İçgüdü

Sözlük | | Eylül 10, 2018 at 12:21 pm


İçgüdüler konusunu ayrı olarak ele almanın çok daha faydalı olacağını düşündüm; özellikle de kovan-arısının petek gözü yapma içgüdüsü gibi, birçok okurun kuramımı tümüyle yıkacak güçte bir sıkıntı olarak görebileceği eşsiz bir olgu mevcutken. Öncelikle belirtmek isterim ki yaşamın kökeniyle ne kadar ilgileniyorsam, ilk zihinsel güçlerin kökeniyle de o kadar ilgileniyorum. Bizi yalnızca aynı sınıfa mensup hayvanlardaki içgüdülerin ve zihinsel özelliklerin sergilediği çeşitlilik ilgilendiriyor.

İçgüdünün herhangi bir tanımını yapmaya kalkmayacağım. Pek çok farklı zihinsel faaliyetin, genel anlamda bu kavramın kapsamına girdiğini göstermek kolaydır; ama guguk kuşunu göç etmeye ve yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakmaya yönelten şeyin içgüdü olduğunu söylediğimizde, bununla ne kastedildiğini herkes anlar. Bizim gerçekleştirmek için deneyime ihtiyaç duyduğumuz, ama bir hayvanın, özellikle de yavru bir hayvanın deneyim kazanmadan yerine getirebildiği ve ne işe yaradığı bilinmeksizin birçok birey tarafından aynı biçimde yürütülen bir eylemin, içgüdüsel olduğu söylenir. Fakat bu içgüdüsel karakterlerden hiçbirinin tümel olmadığını kanıtlayabilirim. Doğa ölçeğinde çok düşük olan hayvanlarda bile. Pierre Huber’in iradesiyle, genellikle ufak dozda sağduyu veya akıl devreye girmektedir.


Frederick Cuvier ve birçok eski metafizikçi, içgüdüleri alışkanlıklara benzetmiştir. Bu karşılaştırmanın, içgüdüsel bir eylemin gerçekleştirildiği zihinsel duruma ilişkin son derece doğru bir bakış açısı sunduğunu, ama kökeni üzerine hiçbir şey söylemediğini düşünüyorum. Çoğu kez bilinçli irademizle doğrudan çelişmesine karşın bilinçsizce yürütülen, alışkanlığa bağlı ne çok eylem vardır! Oysa bunların, irade veya akıl yoluyla değiştirilmesi mümkündür. Alışkanlıklar belli zaman dilimlerinde ve bedenin belli durumlarında, rahatlıkla başka alışkanlıklarla ilişkili duruma gelebilir. Bir alışkanlık bir kez kazanıldı mı, değişmezlik özelliğini genellikle ömür boyu korur. İçgüdülerle alışkanlıkların benzerlik gösterdiği başka noktalar da sayılabilir. Tıpkı bilindik bir şarkıyı tekrarlarken olduğu gibi, içgüdülerde de bir eylem diğerini belli bir ritme göre takip eder; şarkı söyleyen veya ezberden okuyan bir kimsenin sözü kesilirse, bu kişi genellikle geri dönerek alışılagelmiş düşünce zincirini yeniden kurmak zorunda kalır: Nitekim P. Huber, çok karmaşık bir koza inşa eden bir tırtıl türünde durumun gerçekten de böyle olduğunu keşfetmiş; kozasını altıncı evreye kadar inşa etmiş bir tırtılı, yalnızca üçüncü evreye kadar tamamlanmış başka bir kozaya yerleştirmiş ve tırtılın dördüncü, beşinci ve altıncı evreleri yeniden yürüttüğünü gözlemlemiştir. Fakat üçüncü evreye kadar inşa edilmiş bir kozadan alınan bir tırtıl, altıncı evreye kadar tamamlanmış ve işin büyük bir kısmı onun adına yapılmış olan başka bir kozaya yerleştirildiğinde, bu durumdan biç yararlanmadığı gibi çok da rahatsız olmuş ve yarım kalan işi tamamlayabilmek için, kozasını bırakmış olduğu üçüncü evreden başlayarak örmek ve böylece tamamlanmış bir işi yeniden yapmak zorunda kalmıştır.

Alışkanlığa bağlı herhangi bir eylemin kalıtsal hale geldiğini varsayacak olursak –ve kanımca, bunun arada bir gerçekleştiği gösterilebilir- bu durumda başlangıçta alışkanlık sayılan ile içgüdü sayılan arasındaki benzerlik o denli artar ki, bu ikisi birbirinden ayırt edilemez. Mozart üç yaşındayken, çok az alıştırma yaparak kusursuzca piyano çalmak yerine bir melodiyi hiç alıştırma yapmadan çalabilmiş olsaydı, onun bu işi gerçekten de içgüdüsel olarak yaptığı söylenebilirdi. Ama içgüdülerden birçoğunun, alışkanlık yoluyla tek bir nesilde kazanılıp, kalıtım yoluyla sonraki nesillere aktarıldığını varsaymak çok ciddi bir hata olur. Nitekim bildiğimiz en güzel içgüdülerin, örneğin kovan-arılarının ve karıncaların içgüdülerinin bu yolla kazanılmış olamayacağı rahatlıkla gösterilebilir.

İçgüdülerin, her türün mevcut yaşam koşullan altındaki refahı açısından, en az bedensel yapı kadar önemli olduğunu herkes kabul edecektir. Değişen yaşam koşullan altında, içgüdülerde meydana gelen hafif değişikliklerin o türün yararına olması hiç değilse mümkündür ve içgüdülerin gerçekten de hafif düzeyde değiştiği gösterilebilirse, o zaman doğal seçilimin, içgüdülerde meydana gelen çeşitlilikleri kazanç sağlayan her düzeyde korumasında ve durmaksızın biriktirmesinde hiçbir sıkıntı göremem. En karmaşık ve eşsiz içgüdülerin, gerçekten de böyle oluştuğuna inanıyorum. Bedensel yapıda meydana gelen değişiklikler nasıl kullanmaktan ve alışkanlıktan dolayı ortaya çıkıyor, artıyor ve kullanmamaktan dolayı azalıp yok oluyorsa, içgüdülerde de aynı olayın gerçekleştiğine hiç şüphem yok. Ama kanımca alışkanlıktan kaynaklanan etkiler, içgüdülerde meydana gelen rastlantısal çeşitliliklerin –bedensel yapıdaki hafif sapmaları üreten, bilinmeyen etkenler yoluyla üretilmiş çeşitlilikler– doğal seçiliminden kaynaklanan etkilerin yanında tali önem taşımaktadır.

Karmaşık bir içgüdünün doğal seçilim sürecinde üretilmiş olması için çok sayıda hafif, ama kazançlı çeşitliliğin yavaş ve kademeli bir şekilde biriktirilmiş olması gerekir. Bu yüzden tıpkı bedensel yapılarda olduğu gibi doğada da, kazanılan her karmaşık içgüdünün geçiş kademelerinin kendilerini bulamasak bile –çünkü bu kademeler, ancak o türün doğrudan atalarında bulunabilir– ikincil soy hatlarında bu kademelerin varlığına işaret eden birtakım kanıtları bulabiliyor olmamız veya hiç değilse belli kademelenmelerin mümkün olduğunu gösterebiliyor olmamız gerekir ki bunu da hiç şüphesiz yapabiliriz. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da yaşayanlar dışında, içgüdüleri henüz etraflıca incelenmemiş hayvanların da bulunduğunu ve tükenmiş türlerin içgüdüleri hakkında hiçbir şey bilmediğimizi göz önünde bulundurunca, son derece karmaşık içgüdülere yol açan kademelerin ne kadar yaygın olabildiğini görmek beni şaşırttı. Aynı türün farklı dönemlerde veya yılın farklı mevsimlerinde veya farklı koşullar altında vb durumlarda farklı içgüdülere sahip olması, içgüdülerin değişmesini kimi zaman kolaylaştırabilir; bu durumda, iki içgüdüden birinin doğal seçilim yoluyla korunması mümkündür. Nitekim doğada, içgüdülerin aynı tür kapsamında çeşitlilik sergileyebildiğini gösteren pek çok örnek vardır.

Bedensel yapıda olduğu ve kuramımın da gerektirdiği gibi, her türün içgüdüsü kendi çıkarına hizmet eder, ama görebildiğimiz kadarıyla salt diğer türlerin çıkarı için asla üretilmemiştir. Salt başkasının çıkarına hizmet ediyor gibi görünen hayvanlara verebileceğim en belirgin örnek, tatlı salgılarını karıncalara gönüllü olarak sunan yaprak bitleridir: Bahsedeceğim bulgular, bu işi gönüllü olarak yaptıklarını göstermektedir. Yaklaşık bir düzinelik bir yaprak biti grubunun yaşadığı bir labada bitkisinden tüm karıncaları uzaklaştırdım ve buraya girmelerini birkaç saatliğine engelledim. Bu sürecin sonunda, yaprak bitlerinin salgı üretmek isteyeceğinden emindim. Onları bir süre mercek altında izledim, ama yaprak bitlerinden biri bile salgı üretmedi; bunun üzerine onları bir tüyle, karıncaların antenleriyle yaptığına olabildiğince benzer bir şekilde gıdıklayarak sıvazladım: ama yine salgı üreten olmadı. Sonra tek bir karıncanın onları ziyaret etmesine izin verdim ve bu karınca, ortalıkta hevesle koşturmasına bakılırsa keşfettiği zengin sürünün derhal farkına varmıştı: ardından antenleriyle, yaprak bitlerinden önce birinin ve sonra diğerinin karın bölgelerini sıvazlamaya başladı ve karıncanın antenlerini hisseden her yaprak biti, karın bölgesini derhal havaya kaldırarak, karıncaların memnuniyetle yalayıp yuttuğu bir damla şeffaf ve tatlı sıvı salgıladı. Oldukça genç yaprak bitlerinin bile böyle davranması, bu eylemin içgüdüsel olduğunu ve deneyimle kazanılmadığını göstermektedir. Fakat salgılanan sıvı son derece ağdalı olduğundan, bu salgının uzaklaştırılması, yaprak bitlerine bir kolaylık sağlıyor olmalıdır ve dolayısıyla yaprak bitlerinin, salt karıncaların çıkarı için içgüdüsel olarak salgı üretmesi pek muhtemel değildir. Dünyadaki hiçbir hayvanın, bir eylemi salt başka bir türün iyiliği için gerçekleştirdiğine inanmıyorum; buna karşılık bütün türler nasıl diğerlerinin daha zayıf olan bedensel yapılarından yararlanıyorsa, içgüdülerinden de yararlanmaya çalışır. Dolayısıyla birkaç olguda, belirli içgüdülerin tam anlamıyla kusursuz sayılması mümkün değildir; ama bu ve benzeri ayrıntılar bizim için öncelikli olmadığı için onları şimdilik geçebiliriz.

Doğal durumda içgüdülerin bir ölçüde çeşitlenmesi ve bu çeşitliliklerin kalıtımla aktarılması, doğal seçilimin etki gösterebilmesi için vazgeçilmez olduğuna göre, bu konuda olabildiğince fazla örnek vermek gerekir; ama yer darlığı, beni bundan alıkoyuyor. Burada yalnızca, içgüdülerin gerçekten de çeşitlendiğini savunabilirim; örneğin göç içgüdüsü, hem kapsam hem yön hem de mutlak kaybı bakımından çeşitlilik gösterir. Kısmen seçilen mekânlara ve de yurt edinilen yörenin doğasına ve sıcaklığına bağlı olarak, ama çoğu zaman da biç bilmediğimiz etkenler dolayısıyla çeşitlenen kuş yuvaları için de aynısı geçerlidir: Audubon, ABD’nin kuzey ve güney kesimlerinde yaşayan türdeş kuşların yuvalarındaki farka işaret eden, dikkat çekici örnekler sunmuştur. Belli bir düşmana duyulan korkunun, kuş yavrularından da anlaşılabileceği gibi içgüdüsel bir karakter olduğu bellidir, buna karşın deneyimle ve başka hayvanların aynı düşman karşısında duyduğu korkunun görülmesiyle pekiştirilebilir. Fakat daha önce de belirttiğim gibi, ıssız adalarda yaşayan çeşitli hayvanlarda insana duyulan korkunun kazanılması zaman alır ve insanların zulmüne daha fazla maruz kalan iri kuşlarımızın, ufak kuşlarımızdan daha yabani olması, bu durumun İngiltere’de izlenen bir örneğidir. İri kuşlarımızın daha yabani oluşunu güvenle bu etkene dayandırabiliriz; çünkü ıssız adalardaki iri kuşlar, ufak olanlardan daha ürkek değildir ve İngiltere’de çok ürkek davranan saksağan, Norveç’te tıpkı Mısır’daki leş kargaları gibi evcildir.

Doğal durumda dünyaya gelen türdeş bireylerin genel mizaçlarının son derece çeşitlenmiş olduğunu gösteren çok sayıda bulgu vardır. Üstelik belli türlerde arızi olarak ortaya çıkan ve türün yararınaysa, doğal seçilim sürecinde yepyeni içgüdülere yol açabilen tuhaf alışkanlıklar üzerine birçok örnek verilebilir. Ama bu genel önermelerin, ayrıntılı bulgularla desteklenmedikçe okuru pek de etkilemeyeceğinin farkındayım. Bu anlamda tek yapabileceğim, sağlam kanıtlar olmadan böyle bir iddiada bulunmayacağımı tekrarlamaktır.

Evcilleştirme etkisinde izlenen birkaç olguya değinerek, içgüdülerde meydana gelen çeşitliliklerin doğal durumda kalıtımla aktarılma olanağı, hatta olasılığı pekişecektir. Böylece alışkanlığın ve rastlantısal denen çeşitliliklerin seçiliminin, evcil hayvanlarımızın zihinsel özelliklerinin değişmesinde ne oranda etkili olduğunu da anlayabiliriz. Belli zihinsel durumlarla veya belli zaman dilimleriyle ilişkili olan her tonda mizacın, tercihin ve en sıra dışı numaraların kalıtsal olduğunu gösteren çok sayıda ilginç ve özgün örnek sayılabilir. Ama önce, yakından tanıdığımız köpek ırklarını inceleyelim: Ava ilk kez çıkarılan yavru panterlerin kimi zaman diğer köpeklere avın yerini işaret ettiği, hatta onlara yardım ettiği bilinmektedir (bunun şaşırtıcı bir örneğini bizzat gözlemledim); bulup getirme eyleminin retriever cinsi köpeklerde ve bir koyun sürüsünün üzerine koşmak yerine etrafından dolaşma eğiliminin de çoban köpeklerinde bir ölçüde kalıtsal olduğu açıktır. Yavruların deneyim kazanmadan yapabildiği ve hemen her bireyde aşağı yukarı aynı tarzda yürütülen, her ırkın aynı heves ve arzuyla, sonunu bilmeden yaptığı bu eylemlerin –çünkü bir lahana kelebeği, yumurtalarını neden lahana yapraklarına bıraktığını ne kadar biliyorsa, bir yavru puanter de avına işaret ederek sahibine yardımcı olduğunu ancak o kadar biliyordur– temelde gerçek içgüdülerden çok da farklı olmadığı kanısındayım. Bir kurt çeşidinin henüz eğitim almamış bir yavruyken, avın kokusunu alır almaz bir heykel gibi hareketsiz durduğunu ve sonra alışılmadık bir yürüme tarzıyla yavaşça ilerlediğini; başka bir kurt çeşidininse, bir geyik sürüsünün üzerine koşmak yerine etrafında koşturduğunu ve geyikleri uzak bir noktaya sürdüğünü gördüğümüzde, bu eylemlerin içgüdüsel olduğuna güvenle kanaat getirebiliriz. Elbette evcil içgüdüler diye adlandırabileceklerimiz, doğal içgüdülerden çok daha az sabit veya az değişkendir; ama bunlar çok daha özensiz bir seçilimden geçmiş ve çok daha kararsız yaşam koşulları altında, kıyas kabul etmeyecek kadar kısa bir süreçte aktarılmıştır.

Bu evcil içgüdülerin, alışkanlıkların ve mizaçların kalıtımla aktarılma düzeyinin ne kadar yüksek olduğu ve bunların nasıl şaşırtıcı bir tarzda iç içe geçtiği, çaprazlanan farklı köpek ırklarında açıkça görülebilir. Nitekim bir bulldogla yapılan çaprazın, greyhound tazılarının cesaretini ve dik başlılığını nesiller boyu etkilediği ve bir greyhound tazısıyla yapılan çaprazın da çoban köpeklerini kapsayan tüm familyaya, kır tavşanı avlama eğilimi kazandırdığı bilinmektedir. Bu evcil içgüdüler çaprazlama yoluyla sınanınca, tıpkı onlar gibi ilginç bir şekilde iç içe geçen ve uzun süre, iki ebeveynden birinin içgüdülerinin izini taşıyan doğal içgüdüleri andırır. Örneğin Le Roy, büyük büyükbabası kurt olan ve çağrılınca sahibiyle aynı hizaya gelmeyerek, ebeveynlerinin yabani kökenini tek bir hareketle ele veren bir köpek tanımlar.

Evcil içgüdüler, kimi zaman sadece uzun-süreli ve zorunlu alışkanlıklar yüzünden kalıtsal hale gelmiş eylemler olarak değerlendirilir, ama ben bu tanımın doğru olmadığı kanısındayım. Bir taklacı güvercine takla atmayı öğretmek kimsenin aklına gelmezdi, hatta büyük olasılıkla bunu başarabilen de olmazdı; oysa gözlemlerime göre bu hareket, hayatında tek bir takla atan güvercin görmemiş genç kuşlar tarafından da yapılmaktadır. Bir güvercinin, bu tuhaf alışkanlığa doğru hafif bir eğilim gösterdiğine ve izleyen nesillerde en iyi bireylerin uzun-süreli seçilimiyle, bugün bildiğimiz taklacı güvercinlerin oluştuğuna inanabiliriz. Bay Brent’ten öğrendiğime göre, Glasgow civarında tepetaklak olmadan yerden 45 cm bile yükselemeyen ev-taklacıları bulunmaktadır. O yönde doğal bir eğilim gösteren bir köpek yaşamamış olsa, bir köpeğe işaret etmeyi öğretmek kimsenin aklına gelmeyebilirdi ve benim de safkan bir teriyerde gözlemlediğim gibi, bunun ara sıra gerçekleştiği bilinmektedir: İşaret etme eylemi büyük olasılıkla çoğunluğun düşündüğü gibi, avına saldırmaya hazırlanan bir hayvanın abartılı duraksamasından ibarettir. İlk işaret etme eğilimi bir kez sergilendi mi, yöntemsel seçilim ve zorunlu eğitimin izleyen her nesildeki kalıtsal etkileri, işi kısa sürede bitirecek ve bu süreçte her yetiştirici, ırkı iyileştirme amacı gütmeksizin en iyi duruşa ve avlanma yeteneğine sahip olan köpekleri edinmeye çalışacağı için bilinçsiz seçilim de hâlâ işbaşında olacaktır.

Diğer yandan bazı olgularda tek başına alışkanlık da yeterli gelmiştir. Yabani tavşan yavrularından daha zor evcilleşen bir hayvan yoktur ve evcil tavşan yavrularından daha uysal bir hayvana da az rastlanır; ama evcil tavşanların uysallıkları nedeniyle seçildiğini öne sürmüyor ve aşırı yabanilikten aşırı uysallığa dönük kalıtsal değişimin tümünü, alışkanlığa ve uzun-süreli sıkı esarete dayandırmamız gerektiğini düşünüyorum.

Doğal içgüdüler, evcilleştirme altında kaybolur: Bunun dikkate değer bir örneğine, nadiren “kuluçkalık” olan veya hiç olmayan, başka bir deyişle yumurtalarının üzerine asla oturmak istemeyen kümes kuşlarına ait ırklarda rastlarız. Evcil hayvanlarımızın zihninin, evcilleştirme yoluyla tümel olarak ve büyük ölçüde değiştirildiğini göremiyor oluşumuzun tek nedeni aşinalıktır. Köpeklerde, insan sevgisinin içgüdüsel olduğundan kuşku duymak zordur. Evcil ortamda tutulan kurtların, tilkilerin, çakalların ve kedi cinsine mensup türlerin hepsi kümes kuşlarına, koyunlara Ve domuzlara saldırmaya son derece heveslidir ve bu eğilimin, onların uygarlaşmamış insanlarca evcil hayvan olarak beslenmediği Ateş Topraklan ve Avustralya gibi bölgelerden yavru olarak getirilen köpeklerde düzeltilemediği görülmüştür. Oysa uygar köpeklerimizi çoğu zaman kümes kuşlarına, koyunlara ve domuzlara saldırmamaları konusunda yavruyken bile eğitmemiz gerekmez! Şüphesiz arada bir saldırdıkları olur ki bu durumda dayak yerler ve davranışlarında düzelme olmadığı takdirde de imha edilirler; demek ki evcil köpeklerimizin kalıtım yoluyla uygarlaşmasında, alışkanlığın yanında muhtemelen seçilimin de etkisi olmuştur. Buna karşılık tavuk yavruları, başlangıçta tartışmasız içgüdüsel olan ve tavukların bakımına bırakılan sülün yavrularında içgüdüsel olduğunu bildiğimiz o köpek ve kedi korkusunu, tamamen alışkanlık yoluyla kaybetmiştir. Evcil tavuksular bütün korkularını değil, sadece köpek ve kedi korkusunu kaybetmiştir. Çünkü anne tavuk bir tehlike-çığlığı attığında, civcivler annelerinin altından kaçarak (özellikle genç hindiler) çevredeki otların veya çalılıkların arasına gizlenecektir ve bu davranışın, yabani yer kuşlarında olduğu gibi, annenin uçarak kaçmasını mümkün kılan içgüdüsel bir amaca hizmet ettiği açıktır. Ama anne-tavuk, kullanmadığı uçma yetisini neredeyse tümüyle kaybetmiş olduğundan, tavuklarımızda korunmuş olan bu içgüdü evcilleştirme etkisinde yararsızdır.

O halde evcil içgüdülerin kazanılmasında ve doğal içgüdülerin kaybedilmesinde, hem alışkanlıkların etkili olduğuna hem de izleyen nesillerde, bilgisizliğimiz yüzünden ilk bakışta bir kaza demiş olabileceğimiz özgün zihinsel alışkanlıkları ve eylemleri seçen ve biriktiren insanın etkili olduğuna kanaat getirebiliriz. Bazı olgularda, kalıtsal olan bu tür zihinsel değişimlerin üretilmesinde zorunlu alışkanlıklar yeterli olmuştur; başka olgularda, zorunlu alışkanlıkların hiçbir etkisi olmamıştır ve her şey hem yöntemsel hem de bilinçsiz olarak uygulanan seçilimin birer sonucudur; ama birçok olguda, alışkanlık ve seçilim birlikte etki göstermiş olmalıdır.

İçgüdülerin doğal durumda seçilim yoluyla nasıl değiştiğini, birkaç olguyu inceleyerek daha iyi anlayabiliriz. Burada, kalanını gelecek çalışmalarıma saklamak zorunda olduğum çok sayıda olgudan yalnızca üçüne –guguk kuşunun, yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakma içgüdüsü; bazı karıncaların köleleştirme içgüdüsü ve kovan-ansının petek yapma yetisi– değineceğim; son ikisi, doğa bilginlerince haklı olarak, bilinen en eşsiz içgüdüler sayılır.

Guguk kuşundaki içgüdünün, bugün yaygın kabul gören esas ve birincil etkeni, anne kuşun her gün değil, iki veya üç günlük aralıklarla yumurtluyor olmasıdır; bu durumda, guguk kuşu kendi yuvasını yapıp kendi yumurtalarının üzerinde oturuyor olsaydı, ya ilk bırakılan yumurtaların bir süre kuluçkaya alınmadan bekletilmesi ya da farklı yaşlardan yumurtaların veya yavruların aynı yuvada durması gerekirdi. Böyle olmuş olsaydı, yumurtlama ve yumurtadan çıkma işlemi, özellikle erken bir dönemde göç etmesi gereken anne kuşa elverişsizlik yaratacak kadar uzun sürebilir ve erkek kuş, yumurtadan ilk çıkan yavruları muhtemelen tek başına beslemek zorunda kalırdı. Ama Amerikan guguğunda bu ikilemi görürüz; çünkü anne kuş sırasıyla önce yuvasını yapar, sonra yumurtlar ve yavruların yumurtadan çıkmasını bekler. Amerikan guguğunun ara sıra başka kuşların yuvalarına yumurta bıraktığını öne sürenler olmuştur; ama Dr. Brewer’ın yüksek otoritesine dayanarak, bu bilginin hatalı olduğunu söyleyebilirim. Buna karşılık arada bir diğer kuşların yuvalarına yumurtladığını bildiğimiz başka kuşlardan da örnekler verilebilir. Sıradan Avrupa guguğunun eski atasının, Amerikan guguğuyla aynı alışkanlıkları sergileyen; ama zaman zaman başka kuşların yuvasına da yumurta bırakan bir kuş olduğunu varsayalım. Eski kuş, ara sıra ortaya çıkan bu alışkanlıktan kazanç sağlamışsa veya yavrular, aynı anda farklı yaşlardan yumurtalara ve yavrulara bakmak zorunda kalarak zorlanacak olan kendi annelerinin bakımından değil, başka bir kuşun hatalı annelik içgüdüsünden yararlanarak dinçlik kazanmışsa; bu durumda eski kuşlar veya evlatlık yavrular üstünlük elde edecektir. Analojiyi dikkate alarak, böyle büyütülen yavruların, annelerindeki bu arızi ve sapkın alışkanlığı kalıtım yoluyla sürdüreceğine ve zamanı gelince onların da kendi yumurtalarını başka kuşların yuvasına bırakma eğilimi göstereceğine ve böylece kendi yavrularını yetiştirmeyi başaracağına inanıyorum. Guguk kuşumuzdaki bu tuhaf içgüdünün, böyle bir işlemin sürdürülmesi yoluyla üretilebileceğine ve de üretilmiş olduğuna inanıyorum. Bunun yanında eklemek isterim ki, Avrupa guguğu Dr. Gray’e ve başka gözlemcilere göre, kendi yavrularına duyduğu anne sevgisini ve ilgisini tam anlamıyla kaybetmiş de değildir.

Kuşların, yumurtalarını zaman zaman kendileriyle aynı veya farklı türden kuşların yuvasına bırakma alışkanlığı, Gallinaceae [Tavuksular] takımında hiç de seyrek değildir ve bu durum, onlarla ilişkili olan devekuşu grubunda rastlanan tekil bir içgüdünün kökenini açıklayabilir. Nitekim birçok devekuşu türünün –en azından Amerika’ya özgü olanların– dişileri bir araya gelir ve önce bir yuvaya, sonra bir diğerine birkaç yumurta bırakır ve bu yumurtalar çatlayana dek erkeklerin bakımında kalır. Bu içgüdüyü dişilerin çok sayıda yumurta bırakmasına; ama yumurtlama aralığının, guguk kuşundaki gibi iki ila üç gün olmasına atfedebileceğimiz kanısındayım. Bununla birlikte Amerikan devekuşunda bu içgüdü henüz tam anlamıyla kusursuzlaşmış değildir; çünkü şaşırtıcı sayıda yumurtayı ovanın her yanına saçılmış halde bulursunuz, öyle ki, bir günlük keşifte en az yirmi adet kayıp veya ziyan olmuş yumurta topladığımı hatırlıyorum.

Arıların çoğu asalaktır ve yumurtalarını daima farklı an çeşitlerinin yuvalarına bırakır. Bu olgu, guguk kuşunun durumundan daha da dikkat çekicidir; bu arıların yalnızca içgüdüleri değil, yapıları da asalak alışkanlıkları doğrultusunda değişmiştir; çünkü bunlar, kendi yavruları için yiyecek depolamada gerekli olan polen toplayıcı donanımdan yoksundur. Benzer olarak bazı Sphegidae (eşek arısına benzeyen böcekler) türleri de diğer türlerin üzerinde asalak olarak yaşar ve yakınlarda M. Fabre, Tachytes nigra’nın çoğu zaman kendi yuvasını kazdığını ve orayı larvalarının besleneceği felç edilmiş avlarla doldurduğunu, ama başka bir sphex’in yaptığı yiyecekle dolu bir yuva bulunca, fırsattan istifade ederek, geçici olarak asalak hale geldiğini gösteren inandırıcı nedenler ortaya koymuştur. Tıpkı varsayılan guguk kuşu olgusunda olduğu gibi, burada da doğal seçilimin, türe üstünlük sağladığı ve yuvasıyla depolanmış yiyeceğini hırsızlara kaptıran böceğin ölümüne yol açmadığı sürece, arızi bir alışkanlığı kalıcı kılmasında hiçbir sıkıntı görmüyorum.


Köleleştirme içgüdüsü: Bu çarpıcı içgüdü ilk kez Formica (Polyerges) rufescens’te, meşhur babasından bile daha iyi bir gözlemci olan Pierre Huber tarafından keşfedilmiştir. Bu karıncalar kölelerine tam anlamıyla bağımlıdır; onların yardımı olmadan, türün bir yılda tükeneceği açıktır. Erkekler ve üretken dişiler çalışmaz. Köleleri yakalamada son derece atik ve cesur olan işçiler veya kısır dişiler, bundan başka bir iş yapmaz. Bu karıncalar, kendi yuvalarını yapmaktan veya kendi larvalarını beslemekten acizdir. Eski yuva elverişsiz bulunur ve topluluğun göç etmesi gerekirse, buna karar veren ve efendilerini kendi çenelerinde taşıyanlar kölelerdir. Efendiler öyle acizdir ki, Huber onlardan otuz kadarını köleleri olmadan, en sevdikleri yiyeceklerle ve onları çalışmaya teşvik eden larva ve pupalarıyla dolu bir yere kapattığında hiçbiri çalışmamış: hatta kendilerini bile besleyememiş ve birçoğu açlıktan ölmüştür. Huber, daha sonra ortama tek bir köle (F. fusca) sokmuştur. Bu köle, ortama girer girmez sağ kalanları besleyip kurtarmak için çalışmaya başlamış; petek gözleri yapmış, larvaların bakımını üstlenmiş ve her şeyi yoluna koymuştur. Tespit edilen bu bulgulardan daha sıra dışı ne olabilir? Başka köle-yapıcı karıncaların varlığından haberdar olmasaydık, böylesine harika bir içgüdünün nasıl kusursuzlaşmış olabileceği konusunda herhangi bir tahminde bulunmamız imkânsız olurdu.

Formica sanguinea denen başka bir türün de köle-yapıcı bir karınca olduğu, yine ilk kez P. Huber tarafından keşfedilmiştir. lngiltere’nin güney kesimlerinde yaşayan bu karınca türünün alışkanlıkları, bu ve başka konularda verdiği bilgilerden ötürü kendisine derin bir minnet borcum olan British Museum’dan Bay F. Smith tarafından incelenmiştir. Huber’in ve Bay Smith’in görüşlerine güvenim tam olmakla birlikte konuya, köleleştirme gibi sıra dışı ve dehşet verici bir içgüdünün varlığından kuşku duyan herkesin yapacağı gibi, şüpheci bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalıştım. Bundan dolayı kendi gözlemlerimi biraz daha ayrıntılı olarak sunacağım. Açtığım on dört F. sanguinea yuvasının her birinde köleler vardı. Köle olan türün (F. fusca) erkekleri ve üretken dişileri sadece kendilerine özgü topluluklarda bulunur ve onlara, F. sanguinea yuvalarında hiç rastlanmamıştır. Köleler siyahtır ve boyut olarak kırmızı efendilerinin ancak yarısı kadardır, dolayısıyla görüntü olarak aralarında belirgin bir farklılık vardır. Yuva dışarıdan hafifçe kurcalandığında, köleler ara sıra dışarı çıkar ve tıpkı efendileri gibi, çok tedirgin bir şekilde yuvayı savunmaya kalkar. Yuva daha da fazla kurcalanır ve korunan larvalar ve pupalar açığa çıkarılırsa, efendileriyle birlikte hummalı bir çalışmaya girişen köleler onları güvenli bir yere taşır. Dolayısıyla kölelerin, kendilerini yuvalarında hissettiği gayet açıktır. Surrey ve Sussex civarındaki çeşitIi yuvaları, üç yıl boyunca haziran ve temmuz aylarında saatlerce izledim ve bu süreçte ne yuvayı terk eden ne de yuvaya giren bir köleye rastladım. Bu aylarda köle sayısı bir hayli düşük olduğundan, onların kalabalıklaştıkça daha farklı davranacağını düşünmüştüm, ama hem Surrey’deki hem de Hampshire’daki çeşitli yuvalan mayıs, haziran ve ağustos aylarında, günün farklı saatlerinde incelemiş olan Bay Smith’in bana verdiği bilgilere göre, yuvadaki köle sayısının bir hayli yüksek olduğu ağustos ayında bile yuvaya giren veya yuvadan çıkan köle olmamıştır. Dolayısıyla Bay Smith, onların tam bir ev kölesi olduğu görüşündedir. Diğer taraftan efendiler, yuvaya durmaksızın yapım malzemesi ve çeşitli yiyecek maddeleri taşırken görülebilir. Ancak bu yılın temmuz ayında, alışılmadık düzeyde kalabalık bir köle topluluğuna rastladım; onların efendileriyle birlikte yuvadan çıkarak, yirmi üç metre uzaktaki uzun bir sarıçama doğru ilerlediğine ve muhtemelen yaprak biti (veya coccus) bulmak amacıyla, yine efendileriyle birlikte ağaca tırmandığına şahit oldum. Onları yeterince gözlemleme şansı bulan Huber’e göre, İsviçre’deki köleler yuva yapımında her zaman efendileriyle birlikte çalışır, sabahları ve akşamlan yuvanın kapılarını yalnızca onlar açıp kapatır ve Huber’in önemle vurguladığı gibi, başlıca görevleri yaprak biti bulmaktır. Olağan alışkanlıklar bakımından iki yörenin efendileri ile köleleri arasında görülen bu fark, muhtemelen İsviçre’de yakalanan köle sayısının İngiltere’de yakalanan köle sayısından daha yüksek olmasına bağlıdır. Günün birinde F. sanguinea’yı, bir yuvadan diğerine göç ederken izleme fırsatı buldum ve kendi kölelerini çenelerinde taşıyan bu efendileri (köleleri tarafından taşınan F. rufescens’in aksine) gözlemlemek, benim için son derece ilginç bir deneyim oldu.
Başka bir gün yaklaşık yirmi kadar köle-yapıcının, yiyecek aramadıkları belli olduğu halde aynı bölgeyi sık sık ziyaret ettiğini fark ettim; bunlar, köle türe (F. fusca) ait bağımsız bir topluluğa doğru ilerledi ve şiddetle geri püskürtüldü: kimi zaman üçü birden, köle-yapıcı F. sanguinea’nın bacaklarına yapışıyordu. F. sanguinea’lar kendilerinden küçük olan rakiplerini acımasızca öldürdü ve cesetlerini, yirmi altı metre uzaktaki yuvalarına yiyecek olarak götürdü; ancak köle yapabilecekleri tek bir pupa elde etmeyi başaramadı. Bunun üzerine başka bir yuvadan, F. fusca pupası içeren küçük bir öbek kazıp çıkardım ve onu, çatışmanın yakınındaki çıplak bir zemine yerleştirdim: zorbalar, belki de son çatışmadan galip ayrılmış olduklarını düşünerek, bu öbeği memnuniyetle alıp götürdü.

Kitap orijinalinde yer alan Cape Horn (Horn Burnu) ilustrasyonu.


Diğer taraftan başka bir tür olan F. flava’nın pupalannı içeren ufak bir öbeği de, yuvadan geriye kalan parçalara hala tutunmaya çalışan bu ufak sarı karıncalarla birlikte aynı yere koydum. Bay Smith’in tanımına göre bu tür, çok seyrek de olsa köleleştirilebilir. Bu kadar ufak olmasına karşın çok cesur olan bu karınca türünün, başka karıncalara acımasızca saldırdığını kendim de gördüm. Bir defasında, yakınında köle-yapıcı F. sanguinea yuvası bulunan bir taşın altında bağımsız bir F. flava topluluğuyla karşılaşmak beni şaşırttı ve iki yuvayı da istemeden rahatsız ettiğimde bu ufak karıncaların, kendilerinden daha iri olan komşularına şaşırtıcı bir cesaretle saldırdığını fark ettim. Bu durumda F. sanguinea’nın, düzenli olarak köleleştirdiği F. fusca pupalarını, nadiren yakalayabildiği ufak ve cesur F. flava pupalarından ayırt edip edemeyeceğini merak ettim ve F. sanguinea’nın bu ayrımı derhal yapabildiğini gördüm. Bu karıncaların, F. fusca pupalarına hevesle ve hızla el koyduğunu, oysa F. flava pupalarından, hatta F. flava yuvasına ait bir toprak parçasından bile korktuğunu ve kaçarak uzaklaştığını biraz önce görmüştük. Ama çeyrek saat içinde, ufak sarı karıncaların ortamı terk etmesinden hemen sonra cesaretlerini topladılar ve pupaları alıp götürdüler.

Bir akşam başka bir F. sanguinea topluluğunu ziyaret ettiğimde, bazı karıncaların yuvaya F. fusca cesetleriyle (bunun bir göç faaliyeti olmadığını gösterir) ve bol miktarda pupayla döndüğünü ve girdiğini gördüm. Ganimet yüklü bir karınca sırasını, pupa taşıyan son F. sanguinea bireyinin girdiğini gördüğüm çok yoğun bir çalılığa kadar, yaklaşık otuz altı metre takip ettim; ama bu yoğun çalılıkta, talan edilmiş yuvayı bulmayı başaramadım. Buna karşın yuva yakınlarda olmalıydı, çünkü iki veya üç F. fusca bireyi son derece tedirgin bir şekilde ortalıkta geziyor, bir diğeri de ağzında taşıdığı kendi pupasıyla bir çalı filizinin dalında hareketsızce duruyor, sanki umutsuzca talan edilmiş yuvasına bakıyordu.

Bunlar sıra dışı köleleştirme içgüdüsü üzerine, bir de benim tarafımdan doğrulanmaya ihtiyaç duymayan bulgulardır. F. sanguinea’nın ve kıtasal F. rufescens’in, içgüdüsel alışkanlıklar bakımından ne kadar tezat olduğuna dikkatinizi çekerim. İkinci tür yuvasını kendi yapmaz, göçlerine kendi karar vermez, ne kendisi ne de yavruları için yiyecek toplar ve kendini beslemekten bile acizdir. Bunlar, kölelerine tam anlamıyla bağımlıdır. Diğer yandan Formica sanguinea çok daha az sayıda köleye sahiptir, üstelik bu sayı yaz başında daha da düşer: Yeni yuvanın ne zaman ve nerede yapılacağına efendiler karar verir ve göç sırasında köleleri taşıyanlar efendilerdir. Hem İsviçre’de hem de İngiltere’de, larvaların bakımını köleler üstlenmiş görünmektedir ve köleleştirme faaliyetlerini de sadece efendiler yürütür. İsviçre’deki köleler ve efendiler, yuvayı yaparken ve yuva için malzeme taşırken birlikte çalışır: Yaprak bitlerinin bakımından ve deyim yerindeyse sağılmasından her iki grup da sorumludur, ama bu işi daha ziyade köleler yapar. İngiltere’de kendileri, köleleri ve larvaları için yapım malzemesi ve yiyecek toplamaya genellikle sadece efendiler çıkar. Dolayısıyla bizdeki efendilerin kölelerinden gördüğü hizmet, İsviçre’dekilerin gördüğünden çok daha azdır.

F. sanguinea’da görülen içgüdünün hangi adımlarla oluştuğu üzerine tahminlerde bulunmaya kalkmayacağım. Ama gözlemlerime göre, köle-yapıcı olmayan karıncalar yuvalarının etrafına saçılan diğer türlerin pupalarını alıp götürdükleri için, başta yiyecek olarak depolanan bu pupaların sonradan gelişmesi mümkündür; bu durumda şans eseri bakıma alınan bu yabancı karıncalar, büyüdükçe kendilerine özgü içgüdülerini sergileyecek ve ellerinden gelen her işi yapacaktır. Onların varlığı, kendilerini köleleştiren türün yararınaysa –işçileri yakalamak, üretmekten daha fazla üstünlük sağlıyorsa– en başta yiyecek depolamak amacıyla gerçekleştirilen bu pupa toplama alışkanlığı, doğal seçilim yoluyla çok daha farklı bir amaç olan köle yetiştirmeye hizmet edecek şekilde pekiştirilmiş ve kalıcı kılınmış olabilir. Bu içgüdü ilk kazanıldığında, İsviçre’deki türdeşlerine kıyasla kölelerinden daha az yardım aldığını gördüğümüz İngiliz F. sanguinea’sında olduğundan daha sınırlı düzeyde sergilense bile, doğal seçilimin bu içgüdüyü, Formica rufescens gibi kölelerine umutsuzca bağımlı bir karınca türü oluşana dek artırmasında ve değiştirmesinde– her değişikliğin o tür için yararlı olduğunu varsayarsak- herhangi bir sıkıntı göremiyorum.

Kovan-arısının petek gözü yapma içgüdüsü: Burada konuyla ilgili önemsiz ayrıntılara girmeden, yalnızca vardığım sonuçların çerçevesini çizmekle yetineceğim. Bir kovanın, nihai amacına böylesine güzel uyarlanmış o eşsiz yapısını inceleme şansı bulup da, gördükleri karşısında coşkun bir hayranlık duymayan bir insan ancak ruhsuz olabilir. Matematikçilerden öğrendiğimize göre arılar çok karmaşık bir problemi çözerek, petek gözlerine, taşınan bal miktarını azami düzeyde ve yapımında gerekli olan değerli balmumu tüketimini de asgari düzeyde tutmaya en uygun şekli vermeyi başarmıştır. Uygun aletlere ve ölçümlere sahip olan hünerli bir işçinin bile, balmumundan uygun biçimli petek gözleri inşa etmesinin son derece zor olacağı belirtilmiştir; oysa karanlık bir kovanda çalışan bir arı topluluğu bunu kolayca başarabilmektedir. Arılara hangi içgüdüyü verirseniz verin, onların gerekli olan tüm açıları ve yüzeyleri nasıl oluşturabildiğini veya bunların doğru yapıldığına nasıl karar verebildiğini anlamak ilk bakışta zor görünebilir. Fakat buradaki sıkıntı, ilk bakışta göründüğü kadar büyük değildir; Benim düşünceme göre tüm bu eşsiz işçiliğin birkaç basit içgüdüden kaynaklandığı gösterilebilir.


