Kişiler ve İşler – Tutunamayanlar

Zeitgeist / Denemeler | | Ağustos 4, 2016 at 8:26 am

Bütün memurlar daha gazetelerini okuyorlardı, çaylarını içiyorlardı, masalarını düzeltiyorlardı: ceket çıkarma talimatı henüz gelmediğinden ceketleriyle oturuyorlardı, adamı yakalamışlar bizim zamlardan bir haber yok dün akşam başıma gelenleri sormayın diyorlardı: hademeler, kapıların önünde iş sahiplerinin evrakını masadan masaya odadan odaya taşımak için bahşişlerini bekliyorlardı. Ceket kollarının sürtünmeyle paralanmasını istemeyen bazı titiz memurlar kolluklarını takmak üzereydiler; daktilo kadınlar makyajlarını tazeliyorlar, dudaklarını yalıyorlar, kırmızı tırnaklarını törpülüyorlardı; orta yaşlı ve gençliğine düşkün olanlar parmaklarıyla alın derilerini geriyorlardı; yaşları kırk beşten büyük olanlar son zamanları tenkit ediyorlar, küçük ilanlar da masalardaki tozdan şikâyet ediyorlardı; sinekler, rahatsız edilmeden masaların üstünde geziniyordu. Daire, o battal kütle, yavaş; yavaş geriniyor, uyanıyordu: şefler daha otobüs duraklarında vasıta bekliyorlardı, müdürler, evlerinde kahvaltı ediyorlardı, umum müdürler uyuyorlardı, bir yolunu bulup rapor alabilen küçük memurlar hiç gelmiyorlar, evlerinde öteberi tamir ediyorlardı. Bazı anlar, bir kâğıda, bir kayıt defterine uzanır gibi oluyordu eller: sonra yandaki masadan atılan bir söz, uzatılan bir gazete, hademenin masaya koyduğu bir demli çay, bu atılışları kesiyordu. Tembel bir cevap veriliyor, habere dalınıyor, masa ıslanmasın diye, çay bardağının altına, yemek-içmek için gerekli eşyanın bulundurulduğu çekmeceden çıkarılan bir altlık konuyordu. Sigaralar, birer ikişer yakılıyordu, kibritler tablalara bırakılıyordu: her harekette bir yumuşaklık, bir güngörmüşlük göze çarpıyordu. Hiç acele edilmiyordu. Şaşırtıcı ve yeni hiçbir şey beklenmiyordu. Her sabahın, bütün sabahlar gibi bir sabah olması bekleniyordu.

Bu ağır gidiş, iş sahiplerinin, koridorları, odaları, kapı önlerini doldurmalarıyla bir süre için hızlanır gibi oluyor; sonra, yeni gelenlerin de bu ağır senfoninin temposuna uymalarıyla her yer, dünya yaratılmadan önce ortalığı kaplayan madde öncesi sakinliğe bürünüyordu. Bütün iş sahipleri hep bir ağızdan iç çekiyor, bütün gözler hep birden merdivenlere çevriliyor; bütün gözlerde beklenen memurun özlemi okunuyordu. Önce, beklenmeyen memurlar geliyordu; başlar hep birden ümitsizlikle sallanıyor, gözler hep birlikte karşısındakine hak veriyordu. Bütün gözlerde, peşinden hademeleri koşturan bir müdürü görmenin arzusu yanıyordu.

Turgut, korunmasını bilen bir iş kovalayıcısıydı. Bilinmeyen kurallarla yönetilen bu ülkeye her girişinde, ürkütülmemesi gereken yaratıkların beklenmeyen davranışlarına saygı gösterirdi; yapmacık sabrını sonuna kadar sürdürürdü. Koridorda, dairenin sabah mahmurluğunu üstünden atmasını bekliyordu. Önünden geçen her memuru saygılı bakışlarıyla süzüyordu. Belli olmaz; kimin nerede ne işe yarayacağı hiç belli olmaz. Sonra, bana aldırmıyordun ama ağıma düştün işte bakışlarıyla karşılaşıverirsin birden. Garip ve mistik bir hava vardır; görünüşe aldanmamalıdır iş sahibi denilen cüce yaratık. Hademeler süpürüverir insanı. Elini hiçbir kâğıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiçbir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiçbir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendini acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin… ve hiçbir zaman ümide kapılmayacaksın. İşte beklediğin memur merdivende göründü. Hemen yanına gitmeyeceksin. Bekledi. Sabırla, odaya girmesini, masasına yerleşmesini ve güne alışmasını bekledi. Odaya girdi. Allaha emanet ol, oğlum Turgut. Memurla, masanın iki tarafında, değişmeyen yerleri aldılar.

Önce Turgut’un yüzüne bakılmadı: onun sorması beklendi. Küçük bir zaman kazancı. Beni deniyor. Boğazını temizle, öksür: fazla genç olduğun izlenimi bırakma. Buyrun, bir şey mi istediniz? Ne olağanüstü bir ülkedir! Bir şey mi istediniz, derler. Çünkü esrarlı ve bu dünyanın insanlarının akıl erdiremediği işlerle uğraşırlar. İşim olmasaydı, bu soruna karşılık sana iki perdelik bir Moliere oynardım ki… ve alınmayacaksın hiçbir sözden. Anlatacaksın. Daha bir dakika önce, yanındaki arkadaşına seslenirken ne kadar farklı bir insandı… demeyeceksin. Turgut’un üstünden aşarak seslendi: “Şükrü efendi! Bana bir çay getir.” Evet, ne istiyordunuz? Şimdiye kadar söylediklerini dinlemedim; çünkü çay içmemi beklemedin: bu nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. Ne kadar özlü konuşuyor değil mi? Ayrıca, öksürmenin yararı dokunmadı: beni genç gördü. İlk sözlerle baştan savmak istiyor. Sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle: “Evrakın sizde olduğunu söylediler” gibi yanlış bir cümle ile başlayacağım ve beni en aşağı, iki oda kadar, öteye savuracak. Belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. Bu kanlı savaş, dışarıdan hiç belli olmuyor değil mi? İşte al sana kesinlik: yazının tarih ve numarası. Yalnız, bu başarıyla sarhoş olmamalısın. Evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin. Yazı işlerine gittim zimmetle size gönderdiler diyerek, ilk dakikadan onu bunaltmaya gelmez. Kendisini çok çaresiz görürse, ümitsiz hareketler yapabilir. Mesela: ‘Bir dakika’ der, çıkar odadan: bir daha koydunsa bul. Nazlı masal kuşlarıdır.

