Nizip Harbi

Tarihte Neler Oldu | | Mayıs 21, 2017 at 2:09 pm

Malatya’da, Asbuzu, 12 Temmuz 1839

Çok uzun zaman benden habersiz kaldın, çünkü son günlerde olaylar o kadar birbirini kovaladı ki mektup yazmak için bir an bile bulamadım. Şimdi yeniden Asbuzu’nun o kızılcık ağacının altında, köprü üzerindeki gölgeli barınağımdayım: fakat buradan ayrıldığım zamandan beri ne kadar şey değişti.

Moltke'nin Hafız Paşa'nın yanına gidip bir an evvel saldırmasını önerdiği anın tasviri

Birecik’teki ordugâhımızda bütün haziran ayı boyunca o kadar hareketsiz kaldık ki kırlangıçlar çadır direğime yuva kurmaya ve işsiz geçen zaman bize uzun gelmeye başladı. Bu biteviyeliği sadece korkunç bir olay kesmişti: 29 Mayısta öğle vakti, içinde 1000 kentalden(100 tondan) fazla hazırlanmış cephane bulunan barut deposu havaya uçtu. Bu cephaneyi yerleştirmek için mevzilerimizin alt tarafında, Murat kıyısındaki bir han, ya da hana benzer, üzeri kubbeli taş bir bina seçilmişti. Ancak birçok müracaatlarla, bu dört köşeli binanın iç avlusundaki altmış kişilik muhafız kuvvetini uzaklaştırmak imkânını bulmuştum. Bunlar orada yemek pişiriyor ve çubuk içiyorlardı: fakat sonradan hal yine bütün Türk barut depolarında olduğu gibi o kadar kötüleşti ki, daha ilk gümbürtüde başımıza hangi belanın geldiğinden şüphe bile etmedim.

Çadırım 1000 adım uzaklıkta ve bir tepede idi, kapısı hana doğruydu ve bütün tehlikelerin dışında kalacak kadar uzak, fakat bu sahneyi apaçık görebilecek kadar yakında idi. İlk şiddetli patlayış dikkatimi çekince, tam o sırada piyade cephanesi sandıklarının açılmakta olduğu, iç avludan bir ateş sütununun yükseldiğini gördüm. Bunun hemen arkasından han da havaya uçtu. Koyu bir duman direği berrak mavi havada inanılmayacak kadar yükseklere çıktı. Bu dumanın içinden parlak şimşekler çakıyor ve kubbe taşlarıyla mermiler yağıyordu. Yüzlerce dolu kumbaranın aynı anda patlayışı öyle bir gürültü çıkardı ki ses, saatlerce uzaklıktaki dağlarda yankılandı. Şurasını da bil ki hanın her iki tarafında 80 adım mesafede 200 dolu cephane ve kumbara arabası duruyordu; içlerinden bir toparlak havaya uçtu, fakat mahvolmak tehlikesinde bulunan bütün geri kalan arabalar mucize kabilinden kurtarılabildi. Arkadaşlarımdan Yüzbaşı Laue büyük bir tehlikeye düşmüştü; infilak sırasında depodan ancak birkaç yüz adım ötede çalışmakta idi ve düşen enkaz ve parçalardan üç yerinden hafif yaralandı; buna rağmen, yanmaya başlamış olan kumbara yüklü toparlağı ilk olarak söndüren de o oldu. Piyade ile oraya yetiştiğimiz zaman çabucak bu yanardağın yakınındaki bütün cephane arabaları uzaklaştırıldı: birçok kumbaralar ve hartuç dolu sandıklar tutuşmadan arabaların arasına fırlamıştı, bunlar askerlerin kucağında taşındı. Görünüşe göre, bir bahtiyarlık eseri olarak, daha ilk patlamadan kubbenin bir kısmı çökmüş olacaktı. Sandıkların hepsi büyük bir itina ile önce keçe, sonra da meşin kaplanmıştı ve bu suretle, sadece barutla beslenen bir yangının öğleden akşama kadar sürmesi mümkün oldu. Ortalık karardıktan sonra da hala kumbaralar patlıyordu, fakat ilk şiddetli infilaktan beri bunlar sadece hanın içinde ya da enkaz arasında patlamaktaydılar. Eğer bütün barutlar birden tutuşmuş olsaydı arabalara da yayılırdı ve tahribat müthiş olurdu. Tam bu sırada beş yüz kental barutun gelmesi de bekleniyordu, Allahtan bunlar iki gün sonra gelebildi. Bir miralayla iki yüzden fazla ölü ve yaralının yasını çektik.

Birkaç gün sonra, iki kol halinde, Birecik’in iki saat batısındaki Nizip’e doğru yola çıktık. Oraya varınca ordugâh kurduk ve hemen siper kazdık. Sıcak çoktu, gölgede 30, hatta 35 derece Reomur’a (38°-44°C) çıkıyordu. Bizi bir an bile rahat bırakmayan sinekler gerçek bir bela idi. Bu memlekette ağaç nadirdir, fakat bulunduğu zaman muhteşemdir: Nizip’te çadırın, içerisinden muazzam ceviz ve kayısı ağaçlarının da yükseldiği bir nar koruluğunda bulunuyordu. Binlerce nar, açık yeşil yapraklar arasından kıpkırmızı ışıldıyordu. Burada “andelip” denen bülbüller dalların arasında şakıyor ve küçük bukalemunlar ağaç gövdelerinde aşağı yukarı tırmanıp duruyorlardı. Fakat iğrenç böcekler, zehirli örümcekler, kulağakaçanlar ve yılanlar da eksik değildi; kaplumbağa otların arasından ağır ağır sürükleniyor ve binlerce ateş böceği karanlıklar içinde parıldıyordu.

Bu ordugâhta da üç hafta geçirdik, uzun süreden beri salgın halinde olan dizanteriye yakalanıp yatakta kalmaya mecbur olduğum, üstelik benim tavsiyelerimin ve kanaatlerimin aksine birçok şeyler olduğu için bu, hiç de hoşa gitmeyecek bir zaman oldu. Nitekim bu yapılan işler bizi acı bir felakete sürükledi.

Bilinen sebeplerden dolayı eski mektuplarımda sana benim buradaki resmi vazifeme dair hiçbir şey yazmadım; fakat anlatmak istediğim olaylar artık geçmişe aittir ve tamamıyla meydanda bir hakikat olarak: göz önünde durmaktadır.

Bu anın en önemli problemleriyle uğraşan Avrupa diplomasisi çözülmesi imkânsız gibi görünen Doğu meselesini, kabil olduğu kadar uzak bir geleceğe atabildiği için memnundu. Kütahya barışından beri (1838’de Konya savaşından sonra, Mısırlılara o sırada sadece Suriye değil büyük devletlerin zoruyla Adana da terk edilmişti.) bu memleketlerde silahlar susmuştu, her taraftan ve kesin olarak, Babıâli’den de, Mehmet Ali’den de, şimdi mevcut olan durumu muhafaza etmeleri istenmekteydi ve belki de, acaba bu durum dayanılır bir şey midir, devamlı mıdır, yoksa zamanla her iki tarafı da çekinilmesi imkânsız bir surette mahva mı sürükleyecektir noktası tam olarak bilinmemekteydi. Kimyada nasıl iki madde birbirini tamamıyla nötrleştirirse Türkiye’nin bütün kuvvetlerini Mısır, Mısır’ın bütün kuvvetlerini de Türkiye yok etmiş ve her iki devlet de dışarıya karşı tamamıyla mahvolmuştu. Tuna, Şumnu, İstanbul müdafaasızdı, İskenderiye ve Kahire’yi sakatlar koruyordu: buna karşılık Kürdistan ve Suriye’nin bir köşesinde iki muazzam ordu, tepeden tırnağa silahlı, birbirine karşı cephe almış duruyordu.

