Dünyada Mekân…

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Temmuz 4, 2016 at 12:52 pm

150 milyon km²’si karalarla kaplı olan dünyamızın 7,5 milyar nüfusu için yaşayan her kişi başına 20bin metrekare kara parçası düşmektedir. Yani kişi başı 20bin metrekare yeryüzü ve gökyüzünü şu dünyadaki insanlık hakkınız olarak kabul edebilirsiniz. Ayrıca dünya nüfusunun bu kadar çok oluşu ve kentlerde bu kadar yoğun yerleşim oluşu da sizin şahsî sorununuz olamaz.

Su ve güneşiniz varsa eğer, küçücük bir alanda ihtiyacınız olan tüm bitkisel (ve hatta hayvansal) gıdayı üretebilirsiniz

Size bulunduğunuz yerde bir ömür boyu mutlu ve sağlıklı bir biçimde varlığınızı sürdürmeniz (survival) için gerekli olan kişi başı gökyüzü mekanı sadece 100 metrekaredir. Yani dünya ortalamasına göre sizin payınıza düşen metrekarenin belki sadece 200’de biri. Ve üstelik bunun içine ihtiyacınız olan su, enerji, iletişim, gıda vb tüm temel ihtiyaçlarınızın üretimi de dâhildir. Tabii tek kişi oturmayacağınızı mesela eski ortalamaya göre ailenizin toplam 5 kişi olduğunu varsayalım. İhtiyacınız 500 metrekaredir. Dikkat buyurunuz bu 500 metrekare net güneş gören alan olmalıdır.(Doğrudan güneş görmeyen alanları hesabımıza katamıyoruz.) Bu alanın 20m² kadarını enerji ihtiyacımız(pv güneş paneli) için ayıracağız. Geri kalanın neredeyse tamamı yetiştireceğimiz bitki ve gıdalar için bize lazım.

Suyu yağmuru toplayıp filtre ederek ve ayrıca kuyudan kullanıyoruz. Örtü altı topraksız tarım, otomatik sulama vb teknolojilerimiz var. Metrekare başına verimi çok arttırıp, işçilik gereksinimini çok düşürebiliriz. En az kaynakla en çok ve hızlı protein üretimi “çekirge” ile mümkün oluyormuş. Alanlarımızı dikkatli kullanırsak balık da yetiştirilebilir (Tabii inek beslemeyi ve biftek yemeyi düşünmüyoruz.) Meyve sebze çeşitli ve zengin sağlıklı beslenme kaynaklarımız olacak. Çöp üretmeyeceğiz. Konut alanlarımızın büyük kısmı direkt güneş almayan olacağı için metrekaremizden yemiyor. (Kiler bodrum katta) Yani böyle bir yuvada dış dünyaya hemen hemen hiç ihtiyaç duymadan (sıfır sabit giderle) yıllarca sağlıklı bir biçimde yaşamak (yani survival – hayatta kalmak) mümkün. Üstelik kuruluş maliyeti de size satılmak istenen o pahalı dairelerden daha fazla değil kesinlikle.

Size hep bunun imkânsız olduğu ima edildi. Enerjiyi, suyu, iletişimi, yiyecekleri ve daha birçok zorunlu ihtiyaç maddesini sürekli olarak satın almaya mecbur olduğunuza inandırıldınız. Allahın rahmeti gökten yağarken size uğramaz. Güneşi hemen hiç görmezsiniz, o sizin için çalışmaz. Siz onun için belki bir tatilde kısa süreliğine onu görebilmek için çalışırsınız denildi. Biliyorum şimdiye kadar size sunulan hazır konut projeleri arasında yukarıda anlattığım gibi özgürlük vaat eden ve sabit giderlerinizi neredeyse sıfıra düşürebilme fırsatı veren hiçbir örnek yok. Hepsi size bunun tam tersi, tümden bağımlı bir yaşam tarzını empoze etmek üzere tasarlanmış. Ulü’l emre itaat edeceksiniz. Sürekli onlar için çalışıp, onlara ödeme yapacaksınız. Başınızı kaldıramazsınız. Eğer kaldırırsanız sistem sizi yok edecek. İşte o konut, ve o işyeri sizin müebbede mahkûm olduğunuz hapishanenizdir.

Oysa eğer kamu canavarının(Leviathan) hiç karışamadığı, mesken masuniyeti olan, familyanızla birlikte dışa bağımlılığı olmayan bir özel yaşam alanınız olsa, orada hiç müdanasız tüm temel ihtiyaçlarınızı karşılayabilseniz, işte o zaman şu dünyada kendinizi var edebilmeniz için bir fırsatınız doğmuş demektir. Dünyada mekân denilmiştir. Boşuna değil. Bir mekânınız yoksa eğer veya tapusu sizde olsa dahi kendi mekanınızda sözünüz geçmiyorsa, orada ne yapıp yapamayacağınıza sizin yerinize başka birileri karar veriyorsa siz yoksunuz, var olamazsınız.

