Özgürlüğün Getirileri ve Bedelleri

Zeitgeist / Denemeler | | Haziran 18, 2018 at 11:26 am

Özgürlük arzusu, baskının deneyimlenmesiyle; yani kişinin rızasının olmadığı bir şeyi yapmaktan kaçamaması (en azından talep edilene razı olmaktan daha tatsız bir cezaya maruz kalmadan yapmaktan kaçamaması) ya da tam aksine yapmayı istediği bir şeyi yapamaması (en azından eylemi gerçekleştirememiş olmaktan daha tatsız bir cezaya maruz kalmadan yapamaması) hissiyle birlikte gelir.


Kişi bazen baskının kaynağını tanıdığı, doğrudan iletişimde bulunduğu insanlarda konumlandırır. Başta “kamusal yaşamları kullanışsız kurallarından ve resmiyetinden kaçarak, silahlarını bir kenara koyup rahatlıkla gerçek duygularını açığa vurma umuduyla oluşturduğu ya da katıldığı küçük, samimi gruplar kısa sürede kendi çapında birer baskı kaynağına dönüşebilir. Barrington Moore Jr. şöyle der:

Samimi gruplar hatta âşık çiftler arasındaki yaygın deneyim gösteriyor ki dostane sıcaklık zamanla yüksek gerilimli düşmanlığa dönüşebilir. Koruma, baskıya dönüşebilir. Bu dönüşümün bir nedeni katıksız can sıkıntısı ve doymuşluktur. Bir diğeri ise… İşbirliğine dayalı ilişkilerin çöküşüdür.

Karmaşık ve işlevsel olarak bölünmüş toplumumuzda yalnızca samimi grupların ve çiftlerin sunabildiği “dostane sıcaklığa”” duyulan ihtiyaç, muhtemelen eskisinden bile daha kuvvetlidir. Bununla birlikte, böyle grupların yeni ve kötü niyetli birer baskı kaynağına dönüşmesi ihtimali de aynı şekilde kuvvetlenmiştir. Gruplar karşılanması neredeyse imkânsız ve boşa çıktığında karşılıklı suçlamaya sebebiyet veren beklentilerle aşırı yüklenmiştir. Nicklas Luhmann daha önce alıntılanan çalışmasında, çağdaş samimiyetin böylesi aşırı yüklenme halinin izini, insanların artık bireysel kimlik onayını ve “toplumsal doğrulamayı” seven/sevilen partnerde aradıkları gerçeğine kadar sürmüştür.

Diğer durumlarda baskı deneyimi dağılmış, sabit bir yere “demirlenemeyen” ve kaynağı belirsiz olabilir. Kişi haksızlığa uğradığı hissine sahiptir fakat anonim bir “onlar”dan (yalnızca kişinin bilgisizliğinin kabul görmesi için tayin edilen) başka suçlayacak birini göremez. John Lachs, apaçık bir kabahatin suçlularını tespit etmenin bu bilindik zorluğunu, “eylemin dolayımlanması”yla yani çok boyutlu ve özenle arıtılmış işbölümüne sahip karmaşık bir toplumda çoğu eylem girişiminin ve fiili edimlerinin nadiren tek bir kişide kesiştiği gerçeğiyle açıklar. Komut ile icrası arasında, tasarım ile uygulama arasında uzun bir toplumsal mesafe vardır: her biri katıldığı faaliyetin başlangıçtaki amacı ve nihai hedefi hakkında yalnızca belli belirsiz bir bilgiye sahip sayısız insanla dolu bir mesafe. Norbert Elias’a göre “dolayımlanmış eylem”i düşünmenin alternatif bir yolu da modern toplumumuza karakterini veren “genişletilmiş bağımlılıklar zinciri” üzerinden olacaktır:

Dikkat çekici olan şey, yanlış eylemleri ya da apaçık adaletsizlikleri gördüğümüzde, onları tanıyabilmemizdir. Bizi şaşırtan, her birimiz yalnızca zararsız eylemlerde bulunurken tüm bunların nasıl meydana geldiğidir. Hepimizin tiksindiği bu korkunçlukları açıklamak için kurulmuş tezgâhlar ve suçlayacak birilerini ararız. Tüm bunları planlayan ya da bunlara neden olan bir kişi ya da grubun olmadığı fikrini kabullenmek zor gelir.

Hevesli uğraşımıza rağmen suçu “kişileştirme’yi her başaramadığımızda, toplumsal baskıdan; yani toplumun kendi varoluşu sonucu kaçınılmaz, doğal bir gereklilik (ona yönelik bir şey yapma niyetimiz olmadığında) ya da kusurlu düzenlenmiş bir toplumun sonucu (hala ondan kurtulma umudumuz olduğunda) olarak doğan bir baskıdan bahsetme eğiliminde oluruz.

Kişi baskı hissini nasıl açıklarsa açıklasın, bu hissin kökleri her zaman kendi niyetleri (ya da kendi niyeti olarak deneyimledikleri ile onlara etkime olanakları arasındaki çarpışmada yatar. Böyle bir çarpışma, içinde yaşayan hemen hemen herkesin, sürekli olarak daha geniş bir toplumun yarı özerk işlevsel sektörlerinden gelen, koordine edilmemiş ve çoğunlukla tutarsız talep ve baskılara, bunların karşılıklı örtüşmeyen değerlendirmelerine maruz kalma suretiyle “toplumsal olarak yerinden edilen” bir toplumdan beklenmesi gerekendir. Paradoksal olarak toplum, işlevsel farklılaşması sayesinde bireye çok fazla seçenek bırakıp onu gerçekten “özgür” bir birey yaparken, aynı toplum büyük ölçekte baskı deneyiminin de sorumlusudur.

Baskı deneyimi yaygınlaştığında özgürlük dürtüsü de onunla birlikte yaygınlaşır. Özgürlüğün anlamı, baskının karşılığı olarak; yani o an en yoğun haliyle hissedilen isteği en acılı şekilde engelleyen şu ya da bu kısıtlamanın ortadan kaldırılması olarak düşünüldüğü sürece nettir. Özgürlüğü olumlu anlamıyla yani sürekli bir durum olarak gözümüzde canlandırmak daha güçtür. Bunu yapmaya yönelik çabaların tümü, daima hiçbir ikna edici çözümü bulunamamış çelişkilere yol açar.

“Tam özgürlük” yalnızca tek başınalık durumunda, yani diğer insanlarla iletişime geçmekten bütünüyle kaçınma yoluyla (uygulanamıyor da olsa) hayal edilebilir. Böylesi bir durum teoride bile savunulamaz. İlk olarak, toplumsal bağlardan özgürleşmek, “özgür” kişiyi doğanın ezici üstünlükleri karşısında yalnız bırakır; diğer insanlar, istenmeyen taleplerin kaynağı olarak her ne kadar zararlı ve rahatsız edici olsalar da aynı zamanda yokluklarında tüm fiziksel sağ kalma çabalarının kötü sonuçlanacağı kaynaklardır. İkinci olarak, kişinin seçimlerinin onaylandığı ve eylemlerinin anlam kazandığı yer, diğer insanlarla kurduğu iletişimdedir. Kişinin amaçları ne kadar kişisel görünürse görünsün, onlar her seferinde yeni baştan icat edilmek yerine basitçe ödünç alınır ya da en azından bazı toplumsal gruplaşmaların rızasıyla geçmişe bakarak anlamlandırılır (rıza göstermeyi reddetmelerine rağmen sorgulanan amaca bağlılık göstermek ise toplumsal açıdan bir delilik vakası olarak sınıflandırılır). Bu nedenle, insan topluluğundan ısrarcı bir şekilde ayrılmak, korunmasızlık ve artan belirsizlik denilen ikiz lanetleri içerir: Bunlardan her ikisi de özgürlüğün hayal edebildiğimiz tüm kazanımlarını kayba dönüştürmeye yeterlidir.

Eğer tam özgürlük, yaşanan bir deneyim olmaktan çok zihinsel bir deneyse “mahremiyet” adı altında daha fazla seyreltilmiş formdaki bir özgürlük uygulanır. Mahremiyet, diğer insanların (bireyler ya da bazı insan-üstü otoritelerin failleri olarak) belirli yerlere, belirli zamanlarda ya da belirli faaliyetler süresince izinsiz girişlerine karşı çıkma hakkıdır. Mahremiyetin keyfini sürerken birey “gözlerden uzak”, yani izlenmediğinden emin olabilir ve bu yüzden ayıplanma kaygısı yaşamadan meşgul olmak istediği ne varsa onunla meşgul olabilir. Mahremiyet taraflı bir kural olarak kesintili, belirli yerler ve yaşamın seçilmiş yönleriyle sınırlanmıştır. Belirli sınırların ötesinde yalnızlığa dönüşebilir ve bu yüzden hayali “tam” özgürlüğün bazı korkularını tadımlık sunar. Mahremiyet, içine girip çıkmakta özgür olduğumuz sürece, topluma entegre olduğumuz dönemler arası bir mola, yani tercihen kendi belirlediğimiz bir zamana sabitlenebilen bir ara dönem olarak kaldığı sürece, toplumsal baskıların panzehiri olma işlevini en iyi şekilde yerine getirir.