Bizzat tabiat bir yerde büyük insan yığınlarının toplanmasına karşı koyar. Medeni memleketlerde bu iş zor ve masraflıdır, buradaki gibi memleketlerde ise öldürücüdür ve uzun sürünce para yetiştirilemeyecek bir şey olur. Bu sebeple senelerden beri bu zavallı vilayetlerin üzerine çöken tazyik korkunçtur; fakat bütün imparatorluk da büyük bir orduyu uzak yerlerde, sadece kudretli bir komşunun da orada bir ordu bulundurmasından başka bir sebep olmadan, beslemenin yükü altında inliyordu.

Yedi senede burada en azdan 50.000 asker toplanmış ve gömülmüştü. Karşılığında bir şey kazanılmadan 100 milyon sarf edilmiş, bütün vilayetlerin ürünü yenmişti. Bunlar sadece karşı taraf aynı israfı yapıyor diye yapılmıştı. Kim bu zoraki durumu yakından görseydi, çok geçmeden şuna inanırdı ki statüko iki hasım tarafa bundan sonra, olsa olsa ilkbahara ya da sonbahardan ilkbahara kadar, belki zorla muhafaza ettirilebilir ama eninde sonunda ya Avrupa büyük devletlerinin ara bulmak için teşebbüse girişmelerinden ya da işin savaşla bitirilmesinden başka çare yoktur. Bunlardan birincisi olmadı, bu yüzden de, ikincisinin olması gecikmedi.

Muhakkak ki Sultan Mahmut ocak ayının başından beri kesin olarak, bu ezici duruma savaşla son vermeyi kararlaştırmıştı. Yeni fedakârlıklara girişildi, hiçbir masraftan çekinilmedi, bol keseden nişanlar ve rütbeler dağıtıldı, kıtaların ikmali zor kullanılarak tamamlandı, topçunun teçhizatı mükemmel bir hale kondu, erzak ve mühimmat yığıldı, kumandan generalin her isteği yerine getirildi. Bu arada, Avrupa sefirlerinden ürkerek İstanbul’da resmen ve inandırıcı barış teminatı verildi. Altı aydan beri harp meselesi kararlaşmış olduğu, biz de artık sınırı aşmış olduğumuz halde, İstanbul’da hala statükonun muhafaza edileceği hususunda teminat verilmekte idi.

İşler kendi zorunluluklarına göre böylece gelişmişti; şimdi bakalım başarı hususundaki ümitleri padişah ne kadar yerine getirebilecekti. Hükümet Küçük Asya’da üç askeri kuvvet bulunduruyordu ki bunların toplamı 70.000 kişi idi (ben sahiden toplanmış olan kuvvetlerden bahsediyorum. Çünkü nazarî sayı çok daha büyük). Bu kuvvetlerin yarısından çoğu hemen toplanmış askerler arasından yetiştirilmiş ve kendilerine çarçabuk biraz Avrupa savaş usulleri öğretilmiş olan redifler ve iltimasla seçilmiş, kendi mevkilerinde olanların bilmeleri gereken şeylerden hiç birini bilmeyen subaylardan mürekkepti. Nizamiye kıtalarının da yarısını yeni askerler teşkil etmekte idi. Ölüm nispeti o kadar korkunçtu ki burada bulunduğumuz sürede piyadenin yarısını gömmüştük. Bütün bunların yerini doldurmak şimdi hemen hemen tamamıyla Kürdistan’a yükleniyordu. Köylerdeki halk dağlara kaçıyordu, peşlerinden köpekler saldırtarak kovalanıyorlardı; tutulanlar, çoğu zaman çocuklar ve sakatlar, uzun iplere sıralama bağlanmış ve elleri bağlı olarak getiriliyorlardı. Subayların dillerini bile anlamayan bu askerler daimi olarak esir muamelesi görmek zorunda idiler; her alay karargâhının etrafını sık karakol hatları sarıyordu, fakat çok defa bizzat nöbetçiler kaçıyordu, Her kaçak için 20, sonraları 100 gulden veriliyordu. Fakat bu da kaçmayı önleyemiyordu. 50 askerin birden, atları ve silahları ile ön karakollardan kaçtıkları oldu. Askerin maaşı iyi idi, elbisesi mükemmel, yiyeceği boldu ve kendilerine tatlılıkla muamele ediliyordu; fakat hemen hemen hiçbir Kürt iki seneden fazla dayanamıyordu. Hastaneye gidiyor, ölüyor yahut kaçıyordu. Ordunun üçte ikisinin bu haline ilave olarak, muktedir subayların yokluğunu da söylemek lazımdır. Onun için, böyle askerlerle hiçbir savaşın yapılamayacağına inanmak lazımdı.

Ama İbrahim Paşa ordusu için de, ancak Türklerle kıyaslandığı zaman, daha iyidir denebilir. Bu ordu da geçen yıl Dürzîlerle savaşta korkunç zayiat verdi, büyük bir kısmı yeni askerlerden müteşekkildi ve sayıca da çok daha azdı. İbrahim Paşa sonra, savaş için, bütün Suriye’de ne varsa hepsini topladı. Hatta Adana’daki kuvvetlerini çekmesine de müsaade edildi; bütün bunlara rağmen ordusu, yalnız Hafız Paşa’nın ordusundan 10.000 kişi fazla idi. Osmanlı devletinin Asya’daki kuvvetleri, eğer birleşmiş olsalardı, ondan hemen hemen bir misli üstün olurdu. İbrahim’in kıtalarının Türklerden daha üstün manevra kabiliyeti vardı, topları daha çoktu ve daha iyi kullanılıyordu, fakat ordunun maneviyatı Hafız Paşa’nın kuvvetlerininkinden daha düzgün değildi.

Düşmanla karşı karşıya geldiğimiz zamandan beri gün geçmiyordu ki bize otuz kırk kişi iltica etmesin. Subaylar ve askerler silahlarıyla geliyorlardı. Türk ordugâhında muazzam paralar sarf edildiği halde Mısır ordusunda yokluk hüküm sürüyordu; Mısır askerinin günlük yiyeceği bizimkinin üçte birini zor buluyordu, askerler çadırsız konaklıyorlardı ve tam on sekiz aylık ücretlerini alamamışlardı. İaşe çok zorlukla sağlanıyordu ve bütün Suriye, özellikle büyük şehirler halkı, isyan için bir işaret bekliyordu.

