Ütopya Nedir?

Ütopya - Kusursuz bir dünya nasıl olmalı? | | Şubat 5, 2018 at 1:30 pm

― Bir tasarı, düşünce veya ideal bir toplum düzeni, toplum, yer veya devlet olarak politik veya sosyal bir mükemmellik hayalini yansıtıyor, ama öbür yandan pratik olmayışı yüzünden hayal edilen düzen gerçekleştirilmesinde bir imkânsızlık görüntüsüne de sahip ise ona bu ad veriliyor.


― İnsan olarak hepimizin temel istek ve ihtiyaçları ayni ama bunun nasıl bir düzende gerçekleşebileceği konusundaki tasavvurlarımız farklı farklı. O yüzden sanki herkese hitap edecekmiş gibi sunulan bir kavramın kendisi yanıltıcıdır bence. Sanki bir ideal hepimiz için ayni olabilirmiş gibi. İmkânsızlık kavramı da öyle, belirli şartlarda imkânsız olan bir şey şartlar değişince mümkün hale gelebiliyor. Ayni anda hepimiz için ideal olan bir toplum düzeni hiç mümkün değil sanırım. Çünkü hepimizin ideal anlayışlarımız birbirinden farklı hem de zamanla değişiyor. Örneğin “cennet” kavramı tüm İbrahimî dinlerde varlığını bulan bir ütopya olmasına karşın İslâm’a özel cennet tasvirinde dünyevi yaşam sırasında Müslümanlara özellikle haram edildiği için eksikliği en fazla hissedilen maddi ihtiyaçlar -huzur, beslenme, seks ve şarap- öne çıkartılıyor. (İslam için ölen her erkeğe 72 Huri verilecek, Kevser şarapları su gibi akacak, orada emriler, görevler ve cihat hiç olmayacaktır.) Yani bir ütopya sonuçta bize onu kurgulayanın içinde yaşadığı düzen özelinde en fazla nelerin eksikliğini hissettiğini yansıtıyor. Kandırma, korkutma ve kışkırtmaya dayalı bir toplum düzeninde neler en çok yasaklanmışsa o toplumda yazılan bir ütopya muhatabına tam olarak onları vaat eder.

― Aslında bizatihi Ütopya kavramı adını Rönesans aydını hümanist Thomas More’un 1516 tarihli ayni adlı romanında tasvir ettiği kent-ülke’den alıyor. O devirde kilisenin baskısından biraz kurtulan Rönesans insanı, öteki dünyayı değil de içinde yaşadığı nefes aldığı, acı çektiği ve zevk aldığı dünyayı düşünmeye henüz yeni başlamış. Bu dünyada acılara katlanıp öteki dünyada mutlu olmayı beklemektense, bu dünyada mutlu olmak ve gördüğü tüm olumsuzlukları insan lehine hemen düzeltmek istiyor, o zamana kadar yaşadığı sistemin dışında yepyeni toplum biçimlerini özlüyor, yeni dünyaları keşfetmek istiyordu.

More kendisi o sırada İngiltere’de yaşanan sistemi “”zenginlerin yoksullara karşı bir fesat tertibi”” olarak nitelendiriyor ve eserinde Platon’un kusursuz devlet düşüncesinden yola çıkarak bunu tüm toplum yaşamına uyguluyordu. More’un, Platon’un ‘Devlet’ine hayranlığı aşikârdır, ancak bildiğimiz gibi eski Yunan filozofu Platon’un (MÖ 427-347) devrinde bölüşüm sadece bir sınıfa özgü olduğu halde More’un Ütopya’sında tüm topluma yayılır. Platon’da kadınlar ve çocuklar topluma aitken, Ütopya’da karı ve kocanın birlikte yaşlanıp ölmesi önemlidir. Çocuklar kendi ana babaları tarafından büyütülürler.

Eserin yazıldığı sırada Avrupa krallar ve soylular sınıfı denilen zenginlerin zorbalığı ve baskısı altındadır. İngiltere’de, bir yanda açlık ve yoksulluk varken karnını doyurmak için çalmanın cezası bile idam sehpası iken, öte yanda bu soylular sınıfının aç gözlülüğü ve doymak bilmez hırsları vardı.

Thomas More Ütopya’nın birinci bölümünde kralları ve soylular sınıfını, kahramanı Raphael Hythlodaym’un ağzından açıktan açığa kıyasıya eleştirir. Ortaçağ Avrupası’nda yasalar sıradan insanın anlamasını bırakın, hatta okuyamayacağı biçimde yazılıp, bazılarının üçkâğıtçılığına açıkken, Avrupa’nın tam zıddı olan Ütopya’da ise hiç kimsenin kendisini savunmak için bir avukata ihtiyacı yoktur, çünkü yasalar herkesin anlayabileceği bir biçimde açık ve basit yazılmıştır. O çağda eşini bile çıplak görmek neredeyse mümkün değilken, Ütopya’da evlenmeden önce kadın ve erkek birbirlerini çıplak görebilirler. Avrupa kiliselerin baskısı altındayken, Ütopya” da sonsuz bir dinsel hoşgörü ve çeşitlilik vardır. Hatta her kasabada farklı bir din vardır ve hiç kimse diğerini kendi dinini kabul etmeye zorlayamaz. Savaş iğrenç bir şey, hatta hayvanca bir aktivite olarak görülür. Ütopyalılar savaşa gitmemek için her yolu denerler. Kendi yurttaşları o kadar değerlidir ki, eğer bütün yolları denedikten sonra yine de savaşa girmek zorunda kalırlarsa paralı asker tutarlar. Ülkelerinde para, altın, gümüş gibi şeyleri kullanmazlar ama onları böyle durumlar için biriktirirler. Ütopyalar içinde yaşadığı zamanı sorgulayan, düşünce üreten ileri görüşlü insanların eseridir.

Ütopya'da kölelik


― More dinine aşırı bağlı bir Katolik. İlerici değil bilakis içinde yaşadığı dönemin ilerici unsurlarına nefretle bakan bir bağnazlık içinde. O yüzden hayal ettiği ileri toplum modelinde yönetici sınıflar var, dinler var, kölelik var, çok sıkı yasalar var, yargı ve ölüm cezası bile var.

― Bugün biz -Thomas More’un kurgu eserini yazmasından 500 yıl sonra- eserdeki Utopia adlı ülkedekinden çok daha ileri bir insanlık düzeyi ve refah seviyesine sahip durumdayız. Ama hala en medeni saydığımız ülkelerde bile içinde yaşanan düzeni “”zenginlerin yoksullara karşı bir fesat tertibi”” olarak niteleyen kitleler çoğunlukta. 2011 Eylül’ünde NYC (ABD’de) başlayan OccupyWallStreet olayını ve taşıdıkları EatTheRich (Zenginleri Yiyelim) pankartlarını hatırlayın. İspanya’daki İndignados(Öfkeliler’i düşünün. Benzer nitelikte yürüyüş ve protestolar bugün tüm dünyaya yayılmış halde. Öte yandan More’un Ütopya’da anlattığı bazı düzenlemeler, 500 yıl sonra bugün bile hala tartışılan şeyler. Mesela, Ütopyalıların ceza yasalarındaki yaklaşımları, ötenazi, dinî uygulamaları, savaş konusuna yaklaşımları, keyif için hayvan öldürme olarak gördükleri avcılığı şiddetle lanetlemeleri, çalışma saatlerinin günümüzden bile kısa olması. Ütopyalıların bilgiye değer vermeleri ve kendilerini yaşamları boyunca zihinsel olarak geliştirmeleri vb… More düşünceleri yüzünden ölen birisidir ve Katolik kilisesi bu yüzden onu din şehidi Saint Thomas ilan etmiş.

― Benim hiç anlayamadığım şey de o. Katolik kilisesinin kutsadığı, din şehidi ilan ettiği bu adamı kralcılar ve seküler hümanist çevreler de sevmişler. Vicdanlı, şerefli, iyi ahlaklı inançlarından taviz vermeyen saygıdeğer birisi olarak yüceltiyorlar. Üstelik ondan 400 sene sonra kurulacak birçok ülke tipine de bir tür model olmuş. Utopus’un kurduğu Ütopya ülkesi genel kalıplarıyla (cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, vb) oluşuyla bizim ülkemize uyumlu olduğu gibi, daha sonra Hitler’in kurduğu 3. Reich ile ve hem de Bolşeviklerin kurduğu SSCB’nin temel yapısı ile gayet uyumlu. Dahası George Orwell’in 1948’de yazdığı 1984 romanının süper ülkesi Oşinya ile de yapısal bir uyum içinde. Yani birisi Ütopya öbürü ise onun anlamıyla tersi yani Distopya iken nasıl oluyor da toplum düzeni, veya devlet olarak politik veya sosyal yapı neredeyse tıpatıp benzer biçimdedir?

Ütopya’yı kurgulayan Thomas More söylendiği gibi hakikaten vicdanlı, şerefli, iyi ahlaklı, saygıdeğer birisi midir? Yaşadığı döneme ve kendisinin neler yaptığına bir bakalım;

O sıralarda Martin Luther’in İbranice ve antik Grekçeden Almancaya (1522) çevirdiği Ahdicedit İncilinin ilk defa ortaya çıkan İngilizce baskısını bulup okumak yasaktı. Reformasyonculara Heretic (sapkın, kâfir, tanrıtanımaz) denildiği ve kazığa bağlanıp yakıldığı dönemde Thomas More da Luther’ci Reformasyonculara bizzat uyguladığı şiddetin dozu ile kralın gözüne girmiş, Adalet bakanı yapılmış yani seküler hukukun en üst makamına getirilmişti. Kendisi ilk protestanlara reva görülen kamu şiddetinin bizzat uygulayıcısı olmuş, evlerin basılıp İncil arandığı ve bulunduğunda da evdeki insanların yakalanıp işkenceyle öldürülmelerine bizzat nezaret ettiği için kendisine “Kâfir Avcısı” denmekteydi. O dönemde “”kâfir (heretic) avcıları”” denilen devlet adamlarının yönetimindeki krala bağlı kolluk kuvvetleri Lutherci olduğundan şüphelenilenlerin evlerini basıp insanları sırığa bağlayarak yakılmak üzere alıp götürürlerdi. Üstelik zulüm kilisenin mensupları değil de kralın seküler kolluk güçleri tarafından yapıldığı için esirgeyen, bağışlayan merhametli tanrı imajına hiçbir halel gelmemiş olurdu. More da bizzat böyle pek çok evin basılarak sahiplerinin alıp götürülmesi hadisesinde krallık yetkilisi olarak rol almıştı.

― Evet. Thomas More’un gerçekten anlatılmaya değer çok ilginç bir hayatı var ve bence onun hayatındaki ibret Ütopya romanındakinden çok daha fazla. Fred Zinnemann onun hayatının 1966’da “A Man for All Seasons (Her Devrin Adamı ) adıyla bir filmini yapmış. Bu film gişe rekorları kırmış, 39. Akademi Ödüllerinde En iyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Oyuncu ödülleri dâhil 6 ödül almış. Ayrıca Golden Globe ve BAFTA en iyi film ödüllerini de silip süpürmüş. Boşuna değil, o yüzden izninle onun hikâyesini kısaca anlatmak isterim.

More Londra’da doğduğunda (1478) soyluların güç savaşı olarak başlayan ama kendilerine değil, daha çok yoksullara kıyıp yok ettikleri ‘Güller Savaşı’ henüz sona ermemiş. Bu savaş More yedi yaşındayken Tudor Hanedanı lehine bitmiş ve VII. Henry kral olmuş. Savaşın soyluları törpülemesi yüzünden İngiltere’de yeni bir orta sınıf ortaya çıkıyor. Thomas More eğitimine St. Anthon’s School’ da başlamış ve henüz sekiz yaşındayken bilgisi artsın diye (Ütopya’da övgüyle söz ettiği) Kardinal Morton’un evine gönderilmiş. Kardinal Morton onu birkaç yıl sonra Oxford’ a göndermiş, orada Latin ve Yunan Edebiyatı dersleri almış, komediler yazıp, Latinceden çeviriler yapmış. 1494’te Londra’ya geri dönüp” Lincoln Inn’ de hukuk öğrenimi görmeye başlıyor, birkaç yıl sonra da avukat oluyor. Ama More, yargıç olan babasının yolunu izlemeyip, aynı zamanda bir keşiş olmaya da karar vererek kendini kamu hizmetiyle manastır yaşamının arasında ikiye bölmüş. Hayatının sonuna kadar oruç tutan, dua eden, zaman zaman kendini cezalandıran birisi olmuş. At kılından çıplak teninin üstüne gömlek giydiği, sızan kanın giysilerinin dışına kadar çıktığı rivayet edilir. Bir süre sonra topluma ve politikaya hizmet duyguları baskın çıkarak, manastırdaki inzivasını sona erdiriyor. Tanıştığı Erasmus’la dostlukları More ölene kadar sürüyor. (Erasmus, More’un evinde kaldığı sırada, More’un ısrarıyla Deliliğe Övgü’yü yazmış ve ona ithaf etmiş. Erasmus ve Thomas More hümanistik düşünceleri paylaşıyorlar, ama Erasmus arkadaşının manastır sistemine yakınlığını ve ruhani düşüncelerini asla anlayamıyordu. Yine de eğitimde reforma inanmaları ve eski metinlere karşılıklı düşkünlükleri dostluklarının temelini sağlamlaştırmış. More, 1505’de, kendisinden on yaş küçük Jane Colt(17) ile evlenmiş. Kadınla erkeğin aynı eğitimi almaları gerektiğine inanan More’un genç eşi eğitimli değil ama, evlilikleri boyunca ona müzik dersleri aldırıp, Latince ve Yunanca okumasını öğreterek eşinin entelektüel gelişimine yardım etmiş. Jane, ardı ardına dört bebek yapıp henüz 22 yaşında beşincisini beklerken, rivayete göre, o yıllarda Londra’ya musallat olan ve terlemeyle başlayan bir salgın yüzünden karnındaki bebeğiyle ansızın ölüveriyor. Dört çocukla ortada kalan More, yakın arkadaşı olan Erasmus’un söylediğine göre kendisinden sekiz yaş büyük, asık yüzlü ve otoriter bir kadın olan Alice Middleton’la evlenmiş.

Kendini toplum hizmetine adamaya karar veren More’un ilk vakası parlamentoda kralın ayrıcalıklarının kısıtlanmasında ısrar etmek olmuş. Bunun karşılığında VII. Henry, More’un babasını hapsedip, para cezasını ödeyene kadar da salıvermiyor. More’u da kamu hizmetinden men ediyor. Kralın ölümünden sonra yerine geçen oğlu VIII. Henry çevresinde entelektüeller bulundurmaktan, okuyup tartışmaktan hoşlanan akıllı bilgili bir Rönesans prensi olarak görülüyor… Ama yine de, kral kraldır, Ütopya”da yazdığı gibi, ‘öyle bir güçtür ki, oradan iyilik de kötülük de yağmur gibi iniyor halkının üstüne’. Tarafsız oluşuyla ve yoksul hamisi olmakla ün kazanan More birkaç yıl bile geçmeden Kral Henry’nin dikkatini çekmiş. Kral’ın onu bir ticaret işini çözümlemesi için gönderdiği Brüksel’de Peter Gilles ile tanışıyor ve ona kitap tasarısından bahsediyor. Londra’ya dönünce, kralları, zenginleri, din adamları ve bütün düzenlemeleriyle içinde yaşadığı sistemi keskin bir dille eleştiren ve yepyeni bir sistem öneren Ütopya’yı yazıyor. Bir yıl sonra Londra’da yabancılara karşı başlayan büyük bir isyan çıkmış. More, bu isyanın en yumuşak biçimde bastırılmasında en etkin rolü oynadığı için Kral tarafından Özel Meclis’ine seçiliyor ve ‘Sir’ unvanı veriliyor, bir süre sonra da Londra’nın en önemli iki yasa adamından biri haline gelmiş. More, Sekizinci Henry’nin “Yedi Ayinin Savunusu” adını verdiği kitabını yazmasına da yardım edip onun büyük sevgisini kazanıyor, büyük payelerle ödüllendiriliyor. Hatta VIII. Henry, Kardinal Thomas Wolsey ölünce More’u onun yerine Adalet Bakanlığı (Lord Chancellor) mevkiine getirmiş. O sıralarda İngilizlerin büyük çoğunluğu Katolik Kilisesinden hoşnut değil, Kiliseye baş kaldırıyorlar. Bunda Martin Luther’in Almanya’da başlattığı reform hareketlerinin de payı var. More ise Luther ve onun taraftarlarına karşı kıyasıya bir mücadele başlatmış. Ona göre Katolik Kilisesi, Hıristiyanlığın tek simgesidir, bölünemez. O sıralarda Luther’in öğretilerine göre, William Tyndale tarafından İngilizceye çevrilmiş bir “New Testament” elden ele dolaşmaktadır. Londra Piskoposu, More’a bir mektup yazarak bu konuda bir şeyler yapmasını isteyince More da, “Kafirler hakkında bir diyalog” adını verdiği bir bildiriyle tüm reformistlere, özellikle de Luther ve Tyndale’a karşı bir atak başlatıyor. Tyndale’ı, sahtekar, şeytan, hipokrat olmakla suçlayıp ölüme göndermeye kararlıdır. Tyndale’ ın kitabının toplatılıp yakılmasında da bizzat etkili olmuş. Ancak More’un, bilmediği şey İngiliz Kraliyetinin Katolik Kilisesiyle zaten zayıf olan bağlarını tamamen kopartmak üzere olduğudur.

― Sekizinci Henry’nin İngiliz tahtına oturması Thomas More’un Ütopya’sının yayınlanmasından (1516) bir yıl sonra, beşinci Charles(Şarlken’in) Kutsal Roma ve İspanya İmparatorluğunun tahtına oturması iki yıl ve Yavuz Selim’in ölümüyle Kanuni Süleyman’ın tahta geçişi de (1520) üç yıl sonradır. O sırada Kanuni’nin en yakın dostu ve sadrazamı konumunda bulunan Pargalı İbrahim Paşa bir gün Avusturya elçilerine Osmanlı Sultanını şöyle anlatmıştı;

“”Hayvanların en vahşisi olan aslan şiddetle değil, zekâ ile terbiyecisinin ona vereceği gıdalar ile ve kendi alışkanlıklarının etkisi ile ehlileştirilmelidir. Terbiyecisinin elinde ona gözdağı vermekte kullanabileceği bir sopa olmalı ve onu sadece kendisi beslemelidir. Aslan, hükümdardır; efendileri ve terbiyecileri ise vezirlerdir. Aslan, Osmanlı’nın yüce imparatorudur. Kayzer Charles V (Şarlken) de bir aslandır. Ben, İbrahim Paşa; Hünkârım olan yüce imparatoru gerçek ve adaletin sopası ile terbiye ediyorum. Şarlken de ayni biçimde terbiye edilmeli. “”

Oysa işte hünkâr yeterince terbiye edilememiş olmalıdır ki sonunda bizzat bunları söylemiş olan ve kendisine en büyük siyasi ve askeri başarılarını getiren kadim dostu Pargalı İbrahim’i ve kendi öz en büyük evladını dahi boğdurtabilmiştir. Yani bu imparator milleti aslında dünyanın en vahşi hayvanından bile daha vahşi ve güvenilmezdir. Kanuni aslanı, kendisini ehlileştirmeye çalışan Pargalıyı yemiş, Şarlken’i terbiye etmeye kalkışan bir terbiyeci de pek çıkmamıştır. Sekizinci Henry ise 55 yaşında çok şişmanlayıp ölünceye kadar her ay More gibi 120 kişiyi idam ettirmeyi sürdürmüş. Henry’nin evlenebilmek için kendini ‘dünyanın ve kilisenin yüce başı’ ilan etmek zorunda kaldığı Anne Boleyn’i dahi bir yıl içinde idam ettirdiğini düşünürsek, yaptıkları hangi şey iyiydi kime ne yarar sağladı diye baktığımızda doğru bir tek şey, bu işlerin hiçbirinde bir mantık bulamayız. Öte yandan, İmparator kendisi de masumdur. Üstünde bulunduğu çılgın atın dengesini korumak bakımından sürekli şiddet ve vahşeti sürdürmek zorundadır. Tarihte kurulmuş otoriteryen toplum düzenleri içinde işte doğrusu böyle olmalı dediğimiz bir tek gerçek örnek bile yok. Çünkü Monark’ın kendisi de çaresiz. Sistem böyle olunca Hükümdarın vasıfları ve kişiliği de durumu pek fark ettirmiyor. Kandırma, korkutma, kışkırtma ile cebir ve şiddete dayalı sistem sürekli zulüm ile ilerlemek ve kendini yeniden üretmek zorundadır. Osmanlı olsun, diğer İmparatorluklar olsun halklarına hiçbir dönemde huzur ve refah vaat edememiş. Hayranlık duyabileceğimiz bir toplum modeli şimdiye kadar hiç mevcut olmamış. Eski çağlara gıpta ile bakanlar sahip oldukları eksik ve yanıltıcı bilgiler nedeniyle böyle düşünüyorlar.

― Haklısın, devam ediyorum… İşte Sekizinci Henry, eşinden boşanıp, o sıralarda tutkulu bir aşkla bağlandığı Anne Boleyn’le evlenmek istiyor, ama ne yazık ki Katolik kurallarına göre bunu yapması imkânsız, oysa Martin Luther’in nerede olursa olsun, bir prens protestanlığı kabul ederse, onu ülkesindeki kilisenin yüce temsilcisi olarak tanıyacağı, Kral’ın kulağına kadar gelmiş durumda… Bir gün Boleyn’in, Kral’ın kucağına Tyndale’in ‘New Testament’ini [Yeni Ahit] koymasıyla da kralın Katolik Kilisesiyle olan ahdi bozuluyor.

Kralın bu tutumunu gören More, sağlığını bahane ederek Adalet Bakanlığı görevinden ayrılırken, gözlerden uzak kalıp, bütün bu mücadelelere karışmayacağını, bahçesinde yetiştirdiği çiçeklerine bakıp, çocukları ve torunlarıyla vakit geçireceğini ummaktadır, ancak More, bir köşede inzivaya bırakılamayacak kadar göze çarpan bir kişiliktir.

Kralın resmi davetine karşın, onun Anne Boleyn’le evlilik törenlerine iştirak etmemesi, VIII. Henry’i kızdırmış. Çok geçmeden VIII. Henry kendini ‘dünyanın ve kilisenin yüce başı’ ilan edince de eski ve yeni Parlamentonun tüm üyeleri, üniversiteler, onun yeni sıfatını tanıdığına dair yemin etmek zorunda kalıyorlar. Thomas More ise yemin etmeyi reddettiği için Londra Kulesi’ne hapsedilip, bir yıla yakın, orada kalıyor. Eşi ve çocukları kendisini ziyaret edip, yemin etmesi için yalvarıyorlar, ama o Kral’ın kilisenin ve dünyanın kutsal yöneticisi olduğunu bir türlü kabul edip yemin etmediğinden, 7 Mayıs 1535’de vatan haini olarak son kez yargılanıyor ve suçlu bulunuyor. Thomas More’un yüzüne karşı okunan kararda mahkûmun, bir demir parçasının üstünde Londra caddelerinde sürükleneceği, yarı ölü hale gelene kadar asılıp” henüz yaşarken parçalara bölünüp karnı yarılacağı, dört parçaya bölündükten sonra şehrin değişik yerlerinde sergileneceği ve başının da Londra Köprüsü’nde asılı kalacağı yazılıdır. Yolda Londra Kulesi’ne geri dönerken biriken büyük bir kalabalığın içinden fırlayıp, babasına koşan büyük kızı Margaret, onu kucaklar ve gözyaşları içinde sevgiyle öper. Bu manzaraya, orada bulunanların, gözlerini bulutlanır.

