşı duyarsızlaştırılmış, saldırıları küçümseyen, hiçbir şeye hayranlık duymayan, dünya yıkılsa aldırmayan tin, birden kendi içinde oluşan gazları (tinleri) zapt edemez hale geldi, kabaran köpükler dışarıya taşmaya başladı. Çünkü dışarıdan gelen mekanik darbeler etki yapamayınca, içerde oluşan kimyasal gerilimler akıl almaz olaylara zemin hazırlar.

Gerçekten de, Ben’in dünyayı kendi mülkiyetine geçirmesi ile eski tarih sona ermiştir. “Babam her şeyi bana emanet etti” (Mat. II:27) Artık dünya Ben’den daha üstün bir güç, yanına yanaşılmaz, kutsal, tanrısal, vb. bir varlık değildir, dünya “Tanrısızlaşmıştır” ve Ben onu kendi keyfime göre çekip çevirebilirim ve hatta eğer istersem, tin in bütün gücünü dünyanın üzerinde deneyebilir, dağları yerinden oynatır, dut ağaçlarına, kendilerini topraktan söküp denizin içine dikmelerini emredebilirim (Luk. 17:6); akla gelebilecek, düşünülebilen her şey olabilir, çünkü “iman eden biri için her şey mümkündür” “, Ben dünyanın efendisiyim, “egemenlik” bana aittir. Artık dünyaya gerçekçi bir gözle bakıyorum. Çünkü dünyada Tanrı’ya ait hiçbir iz kalmamıştır. Dünya Benim mülkiyetimdedir, Ben onu istediğim gibi (yani tinimin isteği doğrultusunda) kullanabilirim.

Ben, dünyanın maliki olacak kadar kendimi yücelttiğimde, egoizm ilk büyük zaferini kazanmış oldu, dünyanın üstesinden geldi, kendini dünyadan ayırdı, dünyasız oldu ve uzun süren bir çağ boyunca elde ettiği kazancı güvenceye aldı.

Böylece ilk mülkiyet” ilk “efendilik” edinilmiş oldu!

Ama dünyanın efendisi henüz kendi düşüncelerinin, duygularının, iradesinin efendisi değildir; tinin efendisi ve maliki değildir, çünkü tin henüz kutsaldır; “kutsal tin” ve “dünyasız” Hıristiyan “Tanrısız” olamaz. Antik Çağ’daki savaş, dünyaya karşı yürütüldüyse, Orta Çağ’daki (Hıristiyanlık dönemindeki) savaş kendine, tine karşı yürütülmüştür; biri dış dünyaya karşı, diğeri ise iç dünyaya karşı … Orta çağ insanı “kendi içine dönük” insan, düşünen, düşünceli insandır.

Eskilerin tüm bilgeliği dünya bilgeliğidir, Yenilerin tüm bilgeliği ise Tanrıbilimciliğidir.
Çoktanrılı dönemin insanları (Yahudiler de dahil) dünyanın üstesinden gelmişlerdi; şimdi de insanlar kendi kendilerinin, tinin üstesinden gelmek, yani tinsiz ya da tanrısız olabilmeyi başarmak zorundaydılar.

Yaklaşık iki bin yıldan beri kutsal tini kendi egemenliğimiz altına alabilmek için uğraşıp duruyoruz ve bugüne kadar kutsallıktan bazı parçalar koparıp ayaklarımızın altına alabilmeyi başardık. Ama devasa hasmımız hep yeniden değişik biçimlerle ve adlarla karşımıza dikiliyor. Tin henüz Tanrı’dan, kutsallıktan arındırılmış değil. Her ne kadar bir güvercin kılığında başlarımızın üzerinde kanat çırpmıyor, ve kendini sadece azizlerin değil, basit insanların da yakalamasına izin veriyorsa da, insanlığın tini, insan tini, yani İnsan kavramının tini, Bana, Sana hala daha yabancı bir tindir ve o, Bizim koşulsuz mülkümüz değildir, onu istediğimiz gibi kullanmaktan henüz çok uzağız. Kesinlikle gerçekleşen ve Hıristiyanlık sonrasının tarihini belirgin bir biçimde yöneten tek şey, kutsal tini daha insani hale getirerek onu insana, ya da insanı ona yaklaştırma çabalarıydı. Böylece sonunda tin “tüm insanlığın tini” olarak algılandı ve “insanlık idesi, insanlık, insancıllık, genel insan sevgisi” gibi adlar altında insana daha yakın, daha samimi, alışılmış, kolayca yaklaşılabilir bir görünüm kazandı.

