Paranın Üretimi

Para, Devletler ve Biz | | Temmuz 29, 2020 at 11:39 am

Para, bir mübadele (değiş tokuş) aracıdır. Ortada değiş tokuş edilecek ürünler ve onları üretecek insanlar olmazsa para da var olamaz. Para aslında birbiriyle iş yapmak isteyen insanların değere karşı değer verme ilkesinin maddi biçimidir. Ürününüzü gözyaşları karşılığında isteyen mızmızların ya da onu elinizden zorla alan yağmacıların aracı değildir para. Onu ancak “”üretebilen insanlar”” mümkün kılmıştır.

Bir hükümdar, yedi cihana hükmedebilir, hatta ülkede tedavüldeki bütün sikkelerin üzerinde onun mührü resmi tuğrası da basılabilir, ama aslında kendisi o paralardan bir tanesini bile hakkıyla layıkıyla kazanamaz. Çünkü adil bir kazanç elde edebilmesi için ürettiği bir mal veya hizmeti size rekabetçi bir bedel karşılığında sunması, sizin de o mal veya hizmeti (alternatiflerine tercih ederek) özgün rızanızla almayı kabul etmeniz gerekir.  Hükümdarın malı mülkü ve parası çok fazla olabilir ama sahip olduklarının hangisini kendi ürettiği bir şey karşılığında (adil bir takas sonucunda) elde etmiştir ki?  Hangi malı o üretebilir? Hangi hizmetini rızanızla size satabilir?

Çok büyük servet sahibi bir hükümdar sizce daha ne ister? Tabii ki daha fazla servet ve daha çok insana hükmetmeyi, bir de olası rakiplerini yok edebilecek güce sahip olmayı… Kralların bu aspirasyonuna cevap vermek üzere İslam öncesi Mısır’da milattan sonraki ilk yüzyıllarda bir araştırma alanı ortaya çıktı: Alşimi (Arapça El-Kimiya’dan gelir)… Henüz bir bilim değil ama daha sonra adına kimya denilecek bilim dalının öncülüdür (protobilim). Bilim dışı bir çalışma alanı olan Alşimi şunları amaçlıyordu; kurşun vb. baz metalleri transmutasyonla altın/gümüş gibi asil metallere dönüştürmek (chrysopoeia). Ölümsüzlük iksirini (elixir) bulmak. Her hastalığı iyileştirebilen bir ilaç (panacea) keşfetmek. Her şeyi eritebilen evrensel bir çözücüyü (alkahest) icat etmek. İnsan ruhu ve bedenini mükemmel hale getiren Alşimi şaheseri Magnum Opus. Esoterik bilgi, batıni gerçekliği, transandan kavrayışı, her şeyin aslını bilmeyi, (üst akılı) ifade eden Gnosis’in elde edilmesi… Bir de bütün bu yukarıdakilere sahip olmayı sağlayacak esas şey olan “felsefe taşı”nı bulabilmek.

İşte, eski büyük hükümdarların yüzyıllarca büyük paralar ödedikleri Alşimistlerden bekledikleri bunların icat edilip kendilerine getirilmesiydi. Aslında “felsefe taşı”nın hükümdara vaat ettiği şey halkın ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik gıda vb. değil; altın yani paraydı. Peki, altın yenilmez içilmez, ne işe yarar? Tabii o ihtiyaç maddelerini üretecek olanlardan satın almaya böylece daha çok insana hükmetme olanağına kavuşmayı temsil eder. Alşimistten istenen halkın yararına kullanılacak şeyler değildi. Peki, daha çok sayıda insana kandırma, korkutma kışkırtma, cebir şiddet tehdidi ve uygulama potansiyeli ile kazanılacak şey nedir? Daha çok üretici insanın emeklerinden daha çok pay almak, üretici insanların sırtından sınırsız güç, zenginlik ve güzelliklere sahip olmaktır.

