Sağcı mı, Solcu musunuz, Kimsiniz, Kimlerdensiniz?

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Eylül 24, 2020 at 4:22 pm

70’lerin ikinci yarısındaki gençlerin (birbiriyle uzlaşma imkânı olmayan) iki farklı ana gruptan çok fazla fraksiyona bölündüğü, her gün 20-30 kişinin vurdurtulduğu) “sağ-sol” dikotomisini düşünelim. Ayni silah sabah bir taraftan, öğleden sonra öbür taraftan birini vurabiliyor iken; size soruyorlar, sen emperyalist, kapitalist sömürüden yana mısın yoksa devrimci, ilerici, ezilen emekçinin haklarından yana mı? Sen yoksa o Allahsız kitapsız komünistlerden yana mısın?  Bir karar ver, taraf olmayan bertaraf olur. Bir insan bu kadar sahte ve aptalca bir dikotominin tuzağına nasıl düşürülebilir. “Kırk katır mı, kırk satır mı?” gibi, seçeneklerin hepsi de birbirinden muğlâk, belirsiz, sahte, anlamsız. Sağ, sol, ilerici, gerici, hepsi toplumcu, hepsi sosyalist yalnız ötekiler nasyonal sosyalist, ulusalcı milliyetçi sosyal faşist, revizyonist. Devrimciler yetmiş iki buçuk fraksiyon olmuşlar birbirine saldırıyorlar. Küçük olsun benim olsun hesabı illaki bir siyasi parsa da o toplayacak. Örgütünün başa geçmesinin önüne engel kaç kişi varsa öldürülebilir. Ya devlet başa ya kuzgun leşe. Halkı kurtarmacı, bilinçlendirmeci, Marksist, Leninist, Maocu, yerli ve milli Türkeşçi.  

https://www.politicalcompass.org/test adresinde verilen test bireyleri fikirleri bakımından ne kadar solda veya sağda olduğu dışında otoriterliğe yakınlığı bakımından da konumluyor.

Burada en dikkat çekici olan şey dayatılan seçeneklerin hepsinin aşırı otoriteryen olması. Sanki dünyada sosyoekonomik düzen olarak sadece kapitalizm veya sosyalizmin en otoriter versiyonlarından başka hiçbir sosyal düzen mümkün değildir. Ya Hitlerci yahut da Stalinci olacağız. Bize sunulan mönüde otoriter olmayan hiçbir seçenek yok. Eğer birinden nefret ediyorsak illaki öbürünü seçmemiz gerekirmiş, sanki doğu batı dışında başka hiçbir seçeneğimiz olamazmış gibi.

Oysa önceleri endüstri devriminin başladığı 18. yüzyıl ortalarından itibaren sürdürülen özel mülkiyete dayalı pazar ekonomisinin bir adı yoktu. KAPİTALİZM adı ilk olarak 19. yüzyılda bugünkü anlamında Marx, ve Engels tarafından komünist olmayan, yani serbest piyasa ve özel mülkiyete dayalı tüm ekonomik sistemleri kastetmek üzere verildi. Onlar için kapitalizm, SOSYALİZM’in zıddı yani “ötekisi”ydi. Eskiden ne sosyalizm ne de kapitalizm vardı, oysa 20. yüzyılın soğuk savaş dünyasında belli başlı ülkelerin rejimleri sosyalist ve kapitalist diye iki kutupta toplanmak zorunda kalmıştı. Gerçi adına “3. dünya” denilen ve kendi mezrasında kalarak, küreselleşmeye uzak durup bir tür kendi yağıyla kavrulan ülkeler de vardı, ama bunlar da bağlantısızlıklarıyla tamamen küçülüp yanlızlaşmışlardı.  


