Dağlardan Atla Geçerek Dicle’den Fırat’a, Fırat Üzerindeki Akıntılardan Geçerek Yolculuk: Asbuzu

Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | | Nisan 4, 2017 at 8:56 am
Harput, 20 Temmuz 1838

Paşanın büyük çadırında kırmızı kadife minderlere oturmuş akşam yemeği yerken, paşa ansızın buradan göç etme emrini verdi. Buna candan sevindim, çünkü Garzan dağının dışında ve eteğinde bulunan ordugâhımız son derece rahatsızdı. Burada sıcak korkunçtu, gölgede 40°C derecesini buluyordu. Zavallı atlarımız sabahtan akşama kadar güneşin kızgın sıcağında, sadece kalın keçe çullarıyla korunarak, bağlı duruyorlardı. Böceklerden dehşetli rahatsız oluyorlardı ve yemleri sadece yeni biçilmiş ottan ibaretti, suları tulumlarla taşınıyordu. Fakat biz çadır içindekilerin halleri de onlardan pek üstün değildi. Bir sürü zehirli örümcek çadır bezinin üzerinde dolaşıp duruyor, yılanlar çadırın gölgesine sığınıyor, taşların arasında sayısız akrepler barınıyordu. Ben geniş ve ferah çadırımı günde beş defa su ile ıslatıyordum. Ancak bir uşağın fevkalade temizlik ve itinası sayesinde çadırımı her türlü böcekten korumak mümkün oluyordu; fakat hava öyle ağırdı ki ancak güneş battıktan sonra kalkıp dolaşabiliyorduk.

Bir saat içinde her şey yolculuğa hazırlanmıştı ve takriben 60 atlıdan mürekkep maiyetle, ay aydınlığı bir gecede yüksek Garzan’ın batı eteği boyunca ilerledik. Sağımızda solumuzda, Diyarbekir’den itibaren doğu yönünde yirmi mil uzanan ve birçok büyük ırmak vadilerinin kestiği güzel, geniş ova vardı. Önce Batman Suyunu, muhteşem, eski bir köprünün «Batman köprüsü» üzerinden geçtik. Bu köprü Hasankeyf köprüsünün tamamıyla eşi bir üslupta, muhtemel olarak onun zamanında yapılmıştır, fakat hala sağlam olarak durmaktadır. 100 ayak açıklık ve muhakkak 80 ayak yükseklikte muazzam bir kemer, coşkun dağ ırmağının üstünden aşmaktadır. Bir kayanın köşesini döner dönmez ansızın bu dev gibi yapı ile karşı karşıya geldik. Bu saygıdeğer eski duvarlar, gürleyerek akan ırmak ve bir Türk süvari kafilesinin hareketi sahneleri ılık aylı gecede seyrine doyulmaz bir manzara meydana getiriyordu.

Sabaha doğru «Miyafarkin’e» (bugünkü Silvan) Ermenistan’ın bir zamanki kudretli krallarının merkezi olan Tigranokerta’ya vardık. Surlar ve burçlar iyi bir halde kalmış, büyük iç kalenin güzel burçları muhakkak ki Arsakes’in haleflerinin oturmuş oldukları yeri gösteriyordur. Şehir dağın en alt basamağında kurulmuş, bu basamaktan bol sulu bir dere çıkıyor ve güzel kıvrımlarla ovayı geçerek Dicle’ye akıyor, fakat şehrin içinde sadece harabeler ve Kürtlere az zaman önce büyük zorluklarla baş eğdiren tahrip savaşının taze izleri görülüyor. Bu istila binlerce –yalnız silahlıların değil– acizlerin, kadın ve çocuğun hayatına mal olmuş, binlerce köyü tahrip etmiş ve uzun yılların emek ürünlerini yok etmişti. Kürtlerin bağımsızlıklarının yerini daha iyi bir idare almayacak olursa bu seferki hakimiyetin de evvelce birçok defa olduğu gibi, geçici olacağını düşünmek insanı üzüyor.

Nemli bir çayırda, atlarımız yüksek otları yiyerek kendilerini toplarken, verdiğimiz kısa bir moladan sonra doğan güneşin yakıcı ışınları bizi uyandırdı. Yürüyüşümüze aynı yönde, taşlık ve ıssız dağ eteğinden devam ettik. Sıcak çok fazla idi, kireç taşı yamaçlar ateş gibi kızmıştı, gölge verecek ne bir ağaç, ne de çalı vardı, bütün bitki hayatı sanki yok olup gitmişti; ama ben öğleden hemen sonra vardığımız nefis pınarı asla unutmayacağım. Bir kaya duvarının dibinde su, köpürerek her yandan fışkırıyor ve tarif edilemeyecek berraklıkta büyük bir havuz meydana getiriyor; muazzam boyda kamışlar, tırmanıcı bitkiler, insan boyunda otlar, çiçek açmış sümbüller, zengin bir bitki gelişmesi ve en bol yeşillik, çepeçevre etrafları dik kayalar ve taş yığınları ile sarılmış olarak, pınarı çevreliyordu. Sevinçle, ter içindeki atlarımızı serin sulara sürdük ve kendimiz de tepeden tırnağa kadar seve seve ıslandık. Bütün gün su içmelerine müsaade edilmeyen atlar vücutlarını ıslatmak ve serinlemek için ön ayaklarını suya vuruyor ve keyiflerinden sıçrıyorlardı. Aklıma Kur’an’dan bir söz geldi: «Min el mai küllün… »: yani «su ile her şey can bulur».

Akşama doğru, yani hemen hemen yirmi dört saatlik at yolculuğundan sonra yine nefis bir dağ deresine vardık. Kıyısı boyunca yukarı çıkarak saga, dağların içine saptık ve bir tepenin üzerinde, etrafı bağlarla çevrili, çınarlar, ceviz ağaçları ve kavaklarla gölgelenmiş sevimli Hazro kasabacığını ve zarif camiini gördük.

Kavak burada, Yakın Şark’ta son derece faydalı. Ev yapmak için de zorunlu olan bir ağaç, Gerçi evlerin duvarları çok defa sadece yontulmamış taşlardan ve kerpiçten yapılıyor, fakat üstleri merteklerden bir damla örtülüyor. Buna da narin, düz kavak kütükleri pek uygun geliyor. Sonra merteklerin üstü ince bir tabaka çalı çırpı ile örtülüyor, bunun üzerine de bir ayak kalınlığında balçık ve iri kum döşenerek iyice dövülüyor. Asya’nın yumuşak ikliminde bu dam kafi geliyor ve gece serinliğinde yatak odası vazifesini görüyor, ama bu düz teraslar (dam) sadece Antitorosların güney yamaçlarında bulunuyor, Egin ve Tokat’tan ötede basık, kiremitli damlar başlıyor.

Kavaklar, sulanabilen her yerde inanılmayacak kadar çabuk, muazzam bir büyüklüğe varıyor. Hazro’da, narin gövdeleri bir buğday tarlası gibi sık, birbirine sokulmuş kavaklardan bir suni koruya hayran kaldım.

Ertesi gün dağlardan ilerleyerek Lice’ye, 4’üncü akşam da cebrî yürüyüşle Zivan-Maden’e vardık. Sadece en iyi atlar paşanın yaman kısrağının yanı sıra buraya varabildiler. Maiyeti halkının hemen hemen yarısı geride kaldı ve o kadar cins olmayan atlar yorgunluktan çatladı.

Zivan’da Hafız Paşa bir yüksek fırın yaptırdı. (Chatillon adında bir Fransız bir yüksek fırın yapmak için buraya gönderilmiş fakat mahalli makamların çıkardığı zorluklar yüzünden bir şey yapamamış, o sırada Hafız Paşa gelmiş ve çarçabuk işi tamamlattırmış.) Dünyada bundan zengin, aynı zamanda daha kolay faydalanılabilecek bir maden daha bulmak zordur. Burada yerin altına girmeye lüzum yoktur, çünkü alabildiğine her tarafta dağlar ve dereler küçük büyük kara taşlarla örtülüdür; bu taşları sadece ele almak, yalnız ağırlıklarından ne kadar maden cevheri ihtiva ettiklerini anlamak için yeter. Burada bir yüzyılda işlenebilecek kadar maden gün ışığına serpilmiş duruyor.

Dicle’nin kollarından birinin boyunca yukarı doğru çıkarak bu nehirle Fırat ya da Murat arasındaki su bölümü çizgisine vardık. Dicle’nin pınarlarının, burada artık azametli bir nehir haline gelmiş olan Fırat’ın kıyısına böyle yakın oluşu pek şaşılacak şey. Bu uzaklık 1000-1500 adımdan pek fazla değil.

Fırat’ın bütün önemini kavrayışı paşama şeref verecek bir şey. Nehrin yukarısında aşağıda bulunmayan her şey var: Ağaç, demir ve buğday. Bu malların hemen hemen tamamıyla yolsuz bir bölgeden taşınması için nehri suyolu olarak kullanmaya, onun Küçük Ermenistan (yani şimdiki Kürdistan) dağlarında açtığı yatak önemli bir engel meydana getiriyor. Bizim haritalar nehri çaprazına çizivermek ve buraya da «Nuchar Çağlayanları» yazıvermekle işi kestirip atıyorlar, bu adı ise buralarda bilen yok. İşin aslında şimdiye kadar hiçbir Avrupalı araştırıcı yabancılara en çok düşmanlık besleyen Kürt kabilelerinin oturduğu bu yolsuz, ıssız yabanî yerlere girememiştir. Nehir kıyısından ilerlemek hiç bir şekilde mümkün değildir. Ancak nehirden gitmek imkânı vardır.

Nehrin akıntısına karşı, en kuvvetli ve su kesimi en az buharlı gemiler bile ilerleyemez. Nehir yatağının sığ yerleri ve zikzakları da caba! Aşağı doğru gidiş de yine, deri tulumlardan yapılma sallardan başka çeşit taşıtlar için, imkânsız. Böyle bir taşıt bir balık gibi bükülür, aşağı yukarı kıvrılarak üzerinde yüzdüğü dalgaların şeklini alır, üzerine suların hücumu ile bir an için batsa bile zarar görmez. Taşlıklara ya da sivri kayalara şiddetle çarpmasından, olsa olsa birkaç tulum yırtılabilir. Nehrin aşağısına varıldığı zaman üzerindeki tahtadan yapılma tesisat bu ağaçsız bölgede kârına satılır ve bir at yahut katır bu tulumları karadan geriye, yola çıkış noktasına götürmek için kâfi gelir. Birçok defa, bura halkının, bir tulumun üzerine ata biner gibi binmiş olarak, Fırat yahut Dicle’nin çok hızlı akıntısını, korkusuzca yüzerek geçtiklerini gördüm.