Hükümdarlarca sınırsız ihtiras duyulan asıl şey budur. Gelmiş geçmiş tüm devletlilerin ortak özelliklerini bu ihtirasa bağlayabiliriz. Bir de teknik vizyonlarının zayıf olduğunu, sınırsızca üretilebilen altının değerinin hızla düşeceğini, para özelliğinin kalmayacağını, ekonomiyi kaosa düşürecek çalkantılar yaratacağını da öngöremediklerini anlamaktayız. 

Pek çok insan hala kıymetli metallerden üretilen eski zaman paralarının vatandaş için hükümetlerin darphanede istedikleri gibi basarak çoğaltabildikleri şimdiki banknot sistemine ya da emisyon hacmini arttıran kıymetli kağıtlara göre daha sağlam olduğu düşüncesinde. Oysa, hükümdarların arttırdıkları harcamalar için yoktan para üretme girişimleri en eski dönemlerden beri mevcuttu. Mesela “”Tağşiş”” Osmanlı’da kıymetli metale dayalı esas paranın(sikkenin) içindeki kıymetli metalin resmen azaltılması, yani devletin dolaşımdaki sikkeleri toplayıp içindeki kıymetli maden(altın, gümüş) oranını azaltarak yeniden piyasaya sürmesine denirdi. Gümüş para olan akçede içinde gümüş kalmayıncaya (18.yüzyıla) kadar sürekli yapılmıştır.

Osmanlı’da 19.yüzyıla kadar sikke kullanılıyordu. En temel para birimi gümüşten yapılma akçe idi. Mangır veya pul denilen bakır paralar daha az değerli olup günlük alışverişte kullanılırdı. Büyük işlerde, ihracatta, birikimde ise altın para kullanılırdı. Osmanlı önce başka devletlerin altın parasını dolaşımda tuttu. 17. yy.’a kadar bu altın sikkelerden en meşhurları yaldız altını, ve “efrenciyye” denilen “Venedik Dukası”(Ducati)’dır. Mısır’dan gelen “eşrefi” denilen altınlar da var.

Para sistemi altın ve gümüşe dayandığından değeri de bu madenlere göreydi. Altın ve gümüş fiyatı değiştikçe sikke fiyatları(kur) da değişiyordu. 1580’in akçesinde 0.61 gr olan saf gümüş, Orhan Bey’in ilk akçelerinde 1.04 gram idi. Yani Osmanlı’nın kuruluşundan 1580’e kadar değerinin yüzde 40’ı erimiş. (Tabii bu rakam bugünkü enflasyon oranlarıyla karşılaştırıldığında yok denecek kadar az. 1960-2010 arasında Türk Lirası’nın değer kaybı 7 sıfırlı, yani milyar kat. Bir defasında(2004-5) 6 sıfır atarak bu enflasyonu görmezden gelmeye çalıştık, ama üzerinden 15 yıl geçse de halkın bir kısmı halen bir simidin milyon lirayla ifade edildiği eski trilyonlarla konuşuyor.)

Osmanlı’da tağşiş en çok devletin piyasaya daha fazla para sürerek ek gelir elde etmesi şeklinde görülüyor. Bu günümüzün terimleriyle hem devalüasyon, hem de emisyon hacminin artması demek… Memurların alım gücü düşünce yeniçerilerle birlikte ayaklanıyorlar. Örneğin; Beylerbeyi Vakası’nda para işleri sorumlusu Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’nın kellesi istenmiş, padişah da paşayı asmıştır.

Tağşişten sonra fiyatlar yükselirken satın alma gücü düşer, hayat pahalılığı artardı. Ayrıca yerli paranın bu düşüşüyle piyasaya Avrupa paraları girer, bir süre sonra onların da sahtesi ürerdi.

Sonuç olarak akçe gitgide düşüyor ve kullanılamaz hale geliyordu. Bu kez ‘Para’ adıyla üç akçe değerinde bir sikke basıldı. 17.yüzyılın başında 120 akçe değerinde büyük gümüş kuruş tedavüle sürülerek temel para birimi olan Osmanlı Kuruşu oldu. Ama yüzyıl sonunda yine yüzde 80 devalüasyona uğradı.

Sonuç olarak tağşişler, devlet gelirlerinin önce artmış görünmesi sonra düşmesine ve yabancı sikkelere kaçışa yol açtı. Kalpazanlık, devletin iç piyasalardan borç almasını güçleştirdi ve en önemlisi siyasal muhalefeti arttırdı. Devlet, ayaklanan yeniçerileri yok ederek tağşişe yine de devam etti. Mağşuş (tağşiş edilmiş) akçeye, yani madenden yapılma, ancak içinde altın ve gümüş bulunmayan, kalp silik paraya züyuf denirdi.

Alşimi’nin bir uğraş ve hükümdarlara yönelik bir pazarlama dalı olarak gücünün 17. yüzyıl civarında tükendiğini görüyoruz. Ancak farklı şekillerde günümüze kadar devam ettiğini de görebiliriz. Özellikle toprak altı zenginlikleri ve enerji dalında… Orta Doğu’da özellikle yeraltı zenginliklerinin devletlilere sağladığı güç ve zenginlik göz kamaştırıcıdır. Devletlilerin zenginliğinin halkın insani gelişmişlik, mutluluk, özgürlük vb. ölçülebilen tüm alanlarda geri kalmasına yol açtığı bir gerçek olsa da toplumsal düzen en eski çağlarda olduğu biçimiyle sürdürülebiliyor.

Yakın zaman örneklerine bakarsak eğer; 2006 yılının Kasım ayında Türkiye’de Erke Araştırmaları ve Mühendislik A.Ş. isimli bir şirket ortaya çıktı. Düzenlediği bir basın toplantısı ve gazetelere verdikleri tam sayfa ilanlarla Erke Dönergeci isimli çevreye zarar vermeyen, istenilen güç ve sürati sağlayabilen, doğrudan hareketin elde edilebildiği, yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesi” geliştirdiklerini duyurdu. Şirket “güvenlik” sebebiyle ayrıntılı teknik açıklama yapmayı reddetti. “Bilimsel Düşüncenin Gücü” mottosuyla duyurdukları bu yeni devridaim makinesini lanse eden girişimin önde gelen yatırımcı yönetici ve ortakları arasında bilim adamları ve mühendisler değil; emekli orgeneral ve yüksek yargı mensubu bürokratlar bulunmaktaydı. Dönem itibariyle devletimizin en üst noktalarında (rejime vesayet eden silahlı kuvvetlerin ve yargının tepesinde) görev yapmış bürokratların enerji vizyonuyla örtüşen, onların itimat ve teveccühünü kazanan bir ürün olan Erke Dönergeci, var olan ve genel kabul gören bilime (enerjinin yoktan var edilemeyeceğini savunan termodinamiğin birinci kanununa) temelden aykırı idi. Aslında, bu dönergeç hakkındaki bilgilerimiz yakın tarihimizden “Con Ahmet’in Devridaim Makinesi” adıyla bildiğimiz, daha sonra 1934 ve 1973’te karşılaştığımız icatlardan hiç farklı değildi. Önemli fark, bu defa sponsorlarının üst düzey devletliler olmasıydı.