Başarı ihtimali Osmanlı devleti tarafında idi, fakat kökten bir hata bütün üstünlükleri yok etti: Suriye’de, kendi varlığı bahis konusu olan, tek bir insan kumanda etmekte idi. Hâlbuki Küçük Asya’da her birinin menfaatleri ayrı olan ve birbirlerini kıskanan dört kumandan vardı. Bu yüzden de, bizim çarpışmaya başladığımız sırada İzzet Paşa kuvvetleri hala 150 saat geride, Kayseri’de bulunuyordu ve Konya’da Hacı Ali Paşa da o kadar pasif kalıyordu ki İbrahim bütün geçitlerdeki askerlerini çekebilmiş ve bu suretle kuvvetini artırabilmişti.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa

Hafız Paşa harbi istiyordu ve bu suretle hükümdarının en gizli emellerine göre hareket edeceğinden emindi: buna bahaneyi Arapların birkaç el silah atmasında buldu. Bu sıralarda, daima önlemek, daima bütün teşebbüslere engel olmak, daima geri kalan kuvvetlerin de gelmesini beklemeyi tavsiye etmek bana zor geliyordu ve itibarımı korumak için, el altından önleyemediğim böyle harekâta fiilen katılmaktan başka yol bulamıyordum.

Görünüşe göre İbrahim Paşa’nın çarpışmalara başlamaya hiç arzusu yoktu ve birçok şeylere tahammül etmişti. Gayri muntazam kıtaların savaşında ondan seksen esir almıştık ve keşif harekâtımız (ki bunlarda süvarinin hiçbir işe yaramaz halde olduğu meydana çıkmıştı) sınırın beş saat ötesine kadar uzanmıştı. Antep’teki ahali oradaki askeri kuvveti iç kaleye tıkmıştı. Bunlar çok zayıf bir bombardımana dayandılar, fakat tedahüle kalmış on sekiz aylıklarının ödeneceği vaadi üzerine sadece teslim olmakla kalmadılar, bizim hizmetimize bile geçtiler. Artık bu, Suriyeli bir serdarın bile tahammül edeceğinden fazlaydı: 20 Haziran günü bütün ordusuyla göründü, öğleye doğru Mizar geçidini aştı ve toplu kıtalar halinde geçidin bu yanında, bizden sadece bir buçuk saat ötede, ordugâh kurdu. Bizim habercilerin güzel havadislerine rağmen İbrahim’in bizden çok kuvvetli olduğu hemen meydana çıktı. Bizim gayri muntazam süvarilerimizle bir bataryamız, bir hassa süvari livamız Mizar’dan darmadağınık bir halde püskürtüldü; bunlar çadırlarını bile düşmana bıraktılar. Bu sırada Hafız Paşa kuvvetleri çarçabuk ve intizamla, çadırlı ordugâhın takriben 1000 adım ilerisinde harp nizamını aldı, bu sık sık talim edilmiş bir manevra idi. O gün hücuma uğrayacağımıza emin olarak bekledik, fakat İbrahim o günün geri kalan zamanıyla gecesinde yerinde kaldı. Bizim kuvvetlerimiz geceyi silah başında geçirdi.

Ertesi sabah (21 Haziran) gün doğmadan önce, sağ kanadımızda kuvvet yerleştirilmiş ve tahkim edilmiş olan, dürbünle her taraf görülebilecek sivri bir kayalığın tepesine çıktım. Düşmanın ileri hareketi buradan gayet belirli bir tarzda, bütün ayrıntılarıyla görülebiliyordu ve bunlara karşı zamanında karşı tedbirler almak mümkündü.

Saat 9’a kadar düşman ordugâhında sükûnet hüküm sürdü, sonra 9 süvari alayı, 18 süvari topu ve bir piyade livası cepheye ve mevziimizin sol yanına doğru harekete geçti. Ordunun geri kalan kısmı ordugâhta kaldığı için paşama hemen, yazılı olarak, düşmanın maksadının sadece bir keşif hareketinden ibaret olduğunu haber verdim. Çok uzak mesafeden bir bombardıman oldu ve sadece gayri muntazam kıtalar çarpışmaya giriştiler. Bundan sonra düşman geri çekildi. Anlaşılan mevzilerimizi çok kuvvetli bulmuşlardı; hiç değilse bu keşif hareketinin arkasından bir hücum olmadı. Askerlerimizin çadırlara çekilmesini ve yemek pişirmesini, olsa olsa yalnız birinci hattakilerin silah başında kalmasını teklif ettim. Fakat bunu tehlikeli buldular ve bu gece de silah başında kaldık. Mevziimiz sağ ve solda kolayca tırmanılamayacak tepelere dayanıyordu. Siperlerle tahkim edilmiş olan cephe hafifçe içeri doğru giriyordu. Bizim kaidelerimize göre bu durumda biraz fazla cephe ve az derinlik vardı. Esasında pek de çok top yerleştirilmişti fakat Doğuluların benim bildiğim savaş tarzlarına göre bu özellik faydalıydı ve İbrahim Paşa da bu hükme varmışa benziyordu. Bu milletlerde harp ancak birkaç saat sürer, ilk hücum kesin sonucu verir, büyük sayıda ihtiyatların kullanılmasına zaman kalmaz; onun için daha başlangıçta birçok kuvvetleri savaşa sürmek ve en iyi kozu hemen oynamak tavsiyeye değer. Bu sebeple en güvenilir kıtalar ilk safta, en kötüleri de ihtiyattadır.

22 Haziran sabahı düşman ordugâhında büyük bir kaynaşma vardı. Binlerce deve Mizar geçidinden geriye gidiyor, bunları kuvvetli süvari kitleleri ve bir miktar piyade takip ediyordu. Genel olarak buna bir ricat anlamı verildi, fakat ben çok geçmeden paşaya yürüyüş yönünün, sol yanımızı çevirmek istediklerini anlattığını haber verdim. Saat 10’a doğru, kendisine bu manevra hakkında kesin fikir vermek için, kumandanın yanına gittim. Karşı taraf öncüleri bize bir saat bir çeyreklik yerdeydiler ve henüz dörtte üçü Mizar deresinin bu tarafında bulunan büyük kısımlarından iki saat uzakta bulunuyordu. Mühlbach, Laue ve ben, bu durum karşısında toptan bir taarruza geçmeyi teklif ettik: fakat bu, bizim zavallı süvarimizin hiçbir şey ifade etmeyen bir gösterisine kadar indirildi.