Hafız Paşa böyle bir salla Fırat’tan aşağı inmeyi iki defa tecrübe ettirmişti, fakat sonuçlan iyi olmadı ve her iki teşebbüste de boğulanlar oldu. O zamandan beri birkaç defa, ama pek önemsiz bir şekilde, kayaları barutla attılar. Nehrin şimdiki ortalama su yüksekliği bu teşebbüse uygun görüldüğü için paşa benden, Fırat’ın yukarıdan aşağıya doğru bir suyolu olarak kullanmanın imkânı olup olmadığını anlamak için, bir denemede bulunmamı rica etti. Palu’da altmış tulumluk gayet sağlam bir sal yapıldı. Lazım olan erzak ve eşya bol bol yüklendi ve dört dev gibi kürekçi verildi. 10 Temmuz’da adamlarımdan ikisi ve paşanın bir ağasıyla sala bindim. Hepimiz mükemmel silahlı idik. Yanıma pusula ve ölçü aletleri almıştım, bir köyden öteki köye kadar nehri iyi tanıyan bir dümencimiz de vardı.

Şimdiye kadar yüksek, ormanlık dağ kıyılarından giden ve Hon’da dimdik, muhteşem Kaya yamaçları arasından ve kaya parçaları üzerinden gürleyerek akan nehir, Palu’dan itibaren açıklık bir alana giriyor, hızla fakat meyilsiz akıp gidiyor. Palu’da nehrin üzerinde onu aşan sonuncu, sefil bir tahta köprü ile Cenevizlilere mal edilen eski bir kalenin muhteşem harabesi var; kale kasabanın üstündeki sivri bir tepenin üzerinde yükseliyor. Kasabanın etrafı bahçeler ve pamuk tarlalarıyla çevrili.

Nehir güzel Mastar dağı grubunun eteğinden geçtikten sonra sol yakasını geniş, muhteşem Harput ovası teşkil ediyor. Fakat Fırat bu ovadan yüz çeviriyor, bir kere daha yüksek dağların arasına giriyor ve kırk millik bir sapmadan sonra aynı ovanın güney kenarına varıyor. Nehrin yatağındaki birkaç sığlık yer anaforlara sebep oluyor, fakat bunlar kolayca geçilebiliyor ve sağ’ kıyıda yüksek bir kaya konisinin üzerinde yükselen eski bir dağ hisarı harabesine, Pertek kalesine kadar süratle yola devam ediliyor. Burada artık sal işlemesine tamamıyla uygun bir hale gelen nehir üzerinde, çıplak dağlar arasında bütün gece ilerledik ve sabaha doğru, Murat’ın Erzurum’dan gelen ve hemen hemen kendisi kadar büyük olan Fırat’la birleştiği noktaya vardık. İki saat ilerideki Kiervan veya Keban Madeni’nde karaya çıktık. Buradaki gümüş madeni son derece perişan bir halde. Türkler şöyle diyorlar: «Eritme için kullanılan odun bize bedavaya geliyor, çünkü bütün Türkiye’de orman kimsenin malı değildir, yani herkesin malıdır; gerçi günlerce uzaktan buraya taşınması lazım ama bu da angarya ile oluyor. Buna karşılık elde edilen gümüş az, ama bizim malımız», Fakat yakacak ile insan emeğinin değeri de hesaplanacak olursa muhakkak ki madenin işletilmesinin, hâsılatın üç dört katına mal olduğu sonucuna varılacaktır.

Keban Madeni’nin hemen alt tarafında Fırat’ın kıyılarını sarp dağlar çevreliyor. Ama çok geçmeden sağ kıyı gittikçe alçalıyor ve nehir geniş bir kıvrımla, ta uzaktan üzerinde eski bir kilisenin harabesi görülen yumurta gibi yuvarlak bir dağın eteğini dönünce, sağda geniş Malatya ovası açılıyor ve Kömürhan’da, evvelce bahsetmiş olduğum çivi yazısının yakınında, yüksek, vahşi dağ kitleleri her iki yandan yaklaşıyor. Nehir bundan sonra derin, tüyler ürpertecek kadar korkunç bir kaya yarığından akıyor. Salımız fevkalade bir hızla kayıp gidiyordu ve nehir yatağı, dışarıda olduğunun ancak yarısı kadar genişlikte idi. Çok geçmeden dimdik kaya duvarlarda yankılar yapan uzak bir uğultu duyduk. Akıntının artarak bizi ok gibi götürmesinden Yılan değirmenine varmış olduğumuzu anladık. İhtiyatla kıyıya yanaştık ve anaforlara kendimizi kaptırmayı göze almadan önce, ileri doğru çıkan bir kayalıktan etrafı gözden geçirdik. Böyle şiddetli akıntılar daima dik bir sel yatağının nehirle birleştiği yerlerde oluyor. Bu derbentten zamanla birçok irili ufaklı kaya döküntüleri yuvarlanır, derenin ağzında (aslında pek önemsiz) bir dil meydana gelir ve nehrin genişliğini azaltır, bu da yetmiyormuş gibi çok defa muazzam taş kitleleri nehrin yatağına kadar yuvarlanır; suyun az olduğu zamanlarda bunlar meydana çıkar, fakat çok olduğu vakitlerde dalgalar, kendilerine yenemeyecekleri bir direnç gösteren bu kayaların üzerinden aşar. Darlaşan ve yönünden sapan coşkun nehir bu engellere çarparak köpürür ve su dernekleri halinde havaya fışkırır. Bunların arkasında, geniş bir kaptaki suyu dar bir oluğa boşaltmışsın gibi, köpüklü ve anaforlu müthiş bir akıntı meydana gelir.

