Totaliter & Otoriter Yönetimler

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Ekim 7, 2020 at 11:41 am

Toplumu kontrol altına alma mücadelesi içindeki diktatörlük görüntüleri arasında en inandırıcı olanların bir kısmı “totaliter” rejimlerden gelir: Nazi Almanya’sında kaz adımıyla yürüyen askerler ve devasa mitingler; Sovyetler Birliği’nde ya da Çin’deki Kültür Devrimi’nde propaganda amacıyla yapılan sıra dışı sanat eserleri: Holokost’ta yahut Stalin’in “Büyük Terör” döneminde işlenen korkunç suçlar. Bu örneklerle kıyaslandığında diğer birçok demokrasi dışı rejim tekdüze ve sıkıcıdır: baskıcı olabilirler, bazen suç da işleyebilirler ama çoğu zaman heyecan vermezler. 20. yüzyılda o kadar acıya yol açan “totaliter” rejimlerle demokrasi dışı rejimler katalogunu dolduran daha sıradan” otoriter” rejimler arasında önemli bir fark var mıdır? Bu farklılığı nasıl anlamamız gerekir ve bunun sebebi nedir?

Bu bölümde, “totaliter” rejimler ile “otoriterlikten” öteye gitmeyen rejimler arasındaki ayrımın, tek ve son derece açıklıkla tanımlanmış bir ideolojik vizyonun devletin hareketlerini ne derece yönlendirdiğine ve alternatif ideolojilerin ya da çıkarların yaşama alanını ne ölçüde yok etmeye dayandığını göreceğiz. Totaliter rejimler, tek bir ideolojik vizyonun bayraktarlığını yapan tek bir grubun diğer tüm bağımsız gruplar ve görüşlere karşı ( neredeyse) eksiksiz bir zafer kazandığı toplumsal kontrol mücadelelerinin sonucu olarak ortaya çıkar. Totaliter devletin ideolojik tekçiliği, Juan Linz’in otoriter devletin “sınırlı çoğulculuğu” olarak adlandırdığı, kazanan grupların böylesine eksiksiz bir zafere ulaşamadığı ya da ulaşamayacağı gerçeğiyle bu yüzden taban tabana zıttır. Totaliterliğin ideal halini tarif ettikten sonra, hem totaliter ve otoriter rejimlerin doğmasına yol açan koşulları hem de sosyal bilimcilerin teşhis etmiş olduğu farklı totaliterlik ve otoriterlik türlerini açıklayacağız. (Günümüzde otoriterliğin en yaygın biçimi olan “rekabetçi otoriterlik” için tıklayınız.)


Totaliterlik

Demokrasi dışı yönetimler üzerinde yapılan modern çalışmaları, İkinci Dünya Savası’nın yarattığı travmalar ortaya çıkardı. 1930’lar ve 1940’larda hüküm süren siyasi hayatın getirdiği yıkımı inceleyen akademisyenler, özellikle Nazi ve Stalin diktatörlüğünü açıklanmaya muhtaç yeni olgular olarak değerlendirdi. İdeolojik açıdan birbirine zıt kutuplarda duran bu iki rejim arasındaki benzerlikler rahatsız edici düzeydeydi: Kendi halkları üzerinde daha önce benzeri görülmemiş büyüklükte baskı kurma kapasiteleri, son derece ideolojik siyasi projeleri ve siyasetteki merkezileşmenin devasa boyutlara varması. Mussolini’nin 1930’lar İtalya’sında kurduğu rejimini “totaliter rejim” olarak tarif etmesini örnek alan birtakım akademisyenler (örneğin Arendt, 1973; Friedrich ve Brzezinski, 1965 – ilk baskıları 1950’lerde yapılmıştır) bu iki rejimin hakikaten yeni bir demokrasi dışı yönetim kategorisinin –totaliter rejimin– en önemli örneklerini teşkil ettiğini ileri sürüyordu.

Söz konusu akademisyenler totaliterliği tanımlayan özgün kriterlerin neler olduğu hakkında sıklıkla fikir ayrılığına düşseler de, totaliter rejimler ile diğer demokrasi dışı rejimler arasındaki temel ayrımın bu yönetimlerin ideolojik yapıları olduğunda hemfikirlerdi. Diğerlerinin aksine totaliter rejimler, ideolojiye göre belirlenen hedeflerin peşinde koşarken toplumu tam anlamıyla kontrol altına almaya ve dönüştürmeye çalışıyordu: (pratikte her zaman öyle olamasa da) devlet bütün [total] olmalıydı. Siyaset hayatın her alanını sarmalı ancak hiçbir alternatif siyasi projeye ya da ideolojilere özgü o ütopik hedeflerin peşinde koşulurken, uyumsuzluk belirtisi addedilebilecek en ufak şeye bile müsamaha gösterilmemeliydi. Daha biçimsel anlatmak gerekirse, totaliter rejimler şu üç özelliğin bilhassa zehirli hale gelmiş bir bileşiminden oluşuyordu (su eserden faydalanılmıştır:

1. Tek bir parti ve “partiye bağlı, partiyle ilişkili örgütler bütün toplumsal ve siyasal alanı kontrol eder. Gerçek anlamda bağımsