Orta-Doğu Devletinde Adâlet

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Ocak 23, 2019 at 2:04 pm


Adâletnâme, devlet otoritesini temsil edenlerin, reâyâya (yani Osmanlı padişahının asker olmayan tüm üretici tebaasına) karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adâlete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname (kanun hükmünde kararname) şeklinde bir Pâdişâh hükmüdür.

Adâletnâmelerde, kökünü eski İran imparatorluklarına kadar götürebildiğimiz Orta-Doğu devlet ve hükümdar anlayışı en belirli ifadesini bulur. Burada, hükümdarın, bütün otoriteler, kanun ve nizamlar üstünde olan mutlak otoritesi, bir haksızlığı bertaraf ermek için en son tedbir olarak ortaya çıkar. Zira, Orta-Doğu devletinde eskiden beri mutlak otorite ile adâlet arasında bağlılık bir temel prensip olarak kabul edilmiştir. Devlet, hükümdarın kuvvet ve kudretinden ve devletin gayesi de bu kudreti artırmaktan ibarettir; fakat halkın huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu, halkın fakirliği, bu gayeyi tehlikeye düşüren bir şeydir. Bu devlet anlayışına göre, bu durumdan ancak Padişah’ın “adil” olmasıyla, yani halkın üzerinden zulmü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın can ve malını emniyette bulundurmakla kaçınmak mümkündür.

Eski İran geleneğini aksettiren Pend-nâme, Siyaset-nâme ve Nasihat-nâmelerde daima tekrarlanan öğüt şudur: Hükümdarın kuvvet ve kudreti hazineye bağlıdır, hazineyi doldurmak için hükümdarın reâyâ’yı yumuşak ve adil bir idare altında tutması, zulmü önlemesi gerekir. Fakat bu adâlet, otoritesi hiçbir sınır tanımayan bir hükümdarın adâletidir. Yüksek adâlet belli kanunların bağımsız mahkemeler tarafından uygulanmasıyla sağlanan bir adâlet olmaktan ziyade, bizzat hükümdarın bir af ve bağışlama fiili sonucu ortaya çıkar. Adâletin yerine getirilmesi, aynı zamanda hükümdarın sınırsız otoritesinin ortaya çıkıp belirmesi için bir fırsattı. Diğer taraftan Türk-Moğol devlet geleneği, adâleti, değişmez bir töre veya yasanın tarafsızlıkla uygulanması şeklinde anlar. Bu görüş, eski İran devlet anlayışıyla bağdaşarak, Orta-Doğuda kurulmuş Türk-İslam devletlerinde hâkim olmuştur. Onun için Kutadgu-Bilig’de ünlü “adâlet dairesi” şöyle ifade edilmiştir: “Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Hazinenin bu malı elde etmesi için halkın zengin olması gerektir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar”.

Washington Enstitüsü’nde Türkiye Araştırmaları Programı’nın direktörü Soner Cagaptay 30 Nisan 2017’de yayınlanan kitabında Türkiye’nin son dönemdeki rejim değişimini ve tarihsel kökenlerini incelemiş.