Bir başka örnek de 1967 yılından…  67 sonbaharında, Ankara Kızılay’daki Güven Park’ın ortasına ahşap bir kiosk kuruldu. Üzerinde “kazanç oyunu” gibi bir şey yazılıydı. Önünde uzun bir kuyruk… İnsanlar, para ödemek için kuyruk olmuşlar. İçeride, iki genç haldır haldır zarflara para dolduruyor üstüne pul yapıştırıyor. Mantığı şu idi… Sen, üstteki 5 kişiye para göndereceksin, alttaki 5 kişi çarpı 5 x 5…. kişiler sana 5525 lira gönderecek x5… Zengin olacaksın!  Zinciri koparmayınca herkes zengin olacak. Bildiğin saadet zinciri; Ponzi dalaveresi… Para yatıran gidiyor, arkadaşlarını toplayıp getiriyor. Güven Park öyle bir yer ki başkentin merkezinin merkezi. Bir garip simitçi gelse simit satmaya kalksa belediye zaptiyesine haraç ödemeden tepsisini açamaz, imkânsız! Peki, bu bir günde vergisiz haraçsız milyonlar toplayan Ponzi tezgâhı acaba nasıl kurulabildi? Mutlaka tepedeki ilk 5’er liraların gönderileceği kazancı garanti olan ilk 5 kişi ve belki de onun bir altındaki sıra. Tabii, bu kişiler çarpan katsayısını ve zincirin nerede kopacağını da mutlaka doğru hesaplayabildiler. Çünkü bir hafta 10 gün kadar sonra kuyruğa girenler azaldı ve aniden durdu. Hemen o gün resmi yetkililerden bir karar, “kazanç oyunu” valilikçe yasaklandı. Dikkat buyurunuz zincirin kopmasından bir gün önce veya bir gün sonra değil, o gün… Meğer suçmuş! Kulübe söküldü ve suçlularıyla birlikte aniden yerinden kayboldu. Para yatıranların henüz hiçbirine bir para gönderilmeden, sadece tezgâhı kuranlara bir hafta içinde belki milyonlarca lira ulaştırılmıştı. Ben, o günden bu güne size anlattığım bu dalaverenin birbirinden farklı belki yüzlerce çeşidini gördüm. Bankerlik, titan, çiftlik, bilgisayarlı saadet… Her versiyonun her bir örneğinin önünde, arkasında, yanında, içinde siyasetçiler ve kamu görevlileri, bürokratlarının olduğunu düşünüyorum. Belki yanılıyorumdur.     

“Devr-i Daim’” makinesinin 1973 versiyonunun mucidi Mehmet Doğruluk yazdığı kitapta şöyle diyor.  “BİLİMDE İHTİLAL: denge-basınç-hareket ve yerçekiminde çözülmeler. Fizik biliminin ‘imkânsız’ gördüğü, tüketime giren enerjilerin hiçbirini harcamadan kendi gücüyle çalışan makinenin ‘sırrı’ çözülmüştür. Fizik kanunları yoktur, fizik kuralları vardır” diyor. “buluşunun termodinamiğe aykırı olmadığını” izah ediyor. Kişisel inancım, o günlere göre bilimsel düşüncenin çok daha yüksek merhaleler kat etmiş durumda olduğu günümüzde sanki kandırma korkutma kışkırtma teknikleri daha da hızlı gelişti, insanlar eskisine göre daha da kolay kandırılabilir hale geldiler. Özellikle kamusal alandaki rantlar ve istismarlar eskisine göre belki kat be kat daha arttı.   

Sıfırdan karşılıksız para üretebilme hayali eski Alşimistler tarafından hiçbir zaman başarılamamış olsa da bugünün makroekonomistleri ve kamu bankacıları tarafından artık başarılmış durumdadır. Ulu hakanların ve imparatorların sponsorluğunda on sekizinci yüzyıla kadar süren Alşimistlik mesleğinin günümüzdeki başarıya ulaşmış temsilcileri olarak Keynesçi makroekonomistleri ve ekonomi yüksek bürokratlarını gösterebiliriz. Tabii yoktan üretilen paranın bedeli yine de en sonunda çalışıp üretenler tarafından ödenmek zorundadır.

