Güven

Sözlük | | Ekim 5, 2016 at 5:47 pm

  Zihinlerimiz bencil genler tarafından yapılandırılmıştır fakat aynı zamanda sosyal, güvenilir ve işbirlikçi olmak üzere tasarlanmıştır. Burada açıklamaya çalışılan paradoks budur. İnsanoğlunun sosyal içgüdüleri vardır ve insanlar işbirliği yapma, güvenilir ve güvenilmez olanları ayırt etme, güvenilir biri olmayı görev bilme, iyi bir insan olarak bilinme, bilgi ve meta alış verişinde bulunma ve işbölümünü öğrenme eğilimleriyle donanmış halde dünyaya gelir. Bu anlamda eşimiz benzerimiz yoktur. Diğer hiçbir tür, önümüzde uzayıp giden bu evrimsel yolda bizim kadar ilerleme kaydetmedi zira örneğin bir karınca kolonisi gibi soyiçi üreyen büyük bir ailenin akraba bireyleri dışında hiçbir tür, gerçek anlamda bütünleşmiş bir toplum inşa etmedi. Bir tür olarak başarımızı sosyal içgüdülerimize borçluyuz; bu içgüdüler, efendilerimiz genler için yaptığımız işbölümünden akla hayale gelmeyecek faydalar elde etmemize olanak tanıdılar. Sosyal içgüdülerimiz, geçtiğimiz iki milyon yıl içerisinde beynimizin hızla büyümesinden ve dolayısıyla icat kabiliyetimiz ve yaratıcılığımızdan sorumludurlar. Toplumlarımız ve zihinlerimiz, her biri diğerindeki yönelimleri güçlendirerek birlikte evrildi. Kropotkin’in düşündüğü gibi, bir hayvan yaşamının evrensel bir özelliği olmak şöyle dursun, bu içgüdüsel işbirlikçilik insanlığın alamet-i farikasıdır ve bizi diğer hayvanlardan ayıran da budur.

Evrimsel bakış açısı uzun bir süreci kapsar. Burada, kültürel alışkanlıklarımızı ne zaman benimsediğimize ilişkin bazı söylencelerin yanlışlığını ortaya çıkarmaya çalıştım. Ahlakın kiliseden önce, ticaretin devletten önce, alışverişin paradan önce, toplumsal sözleşmelerin Hobbes’dan önce, refahın insan haklarından önce, kültürün Babil’den önce, toplumun Antik Yunan’dan önce, kişisel çıkarın Adam Smith’den önce, ve açgözlülüğün kapitalizmden önce de var olduğunu ileri sürdüm. Bunlar, avcı toplayıcı olduğumuz Buzul Çağı’nın başlangıcından bu yana insan doğasının dışa vurumları olagelmiştir. Bunların bazılarının kökeni, diğer primatlarla aramızdaki kayıp halkalara kadar uzanır. Şimdiye dek bunu gölgeleyen tek şey, kendimize verdiğimiz önem ve yakıştırdığımız üstünlüktür.

Fakat kendimizi kutlamak için henüz erken. İyi içgüdülerimiz olduğu kadar, kötü içgüdülerimiz de var. İnsan topluluklarının rekabetçi gruplara bölünme eğilimi, zihinlerimizi, önyargıları benimsemeye ve soykırıma varan kan davaları gütmeye fazlasıyla hazırlıklı kılmıştır. Ayrıca, kafalarımızın İçinde işleyen bir toplum oluşturma kapasitesi olsa da, bunu adamakıllı kullanmakta bariz bir başarısızlık ortaya koymaktayız. Toplumlarımız savaş, şiddet, hırsızlık, nifak ve eşitsizlik yüzünden kopup, bölünmüştür. Kah doğayı, kah yetişmeyi, kah hükümeti, kah açgözlülüğü ya da tanrıları suçlayarak olanlara anlam vermek için çırpınır dururuz. Bu kitabın öz farkındalığa dair sıraladıklarının pratik bir faydası olmalıdır. Evrimin, insana özgü toplumsal güven kapasitesini kullanma noktasına kadar bizleri nasıl getirdiğini bilerek, kuşkusuz bu güven eksikliğini nasıl gidereceğimizi de bulabiliriz. İnsanların hangi kurum ya da yerleşik gelenekleri güven üretir ve hangileri güveni boşa harcarlar?

Tıpkı paranın gerçek sermayenin bir biçimi olması gibi, güven de toplumsal sermayenin çok önemli bir biçimidir. Bazı ekonomistler çoktan beri bunun farkındadırlar. Ekonomist Kenneth Arrow “neredeyse her ticari alış veriş, içinde bir güven unsuru barındırır” der. Başarılı bir Britanyalı girişimci olan Lord Vinson, iş yaşamındaki başarısının on emrinden birini “aksi bir nedeniniz olmadıkça, herkese güvenin” diye tanımlar. Para gibi, güven de ödünç verilebilir (“Sana güveniyorum çünkü sana güvendiğini bana söyleyen insana güveniyorum”) ve riske atılabilir, biriktirilebilir ya da israf edilebilir. Güven, beraberinde daha çok güven getirerek kar sağlar.

Güven ve güvensizlik birbirlerinden beslenirler. Robert Putnam/ın ileri sürdüğü gibi, İtalya’nın gelişmiş kuzey bölgelerinde futbol kulüpleri ve tüccar loncaları uzun bir zamandan bu yana güveni tesis edip, güçlendirmişlerdir; oysa nispeten daha geri kalmış ve hiyerarşik güney kesimlerinde, güven eksikliğinden ötürü bu kurumlar dağılmış haldedirler. Kuzeyli ve güneyli İtalyanlar gibi aynı gen karışımıyla donanmış iki benzer halkın, salt tarihi bir tesadüften ötürü bu kadar köklü biçimde farklılaşmalarının nedeni budur: Güneyin güçlü monarşileri ve mafya liderleri, kuzeyin ise güçlü tüccar toplulukları vardı.

Aslına bakarsanız, daha büyük benzerlikler akla gelmektedir. Putnam, Kuzey Amerikalıların, kentlerini kuran bazı Britanyalılardan miras aldıkları yatay örgütlenme sayesinde başarılı bir yurttaş zihniyetli toplum yapısı geliştirdiklerini, oysa ortaçağ İspanyasına özgü akraba kayırmacılığı, otoriter rejim ve patronaj ilişkilerini benimseyen Güney Amerikalıların geri kaldıklarını ileri sürer. Bunu çok daha öteye götürebilirsiniz. Pek ikna edici olmasa da, Francis Fukuyama, Amerika ve Japonya gibi başarılı ekonomilerle, Fransa ve Çin gibi gibi başarısız ekonomiler arasında açık bir fark olduğunu, zira Fransa ve Çin’in hiyerarşik nüfuz yapılarına bağımlı olduğunu ileri sürer. Buna karşın Putnam, kuşkusuz doğru bir iz üzerindedir. Eşit insanlar arasındaki toplumsal sözleşmeler, bireyler ve gruplar arasındaki genelleştirilmiş karşılıklılık ilkesi – bunlar, insanlığın en önemli kazanımının, yani toplumun yaratılmasının merkezinde yer alır.

Herkesin Herkese Karşı Verdiği Savaş

Genetik ve matematik unsurların eklenmesiyle birlikte bu yazdıklarımız büyük ölçüde, “insanoğlunun mükemmelleştirilebilirliği” diye bilinen, asırlık bir felsefi tartışmanın çağdaş bir yeniden keşfidir. Felsefeciler, çeşitli kisveler altında ve değişik zamanlarda, insanoğlunun, yozlaştırılmadığı takdirde özünde iyi, ya da ehlileştirilmediği takdirde özünde kötü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu tartışmaların en bilineni, kötülük tarafındaki Hobbes ile, iyilik tarafındaki Jean Jacques Rousseau’yu karşı karşıya getirir.

İnsanın, toplumsal sözleşmelerce ehlileştirilmesi gereken vahşi bir hayvan olduğunu ilk öne süren aslında Hobbes değildi. İki yüz yıl önce Machiavelli hemen hemen aynı şeyi söylemişti (“tüm insanların kötü olduğu gerçeğini doğal karşılamaya mecburuz” diye yazmıştır). Aziz Augustinus tarafından rötuşlanan, Hıristiyanlıktaki ilk günah doktrini benzer bir noktayı dile getiriyordu: İyilik Tanrı’dan gelen bir lütuftur. Antik Yunan’ın Sofist filozofları, insanların özünde hedonist ve bencil olduklarına inanırlardı. Fakat tartışmayı siyasi kulvara çeken Hobbes oldu.

Hobbes’un 1650 yılında, Avrupa’da, dini ve siyasi iç savaşlarla geçen bir yüzyılın ardından Leviathan adlı eserini yazmaktaki amacı, kardeş katline neden olacak sürekli bir savaş halinin önüne geçmek için güçlü bir egemen otoritenin gerekliliğini öne sürmekti. Bu alışılagelmedik bir görüştü zira on yedinci yüzyıl felsefecilerinin çoğu, mükemmel düzeni yakalamış bir toplum arayışlarını doğrulamak için, sözde barış ve bereket içinde yaşayan Amerikan Yerlilerinin yaşamları ile özdeşleştirilen, pastoral bir tabiat hali idealine sıkı sıkıya bağlıydılar. Tabiattaki halin barış değil savaşla belirlendiğini ileri süren Hobbes, bu ideali tepetakla etti.

Thomas Hobbes, doğrudan Charles Darwin’in entelektüel atasıdır, Hobbes (1651), David Hume’un (1739), Hume, Adam Smith’in (1776), Smith, Thomas Robert Malthus’un (1798), Malthus ise Charles Darwin’in entelektüel babasıdır. Darwin, Malthus’u okuduktan sonra gruplar arası rekabet düşüncesinden bireyler arasındaki rekabet düşüncesine doğru rota değiştirmiştir; Smith, bu düşünce değişikliğine bir önceki yüzyılda erişmişti. Hobbescu teşhis bir reçete sunmasa da, hem ekonominin hem de çağdaş evrimsel biyolojinin merkezinde yer alır(Smith, Friedman’ın, Darwin, Dawkins’in enetelektüel babasıdır). Her iki disiplinin de kökeninde şöyle bir fikir yatar: Şayet doğanın dengesi yukarıdan tasarlanmayıp, aşağıdan meydana çıktıysa, bu dengenin uyumlu bir bütünlük sergileyeceğini düşünmek için hiçbir neden yoktur. John Maynard Keynes, Türlerin Kökeni eserini “bilimsel dilde ifade edilmiş Ricardcı (David Ricardo’cu)” ekonomi” diye tanımlamıştır; Stephen Jay Gould ise doğal seçilimi “esasen Adam Smith ekonomisinin doğadan anlam çıkararak yeniden yorumlanması” diye nitelendirmiştir. Karl Marx da çok benzer bir yorumda bulunur: Marx, 1862 yılının Haziran ayında Friedrich Engels’e şunları yazar: “Darwin’in, hayvanlar ve bitkilere bakıp, mensubu olduğu İngiliz toplumundaki işbölümünü, rekabeti, yeni pazarların açılmasını, ‘buluşları’ ve varoluş adına verilen Malthusvari mücadeleyi görmesi dikkate değer. Bu, Hobbes’un “bellum omnium contra omnes” [herkesin herkese karşı verdiği savaş] tanımlamasıyla aynı şey”.

Darwin’in tilmizi Thomas Henry Huxley, yaşamın acımasız bir mücadeleden ibaret olduğu savını örneklendirmek için, Hobbes’dan tam olarak aynı alıntıyı yapmıştı. Huxley “ilkel insan için yaşam sürekli bir meydan kavgasıydı ve kısıtlı ve geçici aile ilişkilerinin ötesinde her bireyin, diğer herkese karşı verdiği Hobbesvari savaş, olağan varoluş haliydi. Diğer türler gibi, insanoğlu da evrimin genel akışı içerisinde debelenip, bata çıka ilerleyerek, nerden geldiğini ya da nereye gittiğini düşünmeden, elinden geldiğince başını suyun üzerinde tutarak boğulmamaya çalıştı” diye yazmıştı, Kropotkin’i Mutual Aid eserini yazmaya sevk eden de Huxley’in bu yazısıydı.

Huxley ve Kropotkin arasındaki tartışmanın kişisel bir boyutu vardı. Huxley kendi kendini yetiştirmiş biriydi; Kropotkin ise aristokratik bir devrimciydi. Huxley başarısını bileğinin hakkıyla elde etmişti ve ayrıcalıklı bir hayatın içinde doğmuş, hayalperest ve dışlanmış prenslere ayıracak pek az vakti vardı; nasıl ki kendi yükselişi, gücünün kesin bir kanıtıysa, bu aristokratların gözden düşmüş olmaları da Huxley’e göre onların güçsüzlüklerinin kanıtıydı. Huxley “şansımızı deneyip denememek bize kalmıştır; ve şayet yaklaşan yazgıdan kaçarsak, bizlerin bu kaçışı gerçekleştirebilecek doğru insanlar olduğumuza inanmak için belli bir zemin oluşacaktır. Securus judicat orbis [dünyanın hükmü kesindir].

Eugenics [ırk ıslahı – öjenik] zalimliği, Huxley’in beceri ve liyakat sisteminden sadece bir adım ötedeydi. Evrim, zayıfı güçlüden ayırıp ayıklayarak etkili oluyordu ve bu sürece bir yardım eli uzatılabilirdi. Kaderleri, tanrıları tarafından değil, genleri tarafından yazılan Edward’cılar”; makul sonuca şevkle ulaşarak sapı samandan ayırmaya giriştiler. Edward’cıların Amerika ve, Almanya’daki takipçileri doğalcılık yanılgısına kapılarak, bu şekilde türü ya da ırkı geliştirdikleri inancıyla milyonlarca insanı kısırlaştırıp katlettiler. Bu proje, Hitler’in yönetiminde tiksindirici boyutlara ulaştıysa da, özellikle Birleşik Devletler’de, siyasi yelpazenin solunu da kapsayacak biçimde, geniş bir destek buldu. Aslında Hitler, “aşağı”, tedavi edilemez ya da gerici topluluklara karşı bir soykırım politikası yürütüyordu ve bu, 1849 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından savunulan ve Lenin’in, 1918 yılından itibaren uygulamaya başladığı bir politikaydı. Hitler’in ırk ıslahı fikrini Darwin ya da Spencer’dan değil, Marx’tan edinmiş olması bile mümkündür. Hitler, 1913 yılında Münih’te bulunduğu sırada Marx’ı dikkatle okumuş ve konuyu etrafındakilere detaylarıyla aksetmişti. Başta H. G. Wells olmak üzere birçok sosyalist, ırk ıslahı konusuna hevesle yaklaşıyordu. Şöyle demişti Wells: “Çağdaş verimlilik ihtiyaçlarına katkıda bulunmayan siyah, kahverengi, kirli beyaz ve sarı insanlar yok olmak durumunda kalacaklardır”.

Dolayısıyla, Hobbes ilkelerine dayalı mükemmel toplum arayışı, İnsanın işbirliği içgüdüsünü değil, daha önce bahsettiğimiz gibi grupçulukla birlikte gelen, soykırıma dayalı kabilecilik içgüdüsünü dışa vurarak (Şeytan’la yapılan sözleşme), Auschwitz’in gaz odalarında son buldu.

Soylu Vahşi

Hobbesçu görüşler 1845 ile 1945 yılları arasındaki yüz yılda yaygındı. Bundan önceki yüzyılda ve bunu takip eden yarım yüzyıl içerisinde, insan doğasına dair daha iyicil ve Ütopik görüşler siyasi felsefe alanında egemen oldu. Fakat insanoğlunun karanlık içgüdülerini istismar etmemelerine karşın bu görüşler de başarı sağlayamadı; zira bu kez de iyi içgüdüler abartılmıştı. Ve bu görüşler, tuhaf bir biçimde, Güney Pasifik’te iki kez başarısızlığa uğradı.

Jean Jacques Rousseau, tüm on sekizinci yüzyıl felsefecileri arasında açık ara en tuhaf ve en etkili olanıydı. Rousseau, 1755 Yılında yayımlanan “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine” adlı eserinde insanoğlunu, temelde erdemli fakat medeniyet tarafından yozlaştırılmış bir yaratık olarak betimler. Rousseau’nun, toplumsal yaşamın ve mülkiyetin kötülükleri icat edilene dek uyumlu bir doğal halde yaşayan soylu vahşi fikri kısmen hayal kurmaya (Rousseau’nun kalabalık topluluklar içerisinde eli ayağı birbirine dolanıyordu ve buna içerliyordu) kısmen de polemiğe dayalıydı. Hobbes, kısa bir anarşi döneminin ardından diktayı haklı göstermek isterken, Rousseau ise sefalet içinde yaşayan halk kitlelerini yöneten ve vergiye bağlayan, yoz, müsrif ve güçlü monarşilerin altını oymak istiyordu. Rousseau, mülk ve hükümetin icadına dek insanların özgürlük ve eşitliğe dayalı hayatlar sürdürdüğü iddiasındaydı. Çağdaş toplum, tarihin doğal bir ürünüydü fakat bu ürün çürümüş ve hastalıklıydı (günümüz çevre eylemleri sırasında, Rousseau hiç yabancılık çekmezdi.)

  Unutmayın ki, nasıl toplum insanoğlu açısından doğalsa. düşkünlük de insan açısından doğaldır; nasıl yaşlılar koltuk değneklerine ihtiyaç duyuyorsa, güzel sanatlar, yasalar ve hükümetler de ırklar için gereklidir; ve insanın er ya da geç erişeceği ölçüsüz toplum halini göz önünde bulundurarak, çok hızlı ilerlemenin tehlikelerini ve mükemmeliyet sandıkları koşulların yarattığı perişanlığı onlara göstermekte fayda vardır.
 
 

1768 yılında, Rousseau’nun soylu vahşi fikrinin yarattığı etki zirvedeyken, Louis-Antoine de Bougainville Tahiti adasını keşfederek, adaya, Afrodit’in ilk kez denizden çıktığı yer olan Peleponezya adası Yeni Cythera’nın adını verdi ve burayı Cennet Bahçelerine benzetti. Bougainville’in tedbirli tavırlarına rağmen, kendisine eşlik edenlerin ada halkına dair betimlemeleri –güzel, tutkulu, yarı çıplak, barışsever ve her şeye sahip– Paris’in ve özellikle Rousseau’nun arkadaşı Denis Diderot’nun hayal gücünü ateşledi. Diderot, Bougainville’in adaya yaptığı yolculuk hikayesine ilave olarak, hayal ürünü bir yazı yazdı. Bougainville’in hikayesinde Tahitili bir bilge, ada halkının varoluş erdemlerini sıralıyor (“Biz masumuz; biz mutluyuz, ve siz, bizim mutluluğumuzu bozmaktan başka bir işe yaramazsınız. Biz doğanın katıksız sezgilerini takip ederiz: Siz doğanın karakterini bizim ruhlarımızdan silmeye uğraştınız.”) ve bir Hıristiyan papaz, Tahitili kadınların cömertçe ve davetkarca sundukları cinsellikten dolayı mahcubiyet hissediyordu.