Bu devlet anlayışı bir seri kuruma vücut vermiştir ki, bunların başlıcalan Dâru’l-‘adl, Divanü’l-mezâlim, Divan-i a’lâ, teftiş-i memalik ve Adâletnâme ilânıdır. Eski İran Sasani İmparatorluğu’nda her ayın ilk haftasında raiyyetten herhangi bir kimse, hükümdarın maiyetinde toplanan yüksek divana çıkmak ve şikâyetini doğrudan doğruya hükümdara sunmak hakkına sahipti. Hükümdar gezintide iken de bu yapılabilirdi. Sâsâni hükümdarları, özellikle Nevruz’da ve Mihricân’da Ma’bed-i Mo’bedân huzurunda, halkın bizzat kendi aleyhlerine şikâyet te bulunmasına imkan verirlerdi. Şikâyet  kabulü, adâletin yerine getirilmesi anlamında hükümdarın en yüksek ödevi sayılırdı. Raiyyetin en son başvuracağı, adâlet ve himayesine sığınacağı kimse hükümdardı. Zira yalnız o, her türlü haksızlığı bertaraf edebilecek mutlak bir hüküm ve güce sahiptir. Hatta bunu göstermek için, birtakım durumlar düzenlenmiş ve propagandası yapılmıştır. Nizâmü’l Mülk Siyaset-nâme’de bu kurumun gerçek anlamını şöyle anlatır: Padişahlar için kaçınılmaz bir ödev de şudur: “Onlar haftada iki gün halkın şikâyetlerini (mezalim ) dinleyeler ve haklının hakkını haksızdan alalar, adâleti yerine getireler. Aracı olmaksızın kendi kulaklarıyla raiyyetin söylediklerini dinleyeler. Bundan maksat, bu haberin memleket içinde yayılması ve zalimlerin kötülük yapmaktan çekinmeleridir”. İslam devletlerinde hükümdarın bizzat başkanlık ettiği ve halkın şikâyet lerini dinleyip hüküm verdiği Darü’l-‘adl, Divan-i a’lâ veya Divan-i Mezâlim işte bu geleneği devam ettirmektedir. Bu divan toplantılarında idareye ve sorumlulara karşı her çeşit şikâyet  yapılabilir ve hükümdar usûl ve formalitelere bağlı olmadan hemen orada kesin hükmünü vererek derhal yerine getirir. Hükümdarlık sembollerinde güneş ve arslan hükümdarı, bıçak derhal yerine getirilen adâleti temsil eder. Bu toplantılarda başlıca şikâyet  konulan (mezâlim) şunlardır:

1. Kamu hizmetlerinin işleyişine dair şikâyetler, yani memurların otoritelerini kötüye kullanmaları ve kamu hizmetinin yerine getirilmesi sırasında reâyâ için meydana gelen zararlar. Genellikle şikâyetler vergi konusundadır.

2. Divan kâtiplerinin, muhtesiplerin vazifelerinin ve vakıfların kontrolü ve bunlarla ilgili bozukluklar.

3. Şahıslar arasında adi davalar dolayısıyla, kadılar aleyhindeki şikâyetler veya kadı hükümlerinin yerine getirilmemesi hakkındaki şikâyetler. Bu nevi şikâyetler, yine bir kere daha kadıya havale edilir ve onun soruşturmalarından sonra son hüküm verilir.

Ortadoğu coğrafyasındaki mutlakiyetçi adalet anlayışında bin üçyüz yıldır önemli bir gelişme olmadığı söylenebilir.

Bazı İslam hükümdarları, mesela Halife Mehdi ve Nûreddın Zengi bu ödevlerine son derece önem verirlerdi. Mısır’da bu çeşit olağanüstü toplantıların yapıldığı özel daireye Darü’l- ‘adl denirdi. Büyük Selçuklularda hükümdarın haftada iki gün mezalim dinlemesi şarttı. Anadolu Selçuklu Sultanı ise, eski Sasanî hükümdarları gibi, senede bir defa şer’î mahkemeye gider, kadı karşısında ayakta durur, davacı var ise Şeri’ate göre kadının verdiği hüküm yerine getirilirdi. O durumda, hükümdarlık haşmet ve merasimi bir tarafa bırakılırdı. İlk Osmanlı hükümdarlarının, Orhan’ın ve II. Muradın, sabahları saray kapısı önünde yüksek bir yere çıkarak doğrudan doğruya halkın şikâyetlerini dinlediklerini ve hüküm verdiklerini biliyoruz ki, bu geleneğin bir devamından başka bir şey değildir. Divân-ı Hümâyûn’un ilk ve asli ödevi, şikâyet dinlemektir. Osmanlı hükümdarları divanda başkanlık vazifesinden çekildikten sonra da davaları, Kasr-ı ‘Adâlet veya Adâlet Köşkü denilen bir yerde divana açılan pencere arkasından dinlemeyi en önemli ödevleri arasında saymışlardır. Hükümdarın, tebaanın doğrudan doğruya şikâyetlerini dinlemekten uzak kalması daima kötülenmiştir. IV. Mehmed bu maksada Edirne’de saray duvarını yardırıp bir Adâlet Köşkü yaptırmıştı. 18. asırda bile Vasıf şöyle yazar: “Tertib-i divan ‘an asi istima’-i dad-i mazlûman için mevzû’dur”.