Şimdiye kadar geçmiş olduğumuz birkaç kötü yerden keleğimizin neleri başarabileceği hakkında aşağı yukarı bir ölçü elde etmiştik. Ben keleği «Bismillah» -Allah adıyle- diyerek yeniden yola çıkardım. Çok geçmeden suyun genel akışı bizi kaptı ve daha ne olduğunu anlamaya vakit kalmadan sağ salim tehlikeli yeri aşmış bulunduk. Gerçi tepeden tırnağa kadar da ıslanmıştık, çünkü her yandan gelen dalgalar tepemizde birbirine kavuşmuştu, Fakat belki de 40 dereceyi bulan bir sıcakta bu, sadece boşa giden bir serinlemeden ibaretti. Akıntılı yerin yukarısı ile aşağısı arasındaki seviye farkı, 200 ayaklık(61m) bir mesafede aşağı yukarı 15 ayağı (4,5m) buluyordu.

Bu anlattığım akıntılı yerler gibi, fakat daha az önemde olanlardan üç yüzden fazlası birbiri ardı sıra dizilmiş bulunuyor ve nehrin yirmi millik kadar bir kesiminde Cataractae Euphratis’leri meydana getiriyordu. Daha birini geçer geçmez hemen ötekinin çağıltısını duyuyorsun. KeIek boyuna dönüp duruyor ve sana, oturduğun yumuşak şilte üstünde duruşunu değiştirmeden, bu vahşi romantik dağ bölgesini her yandan seyretme imkânını veriyor. Ta yukarılarda gölgeli ceviz ağaçları altında tek tük Kürt köyleri yamaca yapışmış duruyor ve dik dağ yamaçlarından çağlayanlar köpüre köpüre akıyor. En tehlikeli kısımlar Şiro kasabasının bulunduğu yerle, Telek’in hemen üst tarafında kükürtlü pınarların kayalar arasından tüte tüte çıktığı yerdeki birbiri ardı sıra üç çağlayandır. Bu köyün alt tarafında ve yakınında bulunan sivri kaya yarığında, nehrin yukarıda 200-300 adım olan genişliği bir yer kayması yüzünden darlaşarak 35 adıma iniyor. Buranın adı Geyiktaş.

Nihayet eski Gerger dağ hisarının hemen üst tarafında ve dik bir tebeşir kayası yamacının dibindeki çok tehlikeli bir yerden geçtik, bundan sonra nehir yatağının karakteri tamamıyla değişti.

Şimdi Fırat çok azalmış bir hızla dik ve yüksek kıyılar arasında akıyor, dağlar her iki tarafta uzaklaşıyor, nehre açılan vadilerin kenarları, alçak, duvar gibi bazalt yamaçlarıyla çevrili. Nehre dik olarak inen kırmızımtırak kayalar 300-400 ayak(90-120m) yüksekliğinde. Bunlar kumtaşından meydana gelme garip şekiller alıyor ve birçok mağaraları ihtiva ediyor. Bu mağaralardan birkaçının içinde çok eski manastırların harabeleri var; bunlara kaya duvarına tırmanan dar, baş döndürücü bir patikadan çıkılıyor. Acayip gözcü kuleleri kayalığın ileri doğru çıkmış yerlerine yapışmış duruyor. Garip, eski Horis hisarından sonra nehir iki büyük kıvrım çiziyor. Ondan sonra kayalıktan, alçak tepelerden meydana gelme açık bir alana çıkıyor ve Samosata’nın (Samsat) alt tarafındaki taş çölüne girinceye kadar Oder’in Frankfurt önündeki haline benziyor. Buradan sonra da ta Zeugma yani Rumkalesi’ne kadar batıya doğru akmaya devam ediyor, orada bir dik açı meydana getirerek güneye yöneliyor. Bu bölgede düz bir yayladan geçmekte olmasına rağmen yatağı derin oyulmuş ve kenarları dik kumtaşı yamaçlarıyla çevrelenmiştir, bu yamaçlar ancak pek az yerlerinde nehre inmeye imkân veriyor.

Nehir yolculuğuna Samsat’ta son verdim. Çünkü daha önce buradan Birt’e yani Birecik’e kadar Fırat boyunca karadan gitmiştim. Böylece aldığım krokiler Albay Chesney’in Birt’ten aşağı kısımlar haritasına bağlanmış oluyordu.