Ürkütmeyeceksin. Belki de biraz daha beklemeliydim. Ne dersin? Bir iki iş sahibi gelse. Onları terslese. Ben bir köşede durup bakışlarımla ona hak versem? Adamlar gidince de önce şundan bundan konuşuruz: bir iki basit hastalık filan. Bir ilaç tavsiye ederim. Yalnız, fazla ileri gitmeye gelmez: olmayacak bir şey ister insandan. İkmale kalmış kızının fizik hocasına gidip iltimas yaptırmak gerekir: gel de işin içinden çık. Fazla kibarlık da etmeyeceksin… kibarca atlatıverirler seni. Bunları düşünüp, karşılıklı oyunlar oynamakla harcadığımız enerjiyle kim bilir kaç tane elektrik santrali çalışırdı? Efendim?

Uzun uzun, tarih ve numarayı inceliyor: sanki hayatında tarih ve numarayı ilk defa görüyor. Selim olsa, bir cinayet çıkardı, Budist olacaksın: ağaç, taş, bu münasebetsiz memur ve Turgut Özben… kaynaşıp gideceksin. işi cahilliğe vuruyor: böylece hem zaman kazanıyor, hem de sabrımı deniyor. Sonra saf saf başını kaldıracak, ben bundan hiçbir şey anlamadım, diyecek. Cahilliğine aldanmayacaksın, hemen atılıp anlatmaya kalkmayacaksın. Öyle bir anlamıştır ki küçük ve önemsiz bir yanlışını yakalayıverir senin. Bilgisizliğini yüzüne vurur. Küçümser seni: çileden çıkarmaya çalışır. Bu kadar okumuş, tahsil görmüş; daha bir dilekçenin nasıl yazıldığını bilmiyor, der bakışlarıyla. Masasının gözünden talimatnameler, nizamnameler, kanunlar çıkarır: maddeler denizinde boğar seni. Bir işin nasıl yapılacağından çok nasıl yapılmayacağını gayet iyi bilir. Gerçek olumsuzluğun sultanıdır. Canım benim! Şişman da değil ki biraz gevşeyebileceğinden ümidi olalım. Zayıf, sinirli ve orta yaşlı. Eski usul bıyık bırakmış. Koyu renk elbisemi giymeliydim. Gençliğimi kızgınlıkla karşılar belli etmeden. Öksürüğümü de beğenmedi. Şartnamenin unutulmuş bir maddesiyle öyle bir saldırır ki müdürler bile çekinir böylelerinden. Yapamam efendim, der; sonra mesul olurum. Müdür diyor ki mukavelenin ruhuna aykırı bir taraf yokmuş. Müdür Bey böyle diyorsa kendi imzalasın: benim parafıma ihtiyaç yok. Müdür Bey, memur arkadaş dedi ki sizin imzanız yetermiş. Ne demek efendim? İmzalasın. Vazifesi. Çağırın bana. Müdür’le memur arasında sıkışacağını düşünmek Turgut’u terletti. Önce size havale edilmiş Necati Bey, neden paraf etmediniz? Susun! Moralimi bozmayın. Uykusuzluktan olacak. Boş yere kendini korkutmayacaksın. Selim’in olumsuzluk meleği Nihat, dairede nasıl bir adamdı acaba? Bu adammış. Selim öldü Nihat Bey: imzalayın artık. Olmaz. Babam mezardan çıksa imzalamam. Ne korkunç adamsınız. Yalnız çiğ et mi yersiniz? Masaya fazla yüklenmişim: biraz geri. Bazıları, masanın başında durup dikilmeye sinirlenirler. Çok duyarlı bünyeleri var. En küçük bir hareket baskı oluyor. Gözlüklerini burnuna indirmiş: elleri düzgün. Yalnız kâğıt tutmuş eller. Memur sınıfı diyorlar. Bir zamanlar ne kadar gözdeymişler. Bir de subaylar. Onlardan herkes çekinirmiş. Babalar kızlarını hep bu iki sınıfa verirlermiş. Kızımı bir memura verdim: kızımı bir subayla evlendirdim! Demek o zaman insanla evlenmek adeti yokmuş. Ya öğretmenler? Onların durumu acıklı. Erkek ilk öğretmenleri hakkında anlatılan bir fıkrayı hatırladı. Öğretmen, yedek subaylığını yapıyormuş: tabii hep üniformalı. Adamdan kızını istemiş. Haluk anlatmıştı galiba. Memurlarla ilgili başından geçen bir olayı hatırlıyorum. Olay değil de bir an. Önemli bir an. Yani bizler için önemli. Ne bakımdan önemli? Anlatmak zor. Böyle bir odaya girmiş de bütün memurlar çay içip gazete okuyorlarmış: her zamanki gibi. Hayır, önemli olan bu değil. Kimse yüzüne bakmamış: herkes işiyle gücüyle meşgul. Herkes çayıyla gazetesiyle meşgul, Bütün başlar gazetelere gömülmüş. Halûk bekliyor. Öğretmen fıkrasını galiba teyzem anlatmıştı. Adamı subay sanmış müstakbel kayınpeder. Kızı vermiş. Sonradan, durum anlaşılınca, bu sefer zavallıyı mahkemeye vermiş. Böyle şey olmaz ya. İyi uydurmuşlar. Uydurma bir yaşantı… uydurma yaşantılar… ne garip bir milletiz… bizi kim anlayacak? Kayınpeder diyormuş ki hâkime: sayın hâkim bey, ben onu subay zannetmiştim: fakat, affedersiniz, öğretmen çıktı. Affedersiniz. Haluk da memurlara, bir affedersiniz bile diyememiş. Meşgul memurların ortasında öylece kalmış. Neden sonra, yaşlıca bir memur, başını gazetedenkaldırmiş. Haluk ümitle ona doğru yönelirken, yaşlı memur başını arkadaşına çevirmiş ve: “De Gaulle De Gaulle dediler: onu da gördük,” demiş. Hepsi bu kadar. Her yerde kullanırdık bu sözü. Zavallı öğretmen! Böyle bir kayınpederin kızını ne yapacaksın? Selim, De Gaulle fıkrasına bayılmıştı. Buna fıkra da denemez ya. Bu sözün içinde binlerce sayfa gizli” diye tepinirdi. Kimse anlatamaz bu fıkranın ne kadar güzel olduğunu, diye kıyamet koparırdı.

