Cumhuriyetçilik ve Savaş

Sözlük | | Ağustos 10, 2018 at 11:24 am

Cumhuriyetçilik nedir? Kısaca söyleyelim, tek adam rejimine karşı olmaktır! Tek adam rejimine karşı olup da 3-5 adam rejimine razı olmak demek değildir. Cumhuriyet ismindeki “cumhur” kelimesinin ifade ettiği şeyin yani “halk’’ın yönetimidir, “cumhur”başkanı unvanını taşıyan birinin değil. Adı başkan veya cumhurbaşkanı, şef veya reis veya şu, bu… Her ne olursa olsun tek adamın bütün yetkileri veya yetkilerin çoğunu ele aldığı ve mutlak veya mutlaka yakın derecede tek karar verici olduğu tek adam rejimleri, devletlerin resmi unvanları ne olursa olsun (artık) cumhuriyet değildir. Cumhuriyet ve demokrasi en azından modern zamanlarda eş veya benzer anlamlıdır. İslam cumhuriyeti vb. gibi kimi tür rejimler ise aynı şekilde resmi unvanlarına rağmen cumhuriyet değil bir teokrasi, yani bir tür oligarşi yönetimidir.

Demokrasi ve bugün için onun en ileri biçimi olan cumhuriyet, ulusların ve insanın gelişimi için en uygun rejim ise tek adam yönetimi, keyfi yönetim yani istibdat da onun tam tersidir. İstibdat, dünyanın her yerinde ulusun ve ferdin çürümesi ve ülkenin bölünüp yok olmasına sürükleyen bir süreci başlatmış ve güçlendirmiştir.

Cumhuriyet veya demokrasi ne dersek diyelim, dışarıdan problemli ve kırılgan bir yönetim olarak görünür; özü ise eğer Türkiye’deki gibi yıllarca diktatörler ve demagoglar eliyle dejenere edilmemişse çok güçlüdür. Buna karşılık istibdat veya dikta yönetimleri görünüşte çok güçlüdürler fakat tarihin bize gösterdikleri gibi en güçlü gözüken despotlar bile çoğu kere ne olduğunu anlamadan bazen bir fiskeyle koltuğundan oluvermişlerdir. Bunun sebepleri vardır.

Öncelikle istibdat rejimleri doğaları gereği meşruiyet bakımından sıkıntılıdır. Hadi doğrudan söyleyelim resmi unvanları ne kadar cafcaflı olsa dahi Abdülhamit’inki Emir-ül Müslimin, Haşmetmeap, Sultan Abdülhamit Han Hazretleri vs. idi, bütün bunlar daha yeni kurulmuş Meclis ve anayasaya karşı darbe yaparak, düzmece mahkemeler yoluyla ülkenin önde gelen devlet adamlarını tasfiye ederek iktidara geldiği gerçeğini ne ona ne de muhataplarına unutturmuyordu. Bütün tek adam heveslilerinin durumu da öyledir. Yasal zeminleri sallantılı, meşruluk zeminleri yok mertebesindedir. Birçoğu iktidarı ele geçirme sürecinde önemli suçlar işlemek zorunda kalmıştır: o nedenle istese de mevkiini bırakamaz.


Bir başka zayıflıkları da suni bir yönetim biçimi olan istibdadı sürdürmek için tek adamın bütün yetkileri kendinde toplamak ve hemen her işi, her atamayı, her görevi bizzat denetlemek zorunda oluşudur. Bir cins darbe ile iktidarı ele geçirdiği için her an kendisine de böyle bir şey yapılacağından korkar ve en yakınındakilere bile güvenemez. Aynı şekilde bir müstebit ister istemez önemli görevlere bağımsız kişilikli ve karakter sahibi, işini doğru dürüst bilen insanları değil, mecburen kendisine kölecesine sadık, ya da konumunu sadece sadakatine borçlu insanları tayin eder. Özetle böyle bir rejimde, kişiye sadakat daima liyakatin önüne geçer. Ne var ki böyle bir vehim, şüphe, korku, böyle bir bütün görevlere karışma gayreti, en zeki, dahi, çalışkan biri bile olsa bir insanın başarabileceği bir şey değildir. Hele de liyakatsiz, iş bilmez yöneticilerin ellerinde. O ülke yönetimi ister istemez çok büyük “hata”lara gebedir.

Son olarak böyle bir yönetim ülkeyi daima “böl ve yönet” prensibi ile ve “insanları birbirine düşman et ya da daha büyük bir düşman icat edip onlarla korkut” prensibi ile yönetmek zorundadır. Halk veya “saray” mensupları kendisine karşı birleşmesinler diye onları birbirine düşman etmek zorundadır. Ayrıca herkesi bir “iç düşman” o da yetmezse “dış düşman” ile korkutmak gereklidir.

Bu ve sayabileceğimiz epeyce uzun ekonomik ve sosyal nedenlerle bu yönetim ister istemez iç ve dış savaşlara teşne bir yönetimdir. Aşırı milliyetçi (şovenist), genellikle (sahte) dinci ve militarist, savaşperest olmak zorundadır. Bu özellikler ise bir ülke için her biri kendi başına birer felaket sebebidir.

Bu noktada gerçek bir cumhuriyetçinin özelliklerinin bunların tam tersi olduğunu hatırlatmama izin verin. Bir cumhuriyetçi, Mustafa Kemal Atatürk gibi laik, şovenizme karşı bir yurtsever ve uluslararası düzlemde barışın yılmaz bir savunucusudur.