Türkiye’de biraz hatırı sayılır bir adam bir yere gelince oranın ileri gelenlerinden birkaçının onu şehrin dışında karşılaması zorunludur. Atından inmesine yardım ederler, merdivenden çıkarken ona destek olurlar, çizmelerini çekerler ve onu ocağın sağına, minderler üzerine oturturlar. Müsellim ya da ev sahibi kimse o, hemen odadan çıkar ve ancak davet üzerine, kapı dibinde yere oturur. Eğer kendisine kendi kahvesini içmek için müsaade edilecek olursa yerlere kadar eğilerek ve elini yere değdirip temenna ederek fincanı alır. Misafir kalındığı sürece: «Evim senin evindir» sözü adet olsun diye söylenmiş bir laftan ibaret değildir; üstelik böyle bir misafire, veda ederken bol bol hediye vermek de lazımdır. Büyük paşaların çok defa elli uşağı yahut ağası bulunur ki bunlar ücret almaz, sadece kendilerine yolculuk görevleri verilmek suretiyle tatmin edilirler; bunlar nerede gecelerlerse oradan bir hediye alırlar.

Müsellim bana genç bir at, ağaya da bir katır getirdi, Türk uşağıma da yarım kese para ayırmıştı. Ben hediyesini almak istemeyince şaşırdı kaldı ve bütün kasabada bundan asil bir hayvan bulunmadığına yemin etti durdu, çünkü reddedişime hediyesini küçük görmemden başka bir sebep düşünemiyordu. Ali ağa daha da şaşmıştı bu işe. Hâlbuki sadece eski, muhteşem şehrin bir köşesine sığınmış olan ve meşhur Samosata sirki kadar yeri zor kaplayan sefil Samsat’a bakmak, ona acımak için kâfiydi. Çünkü müsellim böyle cömertlikleri asla kendi kesesinden yapmaz, bunu ahaliden, özellikle Hıristiyanlardan geri alır. Arkadaşımın aklına böyle şeylerin geldiği yoktu. Tersine, paşaya kendi hakkında kötü şeyler söyleyeceğimden korkuyordu ki bu ona pek pahalıya mal olurdu. Çetin bir mücadele yaptı, nihayet o da verilen hediyeyi almadı, fakat katır herhalde geceleyin kendini bağından kurtarmış ve zorla bizimle birlikte gelmiş olacak; çünkü ertesi sabah onu yük beygirlerimizin arasında buldum. Buna karşılık sahiden para almayan benim namuskâr Yakub’umun zararını ödedim. Üstelik buradan ayrılırken kendimin ve adamlarımın yediklerimizi de ödeyince Müsellim’ln gözünden bir hayli düştüm, zira Türkiye’de ödemek için pek aşağılık olmak lazım; kimin elinden gelirse parasız olarak istediğini alır.

Sanırım ki bütün Asya’da Samsat kadar böcekli yer yoktur. Gece yarısına kadar zor dayandım, adamlarımı ata bindirdim ve güne~ doğarken altı saat ötedeki Adıyaman’a (Kürtler buraya Hassunmanna, ya da Hesn Mansur (Hısnımansur) diyorlar) varmıştık. Toros’un güney eteğindeki ovada, bir nehrin pınarları yanında kurulmuş olan bu kasabanın geniş bağları ve meyve bahçeleriyle güzel bir manzarası var. Eski bir Akropolün harabelerini ve çok sayıdaki minareleri görünce insan büyük ve kalabalık bir şehir bekliyor, fakat içeride sadece moloz ve yıkıntı görülüyor. Doludizgin Müsellimin evine doğru at sürdüğümüz sırada, geniş ve sıg bir dereden geçerken, maiyetimin manzarasına gülmekten kendimi alamadım. Çünkü kürekçilerimi de yanıma almıştım ve benim dört nehir tanrısı, Neptün’ün bütün alametlerini taşıyorlardı: kürekleri omuzlarındaydı, tulumları da küçük atların iki yanından sarkmaktaydı. Atları değiştirir değiştirmez yolculuğumuza devam ettik. Kasabanın bir saat kuzeyinde Toros’un dik eteğine tırmanmaya başladık. Güneş dehşetli yakıyor, çıplak kaya yamaçlar kızgın fırınlar gibi ateş saçıyordu, Bu yolculuk ömrümde çekmediğim kadar yorgunluklu oldu. Dört derin vadiyi aşmamız lazım geldi, bunların her birinde 2000 ayak(600m) kadar iniliyor, öte tarafta yeniden bu kadar yükseğe tırmanılıyordu. Bütün gün bir insan barınağı göremedik. Tepelerin üstünde ya da vadilerin dibinde bazen güzel bir manzara yorgun gözleri okşuyordu: mesela büyük bir derenin kırmızımsı kumtaşından dik bir yamaçtan kaynadığı, köpürerek 60-70 ayak(18-21m) aşağıya düştüğü ve sonra geniş gölgeli çınarların altından akıp gittiği Hocali boğazında olduğu gibi.

