Homo Sapiens Dünyayı Fethediyor

Zeitgeist / Denemeler | | Aralık 30, 2016 at 2:48 pm

İngilizce Anthropocene: Jeolojik zaman cetvelinde, insan türünün yerküreye etki etmesiyle başladığı düşünülen devredir. Devreler (epoklar) jeokronolojik birimler arasında çağlardan uzun devirlerden kısa, on milyonlarca yıl, ifade edebilen sürelerdir. Nobel Ödüllü kimyacı Paul Crutzen tarafından ortaya atılan Antroposen terimi, başlangıç tarihi tartışmalı olduğu için halihazırda tanımlanmış otuz dört devrenin sonuncusu olarak henüz kesin kabul görmemiştir.

Antroposen

DİĞER HAYVANLARLA KURDUĞU ilişkilere bakınca, insanlar tanrıya dönüşeli çok oldu, diyebiliriz. Pek hakkaniyetli ya da merhametli tanrılar olmadığımızı bildiğimizden olsa gerek bu konuda kafa yormak istemeyiz. Bir National Geographic belgeseli veya bir Disney filmi izlediğinizde ya da bir masal kitabı okuduğunuzda Dünya’nın biz insanlara denk aslanlar, kurtlar ve kaplanlarla dolu olduğu izlenimine kapılabilirsiniz. Aslan Kral Simba orman hayvanlarına hâkimdir. Kırmızı Başlıklı Kız, Hain Kurt’tan kaçmaya çalışır. Orman çocuğu Mogli cesurca kaplan Shere Han’la yüzleşir. Ancak maalesef hiçbiri yok artık. Televizyonlarımız, kitaplarımız, rüyalarımız ve kâbuslarımız hala onlarla dolu olsa da, gezegenimizin Simbaları, Shere Hanları ve Hain Kurtları yok oluyor. Dünya insanlar ve onların evcilleştirilmiş hayvanlarıyla dolup taşıyor.

Grimm Kardeşler’in diyarı, Kırmızı Başlıklı Kız ve Hain Kurt’un ülkesi Almanya’da bugün kaç tane kurt yaşıyor dersiniz? Yüzden az (hayatta olanlar da çoğunlukla sınırı geçen Polonya kurtları). Öbür taraftan Almanya 5 milyon evcil köpeğe ev sahipliği yapıyor. Gezegende toplam 200 bin kadar kurt dolanırken, 400 milyondan fazla evcil köpek var. Dünya 600 milyon evcil kediye karşılık 40 bin aslana, 900 bin Afrika mandasına karşılık 1,5 milyon evcil ineğe, 50 milyon penguen ve 20 milyar tavuğa sahip. 1970’ten bu yana giderek artan ekolojik farkındalığa rağmen yaban hayat nüfusu yarı yarıya düştü (zaten durum 1970’lerde de çok parlak değildi). 1980’de Avrupa’da 2 milyar vahşi kuş varken, bu sayı 2009’da 1,6 milyara gerilemişti. Aynı yıl Avrupalılar eti ve yumurtaları için 1,9 milyar tavuk yetiştirdi. Bugün dünyadaki büyük hayvanların (yani ağırlığı birkaç kilogramdan fazla olanların) yüzde 90’ı insanlardan ya da evcilleştirilmiş hayvanlardan oluşuyor.

Bilim insanları gezegenimizin tarihini Pleistosen, Pliyosen ve Miyosen gibi devrelere ayırıyor ve biz de Holosen devresinde yaşıyoruz. Ancak bunun geçtiğimiz 70 bin yılını Antroposen devresi olarak anmak daha sağlıklı olacaktır: İnsanlığın dönemi. Binlerce yıl boyunca Homo Sapiens küresel ekolojideki değişikliğin en önemli faili haline gelmiştir.

Bu daha önce eşi benzeri görülmemiş bir olgudur. 4 milyar yıl önce yaşam ortaya çıktığından beri, hiçbir tür tek başına küresel ekolojiyi değiştiremedi. Ekolojik devrimler ve kitlesel yok oluşlara her devirde rastlansa da bunların hiçbiri belirli bir kertenkele, yarasa ya da mantar türü yüzünden gerçekleşmedi. Aksine tüm bunlar iklim değişikliği, tektonik plakaların hareketi, volkanik patlamalar ya da asreroit çarpışmaları gibi muazzam doğal süreçlerin sonuçlarıydı.

Görsel 11: Büyük hayvanların küresel biyokütlesi.

Bazı insanlar devasa volkanik patlamalar ya da çarpışan asteroitler karşısında bugün hala tehlike altında olduğumuzu düşünüyor. Hollywood yapımcıları bu endişeler üzerinden milyarlar kazandı. Ancak gerçekte bu ihtimaller oldukça düşüktür. Kitle ölümleri milyonlarca yılda bir görülür. Büyük bir asteroidin önümüzdeki 100 milyon yıl içinde gezegenimize çarpacağı doğru ama bunun önümüzdeki salı gerçekleşmesi yok denecek kadar düşük bir ihtimal. Asteroitlerden korkmak yerine kendimizden korkmalıyız.

Korkmalıyız çünkü Homo Sapiens oyunun bütün kurallarını baştan yazdı. Bu maymun türü 70 bin yıl içinde tek başına küresel ekolojiyi kökten değiştirmeyi başardı. Etkimiz buzul çağı ve tektonik hareketlerle aynı kulvarda değerlendiriliyor. Yüzyıl içinde etkimiz, 65 milyon yıl önce dinozorları öldüren asteroitleri geride bırakabilir.

O asteroit karadaki evrimin gidişatını değiştirmiş olsa da 4 milyar yıl önce ilk organizmaların ortaya çıkmasından bu yana değişmeyen temel evrim kurallarını etkilemedi. Süregiden bin yıllar boyunca virüsler de dinozorlar da doğal seçilimin sarsılmayan kurallarına bağlı kalarak evrimleşti. Yaşam tuhaf ve beklenmedik şekillere bürünse de organik âlemin sınırlarına bağlı kaldı; sonuçta kaktüsler de balinalar da organik bileşenlerden meydana geliyordu. Bugünse artık insan türü doğal seçilimi akıllı tasarımlarla değiştirmeye kalkıyor; yaşamı organikten inorganiğe taşıyor.

Gelecekte bizi bekleyen ihtimalleri bir kenara bırakıp geçtiğimiz 70 bin yıla odaklansak bile Antroposen devresinin dünyayı benzeri görülmemiş şekilde değiştirdiği ortada. Asteroit çarpması, tektonik plaka hareketleri ve iklim değişikliği; tüm bu hareketler yerkürenin tamamındaki organizmaları değiştirdi elbette, ancak bu olayların etkileri her bölgede farklıydı. Gezegen hiçbir zaman tek bir ekosistemden ibaret değildi, daha çok birbiriyle bağlantılı pek çok ekosistemin toplamıydı. Tektonik hareketlerin Kuzey ve Güney Amerika‘yı birleştirmesi Güney Amerika’daki keseli memelilerin birçoğunun sonunu getirdi ama Avustralya kanguruları üzerinde olumsuz bir etkisi olmadı. 20 bin yıl önce son Buzul Çağı’nın en sert günleri yaşandığında, iklim değişikliğine uyum sağlama zorunluluğu hem Basra Körfezi’ndeki hem de Tokyo Körfezi’ndeki denizanaları için geçerliydi. Bu iki grup arasında hiçbir bağ olmadığından., her iki grup da farklı tepkiler geliştirip iki uç yönde evrimleştiler.

Bunun aksine Sapiens yerküreyi bağımsız ekolojik alanlara ayıran sınırları aştı. Antroposen devresinde gezegen ilk kez tek bir ekolojik birim haline geldi. Avustralya, Avrupa ve Amerika farklı iklimler ve topografyalara sahip olmaya devam etse de insan evladı dünyanın dört bir yanındaki organizmaların düzenli olarak iç içe geçmesine neden oldu. Derme çatma ahşap sandallar uçak, petrol tankeri ve devasa kargo gemilerine dönüşünce bütün denizlerdeki en küçük kara parçalarına kadar tüm kıtalar birbirine bağlandı. Gelinen noktada coğrafyaları başlı başına ele almak imkânsız hale geldi. Örneğin Avustralya’nın ekolojisi kıyılara ve çöllere taşınan Avrupa memelileri ya da Amerika mikroorganizmaları göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz oldu. İnsanların geçtiğimiz üç yüzyılda Avustralya’ya taşıdığı hayvanlar, bitkiler ve virüsler bugün bölge ekolojisi üzerinde yerel türler olan kanguru ve koalalardan daha fazla etkiye sahip.

Antroposen kavramının geçtiğimiz birkaç yüzyıla özgü olmadığının altını çizmek gerekir. On binlerce yıl önce, Taş Devri’ndeki atalarımız Doğu Afrika’dan dünyanın dört bir köşesine yayılmaya başlayıp yerleştikleri her kıtanın bitki örtüsü ve faunasını değiştirdiler. Avustralya’daki büyük hayvanların yüzde 90’ının Amerika’daki büyük memelilerin yüzde 75’inin, gezegendeki büyük kara memelilerinin neredeyse yarısının ve tüm diğer insan türlerinin soyunu tükettiler; tüm bunların yanında ilk buğday tarlasını ekip ilk metal aleti şekillendirdiler, ilk yazıyı yazdılar ve ilk parayı bastılar.