Çabalarınıza karşılık bir parayı kabul ettiğinizde, başkalarının çabalarından doğmuş ürünler karşılığında onu elden çıkaracağınıza dair bir taahhütte bulunmuşsunuz demektir. Paraya değer katanlar, mızmızlarla yağmacılar değildir. Okyanuslar dolusu gözyaşı olsa, dünyadaki tüm silahların toplamı olsa, yine de cüzdanınızdaki kâğıtları ekmeğe dönüştürüp yarın sağ kalmanızı sağlayamaz. O kâğıt parçaları sizin onurunuzun simgesidir. Üreten insanların enerjisinden sizin payınıza düşendir. Cüzdanınız, çevrenizde paranın kökeni olan ahlaki ilkeler konusunda temerrüde düşmeyecek insanlar bulunduğunun kanıtıdır.

Hiç üretimin kökenini aradınız mı? Cebinizdeki telefonu alıp şöyle bir alıcı gözle inceleyin. Bakalım kendinize onu yaratanların, hiç yoktan var edenlerin akılsız kabadayılar olduğunu söyleyebilecek misiniz! Tarımı ilk keşfedenlerden size miras kalan bilgiler olmaksızın bir tek tohumdan buğday çıkarın da görelim. Tohumdan buğday yetiştirmeyi on bin yıl önce bu toprakların insanları keşfetmişler, yani burası buğdayın (tarımın) anavatanıdır. Şarap ve daha birçok şey ilk olarak bu topraklarda üretilmişti ama şimdi biz buğdayı (birçok nedenden ötürü) ABD köylüsünden 1,5 kat daha pahalıya mal edebiliyoruz. Yiyeceğinizi yalnızca fiziksel hareketlerle bulmaya çalışın bir hele! O zaman görürsünüz ki dünyada üretilen tüm malların, oluşmuş tüm servetlerin kökeni aslında insan zihninin yaratıcılığıdır. Hiçbiri savaşın değil, gözyaşının ya da kurnazlığın değil; yaptığı işi daha iyi yapmak isteyen akıllı insanların yaratıcılığının ürünüdür. 

“İş – güç” diyoruz. Tabii ki işimiz gücümüzdür ama hangi iş bizi daha güçlü yapar? Herhangi bir şeyin daha iyisini, daha az kaynak kullanarak daha çok üretebiliyorsak eğer, bir ürünü ve onun üretim biçimini hiç yoktan tasarlayıp var edebiliyorsak eğer, bu bizi güçlü yapar. Yoksa belirli şeyleri bize belletilen talimatlara göre önceden belirlemiş durumlarda uygulamayı tekrarlıyorsak bu bizi eşrefi mahlûkat yapan özelliğimizin eksildiğini gösterir. Yeni ve daha değerli hiç bir şeyi yapamayan, yapmasına izin de verilmeyen bir konumda isek eğer, insan dışı süfli yaratıklardan ve makinelerden ne farkımız kalır? Birisinin malı ya da herhangi bir makine haline gelmek için yaratılmış olamayız. Bunu asla kabul de edemeyiz diye düşünüyorum.  

Yaratan üretici güçlüdür ama bu gücünü zayıflardan almaz, uğraşları zayıfların aleyhine değildir. Para da özünde güçlüler tarafından zayıfların aleyhine yaratılmış bir şey değildir, çünkü silah ya da kas gücünü temsil etmez. Yağmacılıkla elde edilmiş değilse eğer, o para insanın düşünme kapasitesinin ürünüdür. Cep telefonunu icat edip size sunan kişi bu yaratısını sizin aleyhinize yapmış değildir. Para; zekiler tarafından yoksulların aleyhine mi kazanılmaktadır? Yetenekliler tarafından beceriksizler aleyhine mi yaratılmıştır? Yoksa hırslılar tarafından tembellerin aleyhine mi? Para önce yaratılır, ancak ondan sonra yağmalanır ya da sızdırılır. İlk önce dürüst insanların çabalarıyla yaratılması gerekir. Buna da herkes kendi yeteneği oranında katkıda bulunur. Dürüst bir insan, ürettiğinden fazlasını tüketemeyeceğini bilen insandır.