Ne var ki zaman zaman kendine cumhuriyetçi diyen kimileri cumhuriyetin en temel özelliği olan barışseverlik ve militarizme karşı olmayı unutuyor veya bilmiyor. Demokrasinin gereğini yeterince algılamıyor ve demokrasi olmadan da cumhuriyetçiliğin mümkün olduğunu sanıyor. Onlar, yani mesela Celal Şengör gibileri, 12 Eylülcü Kenan Evren’i gerçekten Atatürkçü, faşisti gerçekten cumhuriyetçi sanıyor.

Maalesef amatörce “herb … olog” Şengör’ün en uç örneğini oluşturduğu bu gibilerden toplumumuzda epeyce var; lüzumundan fazla diyelim ya da… Cumhuriyetin diktatörlerin eline düşmesi için ise önce işte onlara yolu buna benzer insanların açması, halkın kafasını böylelerinin karıştırması şarttır. Bunların kendine Kemalist, cumhuriyetçi, liberal, vs. demesi bir şey ifade etmez. Temel özellikleri cumhuriyetçiliğin temel prensibini, tek adam yönetimine karşı oluş ve özgürlük ilkelerini anlamamaktır.

Bir istibdat yönetiminin hangi unsurlarla oluştuğunu, tarih içindeki köklerini, bugünkü durumunu inceleyeceğiz. Fakat gerek yakın zamanda Ortadoğu’da girilen ve muhtemelen ileride de girilecek kimi askeri maceralar dolayısıyla; özellikle de cumhuriyetçiliğin en temel, fakat bir o kadar da unutturulmaya çalışılan ilkesi olduğundan “cumhuriyetçilik ve barış”ı inceleyelim.

***

Yakın tarihte temel tutum alışların, kralcılar-kilise/ulema yanlıları-muhafazakârlar (yani bir bütün olarak “sağ”) ile parlamento yanlıları, cumhuriyetçiler, laisizm yanlıları, ilericiler (yani bir bütün olarak “sol”) olarak ayrıldığını hatırlayalım. Kaba bir ayrım elbette, nüanslar, hatta temel tutum alışlardaki önemli farklılıklar bu ayrımda güme gidebiliyor. Yine de şimdilik incelememiz için yeterli.
“Milli” bir tavır, bu iki kesimde de belli ölçülerde mevcut. Fakat adlandırmalar, bu adlandırmanın ima ettiği dünyaya bakışlar oldukça farklı; zaman içinde de farklılaşmış. Yine de siyasal geleneklerin kaynaklarına bakmakta fayda var. “Sağ” terimi bilindiği gibi 1789 Fransız İhtilali”nden gelir. Meclis’te kralın sandalyesine yakın yani meclisin sağ tarafına kralcılar, kralcı olmasa da ona yakın “ılımlılar otururken, sol tarafa kral karşıtları, cumhuriyetçiler yani o zamanın radikalleri oturmuştu. Ve tabii, işin evveliyatı da vardı; bu akımlar bir günde doğmadı, “İhtilal-i Kebir”i hazırlayan biraz da işte evvelki o düşünce akımlarıydı.

Peki, savaşa karşı dincilik ve mutlakıyet karşıtlarının, yani cumhuriyetçilerin, demokratların tavrı neydi? Bugünlerde kendisine “ulusalcı” diyen ve yeni “Yetmez Ama Evetçilik”e soyunup, iktidarın örtülü yandaşlığını yapan bir kesime göre Cumhuriyetçi ve yurtseverler daima ulusal çıkarlar adına, bir savaşa taraftardır.

Tarihsel gerçek ise hiç de öyle demiyor. Kral, sultan, ulema, kilise bir yandan bunların karşıtları: meşruiyet, cumhuriyet yanlıları, demokratlar diğer yanda iken sıklıkla birinciler savaş yanlısı, diğerleri yani ilerici, cumhuriyetçi, demokrat kesimler ise savaş karşıtı pozisyon almışlardır;” Modem dönem cumhuriyetçiliğinin kurucularından saymamız gereken Bağımsızlık Bildirgesi yazan ve Fransız İhtilali’nde İnsan Hakları Bildirgesi’nin kimilerine göre ortak yazarı ve herkese göre ilham verıcısı Thomas Jefferson’ın aşağıdaki sözleri cumhuriyetçilerin, demokratların uzun yüzyıllar boyunca öğrendikleri önemli bir dersi ifade eder.

Cumhuriyetçilik, Orta çağ İtalyan şehir devleti şeklindeki cumhuriyetleri ya da 16. yüzyıl Hollanda’sında bir ideoloji halini almamış cumhuriyet düşüncesini saymazsak esas olarak ABD’nin kuruluşunda ve sonrasında ondan da ilham almış Fransız Devrimi’nde bir ideoloji olarak ortaya çıktı. Her ikisinde de tiranlığa ve tiranların işgal girişimine karşı zorunlu ve haklı bir savaşı savunma geleneği olduğu kadar genellikle unutturulmaya çalışılmış barışçı/savaş karşıtı gelenek esastır. Özellikle bağımsızlık savaşı vermiş olan Amerika’nın “kurucu babaları’nın cumhuriyetçi geleneğinde savaş ve militarizm karşıtı tavır önemli bir yer tutar. ABD’nin kuruluş yıllarındaki bir döneme (1800-1828) kendi adını verecek kadar etkili olan ABD’nin 3. Başkanı Thomas Jefferson’ın savaş karşıtı görüşleri için bkz. http://sageamericanhistory.net/jeffersonian/topics/
JeffersonianDem.htm ve http://original.antiwar.com/tom-mullen/2011/06/13/the-founders-were-antiwar/


“Barış ilkemiz olmuştur, barış çıkarmuzdır ve yeryüzündeki erkin (özgür –C.A.) ve akıl düzenine uygun bu tek yönetimin (yeni kurulmuş ABD’nin yönetimini yani cumhuriyet yönetimini kastediyor –C.A.) varlığını barış sağlamıştır.( … ) Ben, bunun yönetimin tek meşru amacı ve yönetmenlerin ilk görevi olduğuna inanıyorum. Korumalarına bırakılmış ülkeleri ne erdem ne de mutlulukla ilgisi olmayan yapmacık bir onur uğruna ya da idarecilerin, vatandaşlarının hiçbir bağlantısı olmayan kızgın tutku ve gururlarını doyurmak için batırmaya ve insanları ölüme göndermeğe değil. ( 13 Nisan 1811)

Niye mi? Cumhuriyetçilik, öncelikle kralların/sultanların genellikle hanedan çıkarları için ve kendi tahtlarını sağlamlaştırmak için giriştikleri anlamsız ve yıkıcı savaşlara karşı çıkarak yükselmiştir de ondan. Savaşa karşı çıkmak zorundaydılar; çünkü bütün despotların bu savaşlar sırasında ilk yaptığı şey o savaşın yarattığı ulusal heyecan ve birlik ruhu içinde toplumsal muhalefeti yok etmekti. Ayrıca bütün demokratlar, bütün cumhuriyetçiler bilir ki ta eski Yunan’dan, sonra eski Roma’ya, oradan da modern zamanlara kadar bütün tiranlar, despotlar ya da diktatörler iktidara gelmek veya hep iktidarda kalmak için savaşı kullanmışlardır. Savaş hemen her zaman demokrasinin ve cumhuriyetin idam fermanıdır. Savaş, demokratların kuvvetli olduğu ve rejimi yıkılmaktan koruyabildiği yerlerde bile rejimin demokrat ve cumhuriyetçi özelliklerinin zayıflamasına yol açar. Örneğin 1990’lardan beri ABD’nin Ortadoğu’ya karşı giriştiği askeri saldırılar ülke içinde “Vatanseverlik Yasası” gibi antidemokratik baskıcı yasaların çıkmasına zemin teşkil etmiş, o savaşların yarattığı kafa karışıklığı sonuçta Trump gibilerinin iktidarına, yolu açmıştır.

Ayrıca cumhuriyetçiler tarih boyunca genellikle bir başka sebepten de savaşa karşıydılar; o savaşlar anlamsızca pahalıydı ve genellikle ister kazanılsın, ister kaybedilsin devlet hazinesi iflas noktasına geliyor; ülke ekonomisi batağa giriyor, üstelik en çok da cumhuriyetçilerin destekçisi halk sınıfları bu savaşın kurbanı oluyordu. Halk sınıfları askere giderken hanedan mensuplarının çocukları askere alınmaz ya da laf olsun türünden yüksek askeri sınıf rütbeleri takıp takıştırıp tehlikesiz cephelerde caka satardı.

Savaş sırasında binlerce yoksul köylü cephede ölür, tarlaları ekilemez ya da top ateşiyle mahvolur; çoluk çocukları açlıktan ölürdü.

İşte savaş budur!

Buna karşılık cumhuriyetçi, demokrat, ilerici gelenek her savaşa da karşı değildir. Düşman vatanı işgale kalktığında verilecek vatanı savunma savaşına, çoğu kere tahtını korumak için kişisel olarak karlı bir teslim anlaşması yapan despot ve şürekâsı karşı çıkarken “vatan için silah başına” çağrısı yapan cumhuriyetçiler olmuştur. Bir hanedan savaşına hangi sebepten karşı çıkmışlarsa, vatan savunması için de o nedenle ayağa kalkmışlardır. Halkı ve demokrasiyi savunmak için!”

Cumhuriyetçilerin savunduğu bir başka “savaş” denebilecek şey ise, despotları devirmek için ayaklanmaktır ki o bu yazının konusu değil. Sadece analizi kasıtlı olarak eksik bırakmış olmayalım diye bahsedip geçelim.

Kralların Eğlencesi: Savaş!


Hanedan savaşları ve din savaşları… Modernleşen dünyaya Orta Çağdan miras kalan vebadan daha kötü bir mirastı. Sırf iki ayrı aile birbirine düşman diye bütün bir ulusun birbirine düşmesi elbette korkunçtur. Bir zamanlar İngiltere’yi yönetmek adına iki asil aile, York’lar ve Lancaster’ler savaşmaya başlamıştı. Ve bu savaş 1455’ten 1485e kadar tam 30 yıl sürdü. Dile kolay 30 yıl! Savaşı bugün Güller Savaşı diye biliyoruz. Sebebi, bir hanedanın arması beyaz gül iken diğerininki kırmızı güldü. Farkları buydu işte ve “İngiltere’yi beyaz gül mü, kırmızı gül mü yönetecek?” diye binlerce İngiliz köylüsü öldü; 30 yıl hayat halk için cehenneme döndü. Orta çağ’da bitip gitmedi bu uğursuz miras… 1618-1648 yılları arasında bir başka hanedanlar ve dinler savaşı başladı, çünkü krallar savaşırken daima yanlarına papazı/müftüyü de alır ve daima hanedan savaşları din sosuyla beraber servis edilir. 30 Yıl Savaşları diye bildiğimiz bu savaşlarda, belki de tarihin ilk globalı dünya savaşında 8 milyon insanın öldüğü söylenir. O zamanki dünya nüfusu göz önüne alındığında Ii. Dünya Savaşı’nda ölenlerden daha fazladır bu sayı… Fransanın en müthiş kralı hani şu “Güneş Kral” hani “Devlet benim” diyen 14. Louis de icraatına İspanya kralı ölünce “Hollanda bana miras kaldı diyerek başladı. Hanedanlık böyle bir şey işte, aşiret reisine marabasıyla ait olan köy gibi, “koskoca ülke” dediğin… “Vatan” değil yani, padişahin “mülk’’ü! “Adalet mülkün temelidir” lafı da malum, padişah adaletle yönetmezse memleket yani ülke yıkılır demek.