Büyük hayvanlar yavaş üredikleri ve sayıları diğerlerine göre daha az olduğu için özellikle tehdit altındaydı. Soyları tükenmiş olan mamutlarla, kurtulmuş olan tavşanları karşılaştırabiliriz, Bir mamut sürüsü muhtemelen bir düzine kadar üyeden oluşurdu ve her yıl sürüye iki yeni yavru eklenecek kadar üreyebiliyordu. Yöredeki insan kabilesi her yıl yalnızca üç mamut bile avlasa, mamut sürüsündeki ölüm sayısı doğumları aşınca birkaç nesil içinde mamutlar yok oldular. Öbür yandan tavşanlar, tavşan gibi ürüyordu. İnsanlar her yıl yüzlerce tavşan avlasa da bu soylarını tüketmeye yetmiyordu.

Atalarımız tabii ki mamutların kökünü kazımayı amaçlamadılar, sadece eylemlerinin sonuçlarının farkında değillerdi. Mamut ve benzeri büyük hayvanların yeryüzünden silinmesi evrimsel takvimin geniş periyotları baz alınınca çok hızlı bir süreç gibi görünebilir. Ancak söz konusu olan insan zamanıysa, mamutların soylarının tükenmesinin oldukça yavaş ve aşamalı ilerlediğini söyleyebiliriz. İnsanlar yetmiş seksen yıldan fazla yaşamazken, bir türün tükenmesi yüzyıllar sürüyordu. Atalarımız yılda iki ya da üçü geçmeyen yıllık mamut avıyla, bu kürklü devlerin ortadan yok olması arasındaki bağı muhtemelen kuramadılar. Olsa olsa nostaljik bir dede şüpheci gençlere, “Benim gençliğimde buralar mamuttan geçilmezdi. Mastodonlar ve devasa geyikler de görürdük, Tabii o zamanlar kabile şefleri dürüsttü, küçükler de büyüklerine saygılı davranırdı,” diye yakınmıştı.

Yılanın Çocukları

Antropolojik ve arkeolojik kanıtlar arkaik avcı-toplayıcıların animist olduklarına işaret ediyor; onlar insanları hayvanlardan ayıran hiçbir temel fark olmadığına inanıyordu. Yaşadıkları vadiyi çevreleyen sıradağlar bölgenin tüm sakinlerine aitti ve herkes ortak kurallara uymak zorundaydı. İnsanlar hayvanlar, ağaçlar ve taşlarla konuştukları gibi periler, iblisler ve hayaletlerle de konuşurlardı. Bu iletişim ağından da insanları, filleri, meşe ağaçlarını ve ruhları birbirine bağlayan çeşitli değerler ve kurallar doğuyordu.

Animist dünya görüşü modern dünyada varlıklarını hala sürdürebilen bazı avcı-toplayıcı topluluklara rehberlik etmeye devam ediyor. Güney Hindistan’ın tropik ormanlarında yaşayan Nayaka insanları da bu topluluklardan biridir. Yıllardır Nayaka insanlarıyla çalışan antropolog Danny Naveh, Nayakaların ormanda yürürken kaplan, yılan ya da fil gibi tehlikeli hayvanlarla karşılaştığında hayvana hitaben, “Sen de ormanda yaşıyorsun, ben de ormanda yaşıyorum. Sen buraya avlanmaya geliyorsun, ben de buraya kök ve yumruları toplamaya geliyorum. Sana zarar vermeye gelmedim,” diye konuştuğunu aktarıyor.

Nayakaların “yalnız yürüyen fil” olarak adlandırdıkları bir erkek fil, bir gün kabileden birini öldürür. Ancak Nayakalar Hindistan orman işletmesinin fili yakalama çalışmasına yardım etmeyi reddederler. Naveh’e bahsi geçen filin eskiden başka bir erkek fille çok yakın olduğunu ve sürekli onunla gezindiğini anlatırlar. İkinci fil bir gün ormancılar tarafından yakalanır ve “yalnız yürüyen fil” de sonrasında kızgın ve şiddete yatkın hâle gelir. “Eşin senden alınsa ne hissederdin? Bu fil de öyle hissediyor. Bu iki fil, akşamları ayrılır kendi yollarına giderlerdi [ … ] ama her sabah mutlaka yeniden bir araya gelirlerdi. O gün fil, dostunu düşmüş, yerde yatar vaziyette buldu. Hep bir arada olan ikiliden birini vurursan, diğeri nasıl hisseder?”

Bu tip animist görüşler endüstrileşmiş toplumlardaki birçok insanı uzaydan gelmişçesine şaşırtıyor. Çoğumuz hayvanların temelde farklı ve daha aşağıda bir konumda olduğuna doğrudan kanaat getiriyoruz. Çünkü en eski geleneklerimiz bile avci-toplayıcı dönem bittikten binlerce yıl sonra yaratıldı. Örneğin Eski Ahit’te geçen en eski hikâyeler bile milattan önce ikinci binyıldan eskiye gitmez. Ne var ki Ortadoğu’da avcı-toplayıcılık 7000 yıldan daha uzun zaman önce sonra ermişti. Tahmin edileceği üzere animist inançları reddeden İncil’deki tek animist öykü, uğursuz bir uyarı misali, kitabın en başında çıkar karşımıza. Mucizeler; harikalar ve olağanüstü hikâyelerle dolup taşan uzun bir kitap olmasına rağmen İncil’de bir hayvanın insanla tek konuşması, yılanın Havva’yı Bilgi Ağacı’nın yasak meyvesini yemek için kandırdığı diyalogdan ibarettir. (Evet, Balam’ın eşeği de birkaç kelam eder, fakat sadece Balam’a tanrının mesajını iletmeye çalışır.)

Görsel 12: Michelangelo, İlk Günah ve Cennet’ten Kovuluş, Sistine Şapeli. Bir insan bedeniyle bütünleşen yılan, tüm olaylar silsilesini başlatır. Tekvin’in ilk iki bölümü ilahi monologlarla (“ve Tanrı dedi ki... ve Tanrı dedi ki... ve Tanrı dedi ki... “) doludur, üçüncü bölüme gelindiğinde sonunda bir diyalogla karşılaşır ve yılan ile Havva’nın konuşmasını dinleriz (“… dedi yılan kadına… ve dedi kadın yılana … “). insanla hayvan arasında bu kendine has konuşma, insanlığın gökten düşmesine ve Cennet’ten kovulmasına neden olur.

Adem ile Havva, Cennet’te avcı-toplayıcı gibi yaşarlar. Cennet’ten kovulmaları, Tarım Devrimi’yle çarpıcı benzerliklere sahiptir. Kızgın tanrı, Adem’in meyve toplamaya devam etmesine İzin vermektense Adem’i “alın terini dökerek kazandığı ekmeği” yemeye mahkum eder. İncil’deki hayvanların insanlarla yalnızca tarım döneminden önce Cennet’te konuşmaları bir rastlantı olmayabilir. İncil bundan hangi derslerin çıkarılmasını ister? Yılanları dinlemeyip hayvan ve bitkilerle konuşmamak en hayırlısıdır belki. Sonuçta bu konuşma bizi felaketten başka bir şeye götürmemişti.

Bu hikâyenin daha derinlere uzanan kadim anlamları da vardır. Çoğu Sami dilinde Havva’nın karşılığı olan “Eve” yılan, hatta “dişi yılan” demektir. Aralarımızın İncil’ deki annesinin adı arkaik animist bir miti, yılanların düşmanımız değil atamız olduğu fikrini barındırıyor. Birçok animist kültür, insanların yılanlar ve sürüngenler dâhil çeşitli hayvanlardan dönüştüğüne inanır. Avustralyalı Aborjinler, dünyayı Gökkuşağı Yılanı’nın yarattığına inanıyor. Aranda ve Dieri insanları, belirli kabilelerin ilkel kertenkelelerin ya da yılanların insana dönüşmesiyle ortaya çıktığı inancını koruyorlar. Üstelik modern Batı da sürüngenlerden evrimleştiğimizi düşünüyor. Her birimizin beyni, sürüngen bir öz üzerine kurulu ve fiziksel yapımız da yine değişim
geçirdiğimiz sürüngenlere dayanıyor.

Tekvin’in yazarları, arkaik animist inançların kalıntılarını Havva‘nın adında korumuş gibidirler ancak geri kalan izleri örtmek konusunda çok daha özenli davranmışlardır. Tekvin, soyumuzun yılana dayandığı söylemini reddeder ve insanların cansız bir maddeden ilahi bir dokunuşla yaratıldığını anlatır. Animistler insanları başka bir hayvan türü olarak görürken İncil insanın kendine has bir yaratım olduğunu söyler ve içimizdeki hayvanın varlığını kabullenmenin tanrının kudretini inkâr etmek olduğunu iddia eder. Sonuçta modern insan, kökeninin sahiden de sürüngenlere dayandığını keşfettiğinde tanrıya isyan etmiş ve onu dinlemeyi, hatta varlığına inanmayı bile reddetmiştir.