Ertesi yıl James Cook Tahiti’yi ziyaret etti ve ada halkının bolluk, rahatlık ve barış içinde sürdürdüğü yaşama dair benzer hikayelerle geri döndü. Tahitililer utanma, sıkı çalışma, soğuk ya da açlık kavramlarından habersizdiler. Cook’un günlüğünü yazmak üzere görevlendirilen John Hawkesworth, abartılı ifadeler kullanarak, özellikle Tahiti’nin genç kadınlarının çekiciliğini vurguluyordu. Kısacası, Pasifiğin Güneyi sanat, pantomim ve şiirde son derece revaçtaydı. Samuel Johnson ve Horace Walpole gibi hiciv ustalarının yergilerine kulak asılmadı. Soylu vahşi, on sekizinci yüzyıla ait bir cinsel fantezinin içinde bulunmuştu.

Tepki kaçınılmazdı. Cook’un ikinci seyahatinde. Tahiti’deki yaşamın karanlık yüzü ortaya çıktı: İnsanların kurban edilmesi, bir rahip sınıfı tarafından yeni doğmuş çocukların düzenli olarak öldürülme ayinleri, her iki taraf için de kötü sonuçlar içeren karşılıklı çekişmeler, katı bir sınıf hiyerarşisi, kadınların, erkeklerin huzurunda yemek yemelerinin sert bir biçimde yasaklanması, Avrupalılara ait eşyaların. yerliler tarafından sürekli çalınması, -muhtemelen Bougainville’in adamlarının adaya taşıdığı- zührevi hastalıklar. Pasifiği keşfe çıkan ve 1788 yılında ortadan kaybolan La Perouse Kontu Jean Francois de Galaup, özellikle yaşadığı hayal kırıklığından ötürü incinmişti. Kont, kayıplara karışmadan önce acı bir üslupta şunları yazdı: “Bu adanın yerlileri, Avrupa’nın en pervasız alçaklarından bile daha iki yüzlüdürler. Bütün o kucaklama ve sırt sıvazlamaları sahteymiş.” On sekizinci yüzyılın sonuna gelinip, Fransız bir diktatör dünyaya savaş açarken ve Rahip Malthus, yoksulları koruma kanunlarının” sadece üremeyi ve sonunda er geç kıtlığı teşvik ettiği yönünde William Pitt’i ikna ederken, Güney Pasifik’teki partinin de sona ermiş olması pek şaşılacak bir şey değildi. Artık Rousseau’cudan daha çok Hobbes’cu bir görünütü çizen vahşilere medeniyet götürme ya da en azından suçluluk duygusu aşılama amacı güden misyonerler, adaya gitmeye başlamışlardı.

Cennet Yeniden Bulundu

Güney Denizlerinde tarih tekerrür edecekti. Yirmi üç yaşındaki Margaret Mead, 1925 yılında Samoa’ya gitti ve tıpkı Bougainville ve Cook’un yaklaşık iki yüz yıl önce Tahiti’den dönmüş olduğu gibi, Batı dünyasının günahlarından muaf, genç erkeklerle kadınların rahat, hoş ve keyfince cinsel ilişkiye açık yaşamlar sürdükleri, Batılı gençleri yozlaştıran yoksunluk, kıskançlık ve şiddetten uzak bir doğal cennettin hikayeleriyle geri döndü. Mead, antropolog Franz Boas’ın öğrencisiydi. Gençliğinde giriştiği sayısız düelloda aldığı yaraların izlerini suratında taşıyan ve ülkesi Almanya’da ırk ıslahına verilen manasız öneme karşı tepki gösteren Boas, yarım yamalak iş yapacak biri değildi. İnsan davranışının hem doğa hem de yetişmenin bir ürünü olduğunu ileri sürmek yerine, diğer uçtaki görüşe, yani kültürel belirlenimciliğe kayarak, davranışı etkileyecek kültür dışında şeyler olabileceği fikrini reddetti. Boas, görüşünü kanıtlamak için, insan doğasının tam donanımlılığını (John Locke’un Boş Yazı tahtası kuramı)” gözler önüne serme ihtiyacı duydu. Boas, doğru kültürle yoğruldukları takdirde, insanların kıskançlık, aşk, evlilik ve hiyerarşinin bulunmadığı bir toplum yaratabileceklerini öne sürdü. Dolayısıyla insanoğlu son derece uysal ve şekillendirilebilirdi ve bir Ütopya kurmak mümkündü. Bunun aksini savunmak iflah olmaz bir kadercilikti.

Mead, bunun bir hüsnü kuruntudan daha fazlası olduğunu kanıtladığı için takdir topladı. Anlaşılan o ki, Samoa’dan, farklı bir kültürün çok farklı bir insan doğası üretmiş olduğu bir topluluğa dair somut kanıtlar getirmişti. Mead, Samoa gençliği arasında yaşanan baskı altına alınmamış özgür aşk kültürünün, ergenlik kaygısının önüne geçtiğini ileri sürüyordu. Mead’in Samoalılan, elli yıl boyunca, insanın mükemmelleştirilebilirliğinin kesin kanıtı olarak ayakta kaldı.

Fakat tıpkı Bogainville’in Tahiti’de gördüğü serap gibi, Mead’in gördüğü serap da yakından incelenince kayıplara karıştı. Mead, saha çalışmasının sürdürüldüğü Manua’da sadece beş ay kalmıştı ve bu beş ayın sadece yaklaşık on iki haftası boyunca Boas’ın kendisinden talep ettiği araştırma projesini yürütmüştü. Oysa Derek Freeman, 1940’larda ve 60’larda aynı yerde altı yıldan fazla bulunmuş ve Mead’in hüsnü kuruntuya kapılarak, kendisine bilgi aktaran muhbirlerden birinin muzipliğine aldandığını ortaya çıkarmıştı. Tıpkı Cook’un adaya daha sonra yaptığı yolcuklarda, Tahitililerin en az geri kalan insanlar kadar kıskanç, habis ve iki yüzlü olduklarından kuşkulanması gibi, Freeman tarafından, pembe gözlükler takmadan gözlemlendiklerinde, Samoalıların da, Tahitililer gibi oldukları görüldü. Özgürce aşk yaşayan Samoalı kadınlar için, evlenmemiş genç kızların bekareti, Hıristiyanlıkla gelen ve pek de uyulmayan bir yenilik değil, ihlal edildiği takdirde, Hıristiyanlık öncesi dönemde ölümle cezalandırılan, yerleşik ve saygın bir gelenekti. Samoalıların tecavüzden bihaber olmaları şöyle dursun, bu cürüm öylesine yaygındı ki, Samoa dünyadaki en yüksek tecavüz oranlarından birine sahipti. Mead, Rousseaucu peşin hükümlerinin kendisine rehberlik etmesine izin vermiş ve Hobbesçu bakış açısını ıskalamıştı.

Hakikaten de, 1987 yılında Mead’in baş muhbirlerinden biri ortaya çıkarak, bir arkadaşıyla birlikte, muziplik olsun diye, Samoalıların alenen önlerine gelenle cinsellik yaşadıklarına dair bir hikaye uydurarak, Mead’i işlettiklerini kabul etti. Freeman’ın ifadesiyle, “Kıkırdayarak söylenen önemsiz bir yalanın, daha önce böyle kapsamlı bir etki yarattığı asla görülmemişti.” (Aslına bakarsanız geçmişte bunun bir emsali vardı: Fransız gezgin Labillardiére, on sekizinci yüzyılda Tongalılar tarafından tongaya düşürülerek, Paris’teki Bilimler Akademisi huzurunda, Tonga sayıları olduğunu zannettiği bir dizi sözcüğü tekrarlamıştı; fakat aslında bunlar müstehcen laflardı).

Antropologların, Freeman’ın su yüzüne çıkardıklarına ilişkin gösterdikleri tepkiler ise, Mead’in inandıklarının kusursuzca çürütüldüğünü ortaya koyuyordu. Antropologlar, adeta itikatlarına küfredilmiş ve mabetleri tecavüze uğramış bir kabile gibi tepki gösterip, Freeman’ı akla hayale gelebilecek her şekilde karaladılar, bir tek söylediklerini çürütemediler. Şayet, empirik gerçeğe ve kültürel göreceliliğe güya sadık olan kültürel antropologlar bile tipik bir kabile gibi hareket ederlerse, o zaman nihayetinde evrensel bir insan doğası olmalıdır. Bu antropologlar, kültürden bağımsız bir insan doğası olduğuna inanmamaktadırlar. Ama kanıtladıkları, insan doğasından bağımsız bir kültür olmadığıydı. Anlaşılan yazı tahtası boş değilmiş.

Margaret Mead, birçok çağdaş sosyolog, antropolog ve psikoloğun, düşmeyi sürdürdükleri bir tür ters doğalcılık yanılgısına düşmüştü. Hume tarafından tanımlanıp, G. E. Moore tarafından isimlendirilen doğalcılık yanılgısı, doğal olanın ahlaklı olduğu görüşüdür. “Doğalsa ahlaklı olmalıdır”. İki ayak üzerinde yürüyen İnsansıların davranışları üzerine tahmin yürütüp, yorumda bulunan neredeyse tüm biyologlar, düşmeseler bile, hümanistler tarafından bu yanılgıya düşmekle itham edilmişlerdir (birçoğu da bu yanılgıya düşer). Fakat aynı kurumlar sürekli ve hevesli bir biçimde ters doğalcılık yanılgısına düşmekten rahatsızlık duymazlar: “Olması gerekiyorsa zaten öyledir”. Zira bir şeyin öyle olması gerekiyorsa, haliyle öyledir. Günümüzde bu mantık politik doğruculuk olarak bilinmektedir fakat Boas, Benedict ve Mead’in başlattıkları kampanyada da böyle bir doğruculuk sergilenmiş, insan doğasının kültür tarafından sınırsızca şekillendirilebilir olması gerektiği ileri sürülmüştür (Boas, Benedict ve Mead yanlış düşünmüşlerdir), zira bunun alternatifi kaderciliktir ve kabul edilemez.

Mead’in görüşleri biyoloji alanına kadar yayıldı. Davranışçılık, hayvan beyinlerinin herhangi bir işi kolaylıkla öğrenmek için tamamen çağrışıma dayanan kara kutular olduğu görüşünü savunuyordu, Davranışçılık felsefesinin peygamberi B. F. Skinner, kendisi gibi insanların yönettiği bir dünyaya dair Walden Two [Walden İki] başlıklı bir bilim kurgu romanı yazmıştır. Walden İki’nin kurucusu Frazier “özünde faziletli ya da günahkar olma felsefesine sahip eşyalarımız yok. Fakat insan doğasını değiştirmek için gücümüze olan inancımız tam” der.

Lenin de böyle demişti. Genelde genetik belirleyiciliğin çılgınca bir saplantıya dönüştüğü yıllar olarak bilinen 1920’ler ve 30’lar, aynı zamanda çevresel belirlenimciliğin de çılgınca bir saplantıya dönüştüğü yıllardı: İnsanın salt eğitim, propaganda ve zorlama ile tamamen yeni bir insana dönüştürülebileceği inancı. Doğayı değiştirmeye yönelik bu Locke’çu inanç, Stalin iktidarı sırasında buğdaya bile uygulandı. Trofim Lysenko, buğdayın seçilim yoluyla değil, deneyim yoluyla dona daha dirençli hale getirilebileceğini ileri sürmüş ve buna karşı çıkanlar vurularak öldürülmüştü. Açlıktan ölen milyonlarca insan, Lysenko’nun yanlış düşündüğünü kanıtladı. Kazanılmış özelliklerin kalıtımı 1964 yılına dek Sovyet biyolojisinin resmi bir doktrini olarak kaldı. Hitler’in genetik belirlenimciliğinin aksine Stalin’in çevresel çeşitliliği başkalarına da bulaştı.

Jung Chang, Çin devrimi üzerine kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı Wild Swans [Vahşi Kuğular] adlı sıra dışı kitapta, insan doğasını değiştirmekte başarısız olduğu için başarısızlığa uğrayan Komünizme dair kusursuz bir örnek verir. Chang’in annesi, 1949 yılında genç bir Komünist yetkili ile evlenir. Bu adam, mevkiini kullanarak eşine ya da ailesinin diğer üyelerine yardım etmeyi ısrarla reddediyor, hatta iltimas yaptığı düşünülmesin diye, arabasına karısını almadığından, yazarın annesi uzun bir yolu yaya olarak kat ediyordu; yetkili, eşinin hayatını kurtaran, mahkum edilmiş, devrim karşıtı bir gerillayı bağışlamayı reddetmiş ve gerillanın zaten kendisinin gözüne girme umuduyla eşiyle gizlice anlaştığını iddia etmişti; eşinin hak ettiğinden daha yüksek bir mevkie getirildiğine dair telkinlerin en baştan önüne geçmek için, parti hiyerarşisi içerisinde eşinin rütbesini iki kademe düşürmüş ve erkek kardeşinin bir çay pazarlama işinde teşvik almasını veto etmek için müdahalede bulunmuştu; yetkili, tekrar tekrar, ailesi için normal bir tercihte bulunmayı reddediyordu çünkü devrimi her şeyin önünde tutuyor ve akrabalara iyilikte bulunmanın, akraba olmayanlara karşı ayrımcılık yapılması anlamına geldiğine inanıyordu. Adam haklıydı. Şayet bu gibi insanlardan daha fazla sayıda olsaydı Komünizm başarı sağlayabilirdi; gerçi bu, insanların akrabalarına iyilikte bulunamadıkları, biraz sevimsiz bir başarı olurdu. Fakat çoğu insan Wang Shou-Yu gibi davranmaz. Hatta, eleştiriden muaf olan Komünist yetkililerin, demokratik rejimlerdeki yetkilere kıyasla rüşvete ve adam kayırmaya, hep daha yatkın oldukları görülmüştür. Evrensel iyilik, insan doğasının harareti karşısında buharlaşır.

Herbert Simon’ın ifade ettiği gibi, “Çağımızda, Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği gibi iki büyük ulusun “yeni insanı” yaratmak için mücadele verdiklerine ama çıkarcı ve kendisinin, ya da ailesinin, ya da ait olduğu zümre ya da etnik grubun ya da bölgesinin ekonomik refahıyla alakadar olan “eski insanın” – belki de “eski bireyin” demeliyiz – halen hayatta ve sağlıklı olduğunu kabullenmekten başka bir sonuca varamadıklarına şahit olduk.”

Neyse ki, Lionell Trilting’in ifadesiyle “kültürel kontrolün dışında, insana ait özelliklerden geriye bir şeyler” kaldığı görülmüştür. Aksi takdirde, Ruslar iflah olmaz ölçüde yoz insanlar olurdu ki böyle olmadıkları açıktır. Karl Marx, ancak melek olsaydık başarı sağlayabilecek bir toplumsal sistem tasarlamıştı: sistem başarısız oldu çünkü bizler hayvandık. İnsan doğası asla değiştirilememişti. Robin Fox “zorbaların ya da iyi niyetli ama budala reformistlerin, üzerine kendi (her daim iyicil) mesajlarını istedikleri gibi yazabilecekleri insana özgü bir boş yazı tahtasına razı olmaktansa, insanın kalıtsal bir doğası olmasını umut ederim. Ve sanırım insanın böyle bir doğası vardır. Öyle ki bu doğa fazlasıyla sosyal ve Mill’den, Stalin’e kadar, ahlaki üstünlük taslayan, kibirli manipülatörlerin haksız olduklarını ortaya çıkarabilecek bir doğadır” der.

Toplumu Kim Çaldı?

Şayet rekabetçi bir mücadelenin toplumu yeniden şekillendirme girişimi insanları gaz odalarına götürdüyse ve kültürel dogmanın toplumu yeniden şekillendirmesi ise, Mao’nun Kültürel Devrimi’nin dehşet verici uygulamalarına sahne olduysa, o halde siyasetin içine bilimi sokmaya yönelik tüm fikirleri toptan terk etmek daha güvenli olmaz mıydı? Belki de. Kuşkusuz, insanın toplumsal içgüdüsüne dair bulanık anlayışımızın birden siyasi bir felsefeye dönüştürülebileceğini varsayma tuzağına düşmeyeceğim. Her şeyden önce, bu içgüdü bizlere Ütopyanın mümkün olmadığını öğretir çünkü toplum, bizzat doğal seçilim tarafından doğrudan tasarlanmış bir şeyden çok, çelişen amaç ve tutkulara sahip bireyler arasında yaşanan sıkıntılı bir uzlaşmadır.

Yine de, insan içgüdülerine dair bu kitabın araştırdığı yeni “gen-çıkarcı” anlayış, hatalardan kaçınmak adına birkaç basit ilkeyi işaret eder. İnsanoğlunun bazı içgüdüleri çoğunluğun iyiliğini, bazı içgüdüleri ise çıkarcı ve toplum karşıtı / kötü ahlaklı davranışı teşvik eder. Bizleri çoğunluğun iyiliğini teşvik edip, çıkarcı ve toplum karşıtı davranışlardan caydıran bir toplum tasarlamalıyız.

Örneğin, bariz bir hür teşebbüs paradoksunu göz önüne alın. Şayet Smith, Malthus, Ricardo, Friedrich Hayek ve Milton Friedman’ın haklı olduğunu ve İnsanın temelde kişisel çıkar dürtüsüyle harekete geçtiğini ilan edersek, bu yaklaşımla insanları daha bencil olmaları yönünde cesaretlendirmez miyiz? Görünen o ki, aç gözlülüğün ve kişisel çıkarın kaçınılmazlığını kabullenerek bunu onaylarız.

Deneme yazıları yazan William Hazlitt kuşkusuz bu bakış açısına inanarak ‘’Malthus’a Cevap” başlıklı yazısında ateş püskürüyordu:

  Metafiziksel ayrımlar ve felsefenin entrikalarına başvurarak, insanoğlunun dar görüşlü önyargılarının ve taş kalpliliğinin yardımına koşmak ne cömertçe ne de adil bir yaklaşımdır. Halihazırda, sahte ağırlıklar eklenmeden bile, bu yöndeki eğilimler fazlasıyla ağır basmaktadır.
 
 

Diğer bir deyişle, İnsanların kötü olduklarını telaffuz etmememizin nedeni, bunun doğru olmasıdır. Aradan 150 yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, Robert Frank, ekonomi öğrencilerinin, insanların özünde çıkarcı olduklarını öğrenmelerinin ardından, daha da çıkarcı bir yaklaşım benimsediklerini keşfetti: mahkûmun ikilemi oyununda, diğer öğrencilere kıyasla, daha çok döneklik sergilediler. Wall Street filmindeki gerçek Ivan Boesky ile kurgu kahramanı Gordon Gekko, açgözlülükten övgü ile bahsediyorlardı. Boesky, 1986 yılının Mayıs ayında, Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley Kampüsü’nde yaptığı diploma töreni konuşmasında “Şunu bilmenizi isterim ki, açgözlü olmakta bir sorun yoktur. Açgözlülüğün sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Açgözlü biri olsanız bile, bu yine de vicdan azabı duymanızı gerektirecek bir durum değildir” dediğinde, birdenbire bir alkış kopmuştu.

Bu gibi öğütlerin, son yıllarda toplumdaki maneviyatın çökmesinden sorumlu olduğu neredeyse aşikardır. Doğamızın daha olumlu özelliklerinin aksine, 1980’lerde bencil ve açgözlü olmayı öğrendik ve yurttaşlık sorumluluklarımızı terk ederek, yaşadığımız toplumların ahlaki çöküşüne yol açtık. Bu, ılımlı solun, artan suç oranı ve azalan emniyete dair standart açıklamasıdır.

Öyleyse iyi bir toplum yaratmak için yapmamız gereken ilk şey” insanoğlunun kişisel çıkar eğilimine dair gerçeği örtbas etmek, hatta daha da iyisi, içlerinde vahşi bir soylunun yaşadığına inandırmak için eşimizin dostumuzun gözünü boyamaktır. Gerçeğin, ne kadar beyaz olursa olsunlar, yalanlardan daha ilginç olduğunu düşünenlerimiz için bu nahoş bir fikir olabilir. Fakat bu nahoşluğu pek fazla dert etmemize gerek yok, zira halihazırda beyaz yalanlara başvuruluyor. Burada defalarca gördüğümüz üzere, propagandacılar kısmen gururlarını okşamak, kısmen de daha yenilir yutulur bir mesaj vermek için, insanların iyi ve hoş taraflarını abartırlar. İnsanlar soylu vahşilere inanmak isterler. Robert Wright’in öne sürdüğü gibi:

  Yeni [bencil gen] modeli, bencilliğin üzerindeki asil kıyafetleri çekip çıkarır. Unutmayın ki, bencillik nadiren çıplak haliyle bize görünür. Eylemlerinin haklılığını ahlaki açıdan ortaya koyan bizimki gibi bir türün mensupları olarak, bizler kendimizin iyi ve eylemlerimizin savunulabilir olduğuna inanmak üzere tasarlandık. Nesnel anlamda bu önermelerin kuşkulu olduğu durumlarda bile.
 
 

Sadece, rağbet görmeyen şeyler söylemekten keyif alan politikacılar bu konuda ortalığı karıştıracaklardır. Margaret Thatcher skandal yaratan, şu meşhur lafları sarf etmişti: “Toplum diye bir şey yoktur. Erkek ve kadın bireyler ve aileler vardır.”

Elbette Thatcher ciddi bir konuya işaret ediyordu. Thatcher’in felsefesinin merkezinde şu fikir yatıyordu: şayet insanoğlunun özündeki fırsatçılığın farkında değilseniz, o zaman hükümetlerin, salt çoğunluğun iyiliği için çalışan azizlerden çok, kişisel çıkarlarını düşünen bireylerden müteşekkil olduğunu da fark edemezsiniz. O halde hükümet, geri kalanlarımız pahasına birbirlerinin gücünü ve mükafatını arttıran çıkar grupları ve bütçeyi şişiren bürokratlar için bir araçtır. Hükümet, toplumsal fayda dağıtan, tarafsız ve dürtüsüz bir makine değildir. Thatcher, hükümetin gayesinden çok, özünde var olan yozlaşmaya karşıydı.

Buna karşın, Thatcher ve siyasi müttefikleri, bazı yönlerden açıkça en Rousseau’cu görüşleri dile getiriyorlardı- yönetimler yaratılıştan kötücül insanlara doğruluk/erdemlilik dayatmaz, ; ama piyasanın esas ahlakını bozar. Thatcher’in akıl hocası Friedrich Hayek, soylu vahşiye hiçbir kural ve düzenleme dayatılmadığı altın bir çağa atıfta bulunur : devletin hiçbir kural ve hükmü olmazsa kaos değil refah yaşanır.

1995 yılının Aralık ayında biyografisini vererek Newt Gingrich’i yılın adamı ilan eden Time dergisi konuyu kısaca özetledi:

  Dünyada işler şu şekilde yürüyordu: Liberaller, mükemmelleştirilebilir olmasalar da, en azından gelişmeye tabi olduklarından insanlara güveniyorlardı … Muhafazakarlar insanoğlunun özünde kusurlu olduğuna inanıyorlardı… Şimdi ise dünyada işler şu şekilde yürüyor: muhafazakarlar İnsanların değil hükümetlerin kötü olduğuna inanıyorlar. Öte yandan liberaller, muhafazakarların tehlikeli boyutta hayalperest olduklarına inanıyorlar… Liberaller, bazı insanların yaratılış itibariyle kötü ve ıslah olmayacaklarına inanmaya hazırdırlar.
 
 

Şayet ileri sürdüklerim doğruysa, o halde muhafazakarlar tehlikeli boyutta hayalperest değildirler zira insan zihni, toplumsal işbirliği tesis etmeye ve doğruluk adına itibar peşinde koşmaya yarayan sayısız içgüdüyü barındırır. Bizler, ne müdahaleci hükümetler tarafından ehlileştirilecek kadar kötü, ne de [hükümetlerin] gerek memurları gerekse de müşterileri olarak, nüfuz alanı geniş hükümetler tarafından, içimizdeki şeytanın ortaya çıkarılmasına yol açmayacak kadar iyiyiz.

O halde bireycinin durumunu inceleyelim: hükümet çözüm değil sorundur. Bu tahlile göre, son birkaç on yıllık süreç içerisinde toplumun maneviyatının çökmesi ve yurttaş ahlakının erozyona uğramasına, açgözlülüğün teşvik edilmesi ve yayılması değil, Leviathan’ın çomak sokması yol açmıştır. Devlet, toplum düzenini tesis etmek için ortak sorumluluk alma yönünde vatandaşla pazarlık yapmaz, sorumluluk, görev ya da onur hissiyatını yaratmaz ve bunlar yerine itaat etmeyi dayatır. Elbette, edepsiz bir çocukmuş gibi muamele gören insanoğlunun edepsizce davranmasına pek şaşmamak lazım.

Putnam’ın İtalya örneğinin ortaya koyduğu gibi, karşılıklılığın yerini otorite aldığında, toplum hissiyatı unutulup gider. Büyük Britanya’da, refah devleti ve karma ekonomiye dayalı şirket bürokrasisi, tümü lütufkârlık zihniyeti üzerine inşa edilmiş Ulusal Sağlık hizmetleri, ulusallaştırılmış endüstriler ve yarı kamu/ yarı özel kurumlar gibi devasa ve merkeziyetçi Leviathan’ları, binlerce etkin toplumsal kurumun – tümü karşılıklılık ilkesine ve zaman içerisinde geliştirilmiş ahlaklı güven ortamlarına dayalı samimi topluluklar, karşılıklı yardımlaşma grupları, hastane vakıfları ve dahası –yerine ikame etti. Yüksek vergiler daha fazla para elde etme imkanı sağladığından, ilk etapta bir kazanç sağlandı. Fakat çok geçmeden, Britanya’daki toplum hissiyatı bariz bir tahribata uğradı. Refah devleti, hükmedici/zorlayıcı yapısından ötürü, destekçilerinde isteksizlik ve kırgınlık, müşterilerinde ise şükran hissi değil kayıtsızlık, öfke ya da sistemi istismara yönelik girişimci bir dürtüye yol açtı. Baskın hükümet, insanları daha az değil daha fazla bencil yapar.