“Ben tek başıma karar veremem. Şef gelsin, bir de onunla konuşalım. “Yarım saat gitti. Şimdi çık koridora, bir ileri bir geri dolaş bakalım: nöbet tut kapıda. Bir parça övseydin onu: sizin gibi mevzuatı bilen biri için başkasına sormak… uğraşmam, yorgunum. Şef de gelecek mi bakalım? Bilinmez. Kimse kimsenin ne olduğunu bilemez. Kimse kimseye karışmaz. Bu, onun işi efendim. Ben bilmem. Kendisi gelsin de. Kendisi de bir türlü gelmez. Karanlık koridorda birbirlerine çarparak evrak taşıyan hademelerin arasına karıştı. Düşünmeliyim, diye düşündü. Vaktimi boşuna geçirmemeliyim. Dayanma gücümü kaybetmemeliyim. Bir sigara yaktı.
Koridorda dolaplar, dolaplar. Eskiden alınmış ahşap dolaplar, yeni çelik dolaplar. Dolapların içi dolmuş, üstüne taşmış: tozlu dosyalar. İplere, kâğıtlara sarılmış dosyalar. A-2. B-4… Ne anlamsız bir yaşantı. Dolabın kapağında bir yazı: yangında ilk kurtarılacak eşya. Onu değil beni kurtarın. Nasıl dayanabilirim ben, Turgut Özben, bu beklemeye? Nasıl dayanamazdık Selim’le birlikte üniversitede? Nasıl kaçardık sınıfların arka kapılarından? Selim, bütün bu eşyanın yanmasına kim bilir nasıl sevinirdi. Bir gün öfkelenmişti birden: hepsini yakmalı, bütün evrakı, kayıtları, belgeleri. İnsanlık bunlarla ayakta duruyorsa şaşırıp kalsın herkes: Şaşırıp kalsınlar da şaşkınlıktan, ne yapacaklarını bilememekten ölsünler. İçerdeki odada oturan alçak ne yapardı acaba? Canını kurtarmaya bakardı; tıpkı onun yanındaki masada oturan ve daktilo kızı kaçamak bakışlarla süzen ve onu böyle bir yangından kollarının arasında çıkaracağını sanan ve yangın sözünü duyar duymaz tabanları yağlayacak genç adam gibi. Şaşırmazlar Selimciğim: daire tatil oldu diye sevinirler. İnsanlar, yalnız kitaplarda şaşırırlar. Romancılar şaşırtır onları. Ölü denizdeki su zerrecikleri gibi birbirlerine tutunurlar: dalgalanırlar, bir yere gitmezler aslında. Aslında, kimse, kafasındaki hayallerle kimseyi bir yere götüremez kardeşim Selim! Belki biz, seninle ben, kafamızdaki hürriyetle bir yerlere gidebilirdik. Giderdik de! İstediğimiz zaman kaçardık sınıftan. Yangın çıkmasını beklemezdik. Hocanın gözünden kaçarken arka kapının yanına yerleştirmiş olduğumuz kontrplak korurdu bizi. Sormazdı bu tahta nedir diye. Hürriyet kontrplağı. Kapının gıcırtısını duyduğu zaman hoca geç kalmış olurdu, çok geç. İşte böyleydik biz canım Selim! Şimdi ne durumlara düştük ikimiz de. Sen öldün: ben de koridorlarda, anlamsız bekleyişlerin içinde ölüyorum.

Gerçekten öldün mü Selim? Bu yalnızlık dolu koca dünyada bütün tutunamayanları öksüz bırakıp gittin mi? Bat dünya bat! Talih! İki gözün kör olsun da piyango bileti sat! Midem yanıyor: içkiden kurtarılacak ilk mide. Yangından kurtarılacak ilk mide. Benim midem. Benim kalbim.

Hademeler, koridorda, bir sehpanın çevresine oturmuşlar dertleşiyorlar. Hademeler kadar itibarımız yoktur burada. Boş sandalye görsek de oturamayız: hademelerle karıştırmasınlar bizi diye. Memurları bizden sormasınlar diye. Vallahi hemşerim, ben de senin gibi buraların yabancısıyım. Güldü.

“Ne gülüyorsun Turgut Bey? İşlerini koridordan radarla idare ediyorsun artık galiba. Onun için keyfin yerinde.”

Toparlandı. Musta Bey, eski mütaahhit. Yenileri kıskanır. Doğruluğu yüzünden bir türlü büyüyememiş işinde: kendi yorumu. Geçen ihale işinde onu da gördük. De Gaulle gibi. Mütaahhit Mustafa Taşyap. Eskiden taşçıymış da. Soyadı kanunu çıkınca sonunu mesleğine uydurmuş hemen. ‘Olmuş’ ‘tuhaflıklar’ anlatır. Mütaahhit esprisi yapar. Mütaahhit esprisi, memur esprisi. Herkesin kendine göre bir düzeni var. Bir sen miydin bu dünyada garip olan, Selim? Bırak beni Musta Bey; evrensel gerçekler peşindeyim. “Efendim?” dedi Musta Bey. “Ne dedin?” Saldırdı: “Son ihalede bize oynadığın oyundan sonra karsıma ne cesaretle çıkıyorsun, Musta Bey?” Belki kaçırınm böylece. “Bırak beni doğruluk kuşu Musta. İşim var.” Olmadı: pişkinliğe vurdu. “Bütün kabahat Memduh’ta. Mütaahhitlerin listesini eksik almış. Adam, açıkgöz. Memuru elde etmiş. Listeye adını yazdırmamış. Son dakikada attı zarfı.” Gördün mü, kaçamam artık. Ben sana gösteririm. “Musta Bey. Çocuk gibi kandırma beni. Kapıyı tutmak yok mu?” “Ah bu gençler: Her şey kitaptaki gibi mi oluyor? Memduh adamı görünce mütaahhite benzetememiş. Bırakmış içeri.” Seni benzetirdi. Lacivert elbiseni ve kır saçlı şakaklarını görenler, seni muharrir falan bile sanırdı. “Bırak bunları. Sen adamdan kaç para aldın, onu söyle.” Musta Bey son sözü duymamış gibi: “Bu asfalt yollarda iş kovalıyorsun da haline şükretmiyorsun. Bizim gibi Allahın dağında… “ Bir hikâye kokusu alıyorum. Nasıl kurtulsam? “Ben bir şefe bakmak… “Reşit Bey gelemez daha. Ben de onu bekliyorum. Yeni evlendi. Karısı bu saatte bırakmaz onu. Sen hikâyeyi dinle de Cumhuriyet Türkiyesinde insanın… “ Bir kitap yazacağım: bütün insanlar birleşiniz ve aynı şeylere gülünüz. Musta Bey gibilerden başka kaybedeceğiniz bir şey yoktur!

“Kırk iki senedir bu işteyim Turgut Bey. Aklım olsaydı baba mesleği kunduracılıkta kalırdım. Ben, aslen Kütahyalı yım. Kırk iki sene önce bir dükkânım vardı orada. Daha yeni usta olmuştum. Bir gün dükkândan içeri senin gibi bir beyefendi girdi. ‘Kunduraları kaçtan yapıyorsun ?’ diye sordu. Yüzüne baktım: ‘İyi kundura mı, kötü kundura mı olacak?’ Şaşırdı. Anlattım: ‘İyi kunduranın çifti iki lira, kötü kunduranın dört lira.’ Anlamadı. Gene anlattım: “İyi kundurayı iki liradan yaparsam kazanırım. Fakat sen ucuz görür yaptırmazsın. Onun için, dört lira derim. Kunduradan anlamadığın yüzünden belli. Senin için iyi deri kullanırsam yazık.’ Güldü, iki çift kundura ısmarladı gitti. Zamanla ahbap olduk. Bir gün bana: ‘Mustafa, oğlum,’ dedi. ‘Sen bu kunduracılıkla zengin olamazsın. Benim gibi mütaahhit olmalısın.’ ‘Nasıl iş bu?’ ‘Kolay işi alacaksın, başkasına yaptıracaksın. Para böyle kazanılır ancak.’ Uzatmayalım: kandık adamın sözüne. Mütaahhitliği, adamın cebine giren paranın miktarı ile ölçtük. Memurlar da öyle sanır ya. Yüz bin lirayı aldı, cebine attı, derler. O hırsla uzatır dururlar insanın işini.

Teminat, dediler: dükkânı sattık. Cebimize de birkaç kuruş koyduk. İhale kolluyoruz. Allahın dağında bir yerde bir jandarma karakolu inşaatı düştü kısmetimize. Şarkta bir yerde. Ne adam gider ne vasıta. İnşaata yakın bir kasabada akılsız bir kamyoncu bulduk sonunda: bize malzeme taşıyacak. Kasabayı dolaştım: sokakta dilenen, boş dolaşan ne kadar deli varsa topladım. Sözün gelişi değil, gerçekten deli. Başka kim gider dağın başına? Bir sivrisinekler var: cibinlik deliyor. En delisini de başlarına çavuş koydum. İnşaat yerine bıraktım onları. Deli takımı olduğundan çadır falan isteyen de çıkmadı. Kasabaya döndüm, içim rahat. Bir kahveye oturdum. Daha ısmarladığım kahve gelmeden bir de ne göreyim, tuttuğum kamyonun şoförü geliyor kan ter içinde. Önümde yıkıldı kaldı. Ne oldu? Ne var? ‘Ah bey!’ dedi ‘Beni öldürüyorlardı: zor kaçtım ellerinden. Hele o deli çavuş yok mu? Allah korusun!’ Kamyon, inşaat yerine varınca bizim deliler toplanmışlar adamın çevresine: neden geldin, ne yapıyorsun? Temel için taş taşıyacağım, şu kadar fiyata diyecek olmuş zavallı. Sen misin diyen? Adamı öldürüyorlarmış: sen, Allahın taşını getirmek için bir de mütaahhitimizden para mı alacaksın? Kamyonu bırakıp kaçmış, canını zor kurtarmış. Ah, Mustafa! dedim kendime. Deliler, dedim. Ne akıl varmış sende. Gitmesine gideceğim yanlarına: korkuyorum. Şoför bir daha uğramam oraya, diyor. Kamyonu bırakmaya razı. Bu nasıl iş dedim. O sıcakta yola koyuldum gene, çaresiz. Şantiyeye vardım.

Baktım toplanmışlar, homurdanıp duruyorlar. Daha hırsları geçmemiş. Çavuş ortalarında. Belden yukarısı çıplak: karnının üstüne bir küçük köpek dayamış. Bu köpeğin hikayesi de ayrı bir vahşet. Kasabadan yola çıkarken çavuşun kucağında bu köpek. Güldüm: ‘Hırsız gelirse, bundan mı korkacak Selman?’ ‘Yok, bey,’ dedi. ‘Dağ başı bu. Belli olmaz: insan aç kalır. Yemek için saklıyorum bu köpeği.’ Böyle adamlar işte. Gürültüleri bitince cesareti ele aldım: ‘Utanmıyor musunuz?’ diye çattım onlara: ‘Kamyoncuyu kovdunuz, Şimdi ben, temeli hangi taşla yapacağım?’ Selman, köpeği iyice karnına çekti: ‘Sen merak etme bey,’ dedi. ‘Biz taşı buluruz. Buraya da taşırız.’ Öteki delilerin yanına gitti: anlamadığım dilleriyle konuştular aralarında. Sonra, bana bir şey söylemeden dağıldılar: çalıların, tepelerin ardında kaybolup gittiler. Ezan vaktine kadar bekledim. Herhalde kaçtılar diye düşünüp üzüldüm. Bir bakıma sevmiştim onları. Kendine yakın gördün, dersin sen. Öyle diyelim.

Sabaha kadar uyku girmedi gözüme otelde. Şafakla iş yerine koştum gene. Baktım deliler toplanmış. Beni görünce sırıttılar. Ben de sevindim onları görünce. Aslında haklı bu adamlar, diye düşündüm. Allahın taşına para verir mi insan? Kimin malını kime satıyorsun? Bütün kabahat düzende. Selman yanıma geldi: ‘Bulduk taşları,’ dedi gururla. ‘Böyle iki binaya yeter.’ Derenin kıyısına yığmışlar, Bir de ne göreyim: hepsi kitabe, lahit, Aman Allahım! Senin anlayacağın, köy mezarlıklarında ne kadar mezar taşı varsa sökmüşler: yüklenip gelmişler. Allahım, dedim, mahvoldum. Hepsi de gerçekten Allahın taşı. Köylüler gelecekler, beni parçalayacaklar. Hemen kasabaya kaçtım, jandarmaya sığındım: gelecekler, beni öldürecekler! Savcıyı çağırdılar.

Anlattım. ‘Bir çare düşünün,’ dedim. Bu köylüler beni sağ bırakmazlar.’ Savcı anlayışlı adam. Düşündü. ‘Bu taşları yeniden yaptırır mısın?’ dedi. ‘Yaptırmak ne demek. Taş diye dikilirim mezarlığa.’ Yanına iki jandarma aldı: ‘Gel benimle,’ dedi. ‘Aman,’ dedim. Jandarma alayı gelsin birlikte. Masrafı neyse veririm.’ ‘Sen merak etme,’ dedi. Ne yapayım? Gözüm korkmuş bir kere. İş yerine döndük. Ana baba günü. Köylüler gelmişler; neredeyse ameleyle, amele ne demek, bizim delilerle çarpışacaklar. Derenin kıyısına birikmişler, birbirine yaslanmış yatan taşları gördükçe daha beter kuduruyorlar. Herkes delirmiş.

Savcı atından indi. Yanına bir tercüman aldı. Ne de olsa hükümet. Köyün ağası da atından inmeyip gelmemezlik edemedi. Ağa anlatıyor, bizim delilerin en akıllısı da sözlerini çeviriyor. ‘Bu yabancı, mezarlarımızda taş bırakmamış, Ne olacak şimdi? Ölülerimizi karıştıracağız. İki satır dua edemeyeceğiz. Bırak bizi de cezasını verelim.’ Savcı, onu soğukkanlılıkla dinledi: düzgün bir iş yapılmış gibi. Sonra: ‘Bunda kızılacak bir taraf yok,’ dedi. ‘Hükümet emri. Cahil herifler, yeni yazının kabul edildiğini bilmiyor musunuz? Bütün nüfus kâğıtları yenilenmiyor mu? Yeni yazıyla almıyor musunuz kafa kâğıtlarınızı artık? Bize Ankara’dan emir geldi. Bütün mezar taşlan da eski yazıyla olduğu için değişecek. Hepsi yeni yazıyla baştan yapılacak. Mütaahhit de bu işi üzerine aldı. Ankara’dan gönderdiler onu. Duyduk duymadık demeyin: bütün mezar taşlan eski yazıdan yeni yazıya çevrilecek, eski yazıyla yeni mezar taşı yapılmayacak.’ Köylüler, biraz söylendiler: sonra, atlarıyla çekip gittiler. Ben de bütün taşlan yenilettim yeni yazıyla. Her taşı doğru yere dikip dikmediğimi bilmiyorum. Allah taksiratımı affetsin. Beş parasız kaldık o zaman; ama yakayı da kurtardık.