Atadan Kalma ihtiyaçlar

İncil yenilikçi bir fikir olarak “insanın ayırt edici özellikleri olduğu iddiasını barındırmakla beraber, esasen İnsan ve hayvan ilişkilerinde yeni bir dönem açan Tarım Devrimi’nin sonuçlarından biridir. Tarımın gelişmesi, birçok türün soyunun tükendiği yeni bir dalga yaratırken, daha da önemlisi, dünyada benzeri görülmemiş bir yaşam formu ortaya çıkardı: evcil hayvanlar. İnsanlar yaban hayatta “vahşi” varlığını sürdüren sayısız türden ancak yirmi kadar memeli ve kuş türünü evcilleştirebildiği için bu gelişme başlarda pek de fark edilmedi. Ancak yüzyıllar geçtikçe bu özgün yaşam formu hakimiyet kurmaya başladı .. Bugün büyük hayvanların yüzde 90’ından fazlası evcilleştirilmiş durumda.

Ne yazık ki evcil türler, bu benzersiz sözde başarının bedelini yine daha önce hiç deneyimlenmemiş acılarla ödediler. Hayvanlar âlemi milyonlarca yıldır türlü acılara ve sefalete alışık olsa da, Tarım Devrimi zamanla daha da kötüleşen yepyeni ıstırap türleri ortaya çıkardı.

Sıradan bir gözlemci için evcil hayvanlar, vahşi akrabaları ve atalarına kıyasla çok daha iyi şartlarda yaşıyormuş gibi görünebilir. Bizonlar doğada günlerini yemek, su ve barınak arayarak geçirir ve aslan, parazit ya da sel gibi tehditler altında yaşar. Evcilleştirilmiş büyükbaş hayvanlarsa kendilerine insanlar tarafından sağlanan yemek, su ve barınağın keyfini çıkarır ve aynı zamanda hastalıklardan, avcılardan ve doğal afetlerden korunur. İnek ve buzağıların büyük bir kısmının kendini eninde sonunda mezbahada bulduğu doğrudur ancak bu kaderlerini vahşi bir bizonunkinden daha mı talihsiz kılar? Bir insan tarafından kesilmek bir aslan tarafından mideye indirilmekten daha mı kötüdür? Timsahların dişleri çelik bıçaklar kadar ölümcül değil midir?

Evcilleştirilmiş hayvanların yazgısını bu kadar kötü yapan nasıl öldükleri değil nasıl yaşadıklarıdır. Eski zamanlardan günümüze dek çiftlik hayvanlarının yaşam koşullarını şekillendiren birbirinden önemli iki unsur vardır: insanların istekleri ve hayvanların ihtiyaçları. Bu yüzden insanlar et ve süt elde etmek için inek beslediğinde, düzenli ürün alabilmenin yolu ineklerin uzun ömürlü olmasından ve üremelerinden geçer. Teoride bu durumun inekleri korkunç eziyetlerden koruması gerekir. Sonuçta çiftçi ineklerine iyi bakmazsa hayvanlar yavrulayamadan kısa zaman içinde ölür ve çiftçi de aç kalır.

İnsanlar çiftlik hayvanlarının hayatta kalmasını ve üremesini sağlarken maalesef onlara korkunç eziyetler edebiliyorlar. Bu sorunun kökeninde, evcil hayvanların vahşi atalarından miras aldıkları pek çok fiziksel, duygusal ve sosyal ihtiyacın insan çiftliklerinde hiçbir işe yaramaması yatıyor. Çiftçiler hiçbir ekonomik riske girmeden bu ihtiyaçları görmezden gelebiliyor. Hayvanları minik kafeslere tıkıp boynuz ve kulaklarını kesiyor, yavruları annelerinden ayırıyorlar. Istırap içindeki hayvanlarsa yaşamaya ve üremeye devam ediyor.

Bu düzen doğal seçilimin en temel kuralıyla çelişmiyor mu? Evrim teorisi tüm içgüdü, istek ve duyguların sadece hayatta kalma ve üreme amacıyla evrimleştiğini iddia ediyor. Öyleyse çiftlik hayvanlarının sürekli üremesi, tüm gerçek ihtiyaçlarının karşılandığını göstermez mi? Bir ineğin hayatta kalması ya da üremesi için gerçekten ihtiyaç duymadığı bir “ihtiyacı” nasıl olabilir?

Tüm içgüdü, istek ve duyguların hayatta kalma ve üremenin evrimsel baskılarını yönetmek için şekillendiği kesinlikle doğrudur. Ancak bu baskılar bir anda ortadan kalksa bile onları şekillendiren içgüdü, istek ve duygular beraberinde hemen yok olmazlar. En azından aniden yok olmazlar. Artık hayatta kalmak ve üremek için işlevsel olmasalar da hayvanın öznel deneyimini biçimlendirmeye devam ederler. Hem hayvanlar hem de insanlar için seçilimin baskılarını neredeyse bir gecede değiştiren tarım fiziksel, duygusal ve sosyal ihtiyaçları değiştiremedi. Evrim tabii ki hiçbir zaman yerinde saymıyor ve tarımın gelişmesinden bu yana geçen 12 bin yıldır insanları değiştirmeye devam ediyor. Örneğin Avrupa ve Batı Asya’daki insanlar inek sütünü sindirebilme yetisi geliştirirken artık insanlardan korkmayan inekler de vahşi atalarından çok daha fazla süt üretebiliyor. Ne var ki bunlar yüzeysel değişimler. İnekler ve insanların derinlerdeki duyusal ve duygusal yapıları Taş Devri’nden beri ciddi bir değişim göstermedi.

Modern İnsanlar tatlıyı neden bu kadar seviyor dersiniz? 21. Yüzyılın başında insanlar hayatta kalmak için çikolata ve dondurmayla beslenmek zorunda değildi ancak Taş Devri’ndeki atalarımızın tatlı bir meyve ya da bal bulduklarında yapmaları gereken en akıllıca şey yiyebildikleri kadar çok tatlı yemekti. Neden gençler dikkatsiz araç kullanır, kavgaya karışır ya da internette gizli bilgileri hacklemeye çalışırlar? Çünkü bugün manasız hatta yararsız görünen tüm bu arkaik genetik kararlar, 70 bin yıl önce evrimsel olarak çok gerekliydi. Bir mamutun peşinde hayatını tehlikeye atarak korkusuzca koşabilen genç bir avcı, tüm rakiplerini eleyerek yöredeki güzelin gönlünü çalabilirdi; şimdiyse elimizde sadece bu maço genler kaldı.

Sonuçta aynı evrimsel mantık, insanlar tarafından kontrol edilen çiftliklerdeki ineklerin, boğaların ve sığırların da yaşamlarını şekillendiriyor. Sığırlar da yabanda hayatta kalabilmek ve üreyebilmek için etkin bir biçimde iletişim kurmak ve işbirliği yapmak zorundaydı. Tüm sosyal memeliler gibi sığırlar da bu sosyal becerileri bebeklik döneminde oyun oynayarak kazanırdı. Kedi ve köpek yavruları, buzağılar ve çocuklar oyun oynamayı sever, çünkü evrim onları bu dürtüyle şekillendirmiştir, Yaban hayatta yaşamlarını sürdürebilmeleri ve üreyebilmeleri için oyun oynayarak sosyal beceriler geliştirmeleri gerekiyordu. Bir köpek yavrusu, buzağı ya da İnsan yavrusu eğer oyun oynamasına engel olacak nadir bir mutasyonla doğmuşa, hayatta kalma şansı düşüyor ve üreyemiyordu.

Peki, bir çiftçi genç bir buzağıyı küçük bir kafese koyarak annesinden ayırıp çeşitli hastalıklara karşı aşılar, suyunu ve yemini verir ve yeterince büyüdüğünde bir boğanın spermiyle yapay olarak döllerse ne olur? Nesnel olarak değerlendirildiğinde, hayatta kalmak re üremek için artık sosyal becerilere (muhtemelen insanlara itaat etmek dışında) ihtiyaç duymayan buzağının oyun arkadaşlarına da ihtiyacı yoktur, tek ihtiyacı efendisi Sapiens tarafından bakılmaktır. Farklı bir bakış açısına göreyse buzağı diğer yavrularla oynamak için hala güçlü bir dürtü hisseder ve bu ihtiyacı karşılanmadığından acı çeker.

Binlerce nesil önce şekillenmiş bir ihtiyacın günümüzde artık hayatta kalmak ya da üremek için gerekli olmasa da öznel olarak hissedilmeye devam etmesi, evrimsel psikolojinin en basit derslerinden biridir. Trajik olansa Tarım Devrimi’nin insanlara, öznel ihtiyaçlarını görmezden geldikleri hayvanların hayatta kalmalarını ve üremelerini sağlama gücünü vermiş olmasıdır.