Rus-Amerikalı yazar düşünür Ayn Rand bakın bu konuda neler söylemiş;

…Parayla alışveriş yapmak iyi niyetli insanların kuralıdır. Paranın dayalı olduğu kural, her insanın kendi zihnine ve kendi çabasına sahip olması kuralıdır. Para asla sizin çabalarınızın değerini, karşılığında kendi çabasının değerini vermeye razı olmayan birine aktarmaz. Para size, mallarınızın ve emeklerinizin karşılığında, bunlara ihtiyaç duyan insanların atfettiği değeri getirir, ama daha fazlasını getirmez. Para ticarete girişenlerin zorlamasız kararıyla, her iki taraf için de yararlı olan anlaşmalardan başka türlüsüne izin vermez. Para sizden, insanların kendi yararları için çalıştıklarını, kendi zararları için çalışmadıklarını kabul etmenizi bekler, insanlar arasındaki ortak bağın ıstırap değiş tokuşu değil, mallar değiş tokuşu olmasını sağlar. Para sizden zaaflarınızı insanların aptallığına satmanızı değil, istidatlarınızı insanların aklına satmanızı ister.

Sunulanların en berbatlarını değil, alabileceğinin en iyisini almanızı sağlar. Ve insanlar ticaretle yaşamaya başlayınca ve nihai karar mercii kuvvet değil mantık olunca, kazanan hep en iyi ürün, en iyi performans, insanoğlunun en iyi kararları ve en üstün yetenekleri olur; esasen insanın verimliliğinin derecesi de aldığı ödülün derecesini belirler. Aracı ve simgesi para olan varoluşun kuralı budur.

Ama para yalnızca bir alettir. Sizi istediğiniz yere götürür, ama sürücülüğü sizden devralmaz. Size arzularınızı tatmin etme olanağı verir, ama size yeni arzular kazandıramaz. Para sebep-sonuç kanununu tersyüz etmek isteyen, zihin ürünlerine el koyarak zihni silmek isteyen insanların kâbusudur.

İsterseniz size insanların karakterlerine dair bir ipucu vereyim: Parayı lanetleyen insan, onu şerefsizce elde etmiştir; ona saygı duyan insan, hak ederek kazanmıştır. Biri size paranın kötü olduğunu söylüyorsa, o insandan canınızı kurtarırcasına kaçın. O söz yaklaşan bir yağmacının ayak sesidir. İnsanlar yeryüzünde bir arada yaşadıkça ve ihtiyaç da birbirleriyle iş yapma yönünde oldukça… Eğer parayı terk ederlerse tek alternatifleri bir silahın namlusu olur…

Bir de çifte standartlı insanların yükselişini göreceksiniz. Bunlar kuvvete dayanarak yaşarlar, ama yağmalayacakları servetlerin yaratılması için de ticaretle yaşayanlara ihtiyaçları vardır. Bunlar iyiliklerin asalaklarıdır. Ahlaklı bir toplumda bunlar suçlu sayılır, sizi onlara karşı korumak için yasalar, yönetmelikler çıkarılır. Ama bir toplum, haklı suçlular, yasal yağmacılar yaratmaya başlarsa, savunmasız kurbanların servetlerini çalan bu kişilere karşı bir önlem almazsa, o zaman para kendini yaratanın intikam aracı haline gelir. Bu yağmacılar, savunmasız insanları soymanın bir tehlikesi olmadığını sanırlar, çünkü o kişilerin savunma mekanizmalarını yok edecek yasaları çıkarmışlardır. Ama ele geçirdikleri servet de, daha başka yağmacılar için mıknatıs işlevi görmeye başlar, yeni gelenler de serveti, ilk çalanların elinden, ayni yolla çalarlar. Böylece yarışı kazanan, üretimde en yetenekli olan değil gaddarlıkta en acımasız olandır. Kuvvetin standart hale geldiği yerde, katil her zaman yankesiciyi yenecektir. Ondan sonra da medeniyetin kendisi ortadan kalkar, yerini harabelere ve katliamlara bırakır.