Bu işten canım yanmadı da, bir yıl sonra basit bir mesele yüzünden altı ay hapis yattım. O da ayrı hikâye… İşte Reşit Bey geldi; kaçırmayalım.”

Müdürleri tanımaya imkân yoktur. İş sahipleri için onlar, sonsuz bilinmeyenli bir denklemdir. Hademeleri, sekreterleri aşmanın zorluğu, dairede bulundukları ve iş sahipleri için bulunmaz bir nimet olan o eşsiz saatlerin kısalığı, bu esrar perdesini korumalarını sağlar. Davranışlarındaki, önceden tahmini mümkün olmayan tutarsızlıklar, bilinmeyene olan saygıyı korur. Onları neşeli görürseniz ne yapacağınızı şaşırırsınız: diliniz tutulur. Devlet otoritesinin korunması bakımından asık surat gereklidir. Senli benli olmak, bu otoriteyi zayıflatır: devletin yüksek çıkarlarını tehlikeye sokar. İnsan, müdürlere, sinema, tiyatro, ya da daha samimi bir eğlence yerinde rastladığı zaman dahi bu korkulu saygıyı üzerinden atamaz; onların da hepimiz gibi eğlenebileceğini bir türlü kabul edemez. Bu davranışlarında bile, bizlerin, iş sahiplerinin anlayamayacağı gizli, belirsiz yüksek bir anlam vardır. Ayrıca onları, eğlenmeye gelen öteki insanlarla karıştırırsanız, ertesi gün dairede bu yanılmayı oldukça pahalı ödersiniz. Bütün memurlar, şefler, evrakınızı tam istediğiniz gibi düzenlemişken, bütün mesele sadece bir formaliteden ibaret olan müdürün imzasına kalmışken, hatta zafer sarhoşluğuna kapılıp hademeyi bile kandırarak evrakı elinden almışken ve arkasında korkutucu şaşırtıcılıklar I saklayan kapıyı yavaşca açıp o sakin mabedin içine girmeye, mahremiyetini bozmaya cesaret etmişken… birden bütün dünya yıkılır. İmzalamaz, efendim, imzalamaz. Israr ettikçe daha çok imzalamaz. On kere, yüz kere, bin kere imzalamaz. Israr etmezseniz, daha gölgeniz kapının eşiğinde kaybolmadan unutur sizi. Sizler geçicisiniz, o kalıcıdır. Adı değişse de, devletin sorumluluğunu taşımaktan hafifçe kamburlaşan sırtının eğimi değişse de, daha genç ya da ihtiyar olsa da aynı insandır. Hatırlayacaksınız dün de aynı mesele için rahatsız etmiştim. Hatırlamaz, bilmez. Unutmuştur, aklından silmiştir, ilgilenmez. Dün, ‘Peki imzalarız,’ dediği evrakı unutmuştur; imzalamaz. Fakat, dün imzalamadığını da unuttuğu halde bugün gene imzalamaz: devletin yüksek çıkarlarını bilen o sarsılmaz sezişi ile imzalamaz. İmzalamaz, efendim, imzalamaz. Belki ben değil de ilgili memur ya da hademe götürseydi, bu iş çıkardı belki. Hayır çıkmaz. Belki çıkardı. Bilinmez. Yıllarca inceleseniz tanıyamazsınız onu. Karakteri hakkında, tecrübeliler bazı tahminler yürütürler, bazı öğütler verirler size. O insan değildir ki devlettir, otoritedir. Soyut bir kavramdır. Kendi de bilir soyut kavramlığını. Hem de nasıl.

Sonra… sonra, imzaladı, derler. Nasıl olur? Siz orada değilken, boş bulunduğunuz bir anda… başkasının rüyası gibi bir şey… çırpınırsınız: nasıl imzaladı, ne dedi, yüzü nasıldı? Dikkat etmemişlerdir, kaçırmışlardır. İşin önemini bilmezler ki, bir şey demedi, derler. Nasıl demedi? Hiçbir şey demeyişi nasıldı? Nasıl olur da yüzüne bakmazsınız: gözlerinin ifadesini kaçırırsınız o anda? Başımızı kaldırmaya cesaret edemedik. Geçmiştir, fırsat kaçırılmıştır. Oysa, bu sizin hayatınızdır, hayatınızın en büyük bölümünün oynandığı bir sahnedir. Bütün acıları çektiğiniz halde o mutlu anda bulunmazsınız. Oysa sayfalar, altına yazdığı küçük bir not, minimini bir soru işareti yüzünden kaç kere değiştiril miştir; kaç kere baştan yazılmıştır. Resmi gazetede yayınılanmış kanunu bile yazıp getirseniz, ilk seferde geri çevirir. Hiçbir şey bulamasa, bir daktilo yanlışı bulur. Oysa, o daktilo olacak cahile en azından iki paket Yeni Harman almışsınızdır, yanlışsiz yazsın ve ön sıraya alsın diye yazıyı. O da ne yapsın? Kusursuz olmak Allaha mahsus. Öyle ya. Bir paket Yeni Harman daha. Telaşla yeniden yazar. Yazarken de müsveddeyi hazırlayan Şemsi Beyin yazısını okuyamadığından yakınır. Makinadan kağıdı koparırcasına alırsınız, hademeyi bile göğüsleyip odaya dalarsınız. İnsan kutsal yerlere bile bazen ne kadar hırsla girer. Boş koltuk bakar size: toplantıya gitmiştir, yani yandaki odaya gitmiştir. Olmaz, rahatsız edilemez. Girilemez. Canım nasıl olur? Her dakika meşgul değil ya. Olmaz derler koro halinde hademeler, memurlar, şefler, sekreterler, müdür yardımcıları: giremeyiz, yapamayız. Bizi nasıl karşılayacağı belli olmaz, ne diyeceği belli olmaz, ne yapacağı BELLİ OLMAZ. Doğru, öyle ya! Ya imzalamazsa? Gördün mü derler hep bir ağızdan. Hemen sönersiniz, pişman olursunuz heyecanınızdan. Bir an kendini unutup Allaha isyan eden günahkâr bir kulun çöküntüsü. Büyük bir boşluğa düşersiniz. Koridorda, sizin gibi bahtsızlarla bir olup onun aleyhinde bulunmuş olduğunuzu düşünürsünüz acı acı. Küçük söylentilere kapılıp çekiştirdiğiniz hatırlarsınız onu. Oysa onun hakkında her duyduğunuz bir tahminden ibarettir. Suçluluk duygusundan kurtaramazsınız artık kendinizi. Koridordaki yalnızlığınıza dönersiniz.