Organizmalar Birer Algoritmadır

İnek gibi bir hayvanın öznel dünyasında ihtiyaçları, duyu ve duyguları olduğundan nasıl emin olabiliriz? Oyuncak bebeklerin sevgi ve öfke duyabildiğini düşünen çocuklar gibi, hayvanlara insani özellikler atfederek onları insansılaştırırken hatalı değil miydik?

İşin aslı, ineklere duygular atfetmek onları insanlaştırmaz, Onları “memelileştirir,” Duygular sadece insanlara özgü değildir, tüm memeliler (ek olarak, bazı kuşlar ve muhtemelen sürüngenler, hatta balıklar) tarafından sahip olunan bir özelliktir. Tüm memeliler duygusal yetiler ve ihtiyaçlarla evrimleştiğinden, memeli olan ineklerin de kesinlikle duyguları olduğu sonucuna varabiliriz.

Yakın dönemde, yaşambilimleri alanında çalışan bilim insanları duyguların şiir yazdıran ya da senfoni besteleten gizemli, ruhani bir olgu olmadığını keşfettiler. Bilakis, duyguları memelilerin hayatta kalmasını ve üremesini sağlayan hayati biyokimyasal algoritmalar olarak görmeye başladılar. Peki, bu ne anlama geliyor? Önce algoritmanın ne olduğunu açıklayarak başlayalım. Gelecek birçok bölümde karşımıza çıkacak bu kavramın açıklanması, algoritmaların 21. yüzyıla hükmedeceği düşünülünce çok daha önemlidir. Tartışmaya açık olsa da “algoritma” hâlihazırda dünyamızdaki en önemli kavramlardan biridir. Yaşamımızı ve geleceğimizi anlamak istiyorsak, algoritmanın ne olduğunu ve duygularla ilişkisini kavramaya çalışmak mühimdir.

Bir algoritma kurmak, sorun çözmek ve karara varmak amacıyla kullanılan bir dizi metodolojik adımdır. Algoritma belirli bir hesaplama yöntemi değildir; daha çok hesap yaparken kullanılan metottur. Örneğin iki sayının ortalamasını almak istediğinizde, basit bir algoritma kullanırsınız. Algoritmaya göre, “Birinci adım, iki sayıyı topla. İkinci adım, toplamı ikiye böl.” 4 ve 8 rakamlarının ortalamasını aldığınızda 6 elde edersiniz; 117 ve 231’i seçtiğinizde ortalamanın 174 olduğunu görürsünüz.

Daha karmaşık bir örnek olarak yemek tariflerini gösterebiliriz. Bir sebze çorbası hazırlamanın algoritması şöyle ilerleyebilir:

1. Yarım bardak yağı bir tencerede ısıt.
2. Dört soğanı ince ince doğra.
3. Soğanlar pembeleşene kadar pişir.
4. Üç patatesi küp küp kesip tencereye at.
5. Lahanayı şeritler halinde kesip tencereye ekle.

Ve bu böyle devam eder. Aynı algoritmayı defalarca tekrar ederek her seferinde farklı sebzeler kullanıp farklı çorbalar elde edebilirsiniz. Ancak algoritma aynı kalır.

Tarif kendi kendine çorba yapamaz elbette. Tarifi okuyup adımları takip etmek için birine ihtiyaç duyarsınız. Ancak bu algoritmayı otomatik olarak takip eden bir makine de tasarlayabilirsiniz. Makineye suyu, sebzeleri ve elektriği verdiğinizde, çorbayı hazırlayacaktır. Çorba yapma makinelerine pek rastlanmasa da içecek hazırlayan otomatları bilirsiniz. Bu makinelerin bozuk para için bir girişi, içeceği verdiği bir bölümü ve sıra sıra butonları vardır. İlk sırada kahve ve çay seçenekleri, ikinci sırada şekersiz, az şekerli ve şekerli, üçüncüdeyse sütsüz, sütlü ve soya sütü seçenekleri bulunur. Makineye yaklaşan kişi para girişine bozukluklarını atar, “kahve”, “az şekerli” ve “süt” yazan butonlara basar. Çalışmaya başlayan makine belirlenmiş adımları takip eder. Bardağa kahveyi ve kaynar suyu ekler, biraz şeker ve sütten
sonra “Çın!” sinyalini verir, işte size bir bardak kahve. Bu bir algoritmadır.

Geçtiğimiz yıllarda, biyologlar butonlara basıp kahve içen insanların da bir algoritma olduğuna kanaat getirdiler. Şüphesiz, otomattan daha karmaşık bir algoritma olsa da, insan da bir algoritmadır. Ancak bu kompleks algoritmalar sadece kahve değil kendi kopyalarını da yaratabiliyor artık (tıpkı doğru butonlara olması gereken sırayla bastığınızda yeni bir otomat verebilecek bir otomat gibi).

Otomatları kontrol eden algoritmalar, mekanik dişliler ve elektrik devreleriyle çalışır. İnsanları kontrol eden algoritmalarsa tıpkı insanların inekleri, babunları, samurları ya da tavukları kontrol ettiği gibi duyular, duygular ve düşüncelerle işler. Bir hayatta kalma problemini ele alalım: Ağaçta sallanan muzları gören bir babun, aynı anda kenarda saklanan bir aslan fark eder. Babun muzlar uğruna hayatını riske atmalı mıdır?

Bu durumu bir olasılık hesabı gibi özetleyebiliriz: Babunun muzları yemezse açlıktan ölme ihtimaline karşılık, aslanın babunu yakalama olasılığı nedir? Babunun bu sorunun içinden çıkabilmek için birçok veriyi değerlendirmesi gerekir. Muzlardan ne kadar uzağım? Aslanla aramda ne kadar mesafe var? Ne kadar hızlı koşabilirim? Peki, aslan ne kadar hızlı koşa bilir? Aslan uyuyor mu, uyanık mı? Tok mu görünüyor, yoksa aç mı? Ağaçta kaç muz var? Muzlar büyük mü, küçük mü? Hâlâ yeşiller mi, yoksa olgunlaşmışlar mı? Dışarıdan gelen bu verilere ek olarak babunun kendi bedeni hakkındaki bilgileri de değerlendirmesi gerekir. Eğer açlıktan ölüyorsa, o muzlar için ne pahasına olursa olsun her şeyi riske atması olasıdır. Ancak zaten toksa ve muzları sadece açgözlülükten istiyorsa hayatını riske atmalı mıdır?

Bu ihtimalleri tartmak için babunun otomatları kontrol eden mekanizmalardan çok daha karmaşık algoritmalar kullanması gerekir. Böylesi durumlarda doğru hesap yapmanın mükafatı çok daha büyüktür. Buradaki bedel babunun hayatının ta kendisidir. Çekingen babun (algoritmaları tehlikeyi abarttığından) açlıktan ölecek ve onu korkak yapan genleri de onunla beraber yok olacaktır. İhtiyatsız babunsa (algoritmaları tehlikeyi küçümsediğinden ) aslana yem olacak ve pervasız genleri de gelecek nesilleri göremeden ortadan kalkacaktır. Tüm algoritmalar sürekli doğal seçilimin kalite kontrolünden geçer. Yalnızca ihtimalleri doğru hesaplayabilen hayvanlar gelecek nesillere genlerini aktarabilir.

Anlatılanlar hala oldukça soyut, değil mi? Babunlar bu ihtimalleri tam olarak nasıl hesaplayabiliyor? Kulağının arkasından bir kaIem, çantasından bir defter çıkarıp hesap makinesiyle hız ve enerji seviyeleri üzerine tahminler yürütmedikleri aşikâr. Tüm bu karmaşık işleyiş duyuların ve duyguların ve işte bu algoritmaların işi. Babun açlığını hissediyor, aslan karşısında korkudan titrediğini hissediyor, muzlara baktıkça ağzının sulandığını hissediyor. Saniyeler içinde duyular; hisler ve isteklerin karıştığı bir duygu patlaması hissediyor, hesaplama dediğimiz şey tam da budur. Bir sonraki aşamada duygular ortaya çıkar: Babun birden heyecanlandığını hisseder, tüyleri dikleşir, kasları gerilir, göğsü genişler ve derin bir nefes alıp, “İleri! Yapabilirim, muz aşkına!” diyerek atlar muzlara. Diğer senaryoya göreyse korkusuna yenilir; omuzları düşer, midesi kasılır, bacakları titrer ve “Anne! Aslan var! Yardım et!” diye sızlanır. Bazen ihtimaller o kadar yakındır ki karar vermek daha da zorlaşır. Bu durum bile bir duygu olarak dışarı vurulur. Babunun kafası karışır ve kararsız hisseder: “Evet … Hayır … Evet … Hayır… Of! Ne yapacağımı bilmiyorum.