Bu konuyu araştırmaya, bir petek gözünün biçiminin bitişikteki gözlerle sıkı bir ilişki içinde olduğunu gösteren Bay Waterhouse sayesinde yöneldim ve aşağıdaki görüş, onun kuramının biraz değiştirilmiş hali olarak değerlendirilebilir. Şimdi gelin, Doğa’nın bu önemli kademelenme ilkesi yoluyla bize kendi çalışma yöntemini ifşa edip etmediğini öğrenelim. Kısa bir dizinin bir ucunda, bal saklamak için eski kovanlarını kullanan, bazen bu kovanlara balmumundan kısa tüpler ekleyen ve yine balmumundan, bağımsız ve çok düzensizce yuvarlanmış petek gözleri inşa eden bombus arıları yer alır. Dizinin diğer ucundaysa, kovan-arılarının çift tabaka halinde döşenmiş petek gözleri bulunur: Bilindiği gibi her petek gözü bir altıgen prizmadır ve bu prizmanın altı yüzünün taban köşeleri, üç adet eşkenar dörtgenin oluşturduğu bir piramidin üzerine oturacak şekilde eğimlendirilmiştir. Bu eşkenar dörtgenlerin belli açıları vardır ve bunlardan, kovanın bir yüzündeki tek bir gözün piramidal tabanını oluşturan üçü, karşı yüzdeki üç bitişik petek gözünün taban yapısına katılır. Kovan-arısının petek gözlerinde izlenen yetkin kusursuzluk ile bombusların petek gözlerinde izlenen basitlik arasında uzanan dizide, Pierre Huber tarafından dikkatle tanımlanan ve anlaşılan, Meksika’ya özgü Melipona domestica’nın petek gözleri yer alır. Melipona’nın kendisi yapı bakımından kovan-arısı ile bombus arısının arasındadır, ama ikinci türle daha yakından bağlantılıdır: Bu arı, silindirik gözlerin oluşturduğu ve yumurtaların çatlayana dek muhafaza edildiği oldukça düzenli bir balmumu peteğinin yanı sıra, bal saklamaya yarayan iri gözler de yapar. Bu gözler, neredeyse küre şeklinde olup aşağı yukarı aynı boyuttadır ve düzensiz bir kitle halinde bir araya getirilir. Ama burada fark edilmesi gereken önemli nokta, bu gözlerin birbirlerine daima belli bir mesafede, küreler tamamlanmış olsa birbiriyle kesişecek veya iç içe geçecek kadar yakın yapılıyor olmasıdır; ama arılar kesişme eğiliminde olan kürelerin arasına, balmumundan kusursuzca yassı duvarlar inşa ederek bunun olmasına asla müsaade etmez. Böylece her petek gözü, küresel bir dış bölümden ve iki, üç veya daha fazla gözü birleştirmesi dolayısıyla iki, üç veya daha fazla sayıda kusursuzca yassı yüzeyden meydana gelir. Bir petek gözü, kürelerin nispeten aynı boyda olması nedeniyle sıklıkla ve kaçınılmaz olarak diğer üçüyle temasa geçtiğinde, üç yassı yüzey bir piramit oluşturacak şekilde bir araya gelir ve Huber’in dikkat çektiği gibi bu piramit, kovan arısının petek gözlerinde bulunan üç yüzlü piramidal tabanların kaba bir taklididir. Kovan-arısının petek gözlerinde olduğu gibi, burada da herhangi bir gözün üç yassı yüzeyi, kaçınılmaz olarak bitişikteki diğer üç gözün yapısına katılır. Melipona’nın, peteklerini bu şekilde inşa ederek balmumu tasarrufu yaptığı açıktır: çünkü bitişik gözlerin arasındaki yassı duvarlar çift katlı olmayıp, dıştaki küresel bölümlerle aynı kalınlıktadır ve buna rağmen her yassı bölüm, iki gözün bir parçasını oluşturur.

Bu olgu üzerine düşünürken fark ettim ki, Melipona cinsi arılar kürelerini birbirlerine belli bir uzaklıkta olacak şekilde ve eşit büyüklükte yapıyor ve onları çift tabaka halinde simetrik olarak yerleştiriyor olsaydı, ortaya çıkan yapı büyük olasılıkla kovan-arısının peteği kadar kusursuz olurdu. Bunun üzerine Cambridge’den Prof. Miller’a danıştım ve bu geometri uzmanı, aktardığı bilgilerin ışığında ulaştığını aşağıdaki değerlendirmeyi baştan sona okuma nezaketini göstererek, onun bütünüyle doğru olduğunu bana iletti:

Merkezleri, iki paralel tabakaya yerleştirilen eşit sayıda küre tamamlanır ve her kürenin merkezi, aynı tabakada onu çevreleyen diğer altı kürenin merkezinden yarıçap x √2 veya yarıçap x 1,41421 (veya daha az) uzaklıkta ve diğer paralel tabakadaki bitişik kürelerin merkezlerinden de aynı uzaklıkta bulunursa, bu durumda iki tabakadaki kürelerin arasında kesişim düzlemleri oluştuğunda, altıgen prizmaları içeren ve üç eşkenar dörtgenin piramidal tabanları yoluyla bir araya gelen iki tabaka ortaya çıkar ve eşkenar dörtgenler ile altıgen prizmaların yüzleri arasındaki açılar, yapılan en iyi ölçümlere göre, kovan-arısının yaptığı gözlerin açılarıyla birebir aynıdır.

Dolayısıyla şu sonuca güvenle varabiliriz: Melipona’nın halihazırda sahip olduğu ve kendi başına pek de eşsiz sayılmayan içgüdüleri hafifçe değiştirebilseydik, bu arı türü de tıpkı kovan-arısı gibi, eşsiz kusursuzlukta yapılar inşa edebilirdi. Melipona’nın, petek gözlerini gerçekten de küresel biçimli ve eş boyutta yaptığını varsaymamız gerekir; ki bunu da bir ölçüde yaptığını zaten bildiğimiz ve birçok böceğin, sabit bir noktanın etrafında dönerek tahtaya ne denli kusursuz ve silindirik oyuklar açabildiğini gördüğümüz için, bu sonuç hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Melipona’nın, petek gözlerini tıpkı silindirik hücrelerde yaptığı gibi yatay tabakalar halinde düzenlediğini; dahası kendi kürelerini yapmakta olan çok sayıda işçi arkadaşından tam olarak hangi uzaklıkta durması gerektiğini de her nasılsa belirleyebildiğini varsaymamız gerekir ki esas sıkıntı da burada başlar; ama Melipona bu uzaklığı öyle güzel belirler ki, kürelerini daima büyük ölçüde kesişecek biçimde sıralar ve sonra da kesişim noktalanm, kusursuzca yassı yüzeyler yoluyla birleştirir. Aksi durumda herhangi bir sıkıntı yaratmayacak olsa da, şu varsayımda da bulunmamız gerekir: Kaba bombus arısı, eski kozalarının yuvarlak ağızlarına nasıl balmumundan silindirler ekliyorsa; Melipona da aynı tabakadaki bitişik kürelerin kesişmesi yoluyla altıgen prizmaların oluşmasından sonra bu altıgeni, depolanan balı taşıyabilecek boyuta gelene dek genişletebilir. Kovan-arısının bu taklit edilemez mimari hünerini doğal seçilim sürecinde içgüdülerde meydana gelen ve kendi başlarına pek de muhteşem olmayan –bir kuşu, yuvasını yapmaya yönelten içgüdüden daha muhteşem değildir – bu tarz değişiklikler yoluyla kazanmış olduğuna inanıyorum.

Ama bu kuram deneysel olarak sınanabilir. Bay Tegetmeier’ın sunduğu örneğin rehberliğinde, iki peteği birbirinden ayırdım ve aralarına uzun, kalın ve kare biçimli bir balmumu şeridi yerleştirdim: Arılar hemen, şeridin üzerinde ufak dairesel çukurlar oymaya başladı, giderek derinleştirdikleri bu çukurlar, dışarıdan bakılınca bir kürenin parçalan kadar kusursuz görünen ve bir petek gözüyle aşağı yukarı aynı çapa sahip olan sığ çanaklara dönüştü. İşin ilginç yanı şuydu; arılar, bu çanakları yan yana oymaya başlayan çok sayıda arının bulunduğu yerlerde, birbirlerinden öyle bir uzaklıkta çalışmaya başlamışlardı ki, çanaklar yukarıda belirtilen genişliğe (aşağı yukarı sıradan bir petek gözünün genişliği kadar) ve bir parçasını oluşturdukları kürenin çapının altıda biri kadar derinliğe ulaştığında, çerçeveleri çoktan kesişmiş veya iç içe geçmişti. Arılar bu olay gerçekleştiği anda oyma işini bıraktı ve çanakların arasındaki kesişim hatları boyunca, balmumundan yassı duvarlar örmeye başladı; böylece her altıgen prizma, sıradan petek gözlerinde olduğu gibi üç yüzlü bir piramidin keskin köşeleri üzerine değil, pürüzsüz bir çanağın taraklı köşeleri üzerine oturtulmuş oldu.

Ardından kovana, kalın ve kare biçimli bir balmumu parçası yerine ince, dar ve vermilyonla (Çin kırmızısı, zincifre (HgS) mineralinden üretilen parlak kırmızı renktir) boyanmış bıçak-sırtı kesitli bir balmumu sırtı yerleştirdim. Arılar tıpkı daha önce yaptıkları gibi, derhal her iki yüzde de yan yana çanaklar oymaya başladı; ama balmumu sırtı öyle inceydi ki, çanakların alt kısımları bir önceki deneyde belirtilen derinliğe kadar oyulmuş olsa karşıt yüzlerde iç içe geçerdi. Fakat arılar bunun olmasına izin vermedi ve oyma işini tam zamanında bıraktı; böylece çanaklar biraz derinleştirilince yassı tabanlar kazanmış oldu ve kemirilmeden bırakılmış ince, vermilyonlu balmumu plakalarının oluşturduğu bu yassı tabanlar gözle görülebildiği kadarıyla, tam olarak balmumu sırtının karşıt yüzlerindeki çanakların arasında kalan hayali kesişim düzlemleri boyunca sıralanmıştı. Eşkenar dörtgen biçimli plakanın bazı yerlerde küçük, bazı yerlerdeyse büyük bir bölümü karşıt yüzlerde bulunan çanakların arasında kalmış, ama doğal olmayan koşullar dolayısıyla işlem layıkıyla yapılamamıştı. Arılar, çanakları her iki yüzde dairesel olarak kemirip derinleştirirken, çanakların arasında yassı plakalar bırakabilmek için ara düzlemler veya kesişim düzlemleri boyunca çalışmayı kesmiş ve böylece vermilyonlu balmumu sırtının karşıt yüzlerinde aşağı yukarı aynı oranda çalışmış olmalıydı.

İnce balmumunun ne kadar esnek olduğu düşünülürse, arıların bir balmumu şeridinin iki ayrı yüzünde çalışırken, kemirdikleri balmumunun uygun inceliğe ulaştığını anlar anlamaz çalışmayı kesmesinde herhangi bir sıkıntı görmüyorum. Gözlemlerime göre sıradan peteklerde çalışan arılar, karşıt yüzlerde tam olarak aynı oranda çalışmayı her zaman başaramayabilir; nitekim yapımına yeni başlanmış gözlerin tabanında, muhtemelen arıların oyma işini fazla hızlı yapmasından dolayı, bir yüzü hafif içbükey olan ve daha yavaş çalıştığı yerlerdeki karşıt yüzü de dışbükey olan yarı yarıya tamamlanmış eşkenar dörtgenler bulunduğunu fark ettim. Bunun çok belirgin olduğu bir örnekte, peteği kovanın içine geri yerleştirdim ve arıların kısa bir süre çalışmasına izin verdim; ardından petek gözünü incelediğimde, eşkenar dörtgen biçimli plakanın tamamlandığını ve kusursuz bir yassılığa ulaştığını gözlemledim: Eşkenar dörtgen biçimli küçük plaka aşırı ince olduğundan, bu işi dışbükey yüzü kemirerek başarmış olmaları imkânsızdı ve arıların bu tür durumlarda karşıt gözlerde durarak, esnek ve ılık balmumunu, olması gereken doğru ara düzleme doğru ittirmek ve eğimlendirmek (bu, denediğim üzere kolay bir iştir) suretiyle yassılaştırıyor olabileceğini tahmin ediyorum.

Vermilyonlu balmumu sırtıyla yaptığım deneyden açıkça görüyoruz ki, arılar kendileri için balmumundan ince bir duvar örecek olsalar birbirlerinden uygun uzaklıkta durarak, eşit oranda oyma işi yaparak ve eşit küresel çukurlar oluşturmaya gayret ederek, ama kürelerin iç içe geçmesine de asla izin vermeden, petek gözlerine uygun şekli verebilmektedir. Büyüyen bir peteğin köşesini incelediğimizde rahatlıkla görebileceğimiz gibi, arılar kovanın etrafını çepeçevre saran, kaba ve dairesel bir duvar veya çerçeve örer ve petek gözünü derinleştirirken daima dairesel çalışarak, bu duvarı karşıt yüzlerden kemirmeye başlar. Bir petek gözünün, üç yüzlü piramidal tabanının tamamını aynı anda inşa etmez, yalnızca ölçüsüzce büyüyen hat üzerinde veya iki plaka arasında kalan eşkenar dörtgen biçimli tek bir plaka yaparlar ve altıgen duvarların yapımı bitmeden, eşkenar dörtgen biçimli plakaların üst köşelerini asla tamamlamazlar. Bu açıklamalardan bir kısmı, haklı bir üne sahip olan baba Huber’in söylediklerinden farklılık gösteriyor olsa da doğru olduklarına ikna oldum ve yer sıkıntımız olmasaydı, onların benim kuramımla da uyumlu olduklarını gösterebilirdim.

İlk petek gözünün küçük ve paralel kenarlı bir balmumu duvarından oyulup çıkarılarak yapıldığını öne süren Huber’in açıklaması, gördüğüm kadarıyla tam anlamıyla doğru değildir; çünkü başlangıç noktası daima ufak bir balmumu tepesi olmuştur; ama burada konunun ayrıntılarına girmeyeceğim. Oyma işinin, petek gözlerinin yapımında ne kadar önemli bir rol oynadığını görüyoruz; ama arıların, kaba bir balmumu duvarını uygun konumda –iki bitişik küre arasındaki kesişim düzlemi boyunca- inşa edemeyeceğini varsaymak büyük bir hata olur. Elimde bunu pekâlâ yapabildiklerini gösteren çok sayıda örnek bulunuyor. Bazen yapımı devam eden bir peteği çevreleyen kaba, dairesel çerçevede veya balmumu duvarında bile, ileride yapılacak gözlerin eşkenar dörtgen biçimli taban plakalarının düzlemlerine konumsal olarak karşılık gelen kıvrımlar görülebilir. Ama kaba balmumu duvarı, daima iki yüzünden büyük ölçüde kemirilerek tamamlanmak zorundadır. Arıların peteği inşa etme biçimleri ilginçtir; ilk kaba duvarı, petek gözünün tamamlanan ve öylece bırakılacak olan incecik duvarından daima on ila yirmi kat daha kalın yaparlar. Duvar ustalarının, en başta çimentodan kalın bir sırt istiflediğini ve ortada çok ince ve pürüzsüz bir duvar kalana kadar, onu yere yakın kısımlarındaki her iki yüzünden eşit oranda yontmaya başladığını; bu süreçte daima kesip çıkarılan çimentoyu yığarak ve sırtın tepesine taze çimento ekleyerek çalıştığını varsayarak, arıların nasıl çalıştığını anlayabiliriz. Böylece istikrarlı bir şekilde yükselen; ama üst kısımlan daima kalın bir tabakayla kaplanmış olan ince bir duvar elde edilmiş olur. Hem yapımına yeni başlanmış hem de tamamlanmış olan tüm petek gözlerinin böyle sağlam bir tabakayla kaplı olması, arıların kovanın üstünde 2,5 santimetrenin 400’de 1’i kalınlığındaki narin ve altıgen biçimli duvarlara zarar vermeden kümelenmesini ve gezinmesini mümkün kılar; çünkü bu durumda piramidal kaidenin plakaları, iki kat kalınlığa ulaşmıştır.

İlk bakışta çok sayıda arının bir arada çalışıyor olması, petek gözlerinin nasıl yapıldığını anlamamızı daha da zorlaştırıyormuş gibi görünebilir; bir an, gözlerden birinde kısa süre çalıştıktan sonra diğerine geçer ve böylece Huber’in belirttiği gibi, ilk gözün yapımında bile yaklaşık yirmi kadar birey çalışmış olur. Tek bir gözün altıgen duvarlarının köşelerini veya büyüyen bir peteğin dairesel çerçevesinin en dış kenarını, son derece ince olan eritilmiş bir vermilyonlu balmumu tabakasıyla kaplayarak, bu bulguyu uygulamalı olarak gösterme şansı buldum ve boyanın arılar tarafından her seferinde büyük bir hassasiyetle –fırçasını kullanan bir ressamın hassasiyetiyle– boyalı balmumunun konduğu noktadan toplanan boyalı atomların komşu gözlerin büyüyen köşelerine aktarılması yoluyla dağıtıldığını gördüm. Yapım işi, hepsi içgüdüsel olarak birbirinden göreli eşit uzaklıkta duran, eşit küreler yapmaya çalışan ve sonra da bu kürelerin arasındaki kesişim düzlemlerini güçlendiren veya kemirilmeden bırakan çok sayıda arı arasında bir denge kurmaya yarıyor gibi görünmektedir. Sıkıntılı olgularda, örneğin iki petek parçasının bir açı oluşturarak kesiştiği durumlarda, arıların aynı petek gözünü bozup farklı yollarla yeniden inşa ettiğini, bu süreçte önceden geri çevirdikleri bir şekle bazen dönüş yaptığını görmek gerçekten de ilginçti.

Arılar, çalışırken uygun konumda durabilecekleri bir yer bulmuşsa. –örneğin aşağı doğru büyüyen bir peteğin hemen altına bir çıta yerleştirilmiş ve peteğin, bu şeridin tek yüzünde yapılması gerekmişse- yeni bir altıgenin ilk duvarını tam olması gereken yere, diğer tamamlanmış gözlerden uzağa yerleştirebilir. Arıların birbirlerinden ve son tamamlanan gözlerin duvarlarından uygun göreli mesafede durması yeterlidir; arılar bundan sonra hayali küreleri temel alarak, iki bitişik kürenin arasına bir duvar örebilirler; ama benim gördüğüm kadarıyla, bir gözün köşelerini hem o gözün hem de bitişikteki gözlerin yapımı tamamlanmadan asla kemirip bitirmezler. Arıların belli koşullar altında, yapımına yeni başlanmış iki petek gözünün arasındaki doğru yerde kaba bir duvar inşa etme yetisi önemlidir, çünkü yukarıdaki kuram açısından başta oldukça yıkıcı görünen bir bulguyla; diğer bir deyişle, eşek arısı peteklerinin dış kenarlarında bulunan gözlerin bazen belirgin olarak altıgen biçiminde olmasıyla bağlantılıdır; ama yer darlığından ötürü bu konuya giremiyorum. Kaldı ki, yapımına aynı anda başlanmış iki veya üç gözün iç ve dış yüzlerinde dönüşümlü çalışan, yeni başlanmış petek gözü parçalarından daima uygun göreli uzaklıkta duran, küreler ve silindirler yapan ve ara düzlemler inşa eden tek bir böceğin (bir kraliçe eşek ansı gibi), bu yolla altıgen gözler yapmasında da ciddi bir sıkıntı göremiyorum. Bir böceğin, petek gözü yapımına başlayacağı bir nokta belirledikten uygun göreli uzaklıkta olan altı noktadan önce birine ve sonra uygun göreli uzaklıkta olan altı noktadan önce birine ve sonra diğer beşine geçerek kesişim düzlemleri oluşturması ve bu yolla yalıtılmış bir altıgen inşa etmesi bile akla yatkındır. Ama bildiğim kadarıyla böyle bir olgu gözlemlenmiş değildir; kaldı ki, tek bir altıgenin yapımı bir silindirin yapımından daha fazla malzeme gerektireceği için bunun herhangi bir varan da olmayacaktır.

Doğal seçilim, ancak yapıda veya içgüdülerde meydana gelen ve her biri bireye kendi yaşam koşulları altında kazanç sağlayan hafif değişikliklerin biriktirilmesi yoluyla etki gösterebildiğine göre, uzun ve kademelenmiş bir ardışıklıkta, hepsi de şimdiki kusursuz yapı planına yönelen, değiştirilmiş mimari içgüdülerin kovan-arısının atalarına nasıl yarar sağlamış olabileceği haklı olarak sorulabilir. Bunu yanıtlamanın zor olmadığı kanısındayım: Arıların çoğu zaman yeterli nektar bulmakta zorlandığı bilinmektedir ve Bay Tegetmeier’ın verdiği bilgilere göre, kovan-arılarının yarım kilogram balmumu salgısı üretebilmek için en az beş ila yedi kilogram kuru şeker tükettiği, deneysel olarak gösterilmiştir; bu nedenle kovan yapımında gerekli olan balmumunun salgılanabilmesi için, kovandaki arıların toplamak ve tüketmek zorunda olduğu balmumu miktarı fevkalade yüksektir. Üstelik salgılama işlemi sırasında birçok arının günlerce atıl kalması gerekir. Büyük bir bal deposu, kalabalık bir an topluluğunun kış boyu desteklenmesi için vazgeçilmezdir ve bilindiği gibi, kovanın güvenliği de desteklenen an sayısının yüksek olmasına bağlıdır. Dolayısıyla büyük ölçüde bal tasarrufu yaparak balmumundan tasarruf etmek, her an familyası için başarıya giden yolda çok önemli bir unsur olmalıdır. Elbette her türün başarısı, sahip olduğu asalakların veya diğer düşmanların sayısına veya oldukça farklı etkenlere bağlı olabilir ve dolayısıyla arıların toplayacağı bal miktarından tümüyle bağımsız olabilir. Ama şimdi gelin bu ikinci koşulun. Muhtemelen çoğu durumda olduğu gibi, bir yöredeki bombus sayısını belirlediğini ve bu topluluğun kışı geçirmek için bir bal deposuna ihtiyaç duyduğunu farz edelim. Bu durumda dişi bombusların içgüdülerinde meydana gelen ve onları, balmumu gözlerini hafifçe kesişecek yakınlıkta yapmaya iten hafif bir değişikliğin bombus arılarımıza bir üstünlük sağlayacağı açıktır. Nitekim iki bitişik gözün ortak bir duvara sahip olması bile biraz balmumu tasarrufu sağlayacaktır. Bu nedenle petek gözlerini gitgide daha düzgün, birbirine daha yakın ve tıpkı Melipona’nın gözleri gibi bir kitle haline getirerek yapmak, bombus arılarımıza gitgide daha fazla üstünlük kazandıracaktır; çünkü bu durumda, her gözün yapışma yüzeyinin büyük bir bölümü diğer gözleri birbirine bağlamaya yarar ve bol miktarda balmumu tasarrufu sağlanır. Petek gözlerini birbirine daha yakın ve mevcut durumlarından her anlamda daha düzgün yapmak, aynı nedenden ötürü Melipona’nın da yararına olacaktır. Çünkü daha önce de gördüğümüz gibi, bu durumda küresel yüzeyler büsbütün kaybolacak ve onların yerini yassı yüzeyler alacak; böylece Melipona da en az kovan-arısınınki kadar kusursuz bir kovan inşa edebilecektir. Mimaride böyle yüksek bir kusursuzluk düzeyinden sonra doğal seçilim etkili olamaz; çünkü gördüğümüz kadarıyla kovan-ansının peteği, balmumu tasarrufu bakımından tam anlamıyla kusursuzdur.