O günün yaklaşıp yaklaşmadığını bilmek mi istiyorsunuz? Paraya bakın. Para toplumsal değerin barometresidir. Ticaretin, iki tarafın rızasıyla değil de, zorlamayla yapıldığını görürseniz, üretebilmek için hiçbir şey üretmeyen insanlardan izin almanız gerektiğini görürseniz, paranın mal alıp satanlara değil de, ikramlar, iltimaslar alıp verenlere doğru aktığını görürseniz, insanların çalışmayla değil de nüfuzla zenginleştiğini gözlemlerseniz ve yasalarınız da sizi bütün bunlardan korumuyorsa, tam tersine, o insanları size karşı koruyorsa, yolsuzluğun ödüllendirildiğini, dürüstlüğün kendini feda etme anlamına geldiğini anlarsınız. Para öyle soylu bir araçtır ki, silahla rekabet etmez, gaddarlıkla anlaşmaz. Bir ülkenin yarı hak, yarı yağma ortamında yaşamını sürdürmesine izin vermez.

Dünyanın en üretken uygarlığının en büyük başarıları arasında durmuş, ‘bu uygarlık niçin çöküyor?’ diye merak ediyorsunuz, oysa siz onu besleyen kanı, yani parayı lanetlemektesiniz. Geçmişte vahşiler paraya ne gözle baktıysa, siz de o gözle bakıyorsunuz, ondan sonra da balta girmemiş ormanlar neden üstümüze geliyor, kentlerimizi yutmaya kalkıyor, diye merak ediyorsunuz. İnsanlık tarihi boyunca para, her zaman şu ya da bu isim altında ortaya çıkan yağmacılar tarafından çalındı. Bunların adları değişse de yöntemleri hep ayni kaldı. Serveti kuvvet kullanarak kaptılar ve üretenleri kıskıvrak, horlanan, şerefsizleştirilmiş kurbanlar durumuna soktular. Paranın kötü olduğuna dair, kendinizi haklı göre göre sarf edip durduğunuz o cümle, aslında köle çalıştırarak servet edinilen çağlardan kalmış. O köleler, bir zamanlar biri tarafından keşfedilmiş hareketleri tekrar tekrar yapadurmuş, yüzyıllar boyunca hiçbir şey bir adım bile ilerlememiş. Üretim, güç kullanarak yönetiliyorsa ve servet fetihle ediniliyorsa, o zaman fethedilmeye değer pek bir şey yok demektir. Bununla birlikte, durgunlukla, açlıkla geçen yüzyıllar boyunca insanlar hep yağmacıları, kılıçların aristokratlarını, doğuştan aristokratlar, mevki aristokratları olarak baş tacı etmiş, asıl üretenleri de köle diye, tacir diye, dükkâncı diye ve sanayici diye horlamış durmuşlardır.

“”Paranın tüm iyi şeylerin kaynağı olduğunu keşfedeceğiniz güne kadar, kendi mahvoluşunuzu davet ediyorsunuz demektir. Para insanların birbiriyle iş yapma aracı olmaktan çıktığı gün, insanlar paranın aracı haline gelir. Ya kan, kırbaç, silah ya da para. Kendiniz seçin. Bunların dışında bir seçenek yok. Zamanınız da tükeniyor.””

Ayn Rand bu değerlendirmeleri bundan 60 yıl kadar önce yaptığında, belki ‘dünyanın öbür ucundaki birinin bizimkinden çok farklı bir sosyal ortama ait yorumları’ olarak düşünüp anlamakta zorlanabilirdik. Ama artık tam da anlamakta geç kalma noktasındayız. Çünkü şimdi eşiğinde olduğumuz radikal gelişmeler mülksüzlüğümüzle belki pek çoğumuzu bir on yıl ya da belki bir nesil içinde katma değer üreten, kazanma ve harcama gücüne sahip birer ekonomik birey olma fırsatından tamamen mahrum bırakabilir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.