Genleri bir sonraki nesle aktarabilmek için hayatta kalma problemlerini çözmek yetmez; hayvanların üreme sorunlarına da çözüm bula bilmesi gerekir ve bu süreçler de algoritmalara muhtaçtır. Doğal seçilim tutku ve tiksinmeyi, üreme şanslarını hızla değerlendiren algoritmalar olarak geliştirmiştir. Güzellik, “başarılı bir yavruya sahip olmak için daha yüksek bir ihtimal” anlamına gelir. Bir kadın, “Ne kadar yakışıklı bir adam!” diye düşünürken ya da dişi bir tavus kuşu, “Tanrım, şu kuyruğa bak,” derken hissettikleri aslında otomatın çalışma prensibine çok benzer. Erkeğin vücudundan yansıyan ışık dişilerin retinalarına vurdukça, milyonlarca yıl içinde evrimle damıtılmış inanılmaz güçlü algoritmalar işlemeye başlar. Birkaç milisaniye içinde algoritmalar erkeğin dış görünüşünde üreme ihtimallerini ele veren küçücük ipuçlarını yakalayıp karara varır: “Muhtemelen oldukça sağlıklı, üreyebilen ve muhteşem genlere sahip bir erkek. Onunla çiftleşirsem yavrularım da sağlıklı ve mükemmel genlere sahip olabilir.” Bu karar tabii ki cinsel cazibenin ateşli arzularının tam ortasında kelimeler ve sayılarla söze dökülmez. Dişi tavus kuşları ve pek çok kadın bu hesapları kalem kâğıda yapmaz, sadece hissederler.

Görsel 13: Bir tavuskuşu ve bir insan. Bu resimlere baktığınızda oranlar, renkler ve boyutlar hakkındaki veriler biyokimyasal algoritmalarınız tarafından işlenerek sempati, tiksinti ya da kayıtsızlık gibi duygular hissetmenize neden olur.

Nobel Ekonomi Ödülü sahipleri bile hesaplarının çok azını kalem kâğıt kullanarak yapıyor; eş seçimi, kariyer ya da sosyal çevre gibi en önemli kararlarımızın dahi yüzde 99’u duyular, duygular ve istekler olarak adlandırdığımız çok özellikli algoritmalar tarafından alınıyor.

Bu algoritmalar tüm memeliler ve kuşların (muhtemelen bir grup sürüngenin ve balıkların da) yaşamlarını kontrol eder ve insanlar, babunlar ya da inekler korktuğunda beyinlerinin birbirine yakın alanlarında benzer nörolojik süreçler oluşur. Sonuç olarak korkmuş bir insan, korkmuş bir babun ve korkmuş bir ineğin benzer deneyimler yaşaması oldukça muhtemeldir.

Arada farklar da vardır elbette. İnekler Homo Sapiens’in simgesi olan merhamet ve zalimlik gibi duyguları ya da insanların yıldızlı gökyüzüne bakıp sonsuzluk karşısında yaşadığı hayreti hissetmiyor gibi görünüyorlar. Bu durumu hayvanlar cephesinden ele aldığımızdaysa insanların, büyükbaş hayvanlara özgü anlamlandıramayacağımız duygular karşısında yabancılık duyması makul duruyor. Ancak görünüşe göre temel bir duygu tüm memeliler tarafından paylaşılıyor: Anne ve yavrusu arasındaki bağ. Öyle ki bu türe adını veren de bu bağdır; İngilizcede memeli anlamına gelen “mammal” Latince mamma yani meme kelimesinden türemiştir. Memeli anneler yavrularını öylesine severler ki kendi bedenlerini emmelerine izin verirler. Memeli yavrularsa anneleriyle bir bağ kurabilmek ve onlara yakın kalabilmek için karşı konulmaz bir istek duyar. Yaban hayattaki buzağılar; kedi ve köpek yavruları eğer anneleriyle bağ kuramazlarsa uzun süre hayatta kalamaz. Yakın zamana kadar bu durum İnsan yavruları için de geçerliydi, Diyelim ki bir inek, dişi bir kedi ya da bir köpek nadir görülen bir mutasyon yüzünden yavrularını umursamayarak uzun ve rahat bir hayat yaşadı, bu durumda genlerini bir sonraki nesle aktaramayacaktır. Zürafalar, yarasalar, balinalar ve kirpiler için de geçerlidir bu. Diğer duygular tartışmaya açık olsa da memeli yavrularının anne bakımı olmadan hayatta kalamadığı düşünülünce, anne sevgisi ve güçlü anne-bebek bağının tüm memelilerin ayırt edici ortak özelliği olduğu ortadadır.

Bilim insanlarının bu durumu kabullenmesi uzun yıllar aldı. Yakın zamana kadar psikologlar insanlarda bile ebeveyn ve çocuk arasındaki duygusal bağın önemini sorguluyordu. 20. yüzyılın ilk yarısında, Freudcu teorilerin etkisine rağmen, hâkim davranışbilimci ekoller ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkinin maddi alışverişe dayandığını, çocukların genel olarak yemek, barınak ve sağlık açısından bakıma muhtaç olduğunu ve ebeveynler bu ihtiyaçları karşıladığı sürece çocukların da onlarla bağ kurduğunu iddia ediyordu. Sevgi, şefkat, kucaklanmak ve öpülmek isteyen çocukların sadece “şımarık“ olduğuna kanaat getiriliyordu. Çocuk bakımı uzmanları ebeveynleri tarafından kucaklanan ve öpülen çocukların yetişkinliklerinde muhtaç, egoistik ve güvensiz kişilikler olacağı konusunda uyarılar yapıyordu.

Çocuk bakımı konusunda önde gelen isimlerden John Watson, 1920’lerde anne babalara sıkı sıkıya tembihliyordu: “Çocuklarınızı asla öpmeyin ve onlara sarılmayın, kesinlikle kucağınıza almayın. Eğer zorundaysanız bir kez alınlarından öperek iyi geceler dileyin. Sabahları tokalaşmayı tercih edin.

Ünlü Infant Care [Çocuk Bakımı] dergisi, çocuk yetiştirmenin sırrının, disiplin ve çocukların ihtiyaçlarının katı bir günlük düzen içinde karşılanması olduğunu belirtiyordu, 1929 tarihli bir makalede, eğer bebek beslenme saatinden önce yemek isteyerek ağlamaya başlarsa, “Ağlamasını durdurmak için kucağınıza alıp sallamayın, beslenme saati gelmeden kesinlikle yemek vermeyin. Biraz ağlamak, değil çocukları, küçücük bir bebeği bile incitmez.”

Ancak 1950 ve 60’lara gelindiğinde davranışbilimcilerin katı teorileri üzerindeki fikir birliği yerini duygusal ihtiyaçların temel önemini göz önünde bulunduran bakış açılarına bıraktı. Psikolog Harry Harlow bir dizi ünlü (ve akıl almaz derecede acımasız) deney yürüterek çok önemli sonuçlara ulaştı. Deneylerde bebek maymunlar doğumdan kısa zaman sonra annelerinden koparılıp küçük kafeslerde yalnız bırakıldılar. Bebek maymunlara dolu süt biberonu olan, metalden yapılmış oyuncak bir anne modeliyle, üzerine yumuşak kıyafetler giydirilmiş ancak biberonu boş olan bir anne modeli sunulduğunda bebek maymunlar açlık pahasına bir parça beze sarılmayı tercih ettiler.

Bebek maymunlar, John Watson ve Infant Care uzmanlarının anlayamadığı bir şeyi bilmektedir: Memeliler sadece yemekle yaşayamaz, duygusal bağlara da ihtiyaç duyarlar. Milyonlarca yıl önce evrim maymunları karşı konulamaz bir duygusal bağ kurma isteğiyle programlamıştır. Bunun yanında evrimin genlerimize kazıdığı kodlar yüzünden, duygusal bağların genelde soğuk metal nesnelerle değil yumuşak tüylü şeylerle kurulabildiğini varsayarız. (Aynı sebeple küçük çocuklar da kesici aletler, taşlar ya da ahşap bloklar yerine oyuncak bebeklere, battaniyelere ya da kokuşmuş eski paçavralara bağlanırlar.) Harlow’un denek maymunlarının duygusal bağ kurma ihtiyacı o kadar güçlüdür ki onları besleyen metal parçasını bir kenara bırakıp, bu ihtiyaçlarını karşılayabilecek gibi duran tek nesneye, kumaştan yapılmış modele yönelirler. Ne var ki bez parçasından yapılmış anne de ihtiyaçlarına cevap veremez ve minik maymunlar sürekli psikolojik ve sosyal sorunlar yaşayan nevrotik ve asosyal yetişkinlere dönüşürler.