Öte yandan bizim sağda da solda da sevmediğimiz şeyler hep ortak, öyle değil mi? Stalin rejimini de sevmiyoruz, Hitler’inkini de. Çünkü herikisi de muazzam istismarcı ve otoriter halk düşmanıydılar. Savaşlar bir yana, hüküm ve kararlarıyla hükümetlerini korumak ve güçlendirmek için kendi halklarından da milyonlarcasını ölüme gönderdiler. İnsanın insana kulluğunu sevmiyoruz. Kendimizle ilgili kararları kendimiz verebilmek istiyoruz. Hükümetin, üretim araçlarının doğrudan veya dolaylı sahipliği üzerinden hayatımızın kontrolünü ele geçirip bize hükmetmesi asla kabul edilemez birşey. Halbuki hükümetler sağ da olsalar sol da olsalar bizi kullaştırma işini pek ala yapabiliyorlar.

Hükmeden hükümet istemiyoruz. Bize hükmedenler ister bir Sultan, isterse de Sosyalist veya Kapitalist bir lider olsun, kontrolündeki temsili bir bürokrasinin bize hükmetmesini istemiyoruz. Bu bürokrasi ister mal sahibi şahısları (sermayeyi), isterse de toplumu veya çalışanları (emekçiyi) temsil ettiklerini iddia etsinler verdikleri kararlar daima bizim aleyhimizde olmayacak mı?

Zaman hepimize gösterdi ki fiiliyatta kapitalist endüstrilerde sermaye hükümran değil, sosyalist ekonomilerde de işçi sınıfı hükümran değil. Hiçbir şey Marx ve Engels’in teoride ileri sürdükleri gibi yürümedi. Çünkü serbest piyasa olmayınca hiçbir şeyin gerçek değeri (fiyatı) belirlenemiyor, neyin hangi türünün ne kadar üretileceğinin kaynak planlaması yapılamıyordu. Merkezi planlama birey tercihlerini önceden bilme gücünden yoksun olduğu için kaynaklar doğru tahsis edilemiyor, maliyetler yüksek oluyordu. Üretilen malların ihraç kabiliyeti düşüktü, vatandaş “batı” olarak ifade edilen ülkelere imreniyordu. Doğu / Batı diye bir duvarın ikiye böldüğü Berlin’de her sene pek çok insan duvarı aşıp batıya geçmeye çalışırken vurulup ölüyordu.

Bolşevikler önceleri ‘Toprak işleyenindir, işçiyi köylüyü milletin efendisi yapacağız, proletarya diktatörlüğü kuracağız hatta nihai olarak da devleti yok edeceğiz’ bile demişlerdi. Tam tersi oldu. İlk iş (1932 yılında) köylünün tüm ekin hasadını (kendilerine hiç kalmamacasına) ihraç etmek üzere zorla ellerinden alarak sadece Ukrayna topraklarında yaşayan 5 milyon kadar insanın açlıktan öldüğü çok büyük bir dram (soykırım) olan Holodomor hadisesini yaşattılar. Sonuçta, kurdukları bürokratik imparatorlukta dünyanın en ucuza ve en düşük refah seviyesiyle çalışan işçileri komünist ülke işçileri oldu. R.J. Rummel’in “demosid (halk kırımı – yani hükümetlerin doğrudan ve dolaylı olarak sorumlu oldukları kendi halklarından ölümler) raporunda sadece 20. yüzyıldaki 262 milyon ölümün neredeyse tamamının sosyalist/faşist otoriter rejimlerin kuruluş ve sürdürülmesiyle bağlantılı olduğu görülmektedir. 