Bu durumda herkesin kutsal tine sahip olabileceği, insanlık idesini kendi içine alabileceği, İnsanlık’ı kendi içinde biçim ve varoluşa kavuşturabileceği söylenemez mi?

Hayır, tin kutsallığından soyunmuş değildir, yanına varılmazlığını kaybetmemiştir, biz ona erişemeyiz, o bizim mülkiyetimizde olamaz, çünkü insanlığın tini Benim tinim değildir. O Benim idealim olabilir ve bir düşünce olarak ona “Benim” diyebilirim: İnsanlık düşüncesi Benim mülkiyetimdedir ve bu düşünceyi tamamen kendi zihniyetime göre biçimlendirmekle, bugün böyle, yarın başka şekle büründürmekle, bunu yeterince kanıtlamış oluyorum. Biz bu düşünceyi en çeşitli biçimlerde düşleriz. Ama o aynı zamanda, kimseye satılamayan, baştan atılamayan bir miras gibidir.
Kutsal Tin zaman içinde birçok değişime uğrayarak “mutlak fikir” haline geldi ve bu da yeniden çok sayıda kırılmaya uğrayarak insan severlik, akılcılık, vatandaşlık erdemi gibi çeşitli fikirlere bölündü.

İnsanlık fikrini Benim mülküm diye nitelendirebilir miyim? Ben bir tine hizmet etmek, Kendimi onun için “feda etmek zorundaysam, onun üstesinden gelmiş, onu alt etmiş sayılabilir miyim? Eski Çağ sona ermek üzereyken, insanlar dünyanın kendilerinden üstün gücünü, “tanrısallığını” kırıp, onun güçsüz ve “geçici” olduğunu anladıktan sonradır ki ancak, dünyaya sahip olabildiler.

Tin konusunda da durum aynıdır. Onu bir hayalet düzeyine indirgersem ve tinin Benim üzerimdeki etkisini bir kaçıklık olarak nitelersem, o zaman tin kutsallığını, Tanrı ile ilişkisini yitirir ve Ben onu gönlümce kullanabilirim; insanların doğayı rahatça kullandığı gibi.

Bir meseleyle ilgilendiğimde ya da bir ilişki kurduğumda, o “meselenin doğası”nın ya da o “ilişkiyi belirleyen kavram”ın bizi yönlendirmesi gerekiyormuş! Oysa bir konuya ait kendiliğinden bir kavram oluşamaz, o konu hakkındaki kavramı biz oluştururuz. Bir ilişki kurduğumuzda, o ilişkiyi kuranların Biricikliği dolayısıyla o ilişkinin de biricik olduğunu kabul etmemiz gerekir ve başkalarının onu nasıl sınıflandırdığı önem taşımaz! Ama “İnsanın özü” nasıl gerçek insandan ayrıldıysa ve onun değerlendirilmesinde bu öz bir kıstas olarak kullanılıyorsa, insanın edimleri de insandan ayrı olarak “insanı değerlere” göre takdir edilir. Her yerde kavramların yargısına başvurulur, yaşamı kavramların düzenlemesi, kavramların her şeye egemen olması istenir. Hegel’in, saçmalığa bir yöntem getirme ve kavramlar tüzüğünü mükemmel, sağlam temelli dogmalar halinde tamamlama yoluyla sistematik bir ifade kazandırdığı din dünyasıdır bu. Her şey kavramlara uygun, tekdüze bir şekilde yorumlanmakta ve gerçek insan, yani Ben, bu zamlan yasalarına göre yaşamaya zorlanmaktayım. Bundan daha berbat bir yasa egemenliği olabilir mi? Hıristiyanlık, ta başından beri Yahudilikteki yasa egemenliğini daha da sıkılaştıracağını itiraf etmemiş miydi? (“Yasanın tek bir harfi bile yitirilmemeli”)

Liberalizm’in ortaya çıkmasıyla birlikte yeni kavramlar gündeme geldi: Tanrı yerine insanla ilgili, Kilise yerine devletle ilgili kavramlar, inanca dayananlar yerine “bilimsel” kavramlar, ya da daha genel bir ifadeyle, “işlenmemiş, kaba, ham kurallar”, yönergeler yerine gerçek kavramlar ve ebedi yasalar.