Bugün 20. yüzyılın başındaki çocuk yetiştirme tavsiyelerine hayretle bakıyoruz. Uzmanlar bir çocuğun zihinsel ve bedensel gelişiminin yemek, barınak ve ilaç gibi temel gereksinimlerin yanı sıra duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlı olduğunu nasıl göremediler? Ancak ne yazık ki konu diğer memelilere geldiğinde biz de bu aleni gerçeğe sırtımızı dönmeye devam ediyoruz. Tıpkı John Watson ve Infant Care uzmanları gibi tarih boyunca çiftçiler de domuzcukların, buzağıların ve çocukların maddi ihtiyaçlarını giderseler de duygusal ihtiyaçlarını görmezden geldi. Et ve süt endüstri sinin dayalı olduğu düzen, memeli âleminin en temel özelliği olan duygusal bağları ortadan kaldırıyor. Çiftçiler üreyen ve süt veren ineklerini dur durak bilmeden döllüyor. Doğumdan hemen sonra annelerinden ayrılan buzağılar, çoğu zaman bir gün bile annelerini emmeden, onların bedenlerinin ve dillerinin sıcaklığını duymadan geçiriyor yaşamlarını. Harry Harlow’un birkaç yüz maymuna yaptığını, et ve süt endüstrisi her yıl milyarlarca hayvana yapıyor.

Tarım Sözleşmesi

Çiftçiler bu davranışlarını nasıl meşrulaştırır? Avcı-toplayıcılar ekosisteme verdikleri zararın pek farkında olmasalar da çiftçiler ne yaptıklarını gayet iyi biliyordu. Evcil hayvanları sömürerek onları insanların isteklerine ve heveslerine tabi kıldıklarının farkındalardı. Tarım Devrimi sonrasında ortaya çıkan ve mantar gibi yayılan yeni teist dinlerle meşrulaştırdılar davranışlarını. Teist dinler, kâinatı bir varlıklar meclisi olarak görmek yerine, yüce tanrılar tarafından yönetilen bir teokrasi olarak gördüler. Bu düşünce genellikle tarımla bağdaştırılmaz, ancak teist dinler tarım işletmeleriydi, en azından ilk dönemlerinde. Yahudilik, Hinduizm ve Hıristiyanlık gibi dinlerin teolojisi, mitolojisi ve ibadet ritüelleri başlangıçta insanlar, evcilleştirilmiş bitkiler ve çiftlik hayvanlarının aralarında kurdukları ilişkileri merkezine almıştı.

“Kitaba dayalı Yahudilik” köylülere ve çobanlara hitap ediyordu. Birçok emri çiftçilik ve köy yaşamıyla ilgiliydi ve dini tatilleri de hasat kutlamalarıydı. İnsanlar bugün Kudüs’teki antik tapınağı, bembeyaz cübbelere bürünmüş keşişlerin dindar hacıları karşıladığı, ahenkli koroların ilahiler söylediği, havaya yoğun esansların karıştığı büyük bir sinagog olarak hayal ediyor. Gerçekteyse tapınak bir mezbaha ya da mangal partisini andırıyordu. Eli boş gelmeyen hacılar; sürüsüyle koyun, keçi, tavuk gibi hayvanları beraberinde getiriyor, onları tanrının mabedine adadıktan sonra pişirip yiyordu, İlahiler söyleyen koronun sesi buzağıların ve çocukların feryatları arasında zar zor duyuluyordu. Kana bulanmış cübbeleriyle kurbanların boğazlarına sarılan keşişler, etrafa fışkıran kanı kavanozlara toplayıp sunaklara saçıyordu. Havada esans gibi yükselen kan ve ağır et kokusu, her yere akın eden karasineklerle iç içe geçiyordu (bkz. Çölde Sayım 28, Yasa’nın Tekrarı 12, Yeşu ve Hâkimler). Dini tatilini bahçesinde mangal yakarak geçiren modern Yahudi bir aile, zamanını sinagogda dini metinler okuyarak geçiren tutucu bir Yahudi aileye kıyasla kitabın ruhuna çok daha yakındır.

Bu tip teist dinler, tarım ekonomisini yeni evrensel mitlerle meşrulaştırdı. Animist dinler evreni sayısız renkli aktörle dolu dev bir Çin operası misali resmediyordu. Filler ve meşeler, timsahlar ve nehirler, dağlar ve kurbağalar, hayaletler ve periler, melekler ve şeytanlar, tamamı bu evrensel operada bir rol üstleniyordu. Teist dinler senaryoyu baştan yazarak evreni kasvetli bir Henrik Ibsen oyununa çevirdiler ve artık sadece iki karakter vardı: Tanrı ve insan. Bu geçişten sağ çıkan melekler ve şeytanlar yüce tanrıların hizmetkârları ve elçileri oldu. Tüm hayvanlar, bitkiler ve diğer doğal olguları barındıran animist oyuncularsa sessiz bir dekora dönüştü. Bazı hayvanlar tanrılar tarafından kutsandı ya da birçok tanrıya hayvan özellikleri yakıştırıldı: Mısır tanrısı Anubis bir çakalın kafasına sahipken, Hz. İsa sık sık kuzu olarak betimleniyordu. Antik Mısırlılar tavuklarını çalan çakalla Anubis”i çok iyi ayırabiliyordu, ayrıca hiçbir Hıristiyan da bıçağının altındaki kuzuyu Isa sanmadı.

Genelde teist dinlerin yüce tanrıları kutsadığını düşünürken insanları da kutsadıklarını gözden kaçırırız. Bu zamana dek, Homo sapiens binlerce oyuncunun yer aldığı bir ekibin sadece bir üyesiydi. Yeni teist oyundaysa Sapiens tüm evrenin etrafında döndüğü ana kahraman haline geldi.

Bu arada tanrılara birbiriyle bağlantılı iki rol biçildi. İlk olarak Sapiens’in neden diğerlerinden daha özel olduğunu ve insanların neden tüm diğer organizmalara hükmederek onları sömürebileceğini anlattılar. Örneğin Hıristiyanlık, insanların yaratılışın tamamına hâkim olmasını, Yaratıcı’nın insanları kendi otoritesiyle yetkilendirmesine bağlar. Ayrıca ebedi ruh sadece insanlara bahşedilmiştir. Bu ebedi ruhun kaderi tüm Hıristiyan âleminin odağı olduğu ve hayvanların da ruhu olmadığına göre hayvanlar tali varlıklardı. İnsanlar yaratılışın zirvesine doğru ilerlerken, tüm diğer organizmalar kenara itildi.

İkinci olarak tanrılar, insanlar ve ekosistem arasında aracı olmalıydı. Animist evrende herkes birbiriyle doğrudan konuşabiliyordu. Bir ren geyiğinden, incir ağaçlarından, bulutlardan ya da taşlardan bir şey istemeniz gerekirse sormanız yeterdi. Teist evrendeyse insanlar dışında her şey sessizdi. Bu nedenle ne ağaçlarla ne de hayvanlarla doğrudan konuşmak mümkündü. Peki, ağaçtan daha fazla meyve, inekten daha çok süt: buluttan yağmur, böceklerden ekinlerinizden uzak durmalarını nasıl isteyeceksiniz? Tanrılar işte burada devreye girerdi; yağmur yağdırmaya, bereketi artırmaya ve onları korumaya söz verirlerdi, tabii insanlar karşılığını verdiği müddetçe. Tarım sözleşmesinin temelinde bu yatıyordu. Tanrılar tarlaların bereketini artırır ve korurlarken, insanlar da ürettiklerini tanrılarla paylaşırdı. Ekosistemin tamamı pahasına sadece iki tarafın çıkarlarını gözeten bir sözleşme…

Nepal’in Bariyapur kasabasında her beş yılda bir tanrıça Gadhimai kutlamaları yapılır. 2009’da tanrıçaya kurban edilmek üzere 250 bin hayvan katledilerek yeni bir rekor kırıldı. Nepalli bir şoförün İngiliz gazeteciye açıkladığı gibi: “Bir şey dilediğimizde tanrıçaya adaklarımızı sunarız ve rüyalarımız beş yıl içinde gerçek olur.”

Teist mitolojiler bu sözleşmenin satır aralarını açıklar. Mezopotamya kökenli Gılgamış Destanı, tanrıların dünyayı yok etmek için gönderdiği büyük tufanın neredeyse tüm insan ve hayvanları helak ettiğini anlatır. Tüm bu olanların ardından artık kendilerine adak sunacak kimseler kalmadığını fark eden tanrılar, açlık ve mutsuzluktan çileden çıkarlar. Şans o ki tanrı Enki’nin telkinlerini dinleyen sadık müridi Utnapishtim, ailesini, akrabalarını ve hayvanlarını da alarak orman a sığınmış ve kurtulmayı başarmıştır. Sular çekilince sığındığı yerden çıkan bu Mezopotamyalı Nuh, ilk iş tüm hayvanlarını tanrılara kurban eder. “Tanrılar çeşnilerin kokusunu aldı / Tanrılar tatlı kokuları aldı / Tanrılar adaklara sinekler gibi üşüştüler, diye devam eder destan. Mezopotamya’da anlatılan bu yorumdan neredeyse bin yıl sonra yazılan Eski Ahit’de de benzer bir hikâye anlatılır, sığınağından çıkar çıkmaz, “Nuh Tanrı’ya bir sunak yaptı. Orada bütün temiz sayılan hayvanlarla kuşlardan yakmalık sunular sundu. Güzel kokudan hoşnut olan Tanrı içinden şöyle dedi: ‘İnsanlar yüzünden yeryüzünü bir daha lanetlemeyeceğim,” (Tekvin 8:20-21)

Büyük tufan hikâyesi tarım dünyasının temel miti haline gelmiştir. Bu miti modern çevreci bir bakışla yorumlamak da mümkündür. Belki de insanlar ilahi tanrılar tarafından yaratılışın devamını korumakla görevlendirilmişti sahiden de ve büyük tufan da bize davranışlarımızın tüm ekosisteme zarar verdiğini öğretiyordu. Ne var ki geleneksel yorumlar, büyük tufanı insanın üstünlüğünün ve hayvanın değersizliğinin bir kanıtı olarak yorumlamayı tercih etti. Bu yorumlara göre Nuh’tan istenen, hayvanların selametini gözetmesi değil tanrılar ve insanların ortak çıkarları adına tüm ekosistemi kurtarmasıydı. İnsan olmayan organizmaların herhangi bir içsel değeri yoktu, sadece bizim için yaratılmışlardı.