Sonra … müdür değişir. Herkesi anlatılmaz bir sevinç sarar birdenbire. Eski müdürün yaptığı eziyetler bir bir anlatılır koridorda. Baskının sona erip hürriyet güneşinin doğduğu sanılır kısa bir süre. Yeni güneş ortalığı ısıtmaya başlar. Oysa doğan, tam bir anarşidir. Hademeler ve memurlar da tedirgin olur bu yüzden. Çılgın anarşistler gibi memurlara kafa tutarız. Zafer sarhoşluğuna kaptırırız kendimizi. Koridorlarda sigaraları yere atarız, hademelere bahşiş vermeyiz. Zamanında işe gelmeyen memurları şefe şikayet ettiğimiz bile olur. Kısacası, çileden çıkarız. Memurlar, bu güngörmüş kütle, sabırla, havanın yumuşamasını, düzenin geri dönmesini beklerler. Bu geçici gerileme devresini, bize yeni eziyetler düşünmekle geçirirler. Tanrısal ihtiyatı elden bırakmazlar. Kabuklarına çekilirler. Yeni müdür dişlerini bilerken, onlar da kuzuların bayramını seyrederler ilgisiz gözlerle. Vahşi hayvanların kurbanlarıyla ilişkilerine karışmazlar. ‘Vaziyet normale avdet edince’ birer ikişer deliklerinden çıkarlar ve parçalanıp yutulmamızı da aynı ilgisizlikle karşılarlar. Arada bir, oramızdan buramızdan bir iki parça da onlar koparır. Orman kanunu resmi gazetede yayımlanır ve yayımlandığı tarihten itibaren de yürürlüğe girer. Aynı heyecanlar, aynı korkular, aynı bekleyişler, aynı çaresizlikler: bilinmeyen, gene aynı bilinmeyen. Koridorlarda gene aynı dolaşmalar, bakışmadan konuşmalar, konuşmadan bakışmalar; hademelere, parayı atınca çalışmaya başlayan o otomatik makinelere gene aynı yalvarmalar, aynı baş sallamalar. İniltiler, odaları, koridorları doldurur: yalnız müdürün kapısından içeri giremez. İnsani zaaflara kapalı tek kapıdır o.

Şefler öyle değildir. Onlara yaklaşabilirsiniz; hatta bazen bir meseleyi, iki eşit insan gibi, karşılıklı konuşup tartışabilirsiniz. Sigara ikram edilince alan şeflere bile rastlanmıştır. Bazıları size sigarasını dahi yaktırır. Bütün bu yakınlık göstermeler, onun görevini yapmasını engellemez. Ve elinizi masanın üstündeki dosyaya uzatmanızı hiç gerektirmez.

Reşit Bey de, arkasında bir insan kuyruğuyla odaya girince masa hemen kuşatıldı: eller alışkın hareketlerle dosyalarına uzandı, evrakını aradı. Bu saatte şefler bile nefes almaya bırakılmaz. Öğle tatili denilen canavar yaklaşmak üzeredir. Reşit Bey gene de başını kaldırdı, uzanan ellere baktı: eller çekildi. Bu kısa çekimserlik süresini kaçırmak istemeyen Turgut atıldı: “Benim işim iki dakikalık.” Bu durumdakilere öncelik tanınır. Yer verdiler. ‘Evveliyatı’ kısa olan işlere duyulan bir saygıdır bu. Turgut da kısaca ‘arz etti.’ İş sahipleri için çözüm ne kadar basittir. Tecrübesizler, hemen atılıp memurlara, şeflere yol göstermeye çalışıp akıl öğretmeye kalkarlar. İşte canım, şu dosya: dolabın üstündeki. Dur bakalım: öyle kolay değil. Nereden biliyorsun? Bütün dosyalar birbirine benzer. Dosya numarası tutuyor mu? Bazı önemli işler için birden fazla dosya açılır. Bunu biliyor musunuz? Senin, bu dosyanın içine konurken gözünle gördüğün kâğıt başka dosyadan çıkar. Sen dairenin esrarına akıl erdirebilir misin? Sen her an dairede misin? Her hareketimizi izliyor musun?

Turgut’un, meselesini duygulu bir açıklıkla anlatması, sessiz bir anlayışla karşılandı. “Bir de dosyasını görelim, dendi. Bakalım dediğin gibi mi? Sesindeki duygululuğa kaptırmamalıyım kendimi. Biz ne insanlar gördük! Kılı kıpırdamadan yalan söyler. Ne korkunç! Selim duysaydı çok üzülürdü. Yalana dayanamaz da. Ben de onun arkadaşı Turgut Özben. Bizi tanıyor musunuz? Biz kimseyi tanımayız. Kimseye özel muamele yapamayız. Biliyorum: mezardan çıkıp gelse bile değil mi? Biliyorum. Kabahat bende. Daire oyununa Selim’i karıştırmamalıydım. Bu oyunu kurallarına göre oynamalıydım. İşte hademe ile dışarı çıktım. Adam durdu. Kurgusu bitti. İçine bir lira atmadan yürümez. Uzaklaşır gibi yapsam? Geri döndü, çıktığı odaya giriyor. Duruyorum. Hademe de durdu. Ona doğru gitsem? Bana doğru geliyor. Olmaz: savaşılmaz bu düzenle. Parayı, adamın ceketinin cebine attı. Elli kuruş atarsan, yavaş yavaş merdivenlerden çıkar. Bir lira verirsen asansöre biner, Her şey ne kadar düzenli. Bir vidasını değiştiremezsin. Selim dairede çalışırken ne yapardı acaba? Ne yapacak, herkesin işini görürdü; hademeler de memurlar da ondan nefret ederdi. Amir güçlük çıkarmazsa memur çıkarına bakamaz, memur güçlük çıkarmazsa hademe çıkarına bakamaz. Bütün düzen çığırından çıkar sonra. Düzen de çığırından çıkarsa, artık onu ne Hamlet düzeltebilir ne de Selim. Sonra bütün aile babaları ne yapar? Bir ev nasıl çevriliyor, sen biliyor musun Selim? Ya hesapta olmayan masraflar? Tahakkuktaki Basri Bey, kansı kürtaj yaptırdığı ay, tarifeyi iki misline çıkarmıştı. Aslında bir yolsuzluk yapmıyorlar. İşiniz biraz daha hızlı yürüyor o kadar. Bir çeşit fazla mesai. Güldü. Şimdi yanımda olsaydın, bütün bu meseleleri tartışsaydık. Bir çok meseleyi askıda bırakıp gittin. Beni bıraktın bu makinenin çarkları arasında. Ben de dişlilere ceketimi kaptırdım. Eteğimin ucundan bağlandım bu düzene. Ceketi çıkarmadan olmaz. Ceket çıkarma talimatı da verilmedi daha. Çıkar üstündekileri, kurtul bu düzenden. Olmaz Selim: çırılçıplak kalırım sonra. Tutunacak bir yer bulamam sonra. Düşünceler göklere yükseliyor fakat vücut toprağa bağlı. Tek tek koparılması kolay olan milyonlarca iplikle bağlı. Kör talih! Hademe dönmedi. Ben de arşive gitmeliyim. İkimiz daha kuvvetli oluruz..