Kimi ülkede çok fazla, kimisinde az ama hemen her ülkede insanlar doğduğundan itibaren cebri koşullandırmaya tabiler. Değerleri, inançları, duygu ve düşünceleri devletin arzu ettiği kul vatandaş modeline göre programlanıyor, şekillendiriliyor, o yüzden çoğu zaman sivil siyasi bir birey bilinci oluşamıyor. Mesela kandırma, korkutma, kışkırtmanın boyutuna göre halkın önemli bir kısmı ülkelerinin sahiden “demokratik bir halk cumhuriyeti” olduğuna ve ulu önderlerinin de halkın umuru ve güvenliği için canla başla çalıştığına da inanıyor olabilir. Sistem distopyalardaki gibi öyle katı ve acımasız bir biçimde düzenlenmiş ki, böyle bir düzen bir kere kurulduğunda halkın kendi iç dinamikleriyle oradan çıkması ve kendini kurtarması neredeyse imkânsız hale geliyor. Doğru bir toplumun olmazsa olmazı “insan hakları bilinci” de oluşamadığı için soyut, kurgusal manevi değerler rahatlıkla mal ve hizmetlerden oluşan somut değerlerin üstüne, en yukarısına yerleştirilebiliyor. Bu şekilde insanlara en küçük yaştan itibaren kelimelerin ve kavramların içeriğiyle oynanarak, kandırma, korkutma, kışkırtma ile koşullandırma yapıldığında somut değerli şeylerin yok edilip, yerlerine soyut ve değersiz şeylerin yerleştirilmesi tamamen mümkün hale gelebiliyor.

Dünyadaki tüm imparatorlukların birer birer parçalanma dönemine girdiği 1905 yılı itibariyle (Rus-Japon harbine kadar) Kore Yarımadası’nda bağımsız bir Kore İmparatorluğu bulunmaktaydı. Bu savaşın sonunda tüm bölge Japon kontrolüne geçti. Japon idaresinde geçen bir 40 yıldan sonraki ikinci dünya savaşı sonunda ise (1945′deki BM düzenlemesine göre) ülke 38. paralelin kuzeyi ve güneyi olmak üzere (tıpkı Almanya’nın doğu ve batı olarak ayrılması gibi) ikiye bölündü.


Yüzölçümü 120 bin km kare olan kuzey kısmı SSCB’nin, 100 bin km kare ile biraz daha küçük olan güneyi ise ABD’nin işgaline uğradı. Kuzey ve güneyde iki ayrı tarz-ı hükümet, iki ayrı ülke oluştu. Yabancı askerlerin işgali altında geçen bir 3 yıldan sonra 1948 yılında Sovyet ordusunun kuzeyden (ABD’nin de güneyden) çekilmesi üzerine Kuzey’de kurulan geçici halk komitesi komünist devrimi güneye de taşıyarak güneyle birleşmek (Güneyi fethetmek) uğraşı içine girdi. Ancak güney hükümeti Amerikalılardan da aldığı destek ile buna karşı direndi. Birleşik hükümetin kendi sistemleri çatısı altında kurulmasında ısrarcı oldu.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyetinde halen “”milli irade”” bizzat Ulu Önder Kim Jong Uun’un “şahsı” tarafından temsil edilmektedir.

Soğuk Savaş’ın endişe dolu sükûneti Haziran 1950’de Kuzey Kore ordusunun Güney’i işgal etmesiyle bozuldu. Kuzey Koreliler başlangıçta akınlar düzenleyip başkent Seul’u ele geçirseler de sonbaharda tamamen geri çekildiler. Savaş yine de SSCB, Çin ve NATO destekleri ile 3 yıl kadar sürdü. Güneye destek veren NATO güçleri arasında Türk askerleri de vardı. 1953 yılında ateşkes yapıldı, ama bir barış anlaşması hiç yapılamadı. O nedenle ciddi bir sıcak çatışma yaşanmamasına karşın hala resmen Kuzey ve Güney Kore’lerin savaşta oldukları kabul edilmektedir. Buna rağmen her iki ülke de 1991 yılında Birleşmiş Milletlere kabul edildi. Her iki ülke de o gün bu gündür büyük bir nüfusu silâh altında tutmakta, muazzam askeri harcamalar yapmak zorunda kalmaktadır. Kuzeydeki rejim sosyalizmden “juşizm” adını verdikleri bir tür Saltanat faşizmine dönüşürken güney de parlamenter demokrasiye döndü. Bilim sanat teknolojide çok ilerleyerek halkın refah seviyesini (kişi başı gelirini) kuzeyin 20-30 kat üzerine çıkardılar. Güney birçok alanda teknoloji üreten ve satan, insani gelişmişlik endeksinde (HDI)  Türkiye’nin de çok üstüne çıkıp, dünyanın 22. en gelişmiş bir ülkesi olurken Kuzey neredeyse yüz ülke geriden gelen kıtlık ve açlıktan ölümlerin yaşandığı bir ülke oldu. Farkın kaynağı sosyalizm / kapitalizm değil bir ülke küresel özgürlükçü piyasa ekonomisine uyum sağlarken öbürünün sağlayamaması ve otoriter içe kapalı bir tek-adam-rejimine düşmesidir.     