Bu nedenle bildiklerimiz içinde en eşsizi olan kovan-arısının içgüdülerini, doğal seçilimin, daha basit içgüdülerde arka arkaya meydana gelen çok sayıda hafif değişikliği değerlendirmesi üzerinden açıklayabileceğimize; doğal seçilimin, arıların çift katlı bir tabakada birbirlerinden doğru uzaklıkta durarak eşit küreler oluşturmasını ve balmumunu kesişim düzlemleri boyunca yığmasını ve oymasını yavaş süreçler yoluyla gitgide daha da kusursuzlaştırdığına inanıyorum. Elbette arılar kürelerini birbirlerinden belli bir uzaklıkta durarak yaptıklarının farkında olmadıkları gibi, altıgen prizmalarda ve eşkenar dörtgenlerin taban plakalarında bulunan açıların kaçar derece olduğunu da biliyor olamaz. Doğal seçilim işleminin itici gücü balmumu tasarrufu olduğuna göre; balmumu salgısı için en az balı harcayan oğullar daha başarılı olacak ve yeni kazanılmış tasarruf içgüdüsünü kalırım yoluyla yeni oğullara aktaracak, dolayısıyla bu yeni oğullar da varoluş mücadelesinden sağ çıkmak adına en yüksek şansa sahip olacaktır.

Elbette açıklamakta zorlandığımız birçok içgüdü –nasıl ortaya çıktıklarını hiçbir şekilde anlayamadığımız içgüdüler; hiçbir ara kademesini bilmediğimiz olgular; doğal seçilimin, üzerinde etki gösteremeyeceği kadar önemsiz görünen içgüdüler ve doğa ölçeğinde, benzerliklerini ortak bir atadan kalıtımla açıklayamayacağımız kadar birbirine uzak hayvanlarda neredeyse özdeş olan ve bu nedenle, doğal seçilimin bağımsız etkileri yoluyla kazanılmış olduklarına inanmamızı gerektiren içgüdüler– doğal seçilim kuramına karşıt olarak öne sürülebilir. Burada bu olguların hepsini açıklamaya girişmeyecek ve sadece, başta aşılmaz sandığım ve kuramım açısından gerçekten yıkıcı olabileceğini düşündüğüm özel bir sıkıntıya değinmekle yetineceğim. Bu bağlamda, böcek topluluklarındaki kısırlardan veya steril dişilerden bahsedeceğim: Çünkü bu kısırları içgüdü ve yapı bakımından hem erkek hem de üretken dişi bireylerden genellikle büyük ölçüde farklılık göstermekle birlikte, kısır olmaları dolayısıyla kendi çeşitlerini çoğaltamaz.

Bu konu uzun uzadıya tartışılmayı hak eder; ama burada tek bir olguya, işçi veya kısır karıncalara değineceğim. İşçilerin nasıl kısır duruma geldiği sorusu bir sıkıntıdır. Ama herhangi bir dikkat çekici yapısal değişiklikten daha büyük bir sıkıntı da değildir; çünkü bazı böceklerin ve başka artikülat hayvanların, doğal durumda kimi zaman kısırlaştığı gösterilebilir. Böylesi böcekler sosyal hale gelmişse ve her yıl, çalışma yeteneğine sahip olmakla birlikte üreme yeteneği bulunmayan belli sayıda bireyin dünyaya gelmesi topluluğun yararına olmuşsa, bunun doğal seçilim yoluyla sağlanmış olmasında herhangi bir sıkıntı göremiyorum. Ama bu ön sıkıntıyı şimdilik bir kenara bırakmak zorundayım. Esas sıkıntı, işçi arıların içgüdü ve yapı bakımından, örneğin göğüs kafesinin şekli ve kanatlardan veya kimi zaman gözlerden yoksun olmak bakımından hem erkek hem de üretken dişi bireylerden büyük ölçüde farklılık gösteriyor olmasıdır. Sadece içgüdüden bahsediyorsak, bu bağlamda işçiler ile kusursuz dişiler arasındaki fevkalade farkın en iyi örneği kovan-arılandır. İşçi arılar veya kısır olan diğer böcekler sıradan hayvanlar olsaydı, tüm karakterlerinin doğal seçilim sürecinde yavaşça kazanılmış olduğunu: diğer bir deyişle, hafif ve kazançlı bir yapısal değişiklik ile dünyaya gelen her bireyin, bu karakteri kalıtım yoluyla yavrularına da aktaracağını, sonra bu yavruların da çeşitleneceğini ve seçileceğini ve bu döngünün böylece sürüp gideceğini hiç tereddütsüz söyleyebilirdim. Oysa bir işçi karınca ebeveynlerinden büyük ölçüde farklılık gösteren bir böcek olmasına karşın bütünüyle kısırdır; bu yüzden arka arkaya kazanılan yapısal veya içgüdüsel değişiklikleri kendi döllerine aktarmış olması mümkün değildir. Haklı olarak, bu olguyu doğal seçilim kuramıyla nasıl bağdaştırabileceğimiz sorulabilir.

Öncelikle hem evcil hem de doğal durumdaki üretimlerimizde, belli yaşlarla ve iki eşeyden biriyle ilintili hale gelen farklara ilişkin sayısız örnek verilebileceğini hatırlayalım. Birçok kuşun üreme giysisinde ve erkek somon balığının kancalı çenesinde olduğu gibi, sadece tek bir eşeyle değil, üreme sisteminin etkin olduğu o kısacık dönemle de ilintili olan farklar mevcuttur. Farklı sığır ırklarının boynuzlarında bile, erkek eşeyin yapay yollarla kusurlu hale gelmiş olmasından kaynaklanan hafif farklar görebiliriz; nitekim diğer ırklara kıyasla belli ırkların öküzleri, aynı ırkların boğalarına veya ineklerine oranla daha uzun boynuzlara sahiptir. Bu yüzden herhangi bir karakterin, böcek topluluklarının belli üyelerinin kısır durumuyla ilintili hale gelmiş olmasında gerçek bir sıkıntı göremiyorum: Sıkıntı, yapıda meydana gelen bu tür ilintili değişikliklerin, doğal seçilim yoluyla yavaş yavaş nasıl biriktirilmiş olabileceğini anlamakta yatar.

Seçilimin birey için olduğu kadar familya için de geçerli olduğunu ve istenen sonuca bu yoldan ulaşılabileceğini hatırlarsak, aşılmaz gibi görünen bu sıkıntı azalacak veya benim düşünceme göre kaybolacaktır. Güzel aromalı bir sebzeyi pişirince bireyi yok etmiş oluruz; ama bir bitki yetiştiricisi, aynı soyun tohumlarını ekerek aşağı yukarı aynı varyeteyi elde edebileceğini bilir: Sığır yetiştiricileri bir hayvanın etiyle yağının, damarlı mermer görünümünde karışmasını arzular; hayvan kesilmiş olsa bile, yetiştirici güvenle yine aynı familyaya yönelir. Seçilimin gücüne inancım öyle tam ki, çiftleştirilince en uzun boynuzlu öküzleri hangi boğaların ve ineklerin verdiği dikkatle izlendiği takdirde, boynuzları her zaman sıra dışı uzunlukta olan öküzler üreten bir sığır ırkının yavaş yavaş oluşturulabileceğine hiç şüphem yok; oysa öküzlerden hiçbirinin kendi çeşidini çoğaltması mümkün değildir. Sosyal böceklerde de böyle olduğuna inanıyorum: Yapıda veya içgüdülerde ortaya çıkan ve topluluğun belli üyelerinin kısır durumuyla ilintili hale gelen hafif bir değişiklik, topluluğun yararına olmuştur: Bu nedenle aynı topluluğun üretken erkekleri ve dişileri gelişmeye devam etmiş ve aynı değişikliği taşıyan kısır bireyler üretme eğilimini, üretken olan kendi yavrularına da aktarmıştır. Sosyal böceklerde bu işlemin, aynı türün üretken ve kısır dişileri arasındaki o fevkalade fark miktarı oluşuncaya dek tekrarlanmış olduğuna inanıyorum.

Fakat sıkıntının kilit noktasına; birçok karınca türünde, kısır bireylerin yalnızca üretken dişilerden ve erkeklerden değil, kimi zaman birbirlerinden de akıl almaz düzeyde farklılık göstermesine ve böylelikle iki veya üç kasta ayrılmış olmasına henüz değinmedik. Üstelik bu kastlar, genellikle kademeli olarak birbirine dönüşmez ve iyi tanımlanmış durumdadır; bunlar birbirlerinden aynı cinsin iki ayrı türü kadar veya daha ziyade, aynı familyanın iki ayrı cinsi kadar farklılık gösterir. Nitekim Eciton cinsi karıncalarda, çeneleri ve içgüdüleri bakımından sıra dışı bir fark sergileyen işçi ve asker kısırlar bulunur: Cryptocerus cinsindeki kastlardan yalnızca birinde, işçilerin kafasında ne işe yaradığı pek bilinmeyen harika bir kalkan bulunur: Meksikalı Myrmecocystus’ta belli bir kastın işçileri yuvayı asla terk etmez; bunlar, başka bir kastın işçileri tarafından beslenir ve Avrupalı karıncalarımızın koruyup tutsak ettiği, onların evcil sığırları diyebileceğimiz yaprak bitlerinin salgısının yerine geçen bala benzer bir salgı üreten, fevkalade gelişkin bir karın boşluğuna sahiptir.