Arşiv, büyük ve uzun bir salondu. Bütün duvarlarda tavana kadar raflar, raflarda dosyalar, dosyalarımız. Canımız, hayatımız. Salonun orta kısmında masalar vardı: dört bir yanı bankolarla çevrilmiş memur masaları. Bir domino oyunundaki taşlar gibi birbirlerine yapışmış, uzayıp giden masalar. Uzayıp giden Devlet Demir Yolları gibi. Her yerde karşıma çıkma Selim.

Bir hademe, elinde bir kâğıtla bankonun önüne gelir ve dosyayı ister. Bundan sonrası biraz güç. Memur bankonun geçit verdiği yere yürür, bankonun dışına çıkar. Uygulaması güç bir halk oyunu. Memurlar, hademeler ve iş sahipleri hep birlikte bankonun dışına dizilirler, el ele tutuşarak. Memur, onların kolları arasından geçerek raflara gider. Bu sırada hademeler ve iş sahipleri ellerindeki dosya numaralı kâğıtları sallayarak iki adım öne gelirler, kâğıtları bankonun üstüne koyarak, ‘buyurun işte numara, şimdi bizdedir sıra’ türküsünü söylerler. Bu arada, rafın yanına varmış olan memur, ‘Alt gözlerde arama’ oyununu oynar. Bir hademe, salonda yer tutmasın düşüncesiyle, kapının dışına konulmuş olan merdiveni getirir. Merdivenle içeri girerken hademeler ve iş sahipleri hep birlikte dalgalanırlar. Merdiven, raflara dayandıktan sonra, oyunun en güç figürleri yapılır. Merdivenin üstüne çıkan memur, biraz bakınır ve: ‘Bulamıyorum işte’ diye bağırdıktan sonra, salonun çevresini merdivenle dön kere döner. Merdivenden inerken, bankonun çevresindeki halkada bulunanlar: ‘Dosya yokmuş yerinde,’ diye kâğıtlarını sallayarak bağırırlar. İçlerinden biri elindeki kâğıdı başka bir memura uzatır. Oyun tekrarlanır.

Turgut, oyunun en heyecanlı yerinde içeri girdi. Merdivenli memura iki kere çarptı. Bankonun çevresindeki halka ile birlikte üç kere döndü: sonunda hademesini gördü. Adam bankonun içindeki bir memurun yanına gitmiş onunla konuşuyordu. Turgut, bu karışıklıkta, seslenmenin bir yararı olmayacağını düşünerek, yasak olduğu halde, görevli memur adımlarıyla bankoyu aştı, memura yaklaştı. Orta yaşlı, yumuşak yüzlü bir memur. Turgut’un yüzüne ilgiyle baktı. Oturması için ona masasının yanındaki sandalyeyi gösterdi. Turgut başıyla, hademeye, gidebileceğini bildirdi. Hademe kalabalığın içinde kayboldu. Daireye geldiğinden beri oturmamıştı. Oturdu, memura teşekkür etti, paketini çıkardı, birer sigara yaktılar. “Şimdi dosyanızı bulurum efendim. Su kalabalık biraz dağılsın da.” Turgut’u süzdü, beğendi. “Burada iş görmek imkânsız beyefendi.” dedi. “Bu karışık düzen kurulmuş bir kere: yukarıdakiler de aldırmıyor. Kaç kere teklif ettim onlara, bu salonu şöyle tanzim edelim diye.” Masanın üstüne bir dikdörtgen çizdi, parmağıyla tozları süpürerek. “Şurada raflar olmalı. Banko da kapının karşısına merdiveni de şuraya koymalı.” Turgut, sabırla dinliyordu. “Bu işlere aklım erer. Ama dinleyen kim?” Ben. Memur sustu. Turgut da susmaya devam etti: saygısından. “Siz anlayışlı bir insana benziyorsunuz beyefendi? Zatıâliniz hangi işle meşgulsünüz?” Turgut kendini tanıttı. Memur, önce yerinden doğruldu: kalkar gibi hareket yaptı. Sonra, saygı dolu bir sesle: “Bravo,” dedi. “Bravo! Demek mühendissiniz. Çok güzel. Hem de yüksek mühendis.” Hayranlığından sözlerine devam edemedi: bir an sustu. “Mühendis ha? Mühendis.” İlk duyduğu bir kelimeyi zevkle tekrarlayan çocuk gibiydi. “Mühendis. Öyle’ ya, mühendis.” Yerinden kalkarak Turgut’un elini sıktı: “Tebrik ederim, çok güzel bir meslek.” Yerine oturdu, gözlerini uzaktaki bankoya, raflara dikerek, dalgın, konuştu: “Bravo. Çok güzel meslek. Başardınız, bitirdiniz. Şimdi artık hakkınız. Hem bu kadar genç, hem de bu kadar akıllı.” Turgut’a hak vererek sustu. Turgut, bir şeyler söylemek gerektiğini anladı, fakat konuşamadı. Haklı haklı sustu. Bir süre bakıştılar. Memur, ellerini oğuşturarak mırıldandı: “Ben de, ne kadar isterdim. İsteseydim olabilirdim de. O kadar söyledim o zaman. Liseyi bitirseydim muhakkak olurdum. Memuriyeti istemiyordum. Çizgim de çok güzeldi. Masanın başına oturur durmadan çizerdim: yukarıdan aşağı, soldan sağa muntazam çizgiler. Ne diyorsunuz ona, içine mürekkep, çini mürekkep konan kalemlere… Ne kadar itinayla doldururdum, kâğıda hiç damlatmadan. Bu çocuk derlerdi, Ya mimar olacak ya mühendis. Kâğıdın en altına da kurşun kalemle iki çizgi çizerdim… ayni aralıkta… “ Turgut, “paraIel” demedi. “Bu çizgilerin arasına dikkatle yazardım: çizgi denemesi. Ne kadar hevesim vardı bilseniz. Oturma odasındaki abajurun dibine sokulur, geç vakitlere kadar çalışırdım, Babam yanıma gelir. ‘Artık yatsan iyi olur evladım, derdi. ‘Gece yarısı oldu: gözlerin yorulacak.’ ‘Biraz daha müsaade edin babacığım,’ diye yalvarırdım: ‘Biraz da çapraz çizgiler çizeyim,’ Annem sobanın yanından mırıldanırdı: ‘Bu çocuk muhakkak mühendis olacak.’ Misafirliğe gelen komşulara bu kağıtlan gösterirdi, benimle iftihar ederdi.” Turgut’un yüzüne baktı: “İyi çizmek çok mühimdir değil mi?” Turgut, “Tabii,” dedi. “En mühim şeydir.” “Biliyorum, elbette. Ben de çok iyi çizerdim işte. Matematikçi, istediği kadar, hesap mühimdir diye tepinsin dursun. Nah sana, derdim içimden. Sen istediğin kadar beni ikmale bırak. Çizmek gibi Allah vergisi değil ya, çalışırsan öğrenirsin. Değil mi?” Turgut “Öğrenilir,” dedi. “Çalışmaya bağlıdır.” Memur, gururla başını kaldırdı: “Ben de öyle diyordum, Fakat matematikçiye bunu anlatamazsın ki. En nihayet ezbere dayanmıyor mu hepsi? Ezberlersin davaları, olur biter. Mesele çizgide. Ezberim de biraz zayıftı. Tarihten hep ikmale kalırdım. Mühendis olacak adam tarih bilmese de olur, derdim. Tarihleri, isimleri hep karıştırırdım. Ama tarihçiden geçer notu alacaktım, fakat o matematikçi yok mu? İki not vermedi. Düşman oldu bana. İki not yüzünden olmadı işte. Babam çok ısrar etti. Başka mektepte belge imtihanına girmemi istedi. Çocukluk işte. Sözünü dinlemedim. Soğumuştum bir kere. İki not yüzünden. Asli maaşı yüksektir. Sık sık terfi edersin. İstemezsen memuriyeti, istifayı basarsın. Çık serbest çalış. iyi çizgi çizenler, muhakkak diğerlerinin içinde temayüz ederler.” Gözleri daldı. Turgut, bir sigara daha ikram etti. Sigarayı bakmadan aldı. “Fakat insan öyle mühendisler görüyor ki bunlar da nasıl mühendis çıkmış diye şaşıyor. İşte bizim müdür. Bir yazısı var: daktiloların canı çıkar sökünceye kadar. Üstelik, doğru dürüst bir çizgi çizemez. Çağırır genç mühendisleri, teknik ressamları: şöyle olacak, böyle olacak diye tarif eder. Bu mühendislik mi sanki? Belli etmeden, üzerini karaladığı bir kağıdı aldım, sakladım.” Çekmeceden bir kağıt çıkardı: “Buyrun işte. Siz de mühendissinız. Böyle çizgi çizilir mi? Bir de umum müdürlüğünden bahsediliyor.