Sonunda, “Tanrı baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülükleri gördü” ve “Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım,” dedi, “Çünkü onları yarattığıma pişman oldum” (Tekvin 6:7). Eski Ahit’e göre Homo Sapiens’ in hataları yüzünden tüm hayvanların yok edilmesi oldukça akla yatkındır; sanki insanların tüm hatalı davranışlarının müsebbibi zürafaların, pelikanların ve uğurböceklerinin varlığıymış gibi… Eski Ahit’te. Tanrı’nın Homo Sapiens’i yarattığına pişman olup bu günahkâr maymunu yeryüzünden silecek devekuşları, kangurular ve pandalardan oluşan bir sonsuzluk yaratması düşünülemezdi.

Teist dinlerin de hayvan dostu inançları yok değil elbette. Tanrılar İnsanlara hayvanlar âlemi üzerinde hâkimiyet verseler de, bu güç bazı sorumluluklarla beraber geldi. Örneğin, Yahudilere sebt gününde hayvanlarını dinlendirmeleri, yersiz acılar çektirmemeleri emredilmiştir. (Ne var ki bir çıkar çatışması söz konusu olduğunda, insanların çıkarları daima hayvanlarınkine üstün gelmiştir.)

Talmud’da mezbahaya götürülürken kaçıp “Hahamlık ilkelerine dayalı Yahudilik”in kurucularından Haham Yehuda Ha-Nasi’ye sığınan bir buzağının hikâyesi anlatılır. Buzağı başını Haham’ın cübbesinin altına sokup ağlamaya başlar. Hahamsa buzağıyı iterek, “Git. Bu amaç için yaratıldın,” der. Merhamet göstermeyen Haham, tanrı tarafından cezalandırılır ve on üç yıl boyunca ağrılı bir hastalıkla cebelleşerek acı çeker. Bir gün, Haham’ın evini temizleyen hizmetkârı yeni doğmuş fareler bulur ve onları dışarı atmaya çalışır. Haham Yehuda zavallı yaratıkları kurtarmak için ileri atılır ve hizmetkarına onları rahat bırakmasını söyler çünkü “Tanrı herkese iyi davranır, sevecenliği bütün yarattıklarını kapsar.” (Zebur 145:9) Farelere merhamet eden Haham’a tanrı da merhamet gösterir ve o gün Haham iyileşir.

Diğer dinler, özellikle de Jainizm, Budizm ve Hinduizm hayvanlarla daha fazla empati kurar. İnsanlarla ekosistemin geri kalanı arasındaki bağı anlar ve en önemli ahlaki emirleri, yaşayan herhangi bir canlının canına kastetmemektir. İncil’deki “Öldürme!” emri sadece insanlar için geçerlidir; ahimsa (zarar verme) denilen antik Hint öğretisiyse hisseden her canlıyı kapsar. Jain keşişleri bu konuda çok özenlidir. Yanlışlıkla bir böcek yutmamak için ağızlarını kapalı tutar, yürürken önlerine çıkabilecek minik canlıları kibarca kenara çekmek için bir süpürge taşırlar.

Ne var ki Jainizm, Budizm ve Hinduizm de dâhil olmak üzere, tarıma dayalı tüm dinler, her zaman insan üstünlüğünü ve hayvanların sömürülmesini (etleri için olmasa da süt ve kas güçleri için) meşrulaştırır. Belirli sınırlamalar koşuluyla diğer hayvanları kullanabilme ve onlara hükmedebilme hakkı veren doğal bir hiyerarşinin olduğunu iddia ederler. Örneğin Hinduizm inekleri kutsar ve etlerinin yenmesini yasaklar, ancak ineklerin sütlerini paylaşmak isteyen cömert hayvanlar olduklarını ileri sürer ve süt endüstrisinde insanlara İstedikleri özgürlüğü tanır.

Sonuç olarak insanlar “tarım sözleşmesini” imzalar. Bu sözleşmeye göre tanrılara, doğaya ve elbette hayvanlara karşı çeşidi ödevleri yerine getirdiği sürece insanlara diğer hayvanlara hükmetme izni verilmiştir. Çiftlik hayatında sıradan bir günü yansıtan bu düzenin varlığına inanmak pek de zor değildir.

Ekosistem üzerindeki etkilerinin farkında olmayan avcı-toplayıcılar, kendilerini üstün varlıklar olarak görmüyordu haliyle. Birkaç düzine kişiden oluşan sıradan bir avcı grubunun yüzlerce vahşi hayvanla çevriliyken hayatta kalması, grubun bu hayvanların isteklerini anlamalarına ve onlara saygı duymasına bağlıydı. Avcılar kendilerine, “Geyik ne rüya görüyor,” ya da “Aslan ne düşünüyor,” diye sorardı. Yoksa geyikleri avlayamaz, aslandan kaçamazlardı.

Çiftçilerse aksine insan arzu ve düşünceleri tarafından şekillendirilmiş kontrollü bir dünyada yaşıyordu. İnsanlar fırtına ve deprem gibi zorlu koşullara maruz kalsalar da diğer hayvanların isteklerinden bağımsız bir hayat sürüyordu. Çiftlikte yetişmiş biri genç yaşta ata binmeyi, öküzleri sabana koşmayı, inatçı eşeği kırbaçlamayı ve koyunları otlatmayı öğrenirdi. Bu tip günlük işlerin doğanın düzeni ya da takdiri ilahi olduğuna inanması hiç de zor değildi.

Tarım Devrimi hem ekonomik hem de dini bir devrimdir. Yeni dini inançlar yeni ekonomik ilişkilerle ortaya çıkmış ve her ikisi de hayvanların vahşice sömürülmesini meşrulaştırmıştır, Geçmişte kalmış bu süreç, günümüzde tarım faaliyetine geçen her avcı-toplayıcı toplulukla yeniden yaşanıyor. Geçtiğimiz yıllarda Güney Hindistan’daki avcı-toplayıcı Nayakalar sürü otlatma, tavukçuluk ve çay yetiştirme gibi tarım pratikleri uygulamaya başladılar. Bununla beraber; doğal olarak, hayvanlara karşı yeni tavırlar da geliştirdiler; vahşi organizmalarla karşılaştırıldığında evcil hayvanlara (ve bitkilere) karşı farklı davranışlar sergilediler.

Nayaka dilinde kendilerine has bir kişiliğe sahip tüm canlılara mansan deniyor. Nayakalar üzerine çalışan Antropolog Danny Naveh’in çalışmalarında Nayakalar tüm fillerin mansan olduğunu söylüyor: “Biz de ormanda yaşıyoruz, onlar da ormanda yaşıyor. Hepimiz mansan’ız […] Tıpkı ayılar, geyikler ve kaplanlar gibi. Tüm orman hayvanları,” Peki ya inekler? “İnekler farklı. Onları her yere götürmeniz gerekiyor.” Peki tavuklar? “Onlar bir hiç, mansan değiller.” Peki ya ormandaki ağaçlar? “Mansan, çok uzun yıllardır yaşıyorlar.” Peki, çay öbekleri? “Ah, bunları ben yetiştiriyorum, çay yapraklarını sarıp marketten istediklerimi alabilmek için. Hayır, onlar mansan değil.”

Hayvanların hisseden ve saygı duyulması gereken varlıklar mertebesinden basit mallara indirgenmesi inekler ve tavuklarla sınırlı kalmadı elbette. Birçok tarım toplumu çeşitli sınıflara mensup insanlara da alınıp satılabilecek mallar gibi davranmaya başladı. Antik Mısır ve İsrail’de ya da ortaçağda Çin’de insanları köleleştirmek, onlara işkence etmek ya da üstünkörü nedenlerle canlarını almak oldukça sık rastlanan uygulamalardı. Köylüler çiftliğin yönetimi hakkında inek ya da tavuklara nasıl danışmıyorsa egemenler de krallıklarını nasıl yöneteceklerini köylülere sormuyordu, Ne zaman etnik bir grupla dini bir topluluk çatışsa her ikisi de karşıdakini insan olarak görmeyi bırakıyordu. “Ötekileri” adeta alt insan olarak görüp bir nevi yaratık olarak nitelemek, zalimlik yolundaki ilk adımdı. Çiftlikler şişirilmiş efendilerden, sömürülmeye uygun aşağı ırklardan, imha etmek için semirtilmiş vahşi canavarlardan ve en tepede tüm bu düzenden lütfünü esirgemeyen yüce bir tanrıdan mürekkep yeni toplum modelleri haline geldi.