Ölüme götürülen Thomas More'a veda eden kızı

6 Temmuz 1535 günü saat dokuz’da Londra Kulesinin Londra Kulesi’nin önündeki tepede izdiham var, o gün idam edilecek olan önemli biri. Yargıçlar Kral’ın, Thomas More’un kalabalığın önünde çok fazla konuşmamasını istediğini söylerler. More, kalabalığa dönüp, Yüce Tanrı’nın, krallarına akıl fikir ihsan etmesi için, dua etmelerini ister. Çünkü kralına hizmet etmiştir ama Tanrı her zaman ilk önce gelir ve şimdi bunun için ölecektir. More yasanın başıyken zarara uğramış kişiler, bu fırsattan yararlanıp bağırıp çağırıyorlardı. Yargıçken kendisine adaletsiz davrandığını söyleyen birine More, şöyle cevap veriyor: “Davayı çok iyi hatırlıyorum, eğer şimdi karar verecek olsaydım, yine aynı kararı verirdim”. Kalabalığın içinden başka biri, delillerin hala onda olduğunu bağırdı. Yazılanlara göre More kadına, “iyi kadın, az biraz sabret, çünkü Kral bu yarım saat içinde bütün sorumluluklarımı benden alarak, bana lütufta bulunacak, sana ve kendine de yardım etmiş olacak”. Cellâdına bir altın verir. Orada bile mizahı elden bırakmayıp, sakalını yana çekerek, sakalının kabahat işlemediğini, o yüzden de kesilmeyi hak etmediğini söyler. Sahiden az sonra More’un cezası infaz edilir, başı Londra Köprüsü’nde günlerce kalır. Rivayete göre, en sonunda kızı Margaret(Meg) askerlere rüşvet vererek babasının başını kaçırmış, öldüğünde kendisiyle birlikte gömülmesi için saklamış, bu yüzden de daha sonra yargılanıp birkaç ay tutuklu kalmıştı.

More’un ölüm haberi Kral’a ulaştığında oynadığı kâğıt oyununu birdenbire bırakarak, kaşlarını çatıp Anne Boleyn’e, “bu adamın ölümü senin marifetin” dediği rivayet edilir. Bununla birlikte Kral Henry çabucacık More’un bütün mal varlığını ailesinin elinden alarak onları düpedüz ortada bırakmış, üstelik More bir ihtimal idam edilirse, ailesini desteklemek için, onun sağlığında hazırlanmış olan bütün yasal düzenlemeleri de iptal ettirmiş.

Anne Boleyn ise More’un ölümünden on bir ay sonra zina suçlamasıyla kafası kesilerek idam edilmiş. VIII. Henry dört kadınla daha evlenmiş, ve bunlardan biri daha idam sehpasına gönderilmiş. İktidarı sırasında ayda ortalama yüz yirmi idam cezası infaz edilen İngiltere Kralı sekizinci Henry de 1547 yılında eceliyle hastalanıp ölüyor.

― Peki, buradaki ibret nedir? More’un hayatından çıkartabileceğimiz hisse nedir?

― Thomas More eğitimli akıllı bir Rönesans aydını. Analitik düşünebiliyor. Yaratıcı fikirleri var. Mesela romanında insanların üretim ve refahı için o zamanlar daha henüz hiç düşünülmemiş bir şey olan kuluçka makinesini bile kafasında icat etmiş. Ama kötülüğün esas kaynağının nerede olduğu konusunda doğru bir teşhisin yakınından bile geçmiyor. Kralı ve soylular sınıfını “”zenginlerin yoksullara karşı bir fesat tertibi”” içinde olmakla suçluyor da kiliseye hiç laf dokundurtmuyor. Oysa o dönemde din bizatihi en korkunç bir ahlaksızlık müessesesi halindedir. Engizisyon altın çağını yaşıyor. En büyük zulüm ve işkenceler, halkın yaşadığı en insanlık dışı koşullar krallar ve soylulardan çok kiliselerden kaynaklıdır. İşi cennetin anahtarlarını satmaya kadar vardıran yozlaşmış ruhban sınıfını protesto etmek üzere ayaklanmış durumdaki Luther’e düşman. More’un kafasındaki adalet terazisi bizim bu günkü adalet anlayışımıza göre çok sakat. Kralın kimle evlenip evlenemeyeceğine bile kilisenin karar vermesini gayet adil buluyor. Kralın kendisini bu fikrinden dolayı vahşi bir ölüme göndermesini de olması gereken toplum nizamına göre adil buluyor. Papalığa itirazı olan Luther yandaşlarının öldürülmesi gerektiğine de hiç itirazı yok. More kendisi bizzat yargı erkinin başında iken adalet adına yaptığı haksızlıkları sorgulayan vatandaşına karşı da çok nobran davranıyor.