Geçmişin daha iyi olduğunu öne sürerek, bulanık bir nostaljiye takılıp kalmıyorum. Geçmişte de çoğunlukla otorite altında yaşandı – feodal, aristokratik ya da endüstriyel sisteme dayalı hiyerarşik otoriteler. (Yanı sıra, kuşkusuz bu dönemlerde maddi zenginlik de daha azdı fakat bu yetersiz hükümetin değil, yetersiz teknolojinin bir sonucudur.) Ortaçağ’da derebeylerine bağlı çiftçiler ve fabrika işçilerinin de eşit haklara sahip bireyler arasında güven ve karşılıklılık ilkesine dayalı ilişki tesis etme özgürlükleri yoktu. Bugünü geçmişle kıyaslamıyorum. Fakat, güvenin inşa edilebileceği kadar küçük topluluklarda yaşayan özgür bireyler arasında, meta, bilgi, servet ve gücün özgür iradeyle el değiştirmesine dayalı toplumların geçmişte olumlu örneklerinin yaşandığına yürekten inanıyorum. Sanırım böyle bir toplum, bürokratik devletçilik üzerine kurulmuş bir topluma kıyasla daha eşitlikçi ve yanı sıra daha müreffeh olurdu.

Britanya’nın eski ve büyük şehirlerinden biri olan Newcastle upon Tyne’a yakın bir yerde yaşıyorum. Şehir, yerel kaynaklara, yerel güçlerce denetlenen sermaye ve topluluğun karşılıklı yardımlaşma vakıflarına dayalı, arı kovanı gibi işleyen bir girişimcilik emsaliyken, iki yüz yıl içerisinde, sanayisi Londra ya da yurt dışından denetlenen (emeklilik fonlarına getirilen vergi indirimi vasıtasıyla insanların birikimlerinin ortak kullanımı sayesinde) ve dönüşümlü olarak başka yerlerden gönderilmiş memurların kadroya alınmasıyla oluşturulmuş, esas işi Londra’dan gelecek hibe / tahsisatı sağlama almak olan, insanî hissiyattan uzak bir dizi devlet dairesince yönetilen, çok güçlü bir devletin valiliği haline geldi. Bu tür yerel demokrasiler – eğer hala örnekleri varsa – güvene değil, tümüyle güce dayalıdır. İki yüz yıl içerisinde, bu gibi şehirlerin temelini oluşturan güven ve karşılıklılık ilkesine dayalı önemli gelenekler, her iki kanada ait hükümetler tarafından yıkıma uğradılar. Bunları inşa etmek yüzyıllar sürmüştü. Bu kitabın bir bölümünü yazarken muhteşem kütüphanelerinden faydalandığım Newcastle’ın Edebi ve Felsefi Topluluğu, neredeyse tümü kendi kendini yetiştirmiş bölgedeki büyük mucit ve düşünürlerin, topluluğun tutkulu aydınları olduğu günlerden geriye kalmıştır. Şehir artık, şiddet ve hırsızlığın girişime imkan tanımayacak ölçüde yaygınlaştığı, paramparça olmuş, ruhsuz mahalleleriyle nam salmış bir yer haline geldi. Şehirde yaşayan herkes, yüz yıl öncesine kıyasla maddi anlamda daha iyi durumda ama bunun nedeni hükümet değil gelişen teknolojidir. Toplumsal yozlaşma bariz bir biçimde göze çarpmaktadır. Hobbes aramızda dolaşmaktadır ve kabahat zayıf hükümetin değil aşırı baskın / etkin hükümetindir.

Şayet toplumsal uyum ve ahlakı iyileştireceksek ve şayet toplumun işlerlik kazanmasını sağlayan erdemleri yeniden toplumun bünyesine yerleştireceksek, devletin gücünü ve etki alanını kısıtlamamız çok önemlidir. Bu, herkesin herkese karşı habis bir savaş içerisine girmesi anlamına gelmez. Bu, yetki devri anlamına gelir: insanların yaşamı üzerindeki gücün, idari bölgelere, bilgisayar ağlarına, cemiyetlere, takımlara, yardımlaşma gruplarına, küçük işletmelere devredilmesi – her şey küçük ve bölgesel. Bu, kamu bürokrasisinin büyük bir çözülmeye uğraması anlamına gelir. Ulusal ve uluslar arası yönetimler, sadece milli savunma ve servetin yeniden dağılımı (doğrudan – müdahaleci ve muhteris bürokrasi olmaksızın) gibi asgari işlevlerini üstlensinler. Kropotkin’in, hür bireylere ait bir dünya hayali yeniden canlansın. Herkes edindiği itibara göre toplum içerisinde yükselsin ya da gözden düşsün. Bunun bir gece içerisinde gerçekleşebileceğini ya da hükümetin hiçbir biçimde gerekli olmadığını düşünecek kadar saf değilim. Fakat yaşama dair en ufak ayrıntıları zorla kabul ettiren ve ulusun sırtına devasa bir pire gibi çöken hükümetin gerekliliğini sorguluyorum.

Bu yazının tamamı yazarın ''Erdemin Kökenleri'' isimli eserinin on üçüncü ve son bölümünden alınmıştır. (The Origins of Virtue – Chapter Thirteen – Trust)


Aziz Augustineus’a göre toplumsal düzenin kaynağı İsa’nın öğretilerinde, Hobbes’a göre egemen güçte / iktidarda, Rousseau’ya göre tek başınalıkta, Lenin’e göre siyasi partide yatıyordu. Hepsi de yanılıyordu. Toplumsal düzenin kökleri, kusursuzca uyumlu ve erdemli bir toplum olmasa da, günümüzdeki mevcut toplumdan daha iyisini yaratmaya yönelik içgüdüsel kapasitemizi barındıran kafalarımızın içindedir. Kurumlarımızı, bu içgüdüleri canlandıracak biçimde inşa etmeliyiz. Bunun içerdiği en büyük anlam, eşit bireyler arasındaki alış verişi teşvik etmektir. Tıpkı ülkeler arasındaki ticaret, aralarındaki dostluğun gelişmesi adına en iyi reçeteyi sunduğu gibi, imtiyaz ve yetki sahibi bireylerin işbirliği için de en iyi reçeteyi sunar. Eşit bireyler arasındaki toplumsal ve maddi alış verişi teşvik etmeliyiz zira bu güvenin hammaddesidir ve güven de erdemin temelidir.
 

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.