Militarizmin de tarihini kayda geçiren Arnold Toynbee şöyle yazar;

“Bu kan dökücü din savaşları ile ulusal savaşlar birbirinden ‘kralların eğlencesi’ diye başlayıp ılımlılaşan bir savaşlar dönemi ile ayrılmışlardır.

Kralların eğlencesi! Şu ifadedeki saklı dehşete bir bakar mısınız? Binlerce yoksulun ölümü ve bu sayede kralların eğlenmesi, av gibi bir cins spor yani… Elbette ifade bir cins mecaz… Ama arkasında çıplak bir gerçek barındırıyor. Romalıların o kanlı, gladyatörlü arena eğlenceleri bu “eğlence” yanında neredeyse çocuk oyunları kadar masum mu demeliyiz?

Önce Aydınlanma/laiklik, sonra meşruti ve nihayet cumhuriyet ideolojisi, beraberinde demokrasi özlemi, bu rezil katliama karşı fikri ve fiili bir direniş olarak ortaya çıktı. Onun için sol cumhuriyetçi, demokrat gelenek, her tür hanedan/din ve despot savaşlarına karşı barışçı bir geleneğe sahipti. Cumhuriyetçi gelenek “mülk”ü “vatan”; teba ve “sürü’yü vatandaş ve toplum yapmıştır. Bunu da devrimler ve uzun süren reform mücadeleleri ile başardı.

Despotların, bir gün tahtı ele geçirmeyi uman eski hanedanların, karışıklıktan kendine iktidar çıkarmaya çalışan müstakbel diktatörlerin, en büyük ümidi savaştı. Onun için cumhuriyetçi ve demokrat devlet adamları ister mesela ABD’nin kuruluşunda, ister Türkiye’nin kuruluşunda maceracı savaşlara sadece sıradan insani sebeplerle değil cumhuriyetçi gelenek nedeniyle de karşı çıkmışlardır. Atatürk’ün “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” ifadesi ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganı laf olsun diye söylenmiş sözler değil, Atatürk’ün yürekten bağlı olduğu cumhuriyetçi geleneğin özüdür.

***

Bütün maceracılar, bütün gasıplar demokrasiyi yıkmak için savaşı kullanır. Tarihin başlarında Yunan demokrasilerini yıkan “tiran”lar savaşı kullandı. Napoleon Bonaparte Fransız devrimci cunhuriyerini boğup, iktidarı gasp ederken savaşı kullandı. Saymakla bitmez, halkın kanı üzerinden iktidarını sağlamlaştırma çabasına giren maceracı örnekleri… Hemen hepsinin de sonu kendileri için, ne yazık ki onları sırtlanndan atamayan ülkeleri ve halk için muazzam felaketlerle gelmiştir.

Bazıları tarihe çok başarılı örnekler diye geçti büyük fatihlerin… Mesela demin bahsettiğimiz 14. Louis Mesela Kanuni Sultan Süleyman … Ders kitaplarına bakacak olursanız, sınırları genişlettiler, şan ve şeref getirdiler, fetihler yaptılar, düşmanları yendiler vs… Gerçekte ise Fransa’nın büyük çöküşü o “Devlet benim” diyenden sonraki 15. olan hani, «Benden sonra tufan» demek zorunda kalmıştır ve gerçekten de ondan sonra tufan olmuştur. Kanuni ise evet Viyana’ya kadar gitti ama ülke onun döneminde beliren, tohumları onun döneminde ekilen Celali İsyanları’yla mahvoldu. Bu iki “başarılı” örnek de kendisinden sonra gelen korkunç yenilgi ve mahvoluşların asıl müsebbibiydiler. Girdikleri savaşlarla ve aşırı saray masraflarıyla ülkenin maliyesini tamtakır kılıp, askere aldıkları insanlar yüzünden üreticisiz kalan tarım ve her cins üretimi baltalayıp, aşırı dini taassubu ve despotik yönetimleri ile ülkedeki ilerlemeyi mahvedip/ülkeden nitelikli insanları kaçırıp, -bu saydıklarımızın hepsinin birbiriyle sebep sonuç ilişkileri olup, yan yana gelişleri asla tesadüfi değildir- sonradan gelen çöküşün mimarlarının en önde gelenleri oldular.

Kanuni konusunda söylediklerimizin birçok okuyucu için, hele de Muhteşem Yüzyıl dizisi ile bu döneme (Saltanatı 1520-1566) ilgi duyanlar için kafa karıştıncı olduğu düşünülebilir. O zaman biraz ayrıntı verelim. Sultan IV. Murat’a ve 1. (Deli) İbrahim’e verdiği devlet yönetimiyle ilgili risaleleriyle meşhur, önemli Osmanlı devlet adamı Koçi Bey’in IV. Murat’a arz ettiği risalesinin 17. Bölümü’nün başlığı bakın nasıl:

“Merhum Sultan Süleyman Han Zamanında Olan Bozulmayı Beyan Eder.”

Oradaki birkaç yapraklık tasvir, tarihe meraklı herkesçe okunmalı. Elbette 1600’lü yıllarda yaşayan bir Osmanlının daha yeni sayılabilecek “bozulma”nın asıl sebeplerini bugünün bir tarihçisi gibi tahlil etmesi beklenemez ama görünürdeki ciddi sebepleri yeterince anlatıyor. Günümüz tarih bilimi açısından da bir kanıt isteyenler ise mesela Osmanlı tarihinin en uzman isimlerinden Halil İnalcık’a bakabilir. Devleti Aliyye eserinin 1. Cilt’inde Kanuni Dönemi’nden sadece 5 sene sonrasını anlatan bölümün adı “Büyük Bunalım”dır.

Peki bütün bir 17. yüzyıl başına sirayet eden bu “büyük bunalım”ı hazırlayan etkenlerde İnalcık bakın neyi de sayar:

“ …Safaviler ve Habsburglarla uzun savaş dönemi ve onun doğurduğu mali bunalım göz önüne alınmalıdır.

Özetleyecek olursak yeni, uzun ve “modern” savaş düzenlerinde kazanılan zaferler öylesine pahalıydı ki, Osmanlı maliyesini darmadağın etmiş, bunun sonucunda para (sikke) ayarlarıyla oynanmış, ağır vergiler konulmuştur. Bu “tedbir”lerin sonucu ise büyük isyanlar ile “dirlik ve düzenliğin bozulması” olmuştur.

Savaşın sadece Osmanlı için korkunç sonuçları yoktu, rakipleri de (Mesela İspanya) benzer etkilerle gerilemişlerdir. Kanuni döneminden yaklaşık 100 yıl geçtikten sonra bile, biraz önce saydığımız 14. Louis’nin zaferlerinin mirasının Fransanın başına getirdikleri ibret vericidir:

“Her şeyden önemlisi de, XIV. Louis’nin hanedanlık ve toprak kazanmaya ilişkin emellerine nihayet kesin bir biçimde gem vurulmuş ve savaşın yol açtığı başka sonuçların yanı sıra, toplam devlet borcunu yedi kat arttıran korkunç maliyetini görünce, Fransız ulusu da yola gelmişti.”

O zamanın süper güçlerinin büyükçe savaşlara mali ve sosyal olarak dayanamadığını görmek kolay; fakat denilebilir ki artık devletlerin mali ve ekonomik gücü çok daha yüksek ve savaşlar eskisi gibi bir çökme etkisi yaratmaz, hatta kapitalizm altında savaş ekonomik aktiviteyi yükseltebilir bile… Kimi doğrulara da işaret ettiği söylenebılecek bu görüşün son analizde çok da gerçekçi bir tasvir sunmadığını göstermek için Vietnam Savaşı’nın, dönemin açık farkla en büyük askeri ve ekonomik gücü olan ABD’yi sosyal ve ekonomik açıdan ne hale getirdiğini hatırlamak yeter.

Biraz rakam verelim. Önce insan kaybı… ABD Vietnama doğrudan askeri olarak müdahil olduğu 8 yıl içinde (1965-1973) 58.220 ölü, 15.303 yaralı, 1.643 kaybolma ile karşı karşıya kaldı. 23.214 asker ise %100 oranında iş göremez halde sakat kaldı. Savaşın bitmesi bile bu kayıpları sona erdirrnedi. Tahminler değişmekle beraber savaş sonrasında 70 bin ila 300 bin arasında Vietnam gazisi intihar etti. 700 bin kadar gazi ise psikolojik travma içinde hayatını sürdürdü.

Ekonomik: kayıplar daha az değildi. ABD Savunma Bakanlığı’na göre savaş için harcanan para 168 milyar dolardır. Yani her öldürülen Vietnamlı “düşman” ABD’ye aşağı yukarı 168 bin dolara mal olmuştu. Enflasyonu hesaba kattığımızda –ki Vietnam savaşının bizatihi kendisi sonraki yıllarda büyük bir enflasyona sebep oldu – bu rakam 2018 yılı doları cinsinden 1 trilyon doların biraz üstündedir. Üstelik bunlar da sadece doğrudan masraflardı. Gazilerin bakımı ve maaşları için daha sonra da yıllarca en düşük tahmine göre 350 milyar dolar para harcayacaktı. Bu rakamların nasıl bir ekonomik felakete yol açtığını ise aşağıdaki satırlar pek soğuk bir tarzda ifade eder:

“… oysa Vietnam>daki çatışma ülke dışına olan dolar akışını bir sele döndürmüştü. ( … ) Sonuç, her yıl görülen federal hükümet açıkları, tırmanan fiyat artışları ve Amerikanın giderek sanayi rekabeti yönünden zayıflaması oldu ( … ) Nixon yönetimi doların özel piyasalarda altınla bağlantısına son vermek, sonra da doları başka paralar karşısında dalgalanmaya bırakmak dışında pek bir seçim yolunun kalmadığını gördü. Büyük ölçüde, Birleşik Devletler’in mali yönden çok üstün olduğu dönemlerin bir ürünü olan Bretton Woods sistemi, temel direği artık yükü taşıyamaz hale gelince çöktü.

Bretton Woods sistemi denip geçilen şeyin, daha II. Savaş sonrası büyük ümitlerle kurulmuş uluslararası para sistemi olduğunu ve onun yıkılmasındarı sonra, bugüne kadar hala bir yenisi kurulamamış para sistemindeki aksaklıkların rol oynadığı ekonomik krizlerle Vietnam savaşının bedelini tüm dünya insanları olarak ödemeye devam etmekte olduğumuzu da hatırlatmış olayım.