Şimdi dünyada tinden başka bir egemenlik yoktur. Kafaların içinde sayısız kavram dolaşıp durur. Bunun ötesine geçmek isteyenler ne yapıyorlar? Onlar bu kavramları reddedip yerlerine başkalarını getiriyorlar! Diyorlar ki, “Siz hukuk, devlet, insan, özgürlük, hakikat, evlilik gibi kavramları yanlış anlıyorsunuz. Örneğin hukuk kavramı aslında bizim şimdi ortaya attığımız biçimde anlaşılmalıdır!” Ve kavram karmaşası böylece sürüp gidiyor.

Dünya tarihi bizleri acımasız biçimde hırpaladı ve tin her şeye egemen bir güç haline geldi. Sen benim paralanmış ayakkabılarıma değer vereceksin, çünkü bunlar senin çıplak ayağını koruyabilir, benim kullandığım tuzu önemseyeceksin, çünkü onu kullanabilseydin, patateslerine lezzet katabilirdin, benim görkemli saltanat arabama saygı duymalısın, çünkü ona sahip olsaydın bütün sıkıntıların sona ererdi; ama sen onlara el uzatma hakkına sahip değilsin! İnsan birçok şey arasında özellikle “kendi başınalığa”, kendi ayakları üzerinde durabilmeye çok değer vermelidir, ama kendi başınalık onun yaklaşamayacağı, erişemeyeceği bir yerde olmalı, onun eline verilmemiş olmalıdır. Kişinin kendi ayakları üzerinde durabilmesi üstün bir meziyet olarak tanınmalı, buna saygı duyulmalı! Ama insan onu elde etmek için elini uzatırsa, vay haline! O zaman ona “eli uzun” derler.

Bu makalenin tamamı (resimler ve altyazıları hariç) Max Stirner'in 1844'de yayınlanan ''Der Einzige und sein Eigentum'' isimli eserinin bu konuyla ilgili ikinci bölümünden alıntıdır.


Ne kadar da fakirleştik, hatta elimizde hiçbir şey kalmadı denebilir! Her şey bizden uzaklaştırıldı, eğer elimize vermezlerse hiçbir şeye uzanma cesareti gösteremiyoruz. Biz artık sadece verenin lütufkârlığı sayesinde yaşayabiliyoruz. İzin almadan yerden bir iğneyi bile kaldıramazsın. Bu izni kimden alacaksın? Saygıdan! Saydığından! Eğer senin saydığın, onu sana malın diye bağışlarsa ve sen de onu malın sayarsan, o zaman onu alabilirsin. Ve eğer ahlaklılık, akıl, ya da insanlık adına görevlendirilmediysen, salt kendi adına düşünce üretemez, söz söyleyemez, bir edimde bulunamazsın. Ey arzularla dolu insanın o hiçbir kayıt ve şarta tâbi olmayan mutluluğu! Seni kayıt ve şartların sunağında kurban etmek için ne kadar da acımasızca uğraşıyorlar!

Bu sunağın üzerinde bir kilisenin kubbesi yükseliyor ve duvarları giderek daha geniş bir alanı içine almak üzere ta ilerilere doğru kaydırılıyor. Bu duvarların içinde kalanlar kutsal sayılıyor. Sen artık onlara ulaşamazsın, onlara dokunamazsın. Bu duvarların çevresinde açlıktan kıvranarak, haykırarak dolaşacak ve dışarıda kalan birkaç dünyevi, cismani parçayı toplamaya çalışacaksın. Giderek kilisenin çevresinde daha geniş halkalar çizerek koşturacaksın. Bir süre sonra kilise bütün dünyayı içine alacak ve sen en ücra uçlara itileceksin. Bir adım daha attığın anda kutsallık dünyası zaferi kazanmış olacak ve sen uçuruma yuvarlanacaksın. Haydi, henüz çok gecikmeden kendine gel ve çoraklaşmış cismani ortamda dolanıp durma! Cesaretini toplayarak kilisenin kapısından içeriye dal!

Eğer kutsallığı kapıp midene indirebilirsen, onu kendine mâledersin, artık o Senindir! Kutsanmış ekmeği sindirdiğinde, dışkınla birlikte ondan da kurtulmuş olursun! Kutsal ekmeği sindir ve ondan kurtul!

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.