Öğleden sonra paşa, benimle durum hakkında konuşmak için, sivri tepeye geldi; ben ona, şimdi mevzilerimizin bir buçuk saat aşağısında, Nizip deresi üzerindeki bir köprüye doğru ilerleyen İbrahim Paşa ordusu kollarını gösterdim. Onun ısrarı üzerine, düşmana sarma hareketi sırasında taarruz etmek istenmediğine göre şimdi, bu hareket tamamlanmadan, geri çekilmekten başka çare olmadığını anlattım. Üç saat gerimizde Birecik’te tahkim edilmiş mevzilerimiz vardı; Avrupa kurallarına göre bu mevzilerin ricat yolu olmamak gibi bir kusuru bulunuyordu: fakat evvelce görmüş olduğum şeylere bakılırsa bu durum benim için oranın en büyük üstünlüğüydü. Herkes, en aşağı Kürt bile orada dayanmak ya da mahvolmak zorunda olduğunu bilecekti; sarılmak bahis konusu olamazdı, çünkü her iki kanat, geriyi de kapayan Fırat’a dayanmaktaydı. Cephe mükemmel siperlerle tahkim edilmişti, arkamızda, içerisinde muazzam miktarda erzak ve mühimmat bulunan bir hisar, önümüzde sahra şevi gibi bir ova vardı ki hayvanlar için ne var ne yok hepsi biçilmiş, düşmana tek bir ot bile bırakılmamıştı (Mısırlılar sonradan, o gün İbrahim Paşa’nın askerlerine son ekmekleri dağıtmış olduğunu bildirmişlerdir.) Paşa geri çekilmenin ayıp olduğunu söyledi; öte yandan da, Birecik çok müstahkem olduğundan, düşmanın orada bize taarruza cesaret edemeyeceğinden filan korkuyordu. Ben de buna karşılık, İbrahim muharebe etmeden Halep’e çekilirse benim elimi kesmesini söyledim. Burada en önemli menfaatler bahis konusu olduğu için artık ordunun yüksek rütbeli subaylarının, Mustafa Paşa, Mazhar Paşa, Han Efendi ve ötekilerin karşısında, tam bir açıklık ve şiddetle her şeyi söyledim. Paşaya ordusunun ne kadar az güvenilir olduğunu ve düşmanın kuvvetini anlattım. Takviyelerimizin nasıl her yandan harekete geçmiş bulunduklarını, şimdi işin onlar gelinceye kadar zaman kazanmak olduğunu, zati bunun düşmanın tazyikiyle değil kendi arzusuyla bir çekilme olacağını, işin içinde bu kadar önemli meseleler varken böyle ufak tefek şeylere aldırış etmenin, hatta bu sırada Antep’in elden çıkmasının bile, üstünde durulacak bir şey olmadığını anlattım. Nihayet ona Sultan Mahmut’un beni tayin etmiş olduğu makam dolayısıyla kendisine bunları söylemeye borçlu olduğumu ve bu saatten itibaren, kanaatimce Nizip’te daha fazla kalmaktan doğacak bütün sonuçları kendi payıma kabul etmeyeceğimi bildirdim. Orada bulunan Laue de, kendisine sorulunca, bu fikirlere tamamıyla katıldı. Neticede, önceki itirazlara rağmen Birecik’e çekilmeye hemen hemen karar verildi, hareket saati, kolların sayısı gibi işler hakkında müzakere edilecekti.

Bir saat sonra, İbrahim Paşa ordusunun büyük kısmının da artık ötekiler gibi Kersun köprüsüne doğru yola çıktığını öncülerin yarım saat sonra o noktaya varmış olacaklarını bildirmek üzere paşanın yanına gittim. Kumandanı, kısa zamandan beri büyük bir nüfuz kazanmış olan mollalar ve hocalarla oturmakta buldum. Fikrini tamamıyla değiştirmişti. «Benim haberlerim pek de doğru olamazmış: düşman sadece yarın sabah Halep’e çekilmek niyetindeymiş. Sultanın davası haklıymış. Allah ona yardım edecekmiş, bütün ricatlar de ayıpmış: ben sol kanatta, cephe köprüye olmak üzere mevzi almalıymışım!» Ben bunu kesin olarak reddettim ve çadırıma döndüm.

İbrahim’in yaklaştığı haberinin ilk alındığı sırada ben hasta yatıyordum. Son günlerdeki keşif hareketleri sırasında at üzerinde zor duruyordum, şimdi bir saatlik istirahat benim için zorunluydu. Atla geçerken, birkaç günden beri genel karargâhta bulunan, Londra Coğrafya Cemiyeti üyelerinden Bay R. ve A’ya, eşyalarını hazırlamalarını, çünkü yarın kötü bir durumda savaşacağımızı ve işin sonunu garanti edemeyeceğimi söyledim. Fakat kendimi daha yeni yatağa atmıştım ki paşa beni çağırttı: düşmanın köprüye varmış olduğu haberi bu sefer oradan da gelmişti; deminki güven ne kadar büyükse, şimdiki şaşkınlık da o kadar büyüktü. Hücum daha bu akşamdan bekleniyordu, hâlbuki bunu akla getirmek bile saçmaydı. İngilizlerin ve birçok subayların önünde arkadaşlarım ve ben, henüz hiçbir şeyin kaybedilmiş olmadığını, fakat vakit kaybetmeden Birecik’e hareketin artık zorunlu olduğunu tekrarladık. Paşa büyük bir heyecan içindeydi, fakat bu çareyi bir türlü anlamak istemiyordu. Bu belki de bozuk kıtalarına pek az güvendiği ve bu sebeple de her türlü ricatın onların moralini tamamıyla bozacağından korktuğu içindi. Bütün paşalar bu çekilişi candan istiyorlardı, fakat hiç biri bunu söylemeye cesaret edemiyordu. Ben, sivri tepede düşünceme katılmış olan Ferik Mustafa Paşa’dan ve Han Efendi’den açıkça bunu söylemelerini istedim; Hafız Paşa’ya, askerlik işlerinden anlamayan mollalar gibilerine kulak asmamasını söyledim ve ona, yarın güneş yeniden şu dağların arkasında battığı sırada, kendisinin çok muhtemel olarak ordusuz kalacağını ihtar ettim. Sözlerimin hepsi boşa gitti.

Ortalık kararmaya başlamıştı, fakat hala bir karara varılamamıştı. Paşa kalabalık bir maiyetle, kendisine yer aramak üzere sol kanadımıza gitti. Kendi sorusu üzerine kumandana arazi her ne kadar tam anlamıyla uygunsuz değilse de kendi kıtaları gibilerine yetecek garantiyi sağlamadığını söyledim ve yine yola çıkmak için emir vermesini istedim, bunu kesin olarak reddetmesi üzerine, beni görevimden almasını söyledim. Gayet tabii olarak, harbe herhangi bir başka asker gibi katılacaktım, fakat benim «müsteşarlığım», bu saatten itibaren sona ermiş bulunuyordu. İlk kızgınlıkla Hafız Paşa istifamı kabul etti, fakat birkaç dakika sonra beni yeniden çağırdı; «Şu anda kendisini bırakmayacağımı benden ummaktaymış. Birecik’e gitmektense kendisini parça parça ettirmeyi yeğ bilirmiş ve ben de nasıl yapabilirsem öyle mevzi almalıymışım». Artık onu Birecik’e götürmenin imkânsız olduğunu gördüm ve lüzumsuz yere düşmüş olduğumuz bu kötü durumda yapılabilecek şeylerin en iyisini yapmanın ödevim olduğuna kanaat getirdim. Bunun üzerine hemen bütün kıtaların şimdi bulunduğumuz tepeye gönderilmesini istedim. Livalar birbiri ardı sıra geldiler ve mehtabın ışığında yeni mevzilerine yerleştirildiler. Sağ kanadı, evvelce solumuzu koruyan siperler teşkil ediyordu, sol kanatta bir ağır batarya bulunuyordu, cephenin önünde bir sel yatağı vardı. İhtiyatlar çukur bir yerde bulunuyorlardı, fakat hepsi gayet sıkışık bir haldeydi. Laue topları yerleştirdi. Sabahın saat 3’üne doğru işlerimizi tamamlamıştık. Herkes yerinde bulunuyordu ve askerler bu üçüncü gece de silah başında kaldılar.

Ben hizmetçilerimi kaybetmiştim ve toprak üstünde bir saat uyudum; fakat gün doğmadan paşa beni çağırttı, atla bütün mevzilerin önünden geçti. Birecik’e gitmemiş olduğu için son derece sevinçli ve mutluydu. O sabah (23 Haziran) İbrahim Paşa ordusu Kersun köprüsünden geçti. Kuvvetlerimizin, özellikle topçunun tamamıyla atıl kalışı ona, cephemizden bir saat mesafede ve arkasında köprüden geçmekte olan kıtalar bulunduğu halde, sık gruplar halinde konaklamak ve bütün gün rahat rahat orada kalmak cüretini verdi. Paşaya, bu cesareti bir gece baskınıyla cezalandırmasını teklif ettim.