O dönem yaşananlar aynı zamanda ABD yurttaşlarında devlet adamlarına olan güveni de neredeyse sıfırlamıştı. O yıllarda gazetelerde yayımlanan devletin gizli belgelerinde (Pentagon Papers) siyasetçilerin halka yıllarca bile bile yalan söyledikleri ortaya çıktı. Bu hikayeyi anlatan The Post Oscar ödüllerinde beklediğini bulamadı belki ama anlattığı hikayenin önemini Tom Hanks ve Meryl Streep’in biraz abartılı oyunculuklan gayet iyi vurgulamıştı. Çizmeyi iyice aşıp da sanat eleştirmerıliğine girmeden konumuza dönecek olursak savaşın getirdiği güven bunahmından, kurumların bütün bütün çürümesinden Amerika’yı kurtaran savaşa karşı çıkan uzun saçlı gençler ile “istenmeyen şeyleri” de haberleştiren “cesur” bazı gazeteciler oldu. Ya da Amerika onlarda kendisini çürümeye karşı koruyan yeni bir umut, yeni bir kültür ve yeni bir canlanma görmek istedi.

***

Savaşların sadece ekonomik etkisi değil, sosyal etkisinin de mühim ve kötücül olduğunu vurgulamıştık. Savaş genellikle önce geçici denilerek kimi baskıcı, hatta dikta metotlarına sebebiyet, kısmen de cevaz verir. Bu yöntemler bazen barış zamanında geri alınsa da, bazısı etkisini uzun yıllar boyunca sürdürür. Kimi zaman ise bu yöntemlerden yararlanan başarılı bir askeri figür, diktatörlüğünü ilan ederek bu yönelimi mantıksal sonucuna ulaştırır, sürekli hale getirir. En tanınmışları Sezar ve Napoleon Bonaparte olsa da uzak, yakın tarihte örnekleri çoktur.

Ancak savaşın sosyal zararları sadece siyasal baskı ve dikta yöntemlerinderı ibaret değildir. Akıldışılık ve gericilik savaş dönemlerinin havasında kolayca serpilir. Yine Kanuni döneminin önemli zararlarından birine işaret edelim:

“Taşköprülüzade, daha 1540’larda skolastik ilahiyat ve matematiğin medrese uleması arasında eski itibarını yitirdiğinden ve ilim düzeyinin düştüğünden yakınır. Kuramsal ilimler üzerine kitapların rağbet görmediğinden, ulemanın da yalnız basit elkitapları okuduktan sonra kendilerini âlim saydıklarından şikayet eder.”

Kanuni dönemini anlatan bu alıntı kitabın 18. Bölümü’nün hemen başındadır ve bölüm “Bağnazlığın Zaferi” başlığını taşır. Savaş, genellikle farklı inançlara karşı hoşgörüsüzlüğün şiddetini arttırır. İktidardaki tek adamın büyük fedakarlıklar gerektiren savaşı kutsal bir haleye büründürmesi gerekir. Hele de milliyetçiliğin çok da gelişmediği eski devirlerde onun işlevini de tümüyle din yüklenir. Ulemanın devlet ve toplum içindeki gücü artar.

“Kanuni Sultan Süleyman ‘Yeryüzü Halifesi’ ünvanını tam bir ciddiyetle benimsemiştir. İslam fıkıhını incelemiş ve devlet yasalarının şeriata uygunluğunu sağlama işini Şeyhülislam Ebussu’ud’a (1490 – 1574) havale etmiştir. İran’la her çatışma sırasında ‘rafızilere’ karşı alınan sıkı önlemler, tüm yeniliklere karşı bağnazlık akımının yükselmesiyle sonuçlanmıştır.

Osmanlı örneğinde dinsel hoşgörüsüzlüğün ve devlet mezhebine karşı olanlara yönelik büyük zulmün, savaşın Şii mezhebindeki İran’a karşı olması, takibata uğrayan “rafızi’’lerin de bu nedenle İran’a sempati duyan Aleviler ve benzerleri olduğu öne sürülebilir. Yani mesele daha çok bir devlet meselesidir, dini hoşgörüsüzlük ve baskı basit bir yan etkidir; eğer karşı taraftaki devlet Sünni olsa böyle bir dini baskı olmazdı. Bu şekilde fikir yürütenler de vardır. O zaman tekrar 14. Louis örneğine dönelim. Savaşlarda en büyük rakibi tıpkı kendi gibi Katolik mezhebinden olan İspanya olmasına rağmen Louis’nin militarist rejiminin içeride en büyük hedefi Fransız Protestanları olan Huguenotlar‘dı. Giderek arttırdığı dinsel baskının nıhayetinde 1685’te Fontainebleau Fermanı ile Huguenotları her türlü yasal haktan mahrum bıraktı ve onları Fransa’yı terke zorladı. Pek çok tarihçiye göre özellikle zanaatlarda uzman çok sayıda Protestanın ülkeyi terk etmesi (o dönem için muazzam bir beyin göçü) Fransa için yerine konulamaz bir darbe olmuştur.

Demek ki savaş ve tek adamlığın yükseldiği dönemler hemen daima dinsel gericiliğin artması, sanat ve bilimler ile farklı görüşteki insanlann üzerine baskı kurulması sonucunu verir.

Savaş ve tek adamlığın yükselişi zaten daha pek çok örnekte gösterebileceğimiz gibi birbirini besler. Savaş, düşmana karşı başarıyı getireceğine inanılan üstün yetenekli bir şef arayışını arttırın mevcut tek adamlık heveslileri de bu heveslerini daha kolay hayata geçirebilmek için savaş iklimine ihtiyaç duyarlar. Savaş ve despotluk eğilimleri ikisi beraber dinsel gericiliği yükseltir. Şaşılacak bir şey yok: İnsanları ölüme göndermek için ölümün ötesinde bir hayatı vaat etmek çok zamarı işe yaramıştır. Elbette bu işin propagandasını üstIenen Kilise veya “Medrese” bunu bedava yapmaz. Toplumdaki yerinin hem maddi hem de manevi olarak yükseltilmesini talep eder; kendisine o kadar da sıcak bakmayanlann da yok edilmesini… çoğu kez de istediğini alır.

Günümüzde savaş yanlılığını yurtseverlik adına savunmak için şimdiki AKP iktidarına “milli çıkarlar” adına destek olunmasını savunan bir tutum var. bir kısım muhalif tarafından… Bu muhalifler bir zamanların “sol liberal’lerine benziyor. Tıpkı onlann “askeri vesayet”i ezmek ve liberal bir düzen kurmak adına, 2002-2010 arasında AKP’yi destekleyip, nihayetinde güçler ayrılığı ve yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracağını görmek isteyenler için gayet açık olan 2010 referandumunda “Evet” oyu vermeye çağıran “Yetmez Ama Evet” pespayelığine yuvarlanmalannın bir benzerini sergiliyorlar. Bu kez PKK’yı ezmek ve “millici» bir rejim kurmak adına özellikle 15 Temmuz Darbe girişimi sonrası giderek artan oranda AKP’yi destekliyorlar. AKP’nin bu kadar farklı siyasal tutumlardan kısa süre arayla destek alması aslında kendi adına büyük bir başarıdır. “Liberal” ve “sol” geçinenlerin neredeyse protofaşist denebilecek bir anayasayı desteklemesi, kendilerine “ulusalcı” adı takan laik kesimin, iktidarın şeriata ve gericiliğe yönelik hamleleri zirve yapmışken o iktidara millilik adına destek vermesi neyle açıklanabilir? AKP’ye tamamen farklı ittifaklara girişebilecek, üstelik daha üç gün önce düşmanı olanlarca müttefik kabul edilecek ikna gücü ve esnekliği ne sağlıyor?

Bu tür bir kabiliyete sahip ne ilk partidir AKP; ve ne de son parti olacak. O esnekliği AKP’ye sağlayan bir parti değil, bir “reis” örgütü oluşudur. Sezarizm, Bonapartizm gibi Batı siyasal tarihinden örnekler bu tür esnek ama aynı zamanda otoriter yönetimlerin örnekleridir. Bu anlamda Erdoğanizm de büyük ölçüde o eski ve ama benzer yöntemleri kullanıyor; tıpkı 21. yüzyılın yeniden moda olan o eski otoriter yönetim taklitleri gibi… Örnek mi istersiniz… Say sayabildiğin kadar… Erdoğanizmin şüphesiz esinlendiği Putin, Erdoğan’dan muhtemelen esinlenen Macar Victor Orban, daha henüz bunlar kadar yol almamış Polonya yönetimi, vb …

Şimdilerde kendine taktığı bir ad olmasa yine siyaset bilimcılerin neyle sıfatlandıracaklarını bilemedikleri 1920 ve 30’ların faşist ve benzeri yönetimleri gibi, bu kez de siyaset bilimciler bu “yeni” tür yönetime ne isim vereceklerini bilemiyor. En popüler iki isim adayı Liberal olmayan demokrasi (Illiberal democracy) ve Sağ popülizm. Bu kavramlan incelemek şu anki konumuz değil ancak şu anki konumuzia çok ilgili bir başka örneği kısaca değinmemiz gerekiyor: Bonapartizm.

Bonapartizm, özel bir tür despotik yönetimdir. 1851 .. 1870 arasırıda hüküm sürmüş Louis Bonaparte, ya da sonradan kendine taktığı ad ve kaptığı taht ile 3. Napoleon, Erdoğanizmin veya benzer siyasi yönelimlerin kimi özelliklerinin erken modern tarihte görülen en önemli ömeklerindendi. Aynı anda hem ekonomik müdahaleci, fakat hem de “serbest piyasacı” anlamıyla bir liberaldi; hem din ve düzen ağzından düşmez ama hem de kurduğu rejimde spekülasyon ve mali yolsuzluklardan geçilmezdi. Hem sağ muhafazakar kesimden müttefikleri hatta bakanları vardı, hem de laik cumhuriyetçi kesimden… Önce Cumhurbaşkanı seçildi ve sonra bir darbeyle kendini İmparator ilan etti. Ülkeyi daha çok eğitimsiz taşralılara verdiği büyük ekonomik destek sayesinde kazanabildiği referandumlarla (daha doğrusu plebisitlerle) yönetti. Yükselişi, herhangi bir şekilde bütün kesimlere daha sonra tutmayacağı vaatler vererek oldu. Bazı sol politikacılar bile bu yükselişte onu bir süre destekledi. 1870’de Prusya’ya açtığı savaşı kaybedip, ordusuyla birlikte esir düşünce iktidardan da düştü.

Louis için, “amcası” 1. (ve asıl) Bonaparte yani Napoleon Bonaparte manevi mirası en büyük politik güç kaynağıydı. Yükselişini bir bunalım anında insanların yeniden Bonaparte soyadından medet ummasına borçlu sayılabilirdi. Tarihsel olarak bize uzak bir örnek gibi gelse de, yarattığı örnek ve “ideolojik soyu”ndan gelen hareketlenn bugün için de önemine binaen, Bonapartizmin isim babasını önemsememek hata olur. Kısacık da olsa, kendisini imparator ilan edip devrimci cumhuriyeti ortadan kaldıran Napoleon Bonaparte’ın niçin aydınlanmacı ve laik hatta cumhuriyetçi Fransızlar için bile çok önemli olduğunu anlatmaya çalışalım. Herkes söylemez mi “tarihten ibret almak gerekir” diye ..