Dağların en yüksek noktasına çıktığımız zaman ansızın aşağımızda, ta derinde iç açıcı bir vadi gördük. Bir mil kadar genişlikteki yeşil, tamamıyla yatay ova baştanbaşa tarlalar ve ekinlerle kaplıydı. Billur gibi duru dört dere kıvrıla kıvrıla akıyordu, çepeçevre etrafını göğe değen dağlar sarmıştı, bunların eteklerinde birçok köyler görülüyordu. Yorgun hayvanlarımızın son bir gayretiyle dağdan aşağı indik ve güneş batarken, yani on sekiz saatlik bir at yolculuğundan sonra ömrümde görmediğim dev gibi ceviz ağaçlarının altına sığınmış duran bir köye vardık, fakat bütün evlerin bırakılmış ve boş olduğunu görünce üzüntümüz ne kadar büyük oldu.

Kürtler çok defa yazın köylerinden ayrılır ve sıcak mevsimi sürüleriyle birlikte serin dağlarda geçirirler: karların eriyip yeşil yaylakların meydana çıkmasını izleye izleye gittikçe daha yükseklere tırmanırlar. Biz de, ta uzaktan duman gördüğümüzü sandığımız yeni bir dağ; yamacına tırmanmak zorunda kaldık. Çalılıklar arasından çıkınca ansızın kendimizi bir Kürt konak yerinde bulduk. Kara çadırlar geniş bir daire halinde dikilmişti, kadınlar sürülerle meşguldü. Erkekler yerde, halılar üzerinde yatıyor ve çubuk içiyor sürülerle çocuk da onların etrafında oynuyordu.

Bizim çıkıverişimiz büyük bir kargaşalığa sebep oldu. Bu zavallı adamların son zamanlarda Türklerden ne muamele gördüklerini, köylerinin nasıl yakıldığını, mahsullerinin çiğnendiğini ve oğullarının zorla alınıp götürüldüğünü düşündükçe bu sahneye biraz güvensizlikle bakıyordum. Benim bahriye kıtam pek de muazzam değildi, silahlı maiyetim de pek zayıftı, fakat gördüğümüz kabul, çok geçmeden bütün tasaları dağıttı. Konak yerinin ihtiyarı hemen koşup geldi, beni atımdan indirdi, kendi çadırına götürüp en iyi minderlerinin üzerine oturttu. Karısı (kabilenin en güzeli değil, en ihtiyarı) eski şark usulünce misafirinin ayaklarını yıkamaktan vazgeçirilemedi. Çubuk eksik değildi, fakat kahve, bu konak yerinde bulunmayan lüks bir meta idi. Buna karşılık hemen, akşam yemeği için bir oğlakla bulgur pilavı hazırlanmaya başladı, Debelenen hayvan çadırın önüne sürüklendi ve kurban olarak hançerle boğazlandı. Muhtelif ailelerin en yaşlıları geldiler, lütfen verdiğimiz müsaade üzerine yere çöküp oturdular ve birbiri ardı sıra bana çubuklarını ikram ettiler.

Kürt kadınları peçesiz geziyor fakat yaşlılar güzellerin kolayca görülmemesine dikkat ediyorlardı. Kadınların burunlarında halkalar vardı ve konak yerinde ne kadar para varsa hepsini saçlarında taşıyorlardı. Ben de misafir olduğum adamın kızına, İstanbul’daki darphane sayesinde birkaç Thaler’e bir haylisini almak mümkün olan kötü, iki, üç ve beş kuruşluklardan bir para koleksiyonu hediye ettim. Böylelikle kız kabilesinde paradan yana zengin bir gelinlik oldu; annesini de bütün kahvemi hediye ederek sevindirdim.

Ertesi gün sabahleyin (17 Temmuz), bir sazlık denizinin ortasındaki eski hisarıyla Abdülharab köyüne vardık. Bundan sonra saatlerce taşlık ve çıplak bir vadiden yukarı, Beydağı’nın sırtına tırmandık. Oradan itibaren keçi yolu yine daimi olarak bayır aşağı iniyordu, sıcak korkunçtu ve zavallı hayvanlarımız dünden çok yorgundular. Her kaya köşesinde geniş Malatya ovasının gözümün önünde açılacağını bekliyordum, fakat bir ümit kırıklığı ötekini takip ediyordu. Ansızın kendimizi muazzam bir pınarın yanında bulduk. Billur gibi berrak soğuk su, yirmi otuz yerde, kireç taşlarından kol kalınlığında fışkırıyor ve çağırtılı bir dere haline gelerek güzel çınarlar ve yeşil kıyılar arasından, kaya döküntüleri ve taşlar üzerinden akıp gidiyordu. Bir küme büyük dut ağacı gölgeleri ve tatlı yemişleriyle bizi kendimize getirdi.