Mahremiyet kelimenin tam anlamıyla masraflıdır. Bazı insanlar zorla ondan mahrum bırakılır ve tıpkı Bentham’ın panoptikonundaki mahkûmlar gibi dışsal kontrollerin acımasız tek tipliğine maruz kalırlar; hapishaneler, askeri koğuşlar, hastaneler, akıl hastaneleri, okullar gibi kurumların hepsinde mahremiyetin engellenmesi, belirlenmiş amaçlara hizmet etmek için uygulanan teknikler arasında büyük önem taşır. Baskıyla desteklenmiş yasaklamaların yokluğu yine de mahremiyetin özgürce ulaşılabilir olduğu anlamına gelmez. Mahremiyet özel odalar, etrafı çevrili bahçeler, gizli mekânlar, davetsiz misafirlere karşı korunan ormanlar gibi sadece kişisel kullanım için işaretlenmiş; “izinsiz girilmek”ten etkili bir şekilde korunan yerleri, yani “sığınaklar”ı (Orest Ranum) gereksinir. Böyle yerlere erişim her zaman bir ayrıcalık ve lüks konusudur; yalnızca zengin ve güçlü olanlar mahremiyeti gerçekten her an ulaşılabilir bir seçenek olarak varsayabilir. Geri kalanlar için mahremiyet uygulanabilir bir sav olsa bile şüpheli, uzak bir hedef; başka bir deyişle yorucu çaba ve özveri gerektiren bir amaçtır.

Mahremiyet, aynı zamanda karşılığında feda edilmek zorunda kalınan diğer kişisel gereksinimler açısından da masraflıdır. En önemlisi, mahremiyet toplumsal ilişkinin en azından geçici olarak durdurulmasını gereksinir; kişinin hayallerini, kaygılarını ya da korkularını paylaşacak, yardımına koşacak ya da onu koruyacak hiç kimse yoktur. Mahremiyete yalnızca, diğerlerinin refakatine, onlarla düşünce ve amaçlarını paylaşma olanağına geri dönmenin her zaman mümkün olduğu umudu sayesinde katlanılabilir. Her türden iletişime bir bedel olarak iliştirilen bu baskının öznel masrafları, mahremiyetin uzunluğuyla ters orantılı olma eğilimindedir.

Yukarıdaki değerlendirmeden çıkan genel resimlerden biri müphemliğe aittir. Baskıya duyulan nefret yalnızlık korkusuyla dengelenir; çevreye uyma [conformity] dayatmasına duyulan hoşnutsuzluk, kişinin başkalarıyla paylaşamadığı sorumluluğun getireceği endişe tarafından sıfırlanma eğilimindedir. Özgürlüğün doğasında var olan ikircikliğe öteki taraftan bakan George Balandier, onun baskıcı gücün aynı derecede kalıcı belirsizliğiyle olan yakınlığına dikkat çeker. Güç, deyim yerindeyse, “özgürlükten özgürleşmeyi” teklif eder: O, genellikle istenenden daha riskli ve dolayısıyla daima can sıkıcı olan tercih sorumluluğundan kurtuluşu getirir. Özellikle de baskıcı ve hatta etkili bir biçimde baskıcı olabileceğinden dolayı güç, düzenin garantisi sayılıp emniyet olarak deneyimlenebilir. Sırf bu nedenle, her ne kadar ona, tartışmalı konuların kişinin aleyhinde çözüldüğü özel bir tür düzen koruyucusu olduğu gerekçesiyle kızılıyorsa da o kabullenilmeye yatkındır. Kabullenme ve meydan okuma, kişinin güce yönelik tavrında sadece değişimli olarak değil, çoğu zaman kişinin özgürlüğe takındığı tavırdaki gibi güçle ilişkilerinde de zorla harmanlanarak yer alır. İster geleneğe ister bürokratik akılcılığa uyum sağlıyor olsun) tüm siyasi rejimler bu belirsizliği açığa vurur.

Biri özgürlük deneyimiyle diğeri ise bir grubun tüm üyelerinin bağlı olduğu kısıtlamalarla ilişkili, iki belirsizlik örneği sürekli olarak topluluk rüyasını yaratır. Bu topluluk, tarihçilerin ve antropologların bildiği (Mary Douglas’ın kesin yargısına göre, “küçük ölçekli toplumlar, topluluğun idealize edilmiş görüntüsüne bir örnek teşkil etmez”) gerçek herhangi bir topluluğa benzemeyen, adeta özel bir tür topluluktur. Özgürlüğün rahatsız edici belirsziliğinin doğurduğu ve beslediği hayal” yalnızlık korkusunu ve baskı dehşetini aynı anda ortadan kaldıran, tatsız iki aşırı ucu basitçe “dengelemek” yerine etkili bir şekilde temelli ortadan kaldıran, deyim yerindeyse hiçbir bedel ödenmeden hem özgürlüğün hem birlikteliğin aynı anda tadına varıldığı bir topluluktur. Hayali kurulan böyle topluluklar, günlük yaşamın gerçekliğinde her zaman karşılaşılan ama hiçbir zaman kesin olarak çözülmeyen çelişki için aldatıcı bir çözüm işlevi görür. Böyle hayaller sıklıkla nostaljinin tezahürleri olarak yanlış yorumlanır ve ardından tarihsel kusurluluk bahanesiyle işine son verilir. Ne var ki bu hayallerin kökleri mevcut gerçekliğin içine sıkıca tutunmuştur ve tam da bu yüzden hayali topluluklar, modern toplumsal yaşamın içinde gömülmüş son derece gerçek çelişkileri daha iyi anlamamıza neden olur.

Sıklıkla anlaşmazlık içinde olmalarına rağmen birbirinden ayrılmayan özgürlük gereksinimi ile toplumsal etkileşim gereksinimi, insan durumunun sabit bir özelliği gibi görünür. Kabaca söylemek gerekirse, ikisinden birinin hissettirdiği keskinlik, diğerinin yerine getirilme ya da aşılma derecesine bağlıdır. Aralarındaki denge bir tarihsel devirden diğerine ya da bir toplumdan diğerine hareket ettikçe değişir. Kapitalist devrim, popüler hayal gücünü, papazların ve kurumların bıktırıcı müdahaleleri ve rütbe adaletsizliğinden özgürleşme hayaliyle kışkırtır. Çoğu insan böyle kısıtlamaların kırılışı ve terk edilişiyle, özgürlüğün kişinin kendi kaynaklarına dayanması gerekliliğini anlar ki bu, kişi dayanabileceği kaynaklara sahip olduğu sürece uygundur. Çoğuları için güçlü yetki bir kez daha bir öncelik haline gelir ve kafası karışmış olana sağlam bir miktar yasa, düzen ve kesinliğin sözünü veren muhtemel bir diktatör, geniş ölçüde duyulma ve arzuyla dinlenme fırsatı yakalar.

İçinde yaşadığımız türde bir toplumda sarkaç hangi yöne doğru hareket etme eğilimindedir? Özgürlüğü mü yoksa komünal birlikteliği mi daha çok özleriz? Toplumumuz, varlık ve toplumsal saygınlık peşinde koşma özgürlüğüyle, serbest rekabeti ve durmadan büyüyen çeşitlilikteki tüketici seçenekleriyle kişinin arzuladığı tüm özgürlüğü sağlar mı? Öteki gereksinimin, yani komünal desteğin tatmini hala toplumsal ajandada kalan son görev midir?

Bu sorunun anlaşılır bir cevabını bulmak kolay değildir, doğruluğunu ispatlamak ise daha da zordur. Bilişsel algıda güç algılanan kaymalar (hayatın yüzleri ya da durumlarına odaklanılan insanların kategorileri arasında) geniş ölçüde çeşitli görüşlere yol açabilir. Birçok gözlemci, haklı olarak kapitalizmin, özellikle tüketici safhasında, çoğu insanın aklını, iradesini ve değerlendirmesini daha önce hiç duyulmamış bir derecede (örneğin Bryan S. Turner’ın bireysel özgürlüğün iyileştirilmesinde tüketici tercihinin rolü üzerine yaptığı yorumla karşılaştırıldığında) kullanma ihtimalini açığa çıkardığına dikkat çeker. Diğerleri, eşit derecede haklı olarak, bireysel yaşam üzerine uygulanan toplumsal kontrolün, bilgi teknolojisindeki olağanüstü ilerlemeler, sözümona “ilgili meslekler” ve doğrusu “toplumsal Taylorizm”in yeni bir sürümü tarafından mümkün kılınmış muazzam gelişiminin, bu kez tüketici davranışını hedeflediğini vurgular. Robins ve Webster’in çalışmasindan yapılan aşağıdaki alıntı, bu görüşün dengeli ve ılımlı bir ifadesidir:

yaşam alanları geçmişe (açlık, baskı ve doğanın tahakkümünün başlıca kontrol aracı olduğu zamanlara) göre daha bilinçli ve daha sistemli düzenlenir ve daha kararlı idare edilir hale gelmiş; insanların arzu, istek, güdü ve eylemlerini tahmin etmek, yönetmek ve bunlardan fayda sağlamak daha da kolaylaşmıştır. Kanımızca kontrol toplumsal ilişkilerle eskisinden daha çok bütünleşmiştir ve o ters ya da hoşa gitmeyen bir form almamış olsa da eskisinden daha kapsamlıdır, öyle ki rutinden ve işin tahmin edilebilir alanından hobilere, tatillere, fantezilere vb. kaçma çabaları bile genellikle paketlenir ve senaryolaştırılır.

Yakın tarihli analizlerde bir nebze ayrılmış duran bir akım, çağdaş toplumun ürettiği küresel özgürlük ve tutsaklık miktarıyla, bu toplumun sunabileceği özgürlüğün değişen karakteriyle ilgilendiği kadar ilgilenmez. Okurun önceki bölümden hatırlayacağı gibi özgürlüğün modern sürümü, bireysellik ve kapitalizmle olan yakın birlikteliğiyle dikkat çeker fakat artık hızla yok olduğu ilan edilen bağ da tam olarak budur. Toplumumuzun içinde hangi özgürlüğü bulursak bulalım –söylendiğine göre– o, kesinlikle, onun modern zamanların ve kapitalist toplumun doğuşundan beri en belirgin şekilde somutlaşması olduğunu düşündüğümüz, kendinden çok emin, bağımsız, egemen birey biçimini kesinlikle almayacaktır. Bu nedenle Abercrombie, Hill ve Turner şunu ortaya koyar: “Bireycilik ve kapitalizm artık birbirlerine hizmet etmiyor. Kapitalizm bireyciliği aşıyor ve artık eskiden olduğu kadar onun tarafından şekillendirilmiyor. Doğrusu istenirse modern dünyadaki bireyciliğin kapitalizm için işlevsiz olabileceğine dair işaretler var” Ardından şu sonuca varırlar: “Özgürlük alanında ilerleyici bir erozyon ve karşılığında özel yaşamın bırakıldığı noktaya doğru bir geri çekilme vardır:

Norbert Elias, bilindik bir hipotezi hecelemek yerine, kapitalizm ile “egemen birey” arasındaki bu ilerleyici ayrılığı kaçınılmaz olarak tarif eden bir teori geliştirmiştir, Aslında ikincinin hayatta kalması eğer birinciyi tanımlayan prensip (”serbest rekabet”) vasıfsız bir şekilde uygulanırsa imkânsızdır. Bu, cömert tarihsel delillerin derin bir analiziyle temellenen ve kusursuz mantıkla geliştirilen güçlü bir teoridir.

Elias’ın teorisinin en önemli kavramları “eleme yarışı” ve “tekel işlev”dir. Temelde feodal dağılımdan mutlakçı anlayışa geçişin nedenini açıklamak için geliştirilmiş olmasına rağmen, yüksek seviyede bir genellemenin içinde yer bulmuştur. Nihai sonuç, birbiriyle serbest rekabet halindeki bağımsız birkaç birimin oluşturduğu bir tasviriri içsel mantığına dayanarak açıklanır:

görece eşit boyutlarda güç ve mülkiyet birimlerinden oluşan bir toplumda, şiddetli rekabetçi baskılar altında birtakım birimler diğerine oranla genişlemeye ve nihayetinde tekelleşmeye yönelir… Nispeten fazla sayıda güç sahibi birimi barındırdığından dolayı rekabet halinde olduğu insan tasviri, bu denge durumundan (birçoğu, diğer birçoğu tarafından dengelenen: nispeten özgür bir rekabet) sapma ve içinde gittikçe daha az birimin rekabet edebildiği farklı bir duruma yaklaşma eğilimi gösterir…

Bu hareket sırasında yakalanmış insan tasviri, dengeleyici önlemler alınmadığı takdirde tüm fırsatların kontrol altına alındığı bir duruma yaklaşacaktır… Açık imkanlara sahip bir sistem, kapalı imkanlara sahip bir sistem halini alır…

Giderek artan sayıdaki güç olanakları, bir dizi eleme yarışı yoluyla, giderek azalan sayıda insanın elinde birikme eğilimindedir.

Yarışı kaybedenlerin birçoğu, artık kazanan bir avuç insanın hizmetlisi haline gelir. Yani tasvir her ne kadar kendini oluşturan birimlerinin mükemmel eşitliğiyle başlamış olsa da (ki pratikte durum hiçbir zaman böyle değildir) en sonunda kaçınılmaz olarak birtakım az sayıda güç sahibi birim kalır ve çok sayıda eylemleri güdümlü ve “egemen” olmadıkları aşikâr astlara dönüşmüş birim tahliye edilir. Daha küçük bir ölçekte, Elias’ın “eleme yarışı” prensibinin harekete geçtiği çarpıcı bir örnek yakınlarda görülmüştür. Artan rekabet namına gerçekleştirilen “serbestleşme” hızla ve sürekli olarak, alanın aslan payını kendi aralarında tekelleştiren birkaç devasa yığının oluşumuna ve “bağımsız girişimci” fikrinin (Amerikan havayolları ya da Londra borsacıları durumunda olduğu gibi) sonunu getiren tüm pratik niyet ve amaçlara yol açar.

“Eleme yarışı” ve “tekel işlev” uygulamaya sokulduğunda, bireysel özgürlüğün tipik kapitalist yorumunun nüfusun gittikçe daha küçük bir parçasına hapsolmuş olması beklenir. Kendi göbeğini kendi keserek toplumun en üst noktalarına kadar yükselen yalnız kodamanların zamanı geçmiştir. Kendi kendini yetiştirmiş bu kodamanlar birer efsane, popüler hayallerin birer kahramanı olarak bile ölüdür. Kitle okurluğunu amaçlayan çağdaş edebiyat öğrencileri “endüstrinin öncüleri” türünde eski usul başarı hikâyelerine duyulan ilginin neredeyse tamamen ortadan kaybolduğunu fark ederler; bu ilgiyle birlikte bir zamanlar bireysel karakterin, kişisel niteliklerin başarılı bir hayatta belirleyici bir etken olduğuna duyulan yaygın inanç da kaybolmuştur. John G. Cavelti’nin sözleriyle:

Başarı felsefesinin bir zamanlar kapladığı yeri alacak popüler bir ideal henüz ortaya çıkmamıştır; Buna karşılık, kendi kendini var etmiş insan ideali, bireysel ve toplumsal hedefleri belirlemek için yeni bir standart yaratmadan yavaş yavaş aşınmış görünüyor… Günümüzün ofis çalışanı, Harvard İşletme Okulu’nun kariyeri için bir ömür boyu çalışkanlık, tutumluluk, ölçülülük ve dindarlıktan daha faydalı olacağını bilir.

Bir buçuk asır önce yaşamış) varlık ve güç için acımasız rekabetçi bir mücadele içine girmiş çoğu insan için makul bir hayata giden yol, artık kurumsal olarak belirlenmiş hedeflere, kurallara ve davranış kalıplarına uyumculukta sivrilmekten geçer. Onlar, özgürlüğün, girişimci kapitalizmin kendi kendini var eden kahramanına göre başarının vazgeçilmez olan bir parçasından feragat etmek zorundadır. Aynı zamanda girişimci atalarının birlikte yaşamaya hazır olduğundan çok daha yüksek dozda baskıya katlanmaları gerekir. Emirleri kabul etmek, itaat etmeye istekli olduklarını göstermek, eylemlerini amirleri tarafından tasarlanan ölçülerde budamak zorundadırlar. Varlıkta, güçte ve şöhrette ne kadar yükselirlerse yükselsinler. Bentham’ın panoptikonundaki orta-rütbeli gözetmenler gibi “görüldüklerinin”, gözlemlendiklerinin ve sansürlendiklerinin bilincindedirler. Özgürlüğün geleneksel kapitalist kalıbı onlar için uygun değildir. Kendi özgürlük dürtüleri başka çıkış yolları aramak ve yeni biçimler bulmak mecburiyetindedir. Varlığın üretildiği toprakta varsa bile çok az sayıda el değmemiş arsa bırakılmıştır. Ne var ki bu, özgürlük için hiçbir alternatif sunulmadığı anlamına gelmez.

Bireyin kendisine ait gösterme dürtüsü malzeme üretimi alanından sıkıp çıkarılmıştır, Karşılığında, yeni “öncü keşif sahası”nda; yani hızla genişleyen, görünüşte sınırsız tüketim dünyasında onun için her zamankinden daha geniş bir boşluk açılmıştır. Bu dünyada kapitalizm nihayet felsefe taşının sırrını bulmuş gibidir: Tüketicilerin ayrıcalıklı görüş açısından görünen tüketici dünyası (varlık ve gücün üretim ve dağıtım alanının aksine), eleme yarışı ve tekel işlevin lanetinden uzaktadır. Burada, yarış eleme olmadan sürüp gidebilir ve katılımcılarının sayısı küçülmek yerine aslında büyüyebilir. Bu zaten yeterince korkutucu bir başarı değilmiş gibi tüketim dünyası özgürlüğü bir başka beladan daha sıyrılır: emniyetsizlik. Bireysel özgürlük, belki ruhani emniyetin altında yatan kesinliği kurban etmeden de tüketici versiyonunda uygulanabilir. Gerçekten devrim niteliğindeki bu iki başarı, tüketim evresindeki geç kapitalist toplumun, insan özgürlüğüne, geçmişte ya da günümüzde bilinen hiçbir toplumunun sunamadığı kadar geniş bir alan sunduğu düşüncesini meşrulaştırmıştır.

Tüketici dünyasının, tüm kendini yok etme eğilimi içindeki diğer rekabet biçimlerinden dikkat çekici bir biçimde özgürleşmesine, insanlar arası çekişmenin varlık ve güçten (doğa tarafından sınırlı miktarda sağlanan ve dolayısıyla durdurulamaz tekelleşme dürtüsüne sebep olan mallar) sembollere yükseltilmesi yoluyla ulaşılmıştır. Tüketim dünyasında malların sahipliği, rekabet kozlarından yalnızca birisidir. Kavga aynı zamanda sembollerle, onların işaret ettiği fark ve ayrımlarla da ilgilidir. Hal böyle olunca, bu rekabet kozlarını kavga esnasında peyderpey kullanmak yerine çoğaltmak için kendine has bir kapasiteye sahip olur.

Tüketimcilik sonunda kendini göstermeden yıllar önce, sezgileri kuvvetli Amerikan sosyologlarından biri olan Thornstein Veblen, bu sembolik rekabet potansiyelini fark etmiştir: “Mücadele, saygınlık adına haksız rekabet bazındaki bir yarışın esası olduğundan, kesin bir başarıya yaklaşmak mümkün değildir.” Hiçbir zaman sonuçlanmayan, her daim taze dürtülerle beslenen ve umutları daima canlı tutan mücadele, amacını ve enerjisini kendi momentumundan alarak, varlığını kendi kendine sonsuza kadar sürdürebilir. Bu kendi kendini itme ve varlığını sürdürme mekanizması ileri gelen Fransız sosyologlarından Pierre Bourdieu tarafından etkili ve güncel bir araştırmaya tabi tutulmuştur;” Vardığı sonuç özetle şudur: Rekabetin gerçek silahları, tüketim dünyası içinde de tanımlandığı gibi, toplumsal pozisyonların kendileri değil, bu pozisyonlar arasındaki farklardır. “Durumlar ve hepsinden önemlisi pozisyonlar arasındaki farklar sembolik bir düzeyde sistematik bir genişlemenin nesnesidir” Pozisyon farkları sonsuz sayıdadır. Prensipte, kısıtlı doğal kaynakların hiçbiri ya da ulaşılabilir varlıkların önündeki hiçbir kısıtlama onu sınırlama ihtiyacı duymaz. Yeni farklar, tüketiciler arasındaki çekişme boyunca durmadan üretilir ve dolayısıyla bazı rakipler tarafından kazanılan ödüllerin, diğerlerinin şansını düşürmesi gerekli değildir. Tam aksine, geri kalanları daha güçlü olmaya ve daha büyük bir azimle gayret etmeye teşvik eder. Oyunun gidişatını sembolize eden maddi ödüller yerine çekişmede yer almak ayrımı belirler.

Marc Guillaume, pazardan satın alınan malların, tüketimcilik evresinde “simge işlevi” en yüksek mevkii alırken, “kullanım işlevi’’nin gölgede kaldığını söyler. İstenen, rağbet gören, satın alınan ve tüketilen; simgelerdir. Malların kişinin bedenini ya da zihnini geliştirme (onları daha sağlıklı, zengin ve yapmacık yapma) kapasiteleri için değil, bedene ve ruha büyülü bir şekilde özel, seçkin ve dolayısıyla arzu edilen bir biçim (farklılığın doğru tarafında aidiyet belirten bir rozet işlevi gören özel bir görünüş) verme potansiyelleri için istendiklerini söyleyebiliriz. Aynı zamanda Guillaume’den öteye gidip, pazarlanabilir malların esas çekiciliğini hatta gerçek “kullanım işlevleri’’ni oluşturanın simgeleme kapasitesi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, “kullanım” ile “simge” işlevleri arasındaki ayrımın pek bir şey ifade etmediğini de söyleyebiliriz.

Bireysel özgürlük alanının, varlık ve güç uğruna rekabetten sembolik bir çekişmeye kayması tamamen yeni bir bireysel kendini gösterme ihtimalini yaratır; olması yakın ve muhakkak, neticelendirici bir yenilginin tehlikesiyle asla karşı karşıya gelmeyen, dolayısıyla hüsranın ve kendi kendini yok etmenin tohumlarını taşımak zorunda olmayan bir dava. Tüketici çekişmesini “tam bir özgürlük olarak değil” de “gerçek rekabeti” bastırmak için bir bedel, büyük mağazacılık şirketlerinin aldatma ya da kumpasının bir ürünü olarak kuramlaştırmak, ne olursa olsun gerçekte küçük bir değişiklik yaratacaktır. Çekişme, onun davet ettiği enerji, mümkün kıldığı çeşitli tercihler, getirdiği kişisel memnuniyet, tüm bunlar yeterince gerçektir. Bunların tadı çıkarılır, bunlara değer verilir, bunlar kendini ortaya koymaya eşdeğer görülür ve kolayca, hele ki gereksinimlerin sistemli yönetimi ve hoşnutlukların karneye bağlanması karşılığında, vazgeçilmezler.

Artık kapitalizm ile bireyin özgürlüğü arasındaki evliliğin tarihsel kaderine dair evvelki ön değerlendirmemizi bir nebze değiştirebiliriz. Evlilik boşanmaya varmaz. O, tam aksine, iyi ve hayat doludur. Sadece uzun evliliklerde olması beklenen bir şeydir: her iki partner de onları evlendiklerinden beri ilk kez gören birisi için tanıdık gelmenin ötesinde değişmiş görünmelerini sağlayan bir dizi dönüşüm geçirirler. Kapitalizm bugün artık rekabetle tanımlanmaz. O, “herkes için serbest”, görünürde hiçbir engeli olmayan bir sınır, yaratıcılık için verimli bir toprak, girişken ve saf kas gücü olmayı bırakalı uzun zaman olmuştur. Bunun yerine artık o, her biri eskisinden daha etili ve masraflı teknolojik bilgi toplama ve üretme araçlarıyla donatılmış, sınırlı (ve hala küçülen) sayıda kontrol merkezlerinden yönlendirilip izlenen son derece organize bir sistemdir. Kapitalist rekabet tüm rekabetin amacına yaklaşmış görünüyor: kendini işe, deyim yerindeyse dibine kadar, işsiz kalana kadar işe vermek. Bu hedef, en azından yeni rakiplerin girişinin iyice zorlaştığı noktaya yaklaşmıştır; böylece geleneksel, erken-kapitalist formundaki rekabet, kitle dağılımına göre elverişsiz bir teklif haline gelir.

Evlilikteki diğer partner de değişmiştir. Erken kapitalist dönemin kendini ortaya koyan, kimliğini oluşturmak ve toplumsal olarak kabul ettirmekle ilgilenen bireyi hâlâ oldukça canlıdır; yalnız o artık sorunlarının çözümünü başka bir yaşam alanında arar ve gereğince farklı araçlar kullanır. Bilakis tercih özgürlüğü ve bununla birlikte gelen kendini ortaya koymaya yönelik yaşama şekli, günümüzde, öncülerinin zamanındakinden çok daha geniş bir toplum kesitine açık ve ulaşılabilir bir seçenektir. “Sonradan görme zengin” vaizler, bizi tam aksine ikna etmek için ne kadar uğraşsalar da gerçekte, kapitalist rekabet içinde özgürlüğünü tam anlamıyla kullanabilecek insan sayısı her zaman oldukça sınırlıdır. Öncülerin ve kodamanların zamanı, aynı zamanda toplumun üyelerinin ezici çoğunluğunun hayatları boyunca panoptikon tarzı bir hiyerarşinin alt basamaklarına kapatıldığı bir zamandır. Özgürlük bir ayrıcalıktır: birkaç eşsiz ve hep kısa ömürlü olayın (Birleşik Devletler’in “Vahşi Batısı” gibi) haricinde çok az kişi için elde edilebilir bir ayrıcalıktır. Ayrıcalıktan yararlanan toplam insan sayısının sıklıkla ifade edildiği gibi yıllar içinde azalan bir eğilim gösterip göstermediğinden bile emin olunamaz. Sayı makul bir şekilde sabit kalmış olabilir ve hali geçmişteki herhangi bir zamandaki kadar büyüktür (ya da küçük). Kendi kendini yetiştirmiş gözü pek ve sert girişimcinin ölümüyle karıştırılan, kapitalist toplumun uygulamasındaki değil ideolojisindeki iki katlı değişikliktir. İlkin, inatçı kanıt en sonunda kabul edilir ve kapitalist toplumun öz bilinci, birkaç olağanüstü başarılı kodamanın özgün hayat hikâyelerinin büyük halk kitleleri için hiçbir zaman evrensel bir şahsi başarı motifine dönüşmeyeceği gerçeğiyle bağdaşır. İkinci olarak ise, eski “girişimle ilgili” başarı motifi, ayrıcalıklı karakteriyle birlikte popülerliğinden epey şey kaybeder. Benzer derecede çekici ve daha gerçekçi, kitle dağılımı için daha uygun başka motifler ortaya çıkar.

Bu diğer motifler içinde bir tanesi eskisinden birçok bakımdan daha üstün oluşuyla göze çarpar: tüketici çekişmesi boyunca elde edilebilen bir sembolik ayrımın başarı motifi. Max Weber’in terimlerini kullanırsak, sınıf içi rekabet ve sınıflar arası mücadele yoluyla değil ama içerideki çekişme ile mevki grupları arasındaki zevk yarışı yoluyla elde edilebilen bir başarı. Bu başarı motifinin geleneksel olarak kapitalizmle ilişkilendirilmiş ve tarihinin ilk yarısında aktif olarak desteklenmiş olandan üstünlüğü çarpıcıdır. Bu yeni motif, etkili bir bireysel davranış kılavuzu olarak basitçe eskisinin yerini almaz; o, kapitalist toplumda sadece ideolojik fantezilerde değil pratik yaşamda da çoğunluk tarafından takip edilebilen ilk bireysel özgürlük ve kendini gösterme motifidir. Bireysel gelişme potansiyelini bastırmak şöyle dursun, kapitalizm, serbest seçim yaşam motifinin daha önce duyulmamış bir ölçekte uygulanabildiği türde bir topluma yol açmıştır. Ne var ki bu, varlık ve güç uğruna rekabetin yerine sembolik çekişmenin konulması ya da bir diğer deyişle, içinde özgür bireyin eleme yarışının ve tekel işlevin sabit prensiplerinin güvenilir dayanaklar olmayı sürdürdüğü temel güç ilişkileri ağına zarar vermeksizin, kısıtlanmadan iş görebildiği özel bir rezervin arka plana atılmasıyla yakından bağlı bir gelişmedir.

Kapitalizm, bu yeniden düzenlemeden güçlenerek çıkar. Güç yarışının yarattığı aşırı gerginlik, merkezî güç yapılarından uzağa, güç kaynaklarının idaresini olumsuz etkilemeden gerilimlerin alınabildiği sağlam bir zemine yönlendirilmiştir. Sembolik çekişme içindeki özgür bireylerden salınan enerjinin görevlendirilmesi, kapitalist endüstrinin ürünlerine yönelik talebi gelmiş geçmiş en yüksek seviyelere çıkarır ve tüketimi “maddi gereksinim” –ki bu gereksinimler mallara yalnızca “kullanım değeri” olarak ihtiyaç duyar- kapasitesi tarafından tanımlanan tüm “doğal” sınırlardan etkili bir biçimde kurtarır. Son fakat aynı derecede önemli olan bir diğer nokta ise tüketimin, bir odak ve bireysel özgürlük için bir oyun alanı olarak kesinkes kabul edilmesiyle birlikte kapitalizmin geleceğinin her zamankinden daha güvenli göründüğüdür. Toplumsal kontrol daha kolay bir görev haline gelir. Kontrolün masraflı, “panoptikal” yöntemleri görüş ayrılıklarıyla dolu olduğundan, elden çıkarılabilir ya da daha az masraflı ve daha etkili bir baştan çıkarma yöntemiyle değiştirilebilir. Daha doğrusu “panoptikal” yöntemlerin görevlendirilmesi, nüfusun herhangi bir sebeple tüketici pazarına entegre olamamış azınlığı için sınırlı olabilir. Kapitalist ekonomik sistem için işlevsel olarak zaruri ve kapitalist politik sistem için zararsız tutumun teşvik edilmesi, tüketici pazarı ve onun atraksiyonlarına bırakılabilir. Bu yüzden kapitalist sistemin yeniden üretilmesine bireysel özgürlük yoluyla ulaşılır, onun baskılanmasıyla değil. Toplumsal kontrol işleminin tümü, sistemsel genel giderlerin tarafına kaydedilmektense artık sistemsel varlıklar arasında sayılabilir.

Tüketici pazarını, kontrol ettiği kişiler tarafından istekle ve hevesle benimsenen bir kontrol biçimi yapan, sadece itaat karşılığında teklif ettiği ödüllerin parıltısı ve güzelliği değildir. Onun esas çekiciliği, muhtemelen, hayatlarının diğer alanlarında yalnızca baskı olarak deneyimlenen kısıtlamalarla karşılaşan insanlara özgürlük sunuyor olmasıdır. Pazar tarafından sunulan özgürlüğü bir kat daha albenili yapan şey, diğer formlarının çoğuna bulaşan leke olmaksızın gelmesidir. Aynı pazar bir yandan özgürlük sunarken bir yandan da kesinlik sunar. O, bireye “baştan aşağı bireysel” tercih hakkını verirken aynı zamanda böyle bir tercih için toplumsal onayı da tedarik eder ve dolayısıyla egemen iradenin (bu bölümün başında gördüğümüz gibi) keyfini kaçıran güvensizlik hayaletini kovar Paradoksal bir şekilde, tüketici pazarı özgürlük ve kesinliğın, bağımsızlık ve beraberliğin çatışmadan yan yana yaşadığı “hayal ortaklığının” beklentilerini karşılar. Dolayısıyla insanlar pazara çifte bağla çekilir: Onlar hem bireysel özgürlükleri için hem de güvensizliği bir bedel olarak ödemeden özgürlüklerinin tadını çıkarabildikleri için bağlıdırlar.

Modern zamanların, insanları kendilerine atfedilmiş pozisyona neredeyse daimi olarak bağlayan toplumsal ve kurumsal zincirleri kırdıktan sonra, bireyleri sinir bozan kendi toplumsal kimliklerini kurma göreviyle karşı karşıya getirdiğini hatırlayalım. Herkes “ben kimim”, “nasıl yaşamalıyım”, “kim olmak istiyorum” sorularına kendi adına cevap vermek ve nihayetinde verdiği cevabın sorumluluğunu kabul etmek zorundadır. Bu bağlamda modern birey için özgürlük, şayet bir fantezi dünyası içine ya da akıl hastalıkları yoluyla inzivaya çekilmiyorsa kaçamayacağı yazgıdır. Özgürlük, bu yüzden, iyi ve kötü yanlarıyla harmanlanmış bir lütuftur. Kişi kendi gibi davranmak için onu ister; ne var ki yalnızca kendi özgür kararlarına dayanarak kendi gibi davranması, hata şüphesi ve korkusuyla dolu bir hayat anlamına gelir.

Kişinin öz kimliğini kurma görevine tepki olarak seçebileceği pek çok yol vardır. Fakat görev için yeterli olması açısından seçilen yollar öyle kriterler içermek zorundadır ki içinde tüm işletmenin başarısı değerlendirilebilsin ve kendini kurmanın neticesi kabul görebilsin. Kişinin benliğini kurması adeta bir gerekliliktir. Benliğin tasdiki ise bir imkânsızlıktır.

Öz kimliği kurma görevine verilebilecek teoride olası tepki biçimlerinden birkaçı o ek koşulu sağlar. Bunu en kati şekilde yapanlardan biri kendini gösterme tepkisidir. Yani, kişinin kendi projesini, kendi dünya algısını diğer insanlara dayatma çabası ve dolayısıyla onların gerçeklikte kendi yollarını bulmak, kendi ölçüleriyle gerçekliği yeniden biçimlendirmek ya da “dünyada kendi izlerini bırakmak” yerine onun iradesine tabi olmalarına yönelik gayretidir. Bu açıkça, kapitalist öncülerin, romantik sanatçıların ve politik lafebelerinin yoludur. Böyle bir tepkinin (gerçek ve hayali erdemleri ne olursa olsun) gözle görünen zayıflığı ise sadece birkaç kişi tarafından seçilebilmesidir; gerçekte o, şekil vermek, yeniden biçimlendirmek ve “üzerine işlenmiş” bir kurala tabi tutmak için insanların çoğunluğunun aynı gerçekliği seçmesi koşuluyla bir anlam ifade eder. Birkaç sivrilmiş kahramanca benliğin onaylanmasını sağlayan onların edilgenliği ve itaatidir; onların uyumculuğu bir başkası için kendini göstermesinin rağbet gördüğünün kanıtıdır. Şüphesiz kendini gösterme tepkisi benliği kurma göreviyle başa çıkmanın evrensel bir yolu olarak düşünülemez.

Benliği kurma görevini ele almanın tüketici pazarı tarafından sunulan yöntemi böyle sınırlamalardan muaftır; o, prensipte, herkes tarafından ve hatta aynı anda herkes tarafından benimsenebilir. Pazar yöntemi geniş satılık mal havuzundan kimlik sembollerini seçmeye dayanır. Seçilen semboller bin bir yolla birleştirilebilir ve dolayısıyla çok sayıda “özgün kombinasyonu” mümkün kılabilir. Hemen hemen her tasarlanmış benliği ifade etmek için satın alınabilen işaretler vardır. Şimdilik eksik olsalar bile kısa sürede temin edileceği konusunda pazarın kâr güdümlü mantığına güvenilebilir.

Pazar yöntemi, deyim yerindeyse, benliği imgeler kullanarak inşa eder. Benlik, diğer insanların görüp çıkarılması istenen anlamı çıkarabildikleri görsel ipuçlarıyla özdeş bir hale gelir. Her türden görsel ipuçları bulmak mümkündür. Kişinin bedeninin biçimi, bedensel süsleri, evinin türü ve içeriği, bulunduğu ve görülebildiği mekânlar, davranma ve konuşma şekli, ne hakkında konuştuğu, sanatsal ve edebi zevki, yediği yemek, yemeğin hazırlanma tarzı ve pazar tarafından maddi mal, servis ve bilgi formunda sunulan diğer pek çok şey bunların içindedir. Dahası, ayrı ayrı imgeler, toplam resimde nasıl birleştirileceklerine dair talimatlarla tamamlanmış şekilde gelir. Hiçbir birey hayal gücünün kıtlığı tarafından engellenmiş hissetmemelidir çünkü model kimlikler de pazar tarafından sağlanır, bireyin kendisine bırakılan ise yalnızca donanımla birlikte gelen talimatları takip etme görevidir. Kişinin kendi kimliğini seçme özgürlüğü, bu yüzden, gerçekçi bir ifade olur. İçinden seçim yapılacak bir dizi seçenek vardır ve bu seçim bir kere yapıldığında, seçilmiş kimlik gerekli harcamaları yaparak ya da kendini istenen akıntıya bırakarak ki bu yeni bir saç modeli, yürüyüş alışkanlığı, zayıflama diyeti ya da konuşmasını son modaya uygun statü simgeleyen kelime dağarcığıyla zenginleştirmesi olabilir, gerçek (yani sembolik gerçek, kavranabilir bir imge olarak gerçek) hale getirilebilir.

Bu özgürlük, daha önce tartışılan formlarından “sıfır toplamlı” yani birinin ancak diğerinin kaybetmesi sonucu kazandığı bir oyuna neden olmamasıyla ayrılır. Tüketici özgürlüğü oyununda tüm tüketiciler aynı anda kazanan olabilirler. Kimlikler, kıt mallar değildir. Aksine her bir imgenin aşırı miktarı” bireysel özgürlüğün sembol değerini düşürmek zorunda 0lduğundan, kimlik stokları haddinden fazla olma eğilimindedir. Ne var ki şimdiye dek pek yaygın olmasa da benlik kurma işlemi amacına yani özgün bir şahsiyet yaratımına ulaşmak için eskisinden daha büyük bir umutla yeniden başlasın diye, çıkarılan imgeleri derhal yenileri izlediğinden, imgelerin değer düşürümü asla bir felaket gibi görülemez. Bireysel özgürlük sorununa pazarın sunduğu çözümünün evrenselliği ve diğer çözümlerde tespit ettiğimiz kendini yok etme eğilimlerinin açıkça bulunmayışı da bunu gösterir.

Özgür seçimlerin (sözgelimi, belirsizlikten bağımsız olma) toplumsal onayı, pazarın tüketicilere sunduğu başka bir hizmettir. Bu hizmet ücretsizdir. Kabul, kimlik kitleriyle birlikte birleştirme belgesi olarak gelir.

Semboller, olası tüketicilerin bilişsel haritalarında, tüketicilerin onların yardımıyla erişmeyi dilediği hayat türleriyle ilişkilendirilir. Nihai imge öğeleri sergilenmeden önce dikkatli bir ön eşleşme yapılır; vaat ettikleri durumların kolay tanınan işaretleriyle yan yana “bir bağlam içerisinde” gösterilir ve böylece bağlantı, tüketicilerin zihnine (ya da bilinçaltına) “doğal”, “aşikâr”, daha öte tartışma ya da savunma gerektirmeyen olarak yavaş yavaş yerleşir. Artık söz konusu durum verili bir ticari mal olmadan tamamlanmamış görünecektir. Yani belirli oir marka şarap olmadan başarılı bir parti verilebilir; belirli bir marka çamaşır deterjanı olmadan aile saadeti yaşanabilir; belirli bir sigorta poliçesi olmadan şefkatli bir baba ve koca olunabilir; belirli hoş bir koku olmadan güzel, genç bir cilt sahibi olunabilir vesaire. Daha da önemlisi, söz konusu ticari mallar bundan böyle durumun kendisiyle harmanlanmış görünmektedir; kendi cazibelerinin yanı sıra organik bir parçası oldukları duruma gerçekten ulaşılacağının güvenini verir.

Diğer bazı ticari mal-sembollerin değeri, halihazırda halk nezdinde popüler öykünme motifleri olma noktasında, tanınmış mühim şahsiyetlerin ya da güvenilir ve sorgulanamaz bilginin egemenliğinin verildiği bilimin otoritesinde teyit edilir. Ürünün reklamı, seyirciyi, ürünü düzenli ve başarılı bir şekilde kullandığına ya da onu ünlü yapan kişisel başarıya bile söz konusu ürünü kullanması sayesinde eriştiğine ikna eden ünlü bir kişi (gücünü belirli bir besleyici karışımdan alan büyük bir atlet, güzelliğini belli bir yüz kremi sayesinde koruyan popüler bir aktris) tarafından sunulur. Reklam, alternatif olarak özellikle açık bir şekilde belirtilmemiş “bilimsel bir araştırmaya’ başvurur; dolaylı olarak “doktorların’, “dişçilerin” görüşlerine ya da daha genel olarak halihazırda halkın kafasında sağlam, güvenilir bilginin simgesi olarak yer etmiş modern (ya da fütürist) teknolojinin imgelerine değinir. (Bazen sadece akılcı düşünmenin görünürlüğünü yaratan göstermelik bir “bilimsel” jargon kullanmak –“bu deterjan daha beyaz yıkayacaktır çünkü beyazlatıcı özel bileşenler içermektedir” gibi – ya da daha sofistike müşteriler için, pahalı bir arabanın yabancı bir dildeki betimlemesini yazdırmak ve ona fiziksel denklem ya da cebirsel formül gibi görünen birtakım sayılar serpiştirmek yeterli olacaktır.) Sonuç sadece müşterinin, ürünün tanımlanmış ihtiyacı başarılı bir şekilde karşıladığı konusundaki eminliği değildir; aynı zamanda müşterinin psikolojik sağlığına sağladığı net bir kazanç da vardır: Mağazalardan temin edilebilen bir ürün akılcılığın gerçek bir somutlaşması, onun kullanılması ise akılcı davranışın bir sembolü haline gelir. Her kim ürünü kullanırsa günümüzün en önemli otoritesinin saygınlığından payını alır. Kişi yalnızca doğru satın alma davranışını göstererek akılcı olabilir, ürünle birlikte kesinliği de satın alabilir. Özgür seçim, seçen kişinin özgürlüğünü feda etmeden aydın bir seçim haline gelir, tıpkı özgürlüğün artık kişinin kendine güvenini -seçimlerinin doğru ve akılcı olduğuna dair samimi inancını- tehlikeye sokma ihtiyacı duymadığı gibi.

Öznel kesinlik benzeri bir etkiye, sayıların otoritesini artırmakla da ulaşılabilir, Bu durumda demokratik oyların saygınlığı, tüketicinin kesinliğinin hizmetinde kullanılır. Reklamlar, olası müşterileri, nüfusun çok büyük bir (her zaman bir çoğunluk belirten) yüzdesinin verili bir ürünü kullandığı ya da “gitgide” daha çok insanın bu ürüne “döndüğü” konusunda bilgilendirir. Büyük sayılar basitçe büyüklükleriyle yetki sahibi olur; paylaşılan varsayım (nadiren dile getiriliyor olsa da) şöyle der: “Bu kadar fazla insan” özellikle de çoğunluktalarsa “yanılıyor olamaz.” Sayılar yoluyla savununun en önemli işlevi yine de bilimsel otoritenin yardımıyla tetiklenmiş türde kesinlik aşılamak değildir. Yüzdeler ve çoğunluklar toplumsal onayın sembolleri olarak anılır; geçmişte yüz yüze etkileşim yoluyla müzakere edilen, bir zamanlar çok güçlü şimdiyse zayıflamış ya da kaybolmuş olan komünal desteğin yerini doldurur. Sıkı sıkıya yapılandırılmış topluluklar, atomlarına ayrılmış ve “nüfuslara”, yani iletişimsiz bireylerin gevşek kümelerine dönüştürülmüştür. Gelinen noktada onların otoriteleri sadece yüzdeleri sayarak anlaşılır ve yalnızca kamuoyu yoklama sonuçları aracılığıyla konuşabilir. O, yine de bir başarı ölçütüyle saygınlığın komünal kararların içinde takılıp kaldığını iddia eder. Topluluğun ödünç alınan saygınlığı, nicel savunuya, bireysel kesinlik için güvenilir bir dayanak işlevini görme izni verir.

Tüketici pazarı, bu yüzden, özgürlük ve kesinliğin birlikte sunulup birlikte elde edildiği bir yerdir; özgürlük acısız gelirken, kesinliğe öznel özerkliğe duyulan inançtan uzaklaşmadan sahip olunabilir. Bu, tüketici pazarının yabana atılmayacak bir başarısıdır; özgürlüğün çeşitli karşıtlıklarından en kötü niyetlisinin çözümüne yönelik daha fazla yol kat eden başka bir kuruluş yoktur.

Pazarın tüketicilerinin sevgisi için eşsiz hizmetini sunmayacağını söylemeye gerek yoktur. (Her ne kadar çoğu şirket “gülümseyen bankalar” ve “evet demeyi seven bankalar” örneğini takip ediyor olsa da.) Özgürlük ile kesinliğin, geç kapitalist toplumu kontrol etme ve birleştirmede tüketici pazarı tarafından oynanan rol için kritik olan evliliği de politik bir taktik ya da özenle tasarlanmış bir propaganda kampanyası değildir. Tüketici pazarı eşsiz hizmetini kapitalizmin politik istikrarı ve onun kazanca yönelik hedeflerine “doğru yola çıkmış” üyelerinin toplumsal birleşmesi için sunar. Hizmet, devim yerindeyse, akılcı bir şekilde düzenlenmiş büyüyen talep ve gelir artışı takibinin bir “yan etkisi” ya da “yan ürünüdür.” Pazarın sağladığı kesinlik koşulsuz sunulmaz; o, her durumda belirli bir ürünün satın alımını zaruri bileşeni olarak içerecek şekilde yapılandırılmıştır. Satın alma eylemi kesinliğe giden yegâne yol olarak sunulur. Satın almaktan sakınanlar, akla uygun biçimde davrandıklarından emin olamazlar; dahası, onlar akılcı varlıklar olmadıklarını, özgürlüklerini yanlış kullandıklarını ve onlara pahalıya mal olacak muazzam bir risk aldıklarını anlamalıdırlar. Michael Parenti’nin inandırıcı tarifinde:

Reklam metni okuru ve radyo-televizyon reklamı izleyicisi, bebeğinin gereksinimleri ya da kocasının veya karısının istekleri için doğru olanı yapmadıklarını; sefil dış görünüşlerinden, pasaklı kıyafetlerinden ya da ağız kokularından dolayı kariyerlerinde başarısız olduklarını; cilt görünümlerine, saçlarına ya da tırnaklarına gereken özeni göstermediklerini; gereğinden fazla soğuk algınlığı ve baş ağrısına yakalandıklarını; en lezzetli kahveyi, turtayı, pudingi ya da tavuk yemeğini yapmayı bilmediklerini; yardım almadan, ne yerlerini, lavabolarını ve tuvaletlerini uygun biçimde temizleyebileceklerini ne de çimlerinin, bahçelerinin, araçlarının ve otomobillerinin bakımıyla meşgul olabileceklerini keşfeder. Refah içinde düzgün bir hayat yaşamak amacındaki tüketiciler, kendilerini yönlendirmesi için kurumsal üreticilere ihtiyaç duyar. Tüketicilere kişisel yeteneksizlik ve kitle pazarı üreticilerine bağımlılık öğretilir.

Göreve aldığı mükemmel derecede bilgili uzmanlar tarafından desteklenen pazar, cehaletten akılcılığa, yeteneksizlikten bireysel proje ve isteklerinin gerçekleştirileceğine dair güvene doğru bir geçiş önerir. Bu öneriden yararlanmak için gereken tek şey tavsiyeye güvenmek ve onu uysalca takip etmektir.

Öneriden her yararlanıldığında, bireyin pazara, uzmanlara ve onların bilgilerine bağlılığı çoğalır ve sağlamlaşır. Bireyler, pazara ve uzmanlara birey, yani özgür seçimler yapan ve bunları gereksiz risk ve psikolojik bedeller olmaksızın yapan kişiler oldukları için bağlıdırlar. Bireysel özgürlük güç yapısının yeniden üretim sürecinde önemli bir bağlantı halini alır. Eğer tek bir ürünün belirli markalarının reklamlarını veya tanıtımlarını yapıyorsa, pazarın aracılık ettiği özgürlük ve kesinliğin, etraflı ve uzun vadeli etkisi, toplumsal sistemin güvenliği ve hâkimiyet yapısının istikrarıdır. Bu durum karşısında davranış kontrolünün (en başta bireyleri seçme özgürlüklerinden mahrum bırakmaya dayanan) “panoptikal” yöntemi kesintiye uğrayabilir.

Elbette tümüyle değil. Kontrolün “baştan çıkarıcı” yöntemi –pazar ve özgür tüketici yoluyla- nesnelerinin belirli bir seviyede bolluğunu gerektirir. Öznel ve sistemsel avantajları ne olursa olsun o, fark gözetmeden toplumun tüm üyelerini kapsamaz. Aşağısında, bireyin parasal kaynaklarının özgür seçimi sahiden “baştan çıkarıcı” ve dolayısıyla üzerinde uygulanan kontrolü sahiden tesirli yapmaya yetmediği bir seviye her zaman vardır. Tüketiciyi baştan çıkarma mekanizmasıyla birleştirilmiş bir toplum, bu nedenle, başka yollarla, muhtemelen “panoptikal” tekniğin yeni bir formu yoluyla hareketleri kontrol edilmek zorunda olan insanların oluşturduğu yükün sorumluluğu altına girmiştir.