Böylesine muhteşem ve belirgin bulguların kuramımı bir anda yerle bir edeceğini kabul etmediğim için, doğal seçilim ilkesine duyduğum güvenin abartılı olduğunu düşünenler çıkacaktır. Daha basit bir olguya, hepsi tek bir kasta veya çeşide ait olan ve üretken erkeklerden ve dişilerden, büyük olasılıkla doğal seçilim sürecinde farklılaşmış olduğuna inandığım kısır böceklere gelirsek, sıradan çeşitliliklerin analojisine bakarak, birbirini izleyen her hafif ve kazançlı değişikliğin başlangıçta aynı yuvadaki kısırların hepsinde değil, ancak birkaç bireyde ortaya çıktığına ve kazançlı değişikliği taşıyan kısırları sayıca en fazla üreten üretken ebeveynlerin uzun-süreli seçilimi yoluyla, sonunda tüm kısırların arzulanan karakteri kazanmış olduğuna güvenle kanaat getirebiliriz. Bu görüşe göre aynı yuvada, aynı tür kapsamında yapısal kademeler sergileyen kısır- böceklere ara sıra rastlıyor olmamız gerekir; üstelik Avrupa’da yaşayanlar dışında dikkatle incelenmiş kısır-böceklerin sayısının ne kadar az olduğu düşünülürse, onlara çok da sık rastlarız. Bay F. Smith İngiltere’deki birçok karınca türünde, kısır bireylerin birbirlerinden boyut ve bazen de renk bakımından şaşırtıcı düzeyde farklı olduğunu ve kimi zaman uç formların, aynı yuvadan alınan bireyler yoluyla birbirine kusursuzca bağlanabildiğini göstermiştir. Böyle kusursuz kademeleri ben de karşılaştırdım. Genellikle sayılan en fazla olanlar, daha iri veya daha ufak boyutlu işçilerdir veya hem iri hem de ufak olanların sayısı fazlayken, ara boyutta olanların sayısı sınırlıdır. Formica flava kapsamında, bazısı ara boyutta olan daha iri ve daha ufak işçiler bulunur ve Bay Smith’in gözlemlerine göre bu türe mensup iri işçiler, ufak da olsa ayırt edilebilen basit gözlere (ocelli) sahiptir, oysa ufak işçilerdeki ocelli güdük durumdadır. Bu işçilerden birçoğunu dikkatle incelemiş olduğumdan, ufak işçilerin yalnızca oransal küçüklükleriyle açıklanamayacak kadar güdük gözlere sahip olduğunu güvenle söyleyebilirim; ayrıca kesin bir yargıda bulunmamakla birlikte, ara boyutlu işçilerde bulunan ocellinin de tümüyle ara durumda olduğuna inanıyorum. Böylece aynı yuvada sadece boyutsal olarak değil, görme organları bakımından da –farklılık gösteren ve ara durumda olan birkaç üye yoluyla birbirine bağlanan, iki farklı kısır işçi takımı bulunduğunu görürüz. Konunun biraz dışına çıkarak şunu da eklemek isterim ki, topluluğa en çok yarar sağlayanlar ufak işçiler olmuşsa ve gitgide daha fazla sayıda ufak işçi üreten erkekler ve dişiler, işçilerin hepsi bu duruma gelene dek sürekli olarak seçilmişse; sonunda Myrmica kısırları ile aşağı yukarı aynı durumda olan kısırlara sahip bir karınca türü elde etmemiz gerekir. Çünkü Myrmica cinsinin erkek ve dişi bireyleri iyi-gelişmiş ocelliye sahipken, aynı cinsin işçilerinde bu ocellinin kalıntısına bile rastlanmaz.

Bu konu üzerine bir olgu daha sunabilirim: Aynı türün farklı kısır kastları arasında, önemli yapısal noktalarda kademelenmeler bulacağıma öyle emindim ki, Bay Smith’in Güney Afrika’ya özgü bir çöl karıncası (Anomma) yuvasından alınan örnekleri inceleme teklifini memnuniyetle kabul ettim. Burada esas ölçümleri sunmak yerine konuyu tutarlı bir örnekle açıklamam, okurun bu işçilerde izlenen fark miktarını çok daha iyi kavramasını sağlayabilir. Bir bina inşaatında çalışan ve kimisi 1,63 metre, kimisi de 4,8 metre boyunda olan bir grup işçiyi düşünelim. Dahası uzun boylu işçilerin kafalarının, kısa boyluların kafalarından üç değil dört kat büyük olduğunu, çenelerinin de aşağı yukarı beş kat büyük olduğunu varsayalım; işte işçi karıncalar arasındaki fark miktarı da bu kadardır. Üstelik işçi karıncaların farklı boyutlardaki çeneleri, hem şekil hem de diş formu ve sayısı bakımından fevkalade bir farklılık göstermektedir. Ama burada bizim için önemli olan bulgu, farklı boyutlardaki kastlarda gruplanabilecek işçilerin, tıpkı büyük ölçüde farklılık gösteren çene yapıları gibi, kademeli olarak fark edilmeden birbirine dönüşüyor olmasıdır. Elimde, çeşitli boyuttaki işçilerden kesip çıkardığım çenelerin, Bay Lubbock tarafından camera lucida yardımıyla yapılmış çizimleri bulunduğundan, bu son konuyla ilgili görüşlerimi güvenle belirtiyorum.

Tüm bu bulguların ışığında doğal seçilimin, üretken ebeveynler üzerinde etki göstererek ya hepsi iri boyutlu olup tek bir çene biçimine ya da hepsi ufak boyutlu olup çok farklı çene yapılarına sahip kısırlar üreten bir tür yaratabileceğine veya son olarak –ki burası sıkıntının kilit noktasıdır– bir taraftan belli bir boyutta ve yapıda olan bir işçi takımı üretirken, diğer taraftan da farklı boyutta ve yapıda olan başka bir işçi takımı üretebileceğine inanıyorum. Önce çöl karıncalarında olduğu gibi kademelenmiş bir dizi oluşur ve sonra topluluk için en yararlısı olan uç formlar, kendilerini üreten ebeveynlerin doğal seçilimi sürecinde gitgide daha fazla üretilir; ta ki ara yapılı formlar artık üretilmez oluncaya dek.

Böylece aynı yuvada, birbirinden ve kendi ebeveynlerinden çok farklı kısır işçilerin oluşturduğu iki ayrı kast bulunması gibi şaşırtıcı bir bulguyu açıklamış oluruz. Bu kastların üretiminin bir sosyal böcek topluluğuna ne kadar faydalı olabileceğini, işbölümünün uygar insana faydalı olması ilkesinden anlayabiliriz. Karıncaların kazanılmış bilgi ve imal edilmiş aletlerle değil, kalıtsal içgüdüler ve kalıtsal organlar veya araçlarla çalışması dolayısıyla kusursuz bir işbölümü, ancak işçilerin kısır olmasıyla sağlanabilirdi; çünkü üretken olsalar soy dışı çaprazlanırlar ve içgüdüleri ve yapıları da iç içe geçmiş olurdu. Doğanın, karınca topluluklarındaki bu hayranlık uyandıran işbölümünü doğal seçilim yoluyla sağladığına inanıyorum. Ancak bu ilkeye inancım tam olmakla birlikte itiraf etmeliyim ki, kısır böceklerle ilgili yukarıdaki bulgu beni ikna etmiş olmasaydı, doğal seçilimin böylesine etkili olabileceğini asla tahmin edemezdim. Doğal seçilimin gücünü göstermek istememin yanı sıra, bugüne kadar kuramıma yöneltilen en ciddi sıkıntı olması dolayısıyla bu konuyu, genel anlamda yetersiz kalacağını bildiğim halde biraz daha kapsamlı olarak ele aldım. Üstelik bu olgu çok da dikkat çekicidir; çünkü bitkilerde olduğu gibi hayvanlarda da rastlantısal diyebileceğimiz pek çok hafif çeşitliliğin birikmesiyle, herhangi bir yönden kazançlı olan yapısal değişikliklerin, deneyim veya alışkanlık devreye girmeden de istenen miktarda elde edilebileceğini kanıtlar. Çünkü bir topluluğun tümüyle kısır olan bireylerinde ortaya çıkan hiçbir deneyim veya alışkanlık veya irade miktarı, yalnızca kendileri torun bırakabilecek olan üretken bireylerin yapısını veya içgüdülerini etkileyemez. Lamarck’ın meşhur öğretisine karşı, kimsenin kısır böceklerle ilgili bu ikna edici olguyu öne sürmemiş olmasına şaşıyorum.

Toxodon Platensis


Özet: Bu bölümde evcil hayvanlarımızın zihinsel özelliklerinin çeşitlendiğini ve bu çeşitliliklerin de kalıtsal olduğunu göstermeye çalıştım. İçgüdülerin doğal durumda ancak çok hafif düzeyde çeşitlendiğini de kısaca anlatmaya gayret ettim. İçgüdülerin her hayvan için son derece önemli olduğuna kimse karşı çıkmayacaktır. Dolayısıyla değişen yaşam koşulları altında, doğal seçilimin içgüdülerde meydana gelen hafif değişiklikleri her düzeyde ve yararlı gelen her yönde biriktirmesinde herhangi bir sıkıntı görmüyorum. Bazı durumlarda, muhtemelen alışkanlık veya kullanma ve kullanmama da devreye girmiş olmalıdır. Bu bölümde sunulan bulguların, kuramımı herhangi bir şekilde güçlendirdiğini iddia etmiyorum; ancak değerlendirebildiğim kadarıyla, sıkıntı yaratan olgulardan hiçbirinin de kuramım açısından yıkıcı olmadığı kanısındayım. Diğer yandan içgüdülerin her zaman için tam anlamıyla kusursuz olmayıp hatalara açık olması –hiçbir içgüdünün salt başka hayvanların yararına üretilmemiş olması, aksine her hayvanın diğerlerinin içgüdülerinden yararlanıyor olması; doğa tarihinde “Natura non facit saltum”(doğa hiçbir şeyi sıçrayarak yapmaz) sözüyle ifade edilen temel ilkenin, içgüdüler için olduğu kadar bedensel yapı için de geçerli olup, yukarıdaki görüşlerle kolayca açıklanabiliyor ve aksi durumda açıklanamıyor olması– doğal seçilim kuramını destekleyen bulgulardır.

Bu yazının tamamı yazarın ''Türlerin Kökeni'' isimli eserinin yedinci bölümünden alınmıştır.


Bu kuram, içgüdülere ilişkin birkaç bulguyla daha desteklenmektedir; dünyanın uzak bölgelerinde ve oldukça farklı yaşam koşulları altında yaşayan yakın ilişkili, ama birbirinden kesin olarak ayrı türlerin aşağı yukarı aynı içgüdüleri korumuş olması, bu kapsama giren yaygın bir bulgudur. Örneğin kalıtım ilkesinden yola çıkarak, Güney Amerika’ya özgü bir ardıç türünün nasıl olup da yuvasını bizdeki İngiliz ardıcıyla aynı alışılmadık tarzda, çamurla sıvayarak yaptığını anlayabiliriz: Kuzey Amerika’ya özgü çıtkuşu (Troglodytes) erkeklerinin neden bizdeki farklı çıtkuşları gibi, tünemek için “horoz tepeleri” yaptığını anlayabiliriz; nitekim bu alışkanlık, bildiğimiz kadarıyla başka hiçbir kuşta görülmemektedir. Sonuç olarak guguk kuşu yavrularının üvey kardeşlerini yuvadan atması –karıncaların köle edinmesi, ichneumonidae larvalarının canlı tırtıl bedenlerinde beslenmesi vb içgüdüleri– özel olarak bahşedilmiş veya yaratılmış içgüdüler olarak değil, tüm organik varlıkların gelişmesine, diğer bir deyişle çoğalmaya, çeşitlenmeye ve en güçlü olanların hayatta kalarak en zayıf olanların ölmesine dayanan tek bir genel kuralın küçük sonuçları olarak görmek, mantıklı bir çıkarım olmasa da benim hayal gücüm açısından çok daha tatmin edicidir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.