Tüm temel ihtiyaçlarınızı üretebilen bir mekâna sahip olmanız toplumdan izole yaşayan, endüstriye uzak birer meczup olmanızı gerektirmiyor. Bilâkis, özgür bireyler olarak yaratıcı üretkenliğiniz, diğer insanlarla sosyal ve ekonomik ilişki potansiyeliniz ciddi olarak artacaktır. Fazladan ürettiklerinizi komşularınızla karşılıksız ve her zaman paylaşabileceksiniz. Oysa Ulü’l Emr bunu istemez kuşkusuz. O sizin sürekli kendisine mecbur ve mahkûm itaatkâr köleliğinizi tercih edecektir. O yüzden sizin her türlü özgürleşme projenize karşı çıkacak, tam tersi olan kendi projelerine itaatle uyum sağlamanızı isteyecek, bunun için gerekirse şiddet kullanmaktan da hiç çekinmeyecektir.

KENTSEL DÖNÜŞÜM

Eski binaların yıkılıp yerine daha yüksek ve daha sıkışık apartmanların yapılması veya marka şirketlerin kıyıda köşede kalmış son parselleri (Kartal Towers, Viaport Venezia, Mashattan, CentralPark, Greenox Residence bla bla) gibi tuhaf isimlerle markalandırdıkları konut sitelerine dönüştürmeleri anlamında epeydir sürdürülen çok gürültülü ve tozlu bir inşaat faaliyetine “kentsel dönüşüm” adı verildiğini biliyorsunuz.

Devletin sahibi olduğu imtiyazlı bir inşaat şirketi, imtiyazlı bazı özel şirketler, çevre şehircilik bakanlığı ve yerel idareler bu konuda başı çekmektedir. Halkın parasıyla dünyanın en büyük sarayları ve üzerinden geçmesi dünyanın en pahalıya(33TL/km) mal olan köprüleri de ayni hovarda idare inşa ettirmiştir. Metrekare satışı 12bin dolarlara, metrekare aylık kiraları 350 dolarlara ulaşan konut fiyatları gerçekten uçmuş bir halde. Bir sanayi işçisinin 5 aylık maaşının toplamı ortalama konut fiyatlarının bir metrekaresine bile yetmemektedir.

John Maynard Keynes 1930’da demiş ki “”bir yüzyıl içinde kişi başı gelirin sürekli artması sonucu tüm insanların temel ihtiyaçları karşılanacak ve hiç kimse haftada on beş saatten fazla çalışmak zorunda kalmayacak.”” Şimdi yüz yıl aşağı yukarı geçti. Peki haklı çıktı mı?. Kesinlikle hayır. En azından biz Türkler halen yasal olarak haftada net 45 saat çalışmak zorundayız. Üstelik bedelini almadan bunun çok üstünde süreler çalışmak zorunda kalanlarımız da var. Nerede 15 saat, nerede 45 saat. İşe gidip gelmek için harcadığımız süreler buna eklendiğinde 65 saati de geçmektedir. Daha da kötüsü çoğunluk çalıştırılma biçimlerimiz genellikle insan ruhunun ihtiyaçlarına en aykırı hallerde tasarlanmış.

Teknolojilerdeki hızlı gelişme üretim maliyetlerini binlerce kat düşürdü. Ama halen çoğu çalışanın elde ettiği gelir temel ihtiyaçlarını karşılamaya bile yetmiyor. Bundan neredeyse 5bin yıl önceki antik Mısır’da (köle olmayanlar için) geçerli olan aylık “2 sığır bedeli” ücret günümüz işçileri için çok lüks kalıyor. Yaşam şartları bu kadar hızla pahalılaşırken, emek fiyatlarının düşmesi daha nereye kadar sürdürülebilir?

Bu emlak balonu bir gün patlamayacak mı? Daha önce ABD’de, Japonya’da olduğu gibi konut fiyatları kısa bir sürede yarıya, üçte bire, hatta daha da aşağılara düşmeyecek mi? İnsanlar buralara yerleşip medeni dünyaların müreffeh yaşamlarını buralarda da sürdürebilecekler mi? Acaba bu mümkün mü? Öncelikle yapmamız gereken şey böyle bir sürdürülebilirliğin nelere dayalı olduğunu gözümüzde doğru canlandırmak.

Bir kent düşünün ki her Allahın günü ortalama 500’den fazla aile kırsal bölgelerden ya da başka yerleşimlerden kopup gelerek, burada kendine yeni bir yaşam kurmayı ummaktadır. Üstelik bu durum onlarca yıldan beri de ciddi bir kesintiye uğramadan hatta artarak sürdü. Peki ama nereye kadar? Durum mafyöz düzende örgütlenen kamu görevlileri ve kolluk güçleri ile Jack London’un 100 yıl önce yazdığı Iron Heel (Demir Ökçe) isimli eserinde tasvir ettiği muazzam korkunçluklara doğru hızla evirilmekte ve bu durum bende büyük bir infial yaratmaktadır.

Bildiğiniz gibi hayat için gerekli temel ihtiyaçların tümü bu kente ve bu binalara sürekli olarak dışarıdan beslenilmek zorunda. Enerji, Elektrik, Su, İletişim, Nakliye, Gıda, Çöp vb. Bunlardan herhangi birindeki ciddi bir aksama burada hayatı tamamen durma noktasına getirir. Türkiye koşullarında ciddi aksamaların olacağına da kesin gözüyle bakabiliriz.