Yavuz Selim, Osmanlı pâdişâhlarının en âdili sayılmıştır; zira “her gece nısfüleyle(geceyarısına) değin evlerinde divan ederlerdi, mesâlih-i müslimîni görüp Memalik-i Mahrüsada olan mehâyife ilm tahsil edip gece uyumazdı… hiç ahada zulm ve cevr(eziyet) olduğuna rızaları yoğidi”.” Kanunı Süleyman, 1526 seferinde ekilmiş tarlalara zarar verenlerin idamla cezalandırılacağını ilan etti ve suçluları böyle cezalandırdı. Hükümdarın sırf kendi otoritesine dayanarak koyduğu bu sıra dışı şiddetli ceza verme bir adâlet tedbiri idi, bir siyaset cezası idi. Selânikî ye göre, H. 999 yılı Nevruzu’nda Padişah deniz kenarında yazlık sarayına indiği zaman Galata reâyâsı kayıklarla karşısına gelip Galata kadısı aleyhinde doğrudan doğruya şikâyette bulunmak istediler. Padişah kendilerini dinledi ve kadıyı azletti.

1702’de eşkiyâ Eyüb-oğlu’nu payitahtta koruyan devlet adamlarına karşı halk “burada adâlet icra olunmazsa nereye varalım diye bağrıştılar. Padişah, Adâlet Köşkü’nde bunu duydu ve ertesi günü olağanüstü bir divan toplanarak Eyüb-oğlu’nun idamına karar verildi.

Görseller ve altyazıları hariç bu yazının tamamı yazarın ilgi eserinin beşinci bölümünden alınmıştır.

Mezâlim, yalnız davacının şikâyetiyle değil, bizzat hükümdarın kontrolü ile meydana çıkabilir. Hükümdar, bu kontrol vazifesini halk arasında ve kırda tertip ettiği gezintilerle veya kılık değiştirerek yaptığı teftişlerle (tebdil gezmek), yahut da eyaletlere gizli veya açık gönderdiği müfettiş ve casuslarla yerine getirir. Tahrîr-i vilâyet, umumî bir teftiş demektir: Hazine için vergi kaynaklarında meydana gelen değişiklikleri tespite yaradığı gibi, aynı zamanda il-yazıcısı’nın gördüğü ve Padişah kapısına yazdığı kanuna aykırı bid’atler ve haksızlıkların da özel bir fermanla kaldırılmasına vesile olur. Vilayetlerde kadılar, halkın toplu şikâyetlerini arz-i mahzar denilen bir yazıyla Sultan’a arz etme yetkisine sahiptiler.

Divan’da mezalim dinlenmesi, memlekette genel teftişler yapılarak zulüm ve haksızlıkların tespiti gibi, Adâletnâme yayınlanması da hükümdarın, ülkesinde adâleti kurmak için başvurduğu başlıca önlemlerden biridir. Burada adâlet kavramı, otorite sahibi olanların reâyâyı, kuvvetlilerin zayıfı ezmesini önleme şeklinde anlaşılmaktadır. Adâletnâme de, Osmanlılardan önce mevcut bir geleneğin devamı olarak görünmektedir. Osmanlılardan önce padişahlar bir takım haksızlıkların ve özellikle haksız vergilerin kaldırıldığını ilan eden hükümler çıkarır ve bu hükümleri eyaletlerde otorite sahiplerine karşı herkesin görebileceği yerlere, büyük camilerin duvarlarına veya şehirlerin giriş kapısına taş-kitabe halinde korlardı; Adâletnâmede yaygın bir hal alan birtakım haksızlıkları, Padişahın yasakladığını halka ve görevlilere bildiren bir genel beyannameden başka bir şey değildir ve söz konusu başlıca haksızlıklar, reâyâdan kanuna aykırı olarak alınan tekâliftir. Adâletnâmenin gayesi “hilaf-i şer’ ve kanun ve mugayır-i emr-i hümâyûn ibdâ’ olunan bid’atleri bil-külliye ref’ edip vilayetin emn u âmânına ve re’âyâ ve berâyânın itmi’nanına” erişmektir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.