Toplumsal refah böyle formlardan biridir. Douglas E. Ashfield’in yerinde hatırlatmasına bakılırsa, “Refah devletinin siyasal kalkınmasına dair kısa tarihsel perspektifin yetiştirdiği başlıca kavram yanılgılarından biri, refah politikasının ön plana çıkışının sosyalist bir başarı olduğudur.” Toplumsal refahın gelişmesi, güç yapısını sağlamlaştırmadaki ve toplumsal pozisyonların ve olanakların kalıcı eşitsizliğiyle damgalanmış bir toplumsal sistem içinde barışı ve düzeni korumadaki rolü sayesinde kuvvetle desteklenmiş ve çok hafif bir direnç gösterilmiştir. Toplumsal refah bir yandan kişisel kazanç arayışının toplumsal bedelini “kolektif bir şekilde” ödemenin yoluyken (örneğin kaybedenlerin mustarip olduğu hasarı hafifletmek), diğer yandan en başından beri tüm “efendisiz”leri yani ne efendi ne de efendinin kölesi olan “insanlar”ı, kendi eylemlerini yönlendirme ya da zaten doğru yönlendirilmiş eylemlere sahip olma konusunda güvenilmeyecek insanları kontrol altında tutmanın bir yöntemidir. Bu insanlar seçme özgürlüğünden mahrum bırakılıp davranışlarının tümüyle belirlendiği ve sürekli incelendiği koşullar altında tutulur.
Nassau Senior 1841’de şöyle yazar:

Kamunun sağladığı, tüm hayati gereksinimlerini fazlasıyla sağlayan ama heyecan ve katıksız eğlenceyi içermeyen bir konuta –ki böyle bir konut içinde kendi evinde olduğundan daha iyi barınır, giydirilir ve daha sağlıklı beslenir; ama bira, sigara ve keyiften yoksundur, düzen ve temizlik adetlerine boyun eğmeye zorlanır– girmek için endüstri ve diğerlerinin tutumluluğu tarafından desteklenmeyi talep eden insan, alıştığı arkadaşlarından ve uğraşlarından ayrı düşmüş, monoton ve sıkıcı işgücüne tabi kalmıştır.

Bu açık yardım karşıtı ve yoksullar evi lehine bir ifadeden gelir ki tüm yardımların yukarıdaki alıntıda üstü kapalı ima edilen amacı, yoksullar evi perdesi kapandıktan çok sonra da toplumsal refah mantığını etkilemeye devam etmiştir. Amaç, yoksulu, sanki bunlar bir şekilde daha iyi halde olanların zaten “kendi başlarına” geliştirecekleri alışkanlıklarmış gibi, aynı kurallı davranma alışkanlığını uygulamaya zorlamaktır. Bu amaç için önerilen yöntem, yoksulluk durumunu yapabilecek tek tercihin hayatta kalmak ya da kalmamak olacağı bir seviyeye kadar düşürmektir. Böyle bir düşürmenin yanında gelen ikramiye ise bireysel özgüveni, yoksulluk ve tümüyle bağımlılık onun tek alternatifiymiş gibi sunarak çok daha çekici hale getirmek olacaktır. Sembolik tüketim dünyası yardım alan insanların sembolik baskılanışına ihtiyaç duyar.
Toplumsal yardımlaşmanın samimi pek çok savunucusunun insancıl niyetlerine rağmen, bütünüyle sistemsel bir birleşme için ekstra fayda amacı, yöntemi ve umudu, sosyal yardım kurumlarında tarihleri boyunca baki kalmıştır. 1964’te Britanya’da, yani zamanında kendisini gururla bir “refah devleti” olarak tanımlayan ve dünyaya, Beveridge Raporu” gibi tüm zamanların en insancıl dokümanlarını veren ülkede, Brian Abel-Smith, “Özel sektör halka indirim kuponları, fon müziği ve ambalajlama aracı dolduruşuyla kur yaparken, kamu sektöründe hala sıklıkla bir seferberlik ciddiyeti vardır” diye yazmıştır. Bu sözler yazıldığından beri aradaki uçurum büyümeyi durdurmamıştır. Özel pazarın albenileri en parlak halini alırken, sosyal hizmetler ofisi her zamankinden daha gri bayağı ve itici hale gelmiştir. Toplumsal yardımlaşmanın, yani bir fark yaratmanın ve bu şekilde “normal”, meşru, toplumsal olarak kabul görmüş olanı vurgulayıp güçlendirmenin, bahsedilmeyen işlevi sivrilmiş ve ehemmiyeti artmıştır. Akla uygun bir yaşamın formülü olarak tüketici özgürlüğünün gerçek değeri hakkında düşülen her şüphe, toplumsal yardımlaşma alternatifine atılan tek bir bakışla kolayca defedilir. İkincisi ne kadar az iştah açıcıysa, ilkinin tadı da o kadar tatlıdır.

Toplumsal yardımlaşmanın yakın tarihindeki önemli bir eğilimi, nesnelerine sürekli olarak “çocuk muamelesi yapmasıdır” Harcamaları, eşyaları, yiyecekleri, yaşam tarzları itinayla kontrol edilir; istenildiği zaman sağlık, hijyen, eğitim uzmanlarının habersiz ziyaretleriyle özellerine girilir; sosyal güvenlik ödemeleri yalnızca tam bir itiraf ve yaşamlarının en özel yanlarını meraklı memurlara açma karşılığında sunulur; tüm bunların ardından, ödemeler alıcıların takdir yetkisi ve seçme hakkına hiç yer bırakmayan, yalnızca temel gereksinimlere izin veren bir seviyeye çekilir. Yardım sürecini düzenleyen kurallar, yardım alıcısının başarısız bir vatandaş, kendi özgürlüğünü kullanmadığı aşikar, düşüncesiz ve tutumsuz, kendi eylemlerinin kontrolündeyken güvenilmeyecek bir kimse olduğu varsayımına dayanır. Yürürlüğe koyulduğunda bu kurallar varsaydıklarını başarır: Sistematik bir şekilde yardım alıcıları inisiyatiften yoksun bırakılır, özgür seçim sanatı vagonundan indirilir, pasif ve toplumsal yönden işe yaramaz kalmaya zorlanır. Yardım alıcıları böylece halka, bir tehdit ve bir yük, toplumsal varlığa katkı sağlayanların sağlıklı bedeniyle beslenen bir parazit olarak sunulabilir. Jean Seaton un yakınlarda gözlemlediği gibi “otlakçılar” aleyhine yapılan basın kampanyası, “vergi ödeyenler ve çalışanlar arasında, aciz alacaklılar tarafından sömürülüyor olduklarını vurguladığı için belirgin bir birlik yaratmıştır.”

Yardım alıcılarının radikal tutsaklığı, tüketicinin yönettiği toplumsal sistemin canlılığının altında yatan daha genel düzenleyici prensibin aşırı bir gösteriminden başkası değildir. Serbest pazar tarafından yönlendirilmeyen mal ve hizmetler (sözümona “kamu hizmetleri” ya da kamu sağlığı, toplumsal eğitim, sağlık hizmetleri) toplu taşıma ve benzeri gibi satışından kar etmesi muhtemel olmayan veya doğaları gereği bireysel tüketicilere satmaya uygun olmayan, kolektif tüketimi hedefleyen mallar), kalitesini ve çekiciliğini, göreli ve mutlak anlamda kaybetme eğilimindedir.

Bu yazının tamamı yazarın Özgürlük isimli 1998 tarihli eserinin 3. bölümünden alınmıştır.

Pazar tarafından alınıp satılan mal ve hizmetlerin aksine onlar muhtemel müşterilerinin hevesini kırmaya yatkındır; kullanım değerlerine “negatif’ sembolik değerler eklenir (onları tüketmek zorunda bırakılanların üzerine düşen bir leke) ve böylece tüketim tarafından sunulmuş sembolik çekişmede bir yük olarak ortaya çıkarlar. Kamu mallarının baştanbaşa bayağılığı ve pozisyona bağlı semboller hiyerarşisindeki düşük seviyesi, maddi gücü yeten herkesi, kamu hizmetlerine bağlılıktan satın alma yoluyla tüketici pazarına (halk otobüsleri yerine özel araçlar, özel sağlık sigortası, özel eğitim vb) çıkma konusunda cesaretlendirme eğilimindedir.

Prensipte evrensel olarak uygulanabilirliğe rağmen, tüketici özgürlüğü pratikte bir ayrıcalık bir ayrım olmaya devam eder. Bu, tüketici bir toplumda muhtemelen makul bir gereksinim değildir fakat pratik bir kaçınılmazlık gibi görünür. Geç kapitalist sistem, başlıca toplumsal kontrol ve bütünleşme aracı olarak tüketici özgürlüğünü görevlendirmek için, özgürlüğü açıkça karşıtıyla yani baskıyla yan yana koyma ihtiyacı duyar. Bu, sadece tüketiciler arasındaki sembolik çekişmenin kaçınılmaz bir yan etkisiyle başa çıkmak için değil, aynı zamanda ve hepsinden önemlisi farkın sembolik değeri için de gereklidir. Daha önce gördüğümüz gibi, tüketici özgürlüğü yalnızca iyi yanları olan katıksız bir lütuf değildir. Onu evrensel olarak tercih edilen bir seçenek ve dolayısıyla toplumsal kontrol için oldukça etkileyici bir araç yapan özellik, bir ayrıcalık, bir ayrım, nahoş ve muhalif alternatifinden bir kaçış olma niteliğidir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.