Bugün için en kıymetli ibret ise, bazen bizim tarihimizden, üstelik yakın zamanlardan değil de, çok uzak yerler ve zamanlardan bize sesleniverir.

Napoleon. Yazının başında da değindiğimiz gibi devrimci cumhuriyetin bir generali olarak sivrildi. Devrimin dış düşmanlarını her cephede ezerek ünlendi. Böylece sadece cumhuriyetçilerin değil, kralların eski şanlı zaferlerini özleyen muhafazakar köylülere de (o zaman nüfusun kahir ekseriyetini teşkil ediyorlardı) sempatik gelir oldu. Devrimin son zamanlarında beliren karışıklık ve kaos, “anarşi” yerine “düzen”i özleyen herkesi, bu arada zengin sınıfları da cezbetti. Napoleon dindar biri olmamasına karşın, pragmatik sebeplerle devrimin darmadağın ettiği “kilise” ile de arasını bir ölçüde düzeltti. Robespierre dönemindeki emekçi sınıflara yönelik mali destekler, sonraki yönetimde azalmış, enflasyon başını alıp gitmişti. Napoleon onlara karşı da temel ihtiyaçları konusunda biraz daha cömertti. Fakat aynı Napoleon “güçlü ve tek adam” imajıyla, hiç değilse görünüşte, hiçbir toplumsal sınıfa yaslanmıyordu. Kimseye de borçlu değildi bu anlamıyla. Belki sadece ordusunun ana gövdesi olan küçük köylülük hariç… Ve aynı Napoleon, bir taraftan devrimi boğdu ama öbür taraftan devrimin bazen denediği, bazen sadece düşlediği pek çok reformu hem hayata geçirdi, hem de ordularıyla bütün Avrupaya yaydı.

“Ülke dışında şa’şaalı zaferler kazandı; ama ülke içinde de, bugüne değin süregelen Fransız kurumlarını ya ilk olarak o kurmuş ya da canlandırmıştı. ( … ) Burjuva dünyasının Anglo-Sakson olmayan bütün ülkelerine örneklik eden Fransız hukukunun parlak anıtları (Code’lar) Napoleon’un eseriydi, ( … ) Fransız kamu hayatının bütün ‘kariyer’leri, ordu, devlet memurluğu, eğitim, hukuk hâlâ Napoleon döneminin biçimlerini korumaktadır. Napoleon, savaşlarından geri dönemeyen çeyrek milyon Fransız’ın dışında herkese refah, hatta onların akrabalarına da görkem getirdi. ( … ) Çünkü o dönemin Fransasında henüz ağırlıklı bir sınıf olmayan ücretli işçiler hariç, Devrimin sağladığı önemli ekonomik yararları yitiren hiçbir toplum kesimi yoktu. Napoleonun düşüşünden sonra da Bonapartizmin siyasetin dışında yaşayan Fransızların ve özellikle zengin köylülerin ideolojisi olarak sürüp gidişinin esrarengiz bir yanı yoktur. 1851 ile 1870 yılları arasında bunu, bozuk para gibi harcamak için ikinci ve daha ufak çaplı bir Napoleon gerekti.”

Peki Napoleon nasıl düştü ve Marx’ın birincisinin bir “karikatürü” olarak tasvir ettiği bu diğer Napeleonun konumuzla ne ilgisi var?

İlk Bonaparte şüphesiz parlak bir zihin ve kararlı bir eylem adamıydı. Tarihin gördüğü en yetkin askerlerden de biri, kimilerine göre birincisi. .. En önemli aracı ordu, siyasette en usta olduğu alan ise savaş meydanıydı. İktidara gelişi ordu sayesindedir, fakat orduyu sadece askeri değil, siyasi bir araç olarak Devrim’in o zamanki yönetiminin çaresiz kaldığı sorunları çözmekte de kullandı; başarısı oradaydı.

Bu yazının tamamı yazarın ''Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet'' isimli eserinin birinci bölümünden alınmıştır.


“Zayıf ve halkın tutmadığı bir rejim için, iktidarda kalmanın tek sağlam teminatı eylemsizlikti, ama orta sınıfın teşebbüse ve yayılmaya ihtiyacı vardı. Ordu, görünüşte çözülemez olan bu meseleyi halletti. Fütuhat yaptı; kendi masraflarını karşıladı; dahası, ganimet ve fetihleriyle hükümete de maddi yarar sağladı”.

Napoleon o kadar büyük bir tehdit oluşturmuştu ki, neredeyse bütün Avrupa kendisine karşı birleşti; süregiden savaşlar, her türlü fetihlere rağmen her zamarı olduğu gibi kaynakları, tahammülü, insan gücünü zorladı. Hedefler imkanları aştı. Sonunda Rusya seferindeki yenilgisi üstündeki “yenilmezlik” sihrini yırttı. Waterloo’daki son ümitsiz çıkışında, kimi şanssızlıklar da eklenince, artık biraz da sarsılmış dehası, karşısındaki birleşik kuvvetlere galebe çatmaya yetmedi. Savaş ve fetih, özetle militarist politika bu en parlak örneğinde bile daima aynı sonucu doğurmaktan geri kalmadı: En iyi ihtimalle bir şeyler getiriyorsa bile her zaman getirdiğinden fazlasını götürdü.

Sonuçta Fransa bütün fetihlerini fazlasıyla geri verdi Ve biraz da bunun yarattığı onur kırıklığı yarım asır sonra bu kez Napeleonun karikatürü olabilecek bir adama aynı macerayı deneme fırsatını kazandırdı.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.