Teknoloji kendisinden kaynaklı risk ve sorunları kimi zaman mucize bir şekilde de olsa çözmeyi bilmiş, korku ve endişeleri sayısız defa boşa çıkarmıştır. İnsanlık olarak başımıza bundan sonra da bilim sanat ve teknolojiden kaynaklı bir belanın gelmeyeceğine güvenebiliriz. Ama kamu kaynaklı sorunlar için aynisini söylemek mümkün değil. İnsan toplulukları şişirilip yüceltilen hükmî antitelerden, kandırma, korkutma kışkırtmaya dayalı cebir ve şiddete dayalı otoritelerin tasallutundan kendisini korumayı beceremiyor. Kurgulanan, yapılandırılan ve hayata geçirilen hükmî antiteler omnipotent canavarlara dönüşebiliyor. İnsanlara belirli bir hayat tarzını empoze edip, o hayatın pasif bir katılımcısı olmaya mecbur bırakabiliyor. Eğer bu antiteleri de bir tür “”insan teknolojisi ürünü”” sayacak olursak işte korkunç olan şey bunların gücüdür.

Kamu idaresinin hovardaca edimlerinden kaynaklı en yüksek olasılık ciddi bir ekonomik kriz durumudur. Meselâ yurtdışından yakacak fosil enerjisi ithal edilemez. Üretim yapılamaz, insanlar işini gelirini kaybeder. Oysa bu binalara 7/24 gerekli şeylerden herhangi biri dışarıdan getirilemezse hayat durur. Bu binaların işletim giderleri çok yüksektir. Eğer bir kısmı boş kalmışsa bu giderler katlanılmaz hale gelir. Ve bir bina için olan bu durum diğer binalara da yayılır ise tüm site veya bölge giderek kısa sürede bir hayalet kent haline gelebilir. Bunun olduğunu çeşitli dünya kentleri örneklerinden biliyoruz. Bence buradaki talihsiz yanlışlık Endüstri 2.0’a uygun (otomotiv ve fosil yakıtlara dayalı) olan bir kent sosyal dokusunun Endüstri 4.0’ın geldiği 21. yüzyıl boyunca da hiçbir patlama olmadan sürdürülebileceğini sanmak.

Seçerek kabul edilmiş bir değerler kodu, ahlak kodudur. Mantığın bir ahlakı vardır, insana uygun bir ahlak vardır, ve İnsanın hayatı, kendi değerler standardıdır. Rasyonel bir varlığın hayatına uygun herşey iyidir; onu yok edecek herşey kötüdür.

                 Ayn Rand


Birey açısından baktığımızda konut sakini her bakımdan güvencesizdir. En lüks rezidans şeklinde yapılmış olanından, en kısıtlı sosyal konut düzeninde olanına kadar, bu binaların tümünün tasarımı en temel insanî ihtiyaçların reddiyesine dayanır. Konut masuniyeti yoktur. Özel mülkünüzde hemen her şey tamamen başkalarının kararlarına göre yürüyecek ve siz mecburen onlara tabi olacaksınız. İstemediğiniz tercihlere göre hazırlanmış donatılar ve servisler için siz sürekli ödeme yapacaksınız. Buna karşılık sizin kendi tercihleriniz engellenecek. Her türlü ihtiyacınızı kendi tercihleriniz dışındaki kaynaklardan (ve ederinden daha fazlasını ödeyerek) karşılayabileceksiniz. Doğa ile aranızda daima bir merkezi yönetim ve kamu bulunacak.

Satıcının size bir cennet olarak sunmaya çalıştığı rezidansı bir düşünün (herkes için farklı olacaktır kuşkusuz ama); sanırım hepimiz için bir cennette bulunması gereken asgari ortak özellikler bitkiler, güneş, su ve diğer canlılardır. Ve tabii en önemlisi de bunların hiçbiri için herhangi bir ödeme yapmamız gerekmemesidir. Peki bu pahalı rezidanslarda bunlardan hangisi bulunuyor? HİÇBİRİSİ ! Doğal olarak hiçbirisi, ayrıca yüksek bedel ödeyerek belki çok küçük bir kısmı….

Binayı size satarken gösterdikleri maketlerdeki peyzajı hiç dikkate almayın. Onlar aslında yok, uygunsuz veya sizin çok uzağınızdadır. Mülkünüz hiç doğrudan güneş almaz. Size satılan şeyin içinde insan hakları niteliğindeki doğal ihtiyaçlarınızın hiçbiri bulunmamaktadır. Üstelik bu durum size “modern toplumsal yaşamın getirdiği zorunluluklar” diye dayatılmak isteniyor. Niye öyle olsun ki? Böyle bir yaşam modeline sizi kim mecbur edebilir? Belki “”işim burada, bu şartlarda yaşamaya mecburum”” diye düşünüyorsunuz. Değilsiniz. Ayrıca siz katlanmaya razı olsanız bile sürdürülebilirliği olmayan bu düzen sizi önünde sonunda terk edebilir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.