Hükmedenlerin tek hedefi var, hükmünü yürütmek / sürekliliğini sağlamak / muhalifleriyle mücadele etmek. O yüzden hükmedenle hükmedilen arasında daima bir menfaat çelişkisi oluyor. Hükümdarların tüm gücü hükmedilenin özgürlükleri ve ürettiği katma değerden aldığı paydan oluşmaktadır. Bir hükümet özgürlükleri ne kadar kısarsa ve halkın refahından aldığı payı ne kadar arttırırsa kendisi o kadar güçlü olur. Halk hükümetinin gücünü sınırlamakta ne kadar başarısız olursa hükümet o kadar güçleniyor. Mevcut gücünü muhafaza ve mümkün olduğunca arttırmakta kârı vardır, yani muhafazakârdır. Muhalifler ise onu devirip o muhteşem gücü kendi eline geçirmek ister. Yani ele geçirecekleri gücün sınırlanmış bir güç olmasını istemediklerinden iktidar ile muhalefet (eğer pratikte mümkünse) sınırsız bir hükümet gücü taleplerinde ortaktır. Öte yandan biliyoruz ki güç yozlaştırır, mutlak güç ise mutlak bir yozlaşmaya işaret eder.

Hükümdar da onu devirmek isteyen “muhalif” de birbiriyle savaşmak için ihtiyaç duyacağı gücü halktan alacaktır, o yüzden her ikisi de halkın olabildiğince büyük kısmını kendi yanına çekmek ister. Dehşet verici eylemler (terör/tedhiş)) yapan tarafın karşı tarafı (ve ona destek veren kitleyi) kandırma korkutma kışkırtma amacıyla kullandığı bir hiledir.

Hükümet de muhalif (devrimci) de bunu karşı tarafa bir güç gösterisi olarak açıkça yapabilecekleri gibi, hileyle karşı tarafı kötü gösterme amaçlı da yapabilir. Kuşkusuz ki sonuçta devrimcinin yaptıkları da hükümetin yaptıkları da sonuçta hükmedilen halkın üzerinde bir zulüm. Üstelik hükümet bazen “özel harp” tarzı girişimlerle kendi kontrolünde çeteler organize ederek onlar vasıtasıyla terör eylemleri gerçekleştirirken bir yandan halkı korumak için onlarla mücadele ediyormuş imajı da çizmeye çalışır. Dünya tarihi hükümetlerin geliştirip uyguladıkları böyle sayısız eylemli mücadele örnekleriyle doludur ve bu mücadelelerin hepsi daima hükmedilen halklar için hayatı mahveden çok büyük maliyetler taşır.

6-7 Eylül 1955’de gerçekleşen ve İstanbul Pogromu olarak da anılan büyük vahşetin “TSK özel harp dairesinin muhteşem bir örgütlenmesi” olduğu olaydan 37 yıl sonra bizzat emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu tarafından övünerek itiraf edilmişti.


Toplumculuk, sosyalizm, kapitalizm, emperyalizm, milliyetçilik, muhafazakârlık…  Dayatılan bütün bu sosyal, ideolojik kavramlar aslında böl-yönet stratejisine göre bireyleri “bizler” ve “ötekiler” diye toplum adı verilen soyut, bürokratik ve maksatlı hayalî menfaat gruplarına bölüştürüp, hayalî bizler ve hayalî ötekilerden oluşan güçlü kolektifler karşısında tamamen çaresiz bırakmak üzerine değil midir?

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.