― Sonuç olarak Thomas More’un kurguladığı bu Ütopya ülkesi benim içinde yaşamayı asla düşleyebileceğim bir yer değil. Dahası, kurguladığı model o kadar sakat ki gerçekte denenecek olsa More’un kendisinin de içinde yaşamayı düşleyeceği bir huzur refah ve adalet düzeninin orada sağlanması mümkün değil. Çünkü model tamamen sakat bazı varsayımlara dayanmaktadır. Aradan geçen 500 yıl içindeki insanlık tecrübeleri bize bunu kanıtlamaktadır. Dogmalara, doktrinlere dayalı bir düzen insan ruhuna ilişkin yanlış ipuçlarına dayandığından uygarlığa terstir. Küçük yaştan itibaren yapılan din koşullandırması insanları doğru tartılara sahip olmayan başka türlü ve daha eksik bir yaratık haline getiriyor. O model içinde bir insanın küçük yaştan itibaren kendisini köleleştirip esir alan cendereden kurtulup, gerçek kendisi yani özgür bir birey olması imkânsız. Aslında More da ben de özde ayni şeyleri yani özgürlük, refah ve adaleti istiyoruz. Ama yanlış bir yola girilince bunlara değil de tam tersine ulaşılması söz konusu oluyor.

Özde hepimiz ayni insan olsak da yeterli bir süre boyunca (More’un küçük yaşta iken Kardinal Morton’un yanına gönderilmesindeki gibi bir) koşullandırma sistemine duçar olduğumuzda özgür birey olma kabiliyetimiz kalmıyor, zihnimiz, değerlerimiz tamamen bir himaye sisteminin maşası, onun misyoneri haline geliyor.

Bütün bunlardan en net şekilde anlamamız gereken şey tarihte iyi ve adil bir yönetim diye bir şeyin hiç olmadığıdır. More’un hayranlık duyduğu Platon’un ‘Devlet’i de tutarsız, (eskilerin deyişiyle fiiliyle kavli bir olmayan) mantıksız bir fantezidir. İnsanların çok büyük bir kısmının hayatını kulluk ve kölelik altında geçirmek zorunda olduğu cebir ve şiddete, kandırma, korkutma ve kışkırtmaya dayalı bir toplumunun güzel, dengeli ve huzurlu olduğu nerede görülmüş? Platon’un çağı (MÖ 427-347) özde More’un çağının çok daha gerisinde olmalıdır. More’un çağı da halen içinde yaşadığımız dünyanın tüm vahşetine rağmen günümüzden kıyas kabul etmeyecek derecede daha geridedir diye düşünüyorum.

Cebir ve şiddet kullanma güç ve yetkisine sahip bir iktidarın başında eğer doğru kişiler olursa akıllı ve adil davranabileceği inancı da, hükümdarın (bir kişi veya kurul olması hiç fark etmez) kendine “terbiyeci” konumunu uygun gören kişiler tarafından ehlileştirilebileceği de bence bir safsatadan ibaret. Onun tek güdüsü kendi güç ve iktidar alanını genişletmek olduğundan dolayıdır ki, kendisini sınırlamak isteyen her yaklaşımı bir düşman olarak görür ve bertaraf etmeye programlıdır. Baştan nasıl tanımlanmış ve düzenlenmiş olursa olsun o kendisine çizilen sınırların dışına taşmaya çalışacak, hem de tüm güç ve kabiliyetini bu yönde kullanacaktır. Gücünü öncelikle adalet ya da halkın umur ve refahını arttırma yönünde kullanan bir hükümdar tarihte hiç olmamıştır bence, olamaz. Hükümdar ölümlüdür, devrilebilir, ama bu durumda sorun en büyük olasılıkla onun yerine geçecek olanla da ayni biçimde devam edebilecektir. Kendi tebaası bir hükümdarı dizginleyemez, terbiye edemez. Spartaküs bir efsanedir, kurgudur. Gerçek hayatta köleleştirilmiş bir tebaanın önüne düşüp onları kölelikten kurtaran bir ulu önder tarihte hiç mevcut olmamıştır.

― Lord Acton, “”Güç insanı yoldan çıkartır; mutlak güç ise insanı tamamen sapıttırır”” anlamında bir söz söylemiş. İnsanlık açısından cihan padişahı Kanunîyi, “Devlet benim (l’etat c’est moi)” diyen 14. Louis’i, kendini dünyanın ve kilisenin yüce başı ilan eden 8. Henry’i ve daha bir çok benzerlerini düşününce insan bu sözü düşünmeden edemiyor. Dünya ve insanlık hakikaten çıldırmış mıdır da bütün bunlar olmaktadır? İnsan hayatı üzerine gördüğümüz her şey tümden saçma mıdır? Toplumsal düzenlerin işleyişinin gerçekçi bir mantığı yok mudur?

Hayatta kalma mücadelesi dışındaki insan hayatının tüm efsanesi, tüm güdüsünün ‘güç tutkusu’ üzerine olduğunu biliyoruz. Tüm canlılarda olan doğal sevkitabii’nin doruk noktası insanlardaki güç tutkusudur. Bunun için insan elinin değdiği her cismi ve her canlıyı kullanır, istimal ve istismar eder. Odunu yakar, tuzu eker, suyu kaynatır, atın sırtına biner, eşeğe yük taşıtır, maymunu ağaca çıkartıp ceviz toplattırır, yunusu mayın tarama işine gönderir. Doğada kendi yararına kullanmayı beceremediği hiç ama hiçbir şey mevcut değildir. En çok da kullanabilmek uğruna çok ince teknikler geliştirdiği kendi türü, yani insanoğlu. En fazla kafa yorduğu en ince metot ve teknolojiler geliştirdiği konu insanların güdülmesi üzerinedir. Bunda da insanoğlu kendini aşmış, haddinden fazla başarılı olmuştur denilebilir. 1500’lü yıllara gelindiğinde dünyanın en büyük kısmı imparatorluklarla yönetilmekteydi. Emperyal saltanatların ötesinde bir de geniş coğrafyalara hükmeden ruhani saltanatlar (halifelik/papalık) söz konusuydu. Mutlakiyet idaresinde hükümdar veya dini lider iç darbelerle yıkılabilse de sistemin değişmesi son derecede zordu. Köleleştirilmiş halkın kendi hayatını ele alıp bir şeyleri değiştirmeye kalkması mümkün değildi. Örneğin Papalık Avrupa’da kendi orduları, geniş mülkleri, köleleştirdiği tebaası ve yaygın örgütlenme biçimiyle imparatorluklar üstünde de güç sahibiydi. Öte yandan imparatorlar da krallara ve onlar da her biri bir çeşit kral olan senyörlere hükmetmekteydi. Ama işte Lord Acton’un söylediği gibi mutlak güç örgütleri içten içe çürümeye ve zamanla birbiriyle ve kendi unsurlarıyla çatışmaya başladılar. İşte More’un dönemi sekizinci Henry ile onun üzerinde güç mücadelesine girişen papalık arasında geçer. Tarihsel olarak o dönemde her ikisi de mutlak güç iddiası taşıyan iki taraf arasında böyle bir mücadele mutlaka olmak zorundaydı.