Beş Yüzyıllık Yalnızlık

Modern bilimin ve sanayinin gelişmesi, insan-hayvan ilişkisindeki yeni dönüm noktalarını da şekillendirdi. Tarım Devrimi boyunca İnsan türü hayvanları ve bitkileri susturarak animist senfoniyi insan ve tanrı arasındaki bir diyaloga dönüştürdü. Bilimsel Devrim sırasındaysa insan türü tanrıları da susturdu. Dünya artık insanın yönettiği tek kişilik bir gösteri. İnsan türü boş sahnede, kendi kendine konuşarak, kimseyle müzakere etmeden, hiçbir yaptırımla karşılaşmaksızın gücüne güç katıyor. Fizik, kimya ve biyolojinin temel kanunlarını deşifre eden İnsan türü, şimdi de bunları canı istediği gibi kullanıyor.

Avcı-toplayıcılar bozkıra çıktığında vahşi boğanın yardımını ister, boğa da onlardan bir şeyler beklerdi. Eski çiftçiler ineklerinin bol süt vermesini istediğinde cennetteki tanrıya yakarır, tanrı da şartlarını bildirirdi. Nestle laboratuarlarının beyaz önlüklü çalışanları, süt üretimini artırmak istediğinde genetik çalışmalar yürütür ama genler bunun karşılığında onlardan hiçbir şey istemez.

Ancak tıpkı avcıların ve çiftçilerinki gibi laboratuarlardaki insanların da mitleri vardır. En ünlü mitleri, Bilgi Ağacı ve Cennet Bahçesi efsanelerinden, üstelik utanmadan izinsiz alıntılar yaparak, tüm hikâyeyi Lincolnshire’daki Woolsthorpe Köşkü’nün bahçesine taşır. Bu mite göre Isaac Newton bir gün bir elma ağacının altında otururken kafasına olgun bir elma düşer. Newton neden elmanın dümdüz yere düştüğünü merak eder, neden yana ya da yukarı değil? Bu merakı onu Newton mekaniğinin kanunlarını ve yerçekimini keşfetmeye götürecektir.

Newton’ın hikâyesi Bilgi Ağacı mitini tersine çevirir. Cennet Bahçesi’ndeki yılan insanları günaha teşvik ederek tanrının gazabını üzerine çeker. Âdem ve Havva yılanın ve Tanrı’nın gözünde birer eğlenceden ibarettir. Woolsthorpe Bahçesi’ndeyse insan tek temsilcidir. Newton’ın kendisi fizik kanunlarından daha çok İncil üzerine çalışan inançlı bir Hıristiyan olsa da, Bilimsel Devrim’e katkı sağlayarak Tanrı’nın kenara itilmesine yardım etmiştir. Newton’ın halefleri kendi Yaratılış öykülerini yazmaya başladıklarındaysa artık ne Tanrı ne de yılan işlerine yarar. Woolsthorpe Bahçesi artık doğanın kanunlarıyla yönetiliyor ve bu kanunları anlayabilecek tek girişimci de, tahmin edeceğiniz üzere, insanın ta kendisi. Hikâye Newton’ın kafasına bir elmanın düşmesiyle başlıyor olsa da sonuçta elma kendi isteğiyle düşmüyor.

Cennetin Bahçesi mitinde insanlar merak ettikleri için cezalandırılır, Tanrı onları Cennet’ten kovar. Woolsthorpe Bahçesi mitindeyse bırakın cezalandırılmayı, İnsanlık merak sayesinde evreni daha iyi kavrayıp daha da güçlenerek teknolojik cennete bir adım daha yaklaşır. Dünyanın her köşesinde sayısız öğretmen, Newton mitini merak uyandırmak için anlatır; yeterince bilgilenirsek, burada, dünyada bir cennet yaratabileceğimizi anlatmaya çalışırlar.

Öyle ki tanrı da Newton mitindeki yerini alır: Tanrı Newton’ın ta kendisidir. Bilimin biyoteknoloji, nanoteknoloji ve diğer meyveleri olgunlaştığında Homo Sapiens tanrısal güçler edinecek ve tekrar Eski Ahit’teki Bilgi Ağacı’nda biten tam bir çember çizmiş olacak. Arkaik avcı-toplayıcılar sadece başka bir hayvan türüyken, çiftçiler kendilerini yaratılışın en üst noktası olarak gördüler. Bilim insanları da sürümlerimizi yükselterek bizi tanrılara dönüştürecek.

***

Tarım Devrimi teist dinlerin doğmasına neden olurken Bilimsel Devrim de tanrıların yerine insanların geçtiği hümanist dinleri yarattı. Teist dinler Yunancada tanrı anlamına gelen theos’a taparken hümanistler insana taparlar. Liberalizm, komünizm ve Nazizm gibi hümanist dinlerin temelinde, Homo sapiens’in evreni anlamlandıran ve ona hükmeden özgün ve kutsal özüne duyulan inanç yatar. Evrende olup biten her şey, Homo sapiens’in üzerinde bıraktığı etkiye göre iyi ya da kötü olarak addedilir.

Teizm Tanrı adına geleneksel tarımı, hümanizmse İnsan adına modern endüstriyel tarımı meşrulaştırır. Endüstriyel tarım insanların ihtiyaçlarını, arzularını ve taleplerini kutsarken diğer her şeyi görmezden gelir. Endüstriyel tarım insan doğasının kutsallığına sahip olmayan hayvanlarla aslında hiç ilgilenmez. Modern bilim ve teknoloji İnsanlara antik tanrılardan çok daha büyük güç sağlayınca da tanrı bir işlerine yaramaz. Bilim de modern şirketlerin ineklere, koyunlara ve tavuklara geleneksel tarım toplumlarındakinden bile kötü şartlarda hükmetmesini sağlar.

Antik Mısır, Roma İmparatorluğu ya da ortaçağda Çin’de insanlar biyokimya, genetik, zooloji ve epidemiyoloji gibi alanlarda oldukça sınırlı bilgiye sahipti. Dolayısıyla bu alanlara müdahale edebilme güçleri de sınırlıydı. O zamanlarda inekler, koyunlar ve tavuklar etrafta koşturup kenardaki çöplerde ya da yakındaki koruda yiyecek arayabiliyordu. Hırslı bir köylünün binlerce hayvanı kalabalık bir kümese tıkıştırmaya çalışması halinde ölümcül bir salgınla tüm hayvanların (etraftaki köylülerle beraber) telef olması çok muhtemeldi. Hiçbir keşiş, şaman ya da tanrı bunu önleyemezdi.

Endüstriyel kümes ve ağıllar, modern bilim salgın, mikrop ve antibiyotiklerin sırlarını keşfettiğinde elverişli olmaya başladı. Aşılar, ilaçlar, hormonlar, merkezi havalandırma ve otomatik besleme sistemleri sayesinde, on binlerce inek ve tavuğu hareket bile edemedikleri kafeslere tıkarak benzeri görülmemiş miktarlarda verimli et, süt ve yumurta üretimi sağlamak mümkün oldu.

Bu yazının tamamı yazarın ''Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi'' isimli eserinden alınmıştır.

İnsan-hayvan ilişkileri geçtiğimiz yıllarda yeniden değerlendirildikçe bu tip uygulamalar yavaş yavaş eleştirilerin hedefi haline geldi. Ansızın sözde alt yaşam türlerinin kaderine akıl almaz bir ilgi göstermeye başladık, belki biz de onlardan birine dönüştüğümüz içindir. Eğer bilgisayar programları süper insan zekâsına ve benzersiz bir kudrete erişirse, bu programlara insanlardan daha mı fazla değer vereceğiz? Örneğin bir yapay zekânın insanları sömürmesi, hatta kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda onları öldürmesi kabul edilebilir mi olacak? Eğer yüksek zekâsına ve kudretine rağmen buna asla izin verilmeyecekse insanların inekleri sömürmesi ve öldürmesi hala nasıl kabul görebiliyor? İnsanı inekler, tavuklar, şempanzeler ve bilgisayar programlarının tümünden ayıran yüksek zekâsı ve kudreti dışında bir alâmetifarikası mı var? Öyleyse bu ayırt edici özelliğin kaynağı nedir ve yapay bir zekânın buna asla sahip olamayacağından nasıl emin olabiliriz? Böyle bir özelliğimiz yoksa bilgisayarlar insanları zekâ ve kudretiyle geride bıraktıktan sonra bile, insan hayatına özel bir anlam yüklemeye devam etmek için bir nedenimiz kalacak mı? Evet, bizi bu kadar zeki ve kudretli yapan şey tam olarak nedir ve insan olmayan varlıkların bize rakip olabilme olasılığı, bizi geride bırakma ihtimali nedir?

Tags: , ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.