Buradan itibaren Sultansuyu vadisinin üzerimde bıraktığı harikulade etkiyi hiçbir zaman unutamayacağım. Meşhur bir İngiliz mühendisine, acaba Allah nehirleri ne için yarattı, diye sormuşlar «kanallara su versin diye!» demiş. Bana kalırsa buna «taşları da sulasın diye!» sözünü ilave edebilirdi. Sahiden de sanırım ki elli ya da yüz sene sonra Oder yahut EIbe gibi yazın gemicilerin kazma kürekle yol açmak zorunda kaldıkları zavallı nehirleri tanzimle uğraşmayacaklar, etraflarındaki kumluk araziyi onların sularıyla sulayacaklardır. Sultansuyu’nu daha doğduğu yerden tutmuşlar ve vadinin her iki yanında, vadinin tabanından 200 ayak kadar yüksekten, dağ yamaçlarından ve tali vadileri aşarı köprü kemerleri üstünden götürmüşler. Vadinin yan yamaçları gittikçe açıla açıla birbirinden ta 1000 adıma kadar uzaklaşıyor: bütün bu aradaki alan, birbiri ardı sıra, dört coğrafi mil mesafede bir sıra böyle dolmuş: Hindebey, Çermiklı, Barguzu ve Asbuzu köyleri ta Malatya’dan (eski Melitene’den) bir saatlik yere kadar uzanıyor. O su harklarının (kemerlerinin) alt tarafında her yer bir cennet, bir karış yukarısı ise çöl. Vadinin, altında 20.000 kişinin barındığı koyu, gölgeli yeşilliği, güneşin sıcağından kor haline gelmiş gibi görünen ve üzerlerinde ne bir çalı, ne bir ot yetişen tepelerin kurşuni ve kırmızımsı taşlarıyla son derece güzel bir karşıtlık yaratıyor. Ceviz ve dut ağaçlarının geniş taçları evleri örtüyor, öyle ki bir düz dam ya da bir minareyi pek nadir görebiliyorsun. Binlerce narin kavak bu koyu yeşil kitleden yukarı fırlıyor: güzel meyve ve sebze bahçeleri, binlerce ev, yollar ve köprüler o yapraklardan çatının altında gizleniyor. Gölge ve suyun ne büyük bir mutluluk olduğunu anlamak için kızgın sıcakta bir dağ yolculuğu yapmalı ve sonunda Asbuzu’ya varmalı.

İpeğin, bu nefis metaın üretimini Asbuzu’ya sokmak için Bursa yahut Amasya’dan birkaç ipekçiyi buraya getirmenin ne kadar faydalı olacağına paşanın dikkatini çektim, çünkü burada en aşağı 20-30 bin dut ağacı var ve şimdiye kadar bunların yalnız meyvesinden faydalanılıyor.

Harput’ta Mesire (Mezraa, şimdi Elazığ), 23 Temmuz 1838

Malatya (daha doğrusu Asbuzu) eşi az bulunur bir ordugâh yeri. Nerede «su istiyorum!» diyecek olsan senin için oraya bir ayak kalınlığında, billur gibi bir su akıtıyorlar. Ordugâh yerleri yüksekte, biraz taşlık, fakat serin hava cereyanlarına açık. Buna rağmen askerler buranın havasının sıhhi olmadığını söylüyorlar. Suyu hızlı akan, bataklıksız ve bu kadar çok ağaçla kaplı bir dağ eteği nasıl olur da sağlığa zararlı olabilir? Malatya’dan ileriye üç yol var: 1. Topçu, süvari ve bir kısım piyade için Gözene, Sürgü, Ermenek, Pervari ve Besni üzerinden giden araba yolu. 2. Piyade için yüksek dağları aşarak Abdülharap ve Adıyaman üzerinden geçen yaya ve atlı yolu. 3. Murat üzerinden nehir yolu.

Paşa bugün Halil Bey’i, kırk lağımcı ile, benim işaret ettiğim yedi noktayı açmak için gönderdi. Yazık ki kumandan rahatsız, küçük paşalar da buradan ayrılmak istemiyorlar ve her şey «bakalımı!» da kalıyor.
Ama şimdiye kadarki hareketsizliğin önemli sebeplerinden biri de korkunç sağlık durumudur. Bir redif taburunda 350 hasta var: Malatya’da bin kişi hastanede yatıyor. Acaba bu ırk tamamıyla dayanıksız bir hale mi gelmiş, yoksa bunun sebebi ne ?(o tarihlerde henüz hastalıklara neden olan mikroplar bilinmiyordu.) Askerler sabahleyin iki, akşamüstü de bir yahut iki saat talim yapıyorlar, yemek iyi ve bol, çadırlarımız, ordugâh yeri kuru, su iyi ve yeteri kadar var. Sonra da, bütün bunlara rağmen yüzde otuz hasta! Nizamiye kıtalarında sağlık durumu daha düzgün ama o da memnunluk verici değil: bir taburda 60 hasta var. Bunun sonu ne olacak? Bütün suç «hava»ya yükletiliyor.

Harput, 3 Ağustos 1838

Burada hepimiz yan gelmiş yatıyoruz; ama hepimiz hastayız da ondan. Ben de yatmak zorunda kaldım. Ama yalnız üç gün. Paşa dün ilk defa olarak çıkıp dolaşabildi.

Hafız Paşa hasta idi; buradan geçmekte olan İngiliz konsolosu ona hekimini teklif etti. Hekim, paşayı çok geçmeden iyi etti, fakat hastalıklardan sonra da olagelen yorgunluk ve keyifsizlik hali kaldı. Paşa asıl şimdi tam hasta olduğuna inandı ve tek konsolosun hatırı olsun diye kendini bu hale getirdiğini, İngiliz hekiminin kendisini hasta ettiğini iddia etti. Bu sefer Türk akıl hocaları çeşit çeşit –şerbetlerle- geldiler ve birkaç gün sonra paşa şiddetli bir kanlı basura tutuldu. Bunun üzerine bir molla getirdiler. O da bir ekmeği ateş üstünde şu ya da bu şekilde doğramak gibi bir şeylerin hem çok iyi geleceğini, hem de Tanrı’yı hoşnut edeceğini söyledi. Paşanın bir dostu, kendisinin kuru kahveyle iyi olduğunu yazdı. Bütün bu ilaçlara rağmen iş gittikçe daha kötüleşti ve Rum eczacı o zamana kadar «haram» yani günah sayılıp kullanılmayan tenkiyesi ile getirildi. Şimdi paşa bir Türk hekiminin tembihlerini (canının istediği şeyler müstesna) tutuyor, fakat aynı zamanda doktorun tavsiyeleri hakkında benim tercümandan da öğüt istiyor. «Ey delikanlı! Tarihten ibret al!».

Eğer bir öğüt bazı zorluklar ve ihtilatlara sebep olursa bu öğüdü veren kimse İngiliz hekiminin kategorisine sokulur. Bundan sonra her taraftan öğüt alınır, her birinden birazı uygulanır, sonunda da artık hiçbir şey yapılmaz ve işler oluruna bırakılır.

Sivas’ta veba çıktı, orada sıhhi tedbirler alındı. Fakat bizde giden gelen ve nakliyat çok olduğu için, Hekimhan’ında Sivas’tan gelen bütün yolcular ve eşya için beş günlük bir karantinaya karar verildi. Kıtaların sağlık durumu ne kadar kötü olmak mümkünse o kadar kötü, binlerce hasta, onlardan daha fazla da nekahette olan var ve hepsi de hekimsiz! Bu anda bir harbe kudretimiz hemen hemen yok, askerlerin yarısını yolda bırakacağız.

Paşa altı haftadan beri keyifsiz ve bütün bu zaman içinde askerlerini görmedi. Akşamları beni çağırtıyor: katırlarımıza biniyoruz ve yakındaki herhangi bir bahçeye ya da bağa gidiyoruz. Yere halılar serdiriyoruz, çubuklarımızı tüttürüyor, sırf bizim için Fırat’tan getirilen sulardan içiyor ve karanlık basınca rahat rahat yerimize dönüyoruz. Kesin bir savaşın çıkmasından belki de birkaç hafta önce işte böyle yaşıyoruz biz.

Burada hala çok sıcak var ve en iyi zamanlar geceler. Aylardan beri açıkta, evin düz damında yatmaktayım. Oturduğum ev bir uçurumun tam kenarında ve yukarıdan nezareti pek muhteşem. Aydınlık yıldızlı gök yahut ılık mehtap altında yatmak ve güneş Fırat kenarındaki yüksek dağın arkasından doğup adım adım, karşımda, ta derinliklerdeki bahçeleri, köyleri ve bağları aydınlatırken uyanmak pek hoş oluyor. Fakat içinde yaşadığımız bu işsizlik beni çok üzüyor.

PADİŞAHTAN GELEN HABER

Harput, 19 Ağustos 1838

Garzan dağı seferinden dolayı orduyu taltif için padişahın göndermiş olduğu Hacı Esat Efendi geldi ve bu sefere bütün iştirak edenlerle askerlere bir «Ziyafet» verdi. Fakat yere bağdaş kurulan ve yalnız su içilen bir Türk ziyafeti neşesiz bir ziyafettir. Efendi büyük bir debdebe ile karşılandı: bütün kıtalar geçit resmi yaptılar, fakat yazık ki taburlardan çoğu sadece on altışar mangalık altı, hatta bazen dört takımdan ibaretti. Paşa, baş belasını çadırında bekliyordu ve o, bütün öteki generallerin refakatinde olarak yaklaşınca, Paşa ona doğru yüz adım ilerledi ve padişahın al atlasa sarılı namesini aldı. Göğsüne, dudaklarına ve alnına bastırdı, sonra ellerinin üstünde tutarak çadırına götürdü. Orada bütün paşalar ve alay kumandanları oturdular, paşa ile efendi birkaç beylik söz söylediler, sonra biz çıktık ve ikisini yalnız bıraktık.

Topçu da törene katılacaktı, ama ovanın ortasında saplanıp kalmıştı. Şimdi, vakit geçtikten sonra, ta uzaktan atışa girişti ve üstelik bize birkaç atış da borçlu kaldı. Paşa buna fena halde kızdı, ben de pek sevindim. Paşa toplanmış olan generallere: «Bir zamanlar biz dünyanın en iyi topçularıydık, ama şimdi ovada bile ilerleyemiyoruz» dedi. Soma «Bu yakınlarda, bir bey, Prusya’dan gönderilmiş olan subayların İstanbul’da kurmuş oldukları topçunun hoşuna gitmediğini söyledi!» diye sözüne devam etti, «atışları süratli değilmiş, yok bilmem ne imiş. Böyle adamların kellelerini ayaklarının dibine koymalı. Biz padişaha, menfaatlerimizi bizden daha ziyade kollayan ve biz uyurken de bizim için çalışan böyle subaylar gönderdiği için her gün teşekkür etmeliyiz!»

Tags: , ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.