Bugün ortada korkutucu bir Hıristiyanlığın bulunmamasını artık Hıristiyanlık adına kimsenin bir savaş, terör, ekonomik baskı ve şiddet uygulayamamasında görmeliyiz. Hayır, hıristiyanlık zamanla değişmiş daha yumuşak başlı, masum bir inanç haline gelmiş değildir. Yapısı itibariyle hiçbir dinin değişip masumlaşma kabiliyeti yoktur. Bugünkü halim selim Hıristiyanlığın ortaya çıkabilmesi için on altıncı yüzyıldan itibaren aklı başına gelen Hıristiyan ahalinin önce siyasi Hıristiyanlığın belini kırması gerekmiş, bu da yüz yıllar sürmüştür. Önce cihadî Hıristiyanlar (Haçlılar) ve Papalık orduları bitirildi. Hayır, bunu diğer dinlerin mensupları (mesela Müslümanlar) yapamadılar. Bunları yine Hıristiyan insanlar kendileri yaptılar. Kilisenin gasp ettiği toprakların ruhbanların ellerinden geri alınması, bütün siyasi kaleleri zapt edilip, bütün tersanelerine girilmesi ve bütün ordularının dağıtılmasından sonra artık hiçbir siyasi gücü kalmayınca gerçekleşti.

Siyasal Hıristiyanlığın çöküşü ilk olarak Katolik Rahip Martin Luther’in cennetin anahtarlarını satan ve tüm Avrupa’yı pençesi altında tutan din sultasına baş kaldırması(1517) ve aforoz edilmesi(1521) ile başlamıştır denebilir. Daha sonra 1530’da Kral 8. Henry karısını boşayıp başka biriyle evlenmesine izin vermeyen kiliseye başkaldırması ve papalıktan bağımsız Anglikan Kilisesini kurmasıyla birlikte Hıristiyan dünyasının içindeki dine dayalı kanlı mücadelelerin çok hızlandığını görmekteyiz.

Protestanları kanlı bir şekilde infaz ettirdiği için tarihe ‘Kanlı Mary’ olarak geçen Henry’nin büyük kızı Katolik İrlanda ve İngiltere Kraliçesi Mary’den, 1587’de kafası kesilerek idam edilen İskoç kraliçesi Mary Stuart’a kadar büyük bir dini vahşet dönemi yaşanmıştır.

10 Ekim 1580 günü İngiliz ordusu İrlanda'da ele geçirdiği 600 papalık askerinin ve bazı sivillerin başını kestirtmiştir.


Bu dönemle ilgili hatırda kalan en kanlı olaylardan birisi de 10 Ekim 1580 günü İngiliz ordusu İrlanda’da ele geçirdiği 600 papalık askerinin ve bazı sivillerin başını kestirtmesidir. Olay; 8. Henry’nin Katolik kızı kraliçe Kanlı Mary’nin ölümünden sonra yerine gelen öbür kızı Protestan Kraliçe Elizabeth’in 1558-1603 arasındaki uzun iktidar döneminde gerçekleşmiş. Tarihe Gloriana (Medarı İftihar) olarak geçen bu kraliçenin Bakire(Virgin) Kraliçe olarak anılması (ABD’nin Virginia Eyaletine adını vermesi) ve Şekspir’in Altın Çağını yaşatması bilinir. Ama o çağda yaşanmış büyük vahşet ve katliamlardan hiç söz edilmez.
Papa 13ncü Gregori tarafından finanse edilen 600-700 kişilik bir birlik İngiliz idaresine karşı ayaklanan İrlandalılara destek olmak üzere İrlanda’ya çıkartma yapar. Birlik kısa süre sonra İngiliz ordusu tarafından kuşatılması üzerine teslim olur. İngiliz komutan Arthur Grey kendisine teslim olan tüm papalık askerlerini (bazı İrlandalı sivillerle birlikte) kafasını kestirterek öldürtür.

Tarih belleğimizde Hıristiyan dünyasına ait tüylerimizi diken diken edecek onca kayıt, kurum ve kural olduğu halde bugün Hıristiyanlıktan ve Hıristiyanlardan korku diye bir şey bilmememizin sadece bir tek nedeni olabilir. Artık Hıristiyanlığın eski gücü ve etkisinin kalmamış olması. Kazığa geçirmeler, çarmıha germeler, ateşe atma, aslanlara parçalatmalar, kafa kesmeler hepsi artık çok eskilerde kaldı. Yüzlerce yıldır dünyanın hemen hiçbir yerinde yasama, yürütme ve yargı icra gücü olan Hıristiyan din adamları kalmadılar. Kandırma korkutma kışkırtma ile insanları harekete geçirme ve şiddet suçu işletmelerine imkân veren bir ortam yok. Hıristiyan bildiğimiz ülkelerde bugün kiliseye giden genç parmakla gösterilecek kadar az. Fanatik dini şiddet yanlısı bir tek Hıristiyan terörist görmüyoruz ortada. Şimdi bugün istersek İsa ile alay eden karikatürler çizip yayınlayabiliriz. Yapılıyor da nitekim. Hiç kimse bizi Hıristiyanlık adına yasal veya yasadışı şiddet uygulamakla tehdit edemez.