Bu yazının tamamı Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” isimli eserinin ikinci bölümünden alıntıdır.

Yolunda giden işler bile ne kadar uzar. Tozlu raflardan dosyalar indirilir: yazılar, tarih sırasına göre dizilmediğinden tek tek aramak gerekir. Yazı dosyanın içinde değildir: başka dosyalara bakılır. Dosyada fazla kopya yoktur: suret çıkarılır. Suret, aslı ile karşılaştırılır: siz okuyun, ben aslından bakayım. Suretin altına mühür ve imza: aslının aynıdır, aslı gibidir. Götürün memura paraf etsin, getirin şefe imza etsin. Dilekçeye kâğıtlar eklenmeye başlar. Kâğıtlar birbirine iğnelenir: her memur, kendi kâğıdını eklemeden önce iğneyi çıkarır, yeni iğneyi başka bir yere takar, Kâğıtlarda delik sayısı artmaya başlar. Bazı memurlar iğneyi çıkarmaya üşenir: kendi kâğıdını ayrı bir iğneyle takar. İğne sayısı artmaya başlar. Bir başkası, kâğıtlar kabardı der: bir ataş takar. Her memur bir paraf, bir damga, bir tarihle kâğıtları süsler. Kâğıdın ön tarafı dolar, arkasına geçilir. Her sayfa, taklidi imkânsız bir kompozisyon olur: daktilo harfleri, kırmızı damgalar, mor damgalar, siyah damgalar, mühürle basılmış tarihler, elle atılmış tarihler, yeşil kalemle imzalar, sabit kalemle paraflar, tarih ve numara kaşeleri, sağda solda altta üstte yatay, çapraz havale yazıları, mütalaalar, soru işaretleri, altı kırmızı kalemle çizilmiş satırlar. Gerçek bir sanat eseri: toplu bir sanatçı kalabalığının ürünü, kolektif sanat. Muhasebeye, kayıt, personel, teknik büroya: gereğinin yapılması. Müh. Asım Önal, tahakkuk: eski evrakın eklenmesi, teknik büroya: sureti eklidir, özü: muhasebe kayıtları hakkında, bir nüshasını elden aldım, imza: müteahhit namına Turgut Özben. İsminizi de üstüne okunaklı yazın, kardeşim. Oraya değil canım, buraya. Neyse, öyle de olur. Bugünün tarihini de atın. Tamam. Şimdi aşağı götürün, kaydettirin. Şu kâğıdın üstüne numarasını yazsınlar. Bana getirin, şefe paraf ettirelim. Müdür imzalasın. Tamam. Öğleye yetişir mi dersiniz? Sanmam. Şef paraf etse bile müdür yemeğe çıkmıştır. Siz, en iyisi öğleden sonra gelin. Daha rahat olur. Bugün biter mi dersiniz? Akşam için trene bilet almıştım da. Vallahi orasını bilmem. Biter ama, ne kaldı ki? Siz öğleden sonra erken gelin: hemen bitirelim. Yok gelmeyin. Müdür, üçten önce uğramaz, Siz gene bir gelin: bakarsınız erken gelir. Biraz kalır, sonra çıkar. Belki imzaya siz götürürsünüz. Ben bir buçukta geleyim. Gelin, gelin. Müdür bu, hiç bilinmez, değil mi? Bilinmez. Dün öğleden sonra hiç uğramadı mesela. Yapmayın, çocuğunu doktora götürmüş. Ya bugün de gelmezse? Yok, iki gün arka arkaya yapmaz. Ama, gene de belli olmaz değil mi? Evet, belli olmaz. Müdür muavini imzalasa? İmzalamaz. Geçen gün böyle bir evrakı imzaladı diye mesele çıktı. Şimdi, hangi yazıyı görürseniz, ben karışmam müdür imzalasın, diyor. Muavin ne iş yapıyor peki? Yirmi beş yılını doldurmuş: emekliliğini bekliyor. Neyse hayırlı olsun. Hayırlısı neyse o olsun. Güle güle.

Öğleden sonra gittiği zaman, sizin işiniz tamam, buyurun yazıyı, dediler. Allahın hikmeti, ne denir?

 

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.