Akşama doğru Yüzbaşı Laue ile birlikte, Mısır ordugâhının ta yakınlarına kadar atla sokulduk, karşımızda ileri karakollar görmedik, sadece soldaki tepelerde tek tük Hannadi Arabı at oynatıyordu ve cephenin tam önüne kırk top yerleştirilmişti. Yanımızdaki Türkler arkadaki bir tepede kalmışlardı ve bizimle düşmanı dürbünle gözetliyorlardı. Sonradan düşmanın bir topla bize nişan almaya uğraştığını söylediler. Eğer doğru olsa bu bizim için büyük bir şeref olurdu ve herkesin bildiği gibi bunun bir tehlikesi de yoktu. On iki havan topu için düşmandan 1600 – 1800 adım mesafede bir çukurda gayet uygun bir yer bulduktan sonra geri döndük.

Gece yarısından bir saat önce İsmail Paşanın (Kürt savaşından beri ordunun en iyi kıtası olarak tanıdığım) piyade livası ve on iki havanla yola çıktık (süvarinin birlikte gelmesini açık açık reddetmiştim). Mehtap vardı, yol düz ve iyiydi; yürüyüş büyük bir sessizlik içinde oluyordu. Piyade, topçunun her iki tarafından kollar halinde ilerliyordu. Küçük bir öncü kıtası ancak seksen adım ileriden gidiyordu; seçmiş olduğumuz yere hiçbir düşman devriyesine rastlamadan vardık. Sonradan neden bu teşebbüse daha büyük kuvvetlerle girişmediğimizi söyleyenler oldu, fakat bunu söyleyenler, sadece on iki topun bile düşmanın oldukça yakınına yerleştirileceği duyulunca kopan şaşkınlığa şahit olmuş değildirler. Piyadeden de, çeşitli rütbelilerden, boyuna artık kâfi yakınlığa varılıp varılmadığı sorusu geliyor, buna hep: «Daha çok var» karşılığını veriyorduk. Genel bir taarruzda, yarısından fazlası kaçmak için bir gece yürüyüşünü bekleyen bu adamlarla, aralıklı kollar halinde bir gece yürüyüşü yapmak, sonra aynı kollarla sağa çark etmek lazımdı. Fakat amirlerinin, üç saatlik bir mesafeye çekmeye ya da en uygun şartlar altında (ayın 2‘sinde) bir hücuma kaldırmaya cesaret edemedikleri böyle kıtalardan: kaçma imkânları arkalarındaki nehir yüzünden ortadan kalkmış, bizim gibi çadırlarda değil, silah çatıları arasında konaklayan ve düşmanlarını karşılamak için sadece ayağa kalkmaları kafi gelecek olan bu sayıca üstün kitlelerin üzerine yüklenmek ve bunu kırk topun ateşi arasından geçerek yapmak beklenebilir miydi? Paşa ancak uygulamasını kendimin ele alacağım ve sorumluluğunu yükleneceğim tekliflerime kulak asmaya alışıktır.

Yüzbaşı Laue bütün topları teker teker teftiş ettikten, ben de piyadeyi her iki yana yerleştirdikten sonra «ateş» emri verildi. Daha ilk kumbara karakol ateşlerinin ortasına düştü ve orada patladı, bunu gülle üstüne gülle takip etti, bunlar gecenin siyah göğünde ateşten yaylar çiziyordu; hemen hepsi daha yere ilk çarpışlarında patlıyordu. Düşman sık kitleler halinde ordugâh kurmuş olduğu için, kumbaraların etkisi her halde korkunç ve ilk şaşkınlık da büyük olsa gerekti. Fakat çok geçmeden düşman da ateşimize mukabeleye girişti. Toplarımızın önündeki otlar tutuşmuş, küçük bir yangın çıkmıştı; bu da düşmana toplarımızı göstermişti. Fakat onlar her halde bizim gerçekte olduğumuz kadar yakında bulunduğumuza inanmadılar, mermilerin çoğu başımızın üzerinden aşıp gitti. Ancak bütün kumbaralarımızı sarf edip geri çekildiğimiz zaman oldukça şiddetli bir yalayıcı ateş hattından geçmek zorunda kaldık. Bununla birlikte sadece piyademiz birkaç yaralı verdi, topçuya bir şey olmadı, topların hepsi de mükemmel bir halde geri döndü.

Bu küçük taarruz, ilk defa burada teşebbüs kendileri tarafından olarak çarpışan askerlerimiz üzerinde çok iyi bir etki bıraktı. Dönüşümüzde paşalar bizi tebrik ettiler. Hepsi taarruzun yapılacağını tahmin ettikleri bir tepeye atla çıkmışlardı, fakat bu tepe bizim mevziimizden hiç şüphesiz iki bin adım gerideydi. Buradaki insanların yakın ve uzak hakkında tamamıyla kendilerine göre kavramları var.

O gece üç saat uyudum, sonra paşa bana İbrahim’in ordusunun harekete geçmiş olduğu haberini gönderdi. Sahiden de onlar erkenden yola çıkmışlardı ve üç kol halinde, doğruca Birecik yönünde ilerliyorlardı, öyle ki çok geçmeden bizimle depolarımızın arasına girdiler. İbrahim varını yoğunu ortaya atıyordu, eğer yenilecek olursa artık ricat imkânı yoktu; fakat böyle harekette tamamıyla haklıydı, çünkü ya her şeyi kazanacak ya da kaybedeceği bir durumdaydı.

Geceleyin birkaç yüz kaçak bize sığındı, bunlar ve bunlardan öncekiler arasında silahları yanlarında olan subay ve erler de bulunuyordu.

Birecik’te iyi mevziimizden kendi arzumuzla vazgeçtikten sonra ar tık harbi İbrahim nerede istiyorsa orada kabul etmek zorundaydık. Şimdi ݧ süratle yeni bir cephe kurmaktaydı. Bu maksatla sağ kanatta evvelce tertip edilmiş olan ağır bataryayı ve hassayı bıraktım, bunlar alınacak olan yeni harp nizamının sağını teşkil edecekti; onların soluna üç muvazzaf piyade livası geliyordu. Redif livaları ihtiyatı teşkil ediyordu, bunlardan biri sağ kanadın, öteki sol kanadın, üçüncüsü de merkezin gerisinde bulunuyordu. İlk hatta 14 taburla 92 top, ikinci hatta 13 tabur, ihtiyatta 24 taburla 9 süvari alayı (42 süvari bölüğü) ve 13 top vardı. Cephenin önünde, geceleyin Yüzbaşı von Mühlbach’ın kazdırmış olduğu iki sıra siper bulunuyordu, sağ kanat sel yatağına dayanıyordu, sol kanat sık bir zeytin ormanındaydı: ihtiyat, arazinin çukur bir yerine, görülmeyecek şekilde yerleşmişti, gayri muntazam kıtalar da ta solda, ağaçlar arasında mevzi almıştı.

Her tabur, her top ve tek tek her süvari alayı yerine yerleştirildikten sonra da düşman hala Birecik yönünde yürüyüşüne devam ediyordu. Bana Yüzbaşı Laue ile rahat rahat bir tavuk yiyecek kadar vakit kaldı, bu sırada etrafımızdakiler iştahımıza hayran kaldılar. Bundan sonra atla, mevzilerimizden aşağı yukarı bin adım ileriye gittim ve dönüşümde, hala sol yan için tasalanan paşaya, sağ yanın karşısında da sol yanın karşısında olduğu kadar önemli kuvvetlerin bulunduğunu temin ettim. İbrahim Paşa evvelki bütün harplerinde bu kanadı çevirmişti. Bu sabahki yürüyüşünden de bu maksadı anlaşılıyordu. Fakat 24 Haziran harbinde hiçbir ani baskın olmadı ve çevirme hareketine daha savaşın başlangıcında, yeni bir vaziyet alınarak karşı kondu. Her şey bir saatten beri hazırdı, askerler rahat ateş edebilmek için sırt çantalarını arkalarında yere koymuşlardı, ilk hattın taburları yayılmıştı, sol kanattakiler avcılarını ileri çıkarmıştı ve ihtiyat piyade kol nizamında ortadaydı.

Bizim süvarinin işe yaramadığına haklı olarak inanan düşman, cephemizden bir saat ötede yan yürüyüşe geçti. Bize en yakın olarak süvarisinin en büyük kısmıyla aşağı yukarı 120 toptan mürekkep topçusu ilerliyordu, bunların sağında piyade ve her sınıftan ihtiyatlar geliyordu; bu kolun derinliği üççeyrek saatlikten aşağı değildi. Kısa bir mola verdiler, sonra topçu süratle kalkarak ilerledi ve ateş açtı; piyade önceleri tamamıyla ateş menzilimizin dışında kaldı ve topçuyu korumak için onlarla birlikte süvari ileriye çıktı. Bu harp nizamı çok makuldü ve bunun neticesinde, bizim çok şiddetli olan ateşimiz geniş bir alana dağıldı ve düşman ihtiyatlarına asla erişemedi, hâlbuki düşman bizim işgal ettiğimiz bütün alana gülle yağdırıyordu. Düşman topçusu çok uzakta mevzie girmişti, bizim sağ kanadımızdan 2000 adım kadar uzakta, sola biraz daha yakındı, bu sebeple çok dikine ateş ediyordu. Top gülleleri de, kumbaralar da yukarıdan aşağı iniyordu; süratleri o kadar azalmış olarak geliyorlardı ki gözle izlemek mümkündü. Bu durum bizim için çok uygunsuzdu. Düşman daha yakına gelmiş olsaydı birinci hat daha fazla sıkıntı çekerdi ama ikinci kısmen, ihtiyat ise tamamıyla doğru ateşin etkisi dışında kalırdı; fakat bu durumda daha birkaç dakika geçer geçmez, zayiat yüzünden morali sarsılmayan tek bir kıta kalmadı. Bu adamların sekizde yedisi daha tek bir defa bir güllenin ıslık çalarak gelişini duymuş değildi. Bazen bir kumbara bir kolun ortasına düşüp patlayınca bütün bölükler bir zaman için dört yana dağılıveriyordu.

Paşa beni, hassa ve ihtiyatın bir kısmının yardımıyla sağ kanadı ileri sürmek mümkün olabilip olamayacağını görmek için oraya göndermişti. Fakat düşman bir taarruz için henüz pek uzaktaydı; Yüzbaşı Mühlbach sağ kanat bataryasını düşmana biraz yaklaştırmakla meşguldü: fakat biraz ilerler ilerlemez batarya hemen yeniden mevzi aldı ve şiddetli bir ateş açmaktan vazgeçirilemedi. Buna karşı sağ kanatta, ilk üççeyrek saat zarfında, her şey yolunda gitti: Yüzbaşı Laue de daha yakından Ve daha şiddetli ateş altında bulunan sol kanattan aynı halde ayrılmıştı; bataryasının yarısıyla yerinden ayrılmış olan bir yüzbaşıyı Laue tabancayla tehdit ederek yeniden harp hattına götürmüştü. Fakat çok geçmeden her şey değişti.

Merkeze, paşanın yanına döndüğüm zaman, sol kanada yerleştirmiş olduğum muvazzaf livasının şimdi, ihtiyatların yerleştirildiği çukur yerde bulunduğunu görerek ürktüm, ikinci alayın kumandanını adıyla çağırdım ve bir kere daha ilerlemesini, düşmanın gerilemekte olduğunu, işin artık sadece yarım saat daha dayanmaktan ibaret bulunduğunu söyledim. Fakat boşuna! Artık tek tek toplar, hatta koşum kayışları kesilmiş atlar geri geliyordu. Birkaç cephane arabası patlamıştı: hemen bütün taburlar ellerini kaldırmış dua ediyorlardı, bunu her halde kumandan emretmiş olacaktı. Yaralıları götürmek bahanesiyle dört beş kişilik gruplar savuşuyorlardı. İhtiyat, yalayıcı ateşten kaçmak için şuraya buraya kaçıyordu, hulasa harp moral bakımından şimdiden kaybedilmişti. Gerçekten şiddetli bir top ateşi bu kıtaların başına gelebilecek şeylerin en kötüsüydü. 480 kişilik bir tabur, kumandanının söylediğine göre, 40 kişi kaybetmişti. Sol kanatta bulunanlar da her halde toptan bu kadar kayıp vermiş olacaklar. Bununla birlikte harp meydanında 1000’den fazla ölü ve yaralı verdiğinizi sanmıyorum.

Tam, sol kanadı yeniden ileri sürmenin zorunlu olduğuna paşanın dikkatini çektiğim sırada, hassa süvari livası, emir almadan, her halde sadece iç huzursuzlukları yüzünden, ihtiyattan hücuma kalktı.  Fakat bizim birinci piyade hattımızdan bile ileri gidemedi: birkaç kumbara bu kitlenin içine düştü, bunun üzerine sağını solunu düşünmeden olanca hızlarıyla geri döndüler, bizi devirip geçtiler ve piyadeyi kargaşalığa uğrattılar. Paşa, her halde ölümünü aramak için, sağ kanada gitmişti. Bir hassa redif taburunun bayrağını eline almıştı, fakat tabur arkasından gelmiyordu. Harbin bundan sonraki cereyanı hakkında söylenecek şey pek az.

Halit Paşa’nın livası, cephenin önünde dürbünle bakarken, bir top güllesiyle başı kopan yiğit kumandanlarının ölümü üzerine kargaşalığa uğradı: İsmail ve Mustafa’nın livaları bir süvari hücumunu püskürttükten sonra nihayet geri çekildiler. Haydar Paşa livasının birinci alayı, ilk olarak sol kanadı bırakmış olduğu halde, sonradan düşman piyadesine karşı en uzun zaman karşı durdu: fakat bunlardan başka gerçek bir yakın savaş olmadı. Piyadeler, çok defa kol halindeyken, muazzam mesafelerden havaya tüfek atıyorlardı. Süvari dağıldı, çok geçmeden ne var ne yok darmadağın oldu. Fakat yine de topçu hepsinden daha iyi çarpışmıştı.

Mutluluk eseri olarak, iki arkadaşımla savaşın sonuna doğru merkezde buluşunca artık ayrılmamaya karar verdik. Bizim için önemli olan, kaçanlarla aramızda mesafe kazanmaktı, çünkü ricat başlar başlamaz bütün disiplin bağları çözülmüştü. Kuvvetlerimizin yarısından çoğunu teşkil eden Kürtler düşmanımızdı: kendi subayları ve arkadaşlarına ateş ediyorlar, dağ yollarını kesiyorlardı. Bizzat Hafız Paşa’ya birçok defa hücum ettiler. Öteki kaçaklar tüfeklerini fırlatıp atıyor, kendilerini rahatsız eden üniformalarını sıyırıp çıkarıyor ve keyifli keyifli türkü söyleyerek köylerine yollanıyorlardı. Biz akşamüstü, dokuz saat ötedeki Antep’e vardık, fakat daha o gece bütün ahali, İbrahim Paşa’nın intikamı korkusundan şehri bırakıp kaçtı. Bu sebeple biz de aynı gece yorgun atlarımızla yeniden yola çıkmak zorunda kaldık. Bütün ertesi gün, kendimiz için yiyeceksiz ve hayvanlarımız için arpasız, yürüdük: akşam vakti Maraş’tan dört saat uzakta bir dereye vardık ve orada hiç değilse su ve ot bulabildik.

26 sabahı Maraş’a vardığımız zaman ben yorgunluktan tamamıyla bitkin bir haldeydim, orada biraz dinlenebildik. Savaştan önceki gün, sonra savaş sırasında, nihayet savaştan sonraki iki gün ve bir gece, hep atımın sırtındaydım: bütün bu sürede hayvanım kurumuş otlardan başka bir şey yememişti.

Maraş’ta yavaş yavaş birçok kaçaklar toplandı. Bana, Türklerin sayıca düşmanlarına çok üstün oldukları Hums, Beylan ve Konya savaşlarına katılmış olan subayların söyledikleri dikkate değer göründü; bunlar Nizip savaşının evvelce olan bütün savaşlardan daha kanlı ve savunmanın da daha iyi ve kuvvetli olduğunu iddia ediyorlardı! Fakat ricat bütün ordunun altıda beşine, üstelik topçunun bütün malzemesine mal oldu: ! Redifler hemen hemen “in corpore” (toplu halde) evlerine döndüler.

Mahmut Paşanın livası bugün 65 kişiden ibaret, Bekir Paşanınki evvelce 5800 kişiyken şimdi 351, ötekiler de böyle, sadece sipahilerden mürekkep olan süvarilerin çoğu bir arada, Bütün bunlardan işimizin nasıl adamlarla olduğunu anlıyorsun.

Bununla birlikte İbrahim’in ordusunda da intizamsızlığın aynı derecede büyük olması lazım. Muzafferane bir savaş gününde iki taburları bizim tarafımıza geçti ve Mısır mızraklı zırhlı askerleri, kaçışları sırasında, bizim süvarilerimize yoldaşlık ettiler. O gün Birecik ordugâhında, oradan Fırat’ı geçip canlarını kurtaran Mısırlı kaçaklar tarafından 3000 tüfek teslim edildi. İddia olunduğuna göre İbrahim ricat eden kendi taburları üzerine ateş açtırmış, fakat bunun tamamıyla doğru olduğunu iddia edemem. Böylece sonuç pamuk ipliğine bağlı bulunuyordu, bu sebeple de yenen, en küçük bir takibe bile girişmedi. Gerçi bizim kıtaların durumuna göre bu da pek lüzumlu gibi görünmüyordu, ancak böylelikle kaçakların en büyük kısmının sağ taraftaki dağlara can atabilmesi ve Hafız Paşanın da Rumkale ve Besni yolunu tutabilmesi mümkün oldu, fakat bu yoldan tek bir top bile geçirilemedi.

Savaş meydanından dönüşteki yolum eski ordugâhımızdan geçiyordu. Adamlarım ve atlarımın ne olduğunu görmek için oraya gittim. Bir güllenin delmiş olduğu çadırımın önünde katırlarımdan birini vurulmuş buldum. Çadırın içindeki bütün eşyam hayvanlara yükletilmek için hazır bir haldeydi ve yabancı bir yaralı da orada bulunuyordu. Fakat hizmetçilerim sekiz atla birlikte savuşup gitmişlerdi. Çadırları ilk yağma eden kendi gayri muntazam kıtalarımız olmuştu; bu sırada düşman süvarisinin kendilerini ürkütmüş olduğu anlaşılıyordu. Savaş sırasında yanımda olan çavuş da biraz erken yola çıkmıştı, fakat talih eseri olarak sonradan ona tekrar rastladım. Bu durumda emniyetimiz için bir Türk muhafız kıtası zorunluydu. Ben en çok kopyaları bulunmayan haritalarımdan bir kısmının kaybolduğuna üzülüyordum. Maraş’ta zorunlu olan iki günlük dinlenmeden sonra, Hafız Paşanın Malatya’ya gitmiş olduğunu öğrenince yola çıktık. Fakat bütün doğru yolları Kürtler ve Türkmen göçebeleri kesmişti; bu sebeple Mıstık Beyin kumandasında Payas’a küçük bir akın yapmış olan ve şimdi dağlar arasında dolaşarak arka yollardan orduya kavuşmak isteyen 80 atlıya katıldık. Çok zahmetli bir yolculuktan sonra, sarp dağların ortasındaki güzel bir yeşil ovada dost bir Türkmen aşiretine eriştik. Ertesi gün atların yorgunluğu yüzünden ancak Geben’e varabiIdik, üçüncü gün Yüzbaşı Laue ile birlikte, Maryamçıl kalesinin korkunç bir şöhreti olan sarp derbentlerinden geçerek Göksun’a kadar gittik. Böyle dolaşmak zorunda kaldığımız sapa yollar hiç değilse haritam için bir kârdı.

Göksun’da, mutlu bir tesadüf eseri olarak, mandaların çektiği iki tekerlekli arabalardan kırk tanesinden mürekkep bir kafile bulduk; bunlar İzzet Paşa ordusunun peşinden gidiyordu. Akşam olmuştu, fakat biz bütün gün atla yolculuk etmiş olduğumuz halde bunlarla birlikte hemen yola çıktık. Göksun’dan Yarpus’a (9 saat) kadar olan yol boyu kaçaklar ve Atmalı, Çorid ve Çadarlı aşiretleri yüzünden çok emniyetsizdi. Muhafız kıtamız zayıf olduğu için, taarruza uğramaktan korkuluyordu. Bu gece yürüyüşü tabii çok yavaş oluyordu ve İnsanın sabrını o kadar tüketiyordu ki Laue ile ben, yalnız iki çavuşumuzla birlikte, ilerledik. Gece yarısı yorgunluktan kısa bir süre dinlenmek için bir çalılıkta yattık. Bizi adamlarımız uyandırdılar, çalılıklar arasında sine sine dolaşanı adamlar görmüşlermiş. Ay doğduğu ve ben buraları bildiğim için, usulca yolumuza devam ettik, güneş doğarken, kazasız belasız Yarpus’a vardık. Hâlbuki nakliye kolu taarruza uğramış ve birkaç ölü vermişti. Yarpus’ta, İzzet Paşa ordusunun Elbistan’ın arkasında ordugâh kurmuş olduğunu memnunlukla öğrendik. Aynı günde yorgun atlarımızla yola devam ettik ve arkadaşım Yüzbaşı Bincke’yi orada bularak sevindik. Bincke bizi candan karşıladı ve biz zavallı bitkinler ve kaçakları o kadar uzun zamandan beri ilk defa gördükleri bir şekilde ağırladı. Biz hemen onun yiyeceklerine, elbiselerine ve çamaşırına saldırdık, bunları dörde payettik ve her birimiz bir pay aldık, bu suretle o da bizim kadar yağmaya uğramış oldu. Buradan Darende’ye kadar olan iki merhale yolu ordu ile birlikte gittik, oradan sonra biz, Bincke ile birlikte, iki gün yol aldık ve Akçadağ’dan geçerek Hafız Paşanın yanına vardık.

Hafız Paşa bizi bulunduğu durumda elinden gelebildiği kadar iyilik ve iltifatla kabul etti. Yenilmiş olan bir Türk generali omuzlarının üzerinde bir kafa bulunup bulunmadığını pek emniyetle bilemez. Artık bütün kumandanlık yetkileri sona erer, bu sebeple bu memleketlerde bir zaferden sonra düşmanı takip etmekle, elde edilmiş olandan sonsuz derecede daha üstün sonuçlar sağlanır. İstanbul’la burası arasında tatarlar vasıtasıyla haberleşme en aşağı on altı gün sürer, bu yüzden Hafız Paşa bugün, hâlâ doğuda serasker mi, yoksa mahkûm olmuş bir sürgün mü olduğundan habersiz. Bu işin sonu her gün beklenmekte.

Fakat İstanbul’da bu iş hakkında müzakereler sürerken, başka önemli olaylar da geçti. Buraya varır varmaz haber aldık ki Kayseri’deki 3000 kişilik Osman Paşa kuvvetleri, Gürün’de silahlarını atarak dağılmış; sekiz gün sonra 1200 kişilik İzzet Paşa kuvvetleri de Darende’de aynı yolu tutmuş. Utanç verici firarlar buradaki duruma, kaybedilen bütün savaşlardan daha feci bir ışık serpiyor.

Biz, Hafız Paşanın yanına, artçı savaşlarının burada olacağını hesaplayarak gelmiştik. Fakat bunun yerine derin bir durgunluk bulduk: İbrahim Paşa zaferinden sonra büyülenmiş gibi olduğu yerde kalmıştı. Eğer diplomatik teşebbüsler, felaket olup bittikten sonra, bu büyüyü sağladıysa, bunu tamamıyla önlemek için harekete geçmeyişleri esef edilecek şey. Aslında ben, buradaki durumun içyüzü hakkında Avrupa’da hiçbir şey bilinmediğine inanıyorum. Mehmet Ali ile Babıâli, tıpkı olanca kuvvetlerini karşılıklı kullandıkları halde, kuvvetlerin denk gelişi yüzünden, görünüşte hareketsizlik hissini veren bir hale gelmiş iki pehlivana benzemekteydiler. Burada bir mücadele göremeyişten memnun kalan Avrupa diplomasisi: «Pekâlâ; artık kımıldamayın bakayım, hanginiz önce kımıldarsa ona saldırgan diyeceğiz!» dedi. Her iki zavallı pehlivan da yedi sene böyle kaldı: derken biri artık kuvvetlerinin tükendiğini hissetti, ümitsiz bir çabalamada bulundu ve yere serildi.

200 YIL ÖNCEYE DÖNÜŞ:

CB R. T. Erdoğan son 5 yıldır çeşitli tarihlerde 150-200 yıl öncesine dönme hamlemizle ilgili şunları söylemişti;

Beyler… Biz burada, 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz.” “Ülke olarak, millet olarak, yaklaşık 200 yıldır, son derece sancılı, münakaşalı bir modernleşme ve Batılılaşma süreci yaşıyoruz.” “Son 200 yıldır bu topraklarda bölünme ve irtica, toplumu terbiye etmek için kullanılan iki önemli korkudur.” “Son 200 yıl içinde bize unutturulanlarla tarihimizden uzaklaştırıldık. Yeni Türkiye derken unutturulanları yeniden hatırlamaya başlıyoruz.” “200 yıldır eğitimin formatlama aracına dönüştüğü bir sistem ne yazık ki kendisine yabancı bireyler yetiştiriyor.” “16 Nisan halk oylaması milletin geleceğine sahip çıktığının önemli bir göstergesidir. Bugün Türkiye 200 yıllık kadim bir tartışma konusu olan yönetim sistemi üzerindeki değişim, dönüşüm kararının verildiği gündür bugün. Her zaman olduğu gibi bu halk oylamasında da mevcudu savunmak kolay, değişimi savunmak zor olmuştur. Hamdolsun bu zoru başardık ve milletimizin teveccühüyle tarihimizin en önemli yönetim reformunu hayata geçiriyoruz.”

Burada “”Yeni Türkiye’”den meramın son 200 yılda gerçekleşen (ve ancak “kısmen” başarılı olmuş durumdaki) modernleşme hamlelerini sıfırlayarak “200 yıl önceki o eski günlere döndürebilmek” olduğu izlenimini ediniyoruz. Aydınlanmayı, insan haklarını, çoğulculuk ve kuvvetler ayrılığı gibi modern kavramları dışlayan ve bunların olmadığı taa 200 yıl öncesine dönüş özlemini ifade eden bu yaklaşım Cumhuriyetin ilk yıllarında irtica (gericilik) olarak tanımlanan ve çok sakınılan bir şeydi. Gerici yaklaşım ile modern yaklaşım arasındaki temel fark; siyasi ve askeri kararların liyakate, iş bölümü ve uzmanlaşmaya dayanmasından vazgeçilip tamamen totaliter biçimde, doktriner, hurafeye dayalı kararlar alınabilmesidir.

Avrupa’da yönetim biçimlerinin evrimleşmesiyle ortaya çıkan Rönesans, Aydınlanma gibi kavramları Osmanlı tam anlamıyla düşman görmüş bunlara karşı şiddetle direnmiş, direnişinde de başarılı olmuştu. Bunun sonucunda bu köhne idare anlayışı, kendi iç dinamiklerinin iflası sonucunda 17. yüzyıl başında (1603-1656) Tegayyür ve Fesâd (Bozuluş ve Kargaşa), daha sonra Gerileme (1699 – 1792) ve nihayet son olarak (1792 – 1922) Dağılma dönemine girmişti.

İşte H. Von Moltke Osmanlı’nın yüzyıllar sonrasında nihayet yönetim biçimlerinin evrimleşme ve aydınlanmaya açılmak zorunda kaldığı bu Tanzimat döneminde kendisini yüzbaşı rütbesiyle Prusya Devleti’nin yardım için gönderdiği bir askerî uzman ve danışman olarak Osmanlı ordusunun içinde görevli bulmuştu. Kendisi daha sonra (1858-1888) Prusya Devleti Genelkurmay Başkanı olacak, Feldmareşal ve Başkomutan unvanıyla Prusya-Fransa Savaşı’nın kazanılmasında da en büyük rolü oynayacaktı.

Osmanlı’nın 200 yıl önceki yönetim biçiminin geniş halk kitleleri açısından ne kadar büyük zulme ve felaketlere yol açtığını göstermesi bakımından H. von Moltke’nin Nizip Savaşı anıları gerçekten ibret vericidir.

Tags: , ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.