Oysa İslam ona göre henüz çok yeni ve bazı kitleler üzerindeki etki gücü henüz çok fazla. İran’da her yıl 300’den fazla kişi “Allah’a Savaş Açmak” adı verilen “hükümete muhalefet” suçundan idam ediliyor. Cumhurbaşkanının kim olacağını belirleme yetkisine sahip ruhani lider var. Hayatın her alanını düzenlemek, denetlemek ve yargılayıp cezalandırmak üzere yetkilendirilmiş resmi organlar mevcut. Suudi Arabistan’da ayni şekilde akla gelen her konuda Allah adına onun yetkisiyle karar verebilen bir kral ve adamları var. En demokratik görünümlü ülkelerimizde bile yasama, yürütme ve yargı gücüne sahip imamlarımız, “Müslümanlar cinayet işliyor” dememizi insanlık suçu sayan başbakanlarımız var. Hükümete ve uygulamak istediği tekçi rejime muhalefet “vatana ihanet” ya da “teröristlik” olarak nitelendirilebiliyor. Bir bakıma Hıristiyanlığın on altıncı yüzyılını henüz yaşamaktayız denilebilir. Daha önümüzde bir aydınlanma çağı (Rönesans) olması gerek. Bunun da yabancılar vasıtasıyla değil, bizzat Müslüman din adamlarının içinden çıkacak bir Martin Luther sayesinde gerçekleşmesi beklenebilir. Ama şimdiki gibi siyasal iktidarlarımız ve halkımızın inanç ve isteklerini gösteren mevcut istatistikî verilerle bunun gerçekleşmesi imkânsız. Görünüşe göre İslam bizi daha epey uzun bir süre korkutmaya devam edebilecek.

More’un Ütopyasında özel mülkiyet lağvedilmiştir. Katı bir sosyal hiyerarşi ile herkes çalışmaya mecbur edilmiştir. Emeğin ürünlerindeki bolluk ve berekette herkesin payı olması işin ve eğlencenin paylaşılmasına cebrî kolektivizm uygulanmasına dayalıdır. Toplumda sosyal mobilite yoktur, herkesin yeri önceden belirlenmiş ve sabittir, değiştirilemez.

Hanged, drawn, quartered: Yasada tarif edilmiş bir işkenceli idam biçimiydi. Buna göre bir kişi önce bir tahta panoya bağlanır atla çekilerek infaz edileceği yere getirilir, orada boynuna geçirilen yağlı ilmikle asılır. Henüz daha ölmeden de kastre etme, iç organlarını çıkarma, bedenini 4 parçaya ayırma ve kafasını kesme işlemlerine başlanırdı. Evil Mayday ayaklanmasında tutuklanan 100 kişiden 13 tanesine kral Henry'nin emriyle bu infaz şekli uyglanmış diğerleri kraliçe Catherine'in ricasıyla affedilmişti.

More alt sınıflara güvenmez, fakirlerden korkar, aralarında herhangi sorgulayıcı fikirler yayılırsa bunun kargaşaya ve ayaklanmaya yol açacağını düşünür. Gerçek hayatta da aktif ve hırslı bir kâfir avcısı idi. Etrafındaki eşitsizliğin yükselişinin nelere yol açabileceğini gösteren olayları bizzat kendisi yetkili olarak bastırılmasında rol aldığı 1517 Evil Mayday ayaklanmasında görmüştür. (Bu olayda yoksulluğu artan fakir kesimin öfkesi yabancılara yöneltilmiş. Özellikle ekonomik tehdit olarak gördükleri kentte çalışan göçmen sanatkâr kesimin bulunduğu semte yönelen binden fazla ayaklanmacı 5 saat kadar sürdürdükleri yağma ve kırıp dökme hareketini akşama durdurdular. Yaralananlar vardı ama ölen hiç olmamıştı. Tutuklanan yüzlerce kişiden 13 tanesi işkenceli şekilde idam edilmişti.)

Özetlemek gerekirse More; fakir ve cahillerin özellikle de Martin Luther’in oldukça yumuşak kilise reformları içeren önerilerinden etkilenerek dini fikirleri tartışma yolunun açılması halinde bunun çok tehlikeli sonuçları olabileceğinden endişeliydi. Bunun da tek çaresi fakirlerin gerektiğinde devlet şiddetiyle sindirilerek sıkı disiplin altında tutulmasıydı. O nedenle Ütopya’da da meritokratik elit kesimin yanı sıra sıkı disiplin altında çalıştırılan emek mahkûmları bulunmaktaydı. More’un ideal düzenli toplum vizyonu yine de İngilizce olarak kendi hayatı boyunca basılamadı. Bunun nedeni günün sosyal politikaları ve ekonomik gelişmelerine keskin eleştiri taşımasıydı. Latince basılıp sınırlı bir hümanist aydın çevresinde dağıtılması onun için yeterliydi. İngilizcesi ilk olarak 1551’de basılabilmiş.

Doğal olarak o dönemde fakir ve çalışan sınıfların geliştirdiği bundan çok daha farklı bir Ütopya mevcut. Bir fransisken rahibinin yazdığı tahmin edilen manzum ‘Land Of Cokaygne’ diye bir ütopya var ki cennetten daha mükemmel. Tembellik cenneti. Gıda, giysiler ve kalacak yerler isteyenin istediği zaman alabileceği gibi bedava mevcuttur. Hayvanlar hazır pişmiş şekilde ortalıkta dolaşırlar, şarap nehirlerden akar, cinsellik serbest ve sınırsızdır. Ahlak yasaklanmıştır, kamu düzeni tepetaklak edilmiştir. (Cokaygne rüyası bir bakıma da bazı ciddi farklılıkları olmasına karşın İncil’de sözü edilen ve Hz. İsa’nın yeniden gelişiyle gerçekleşen Millenyum’u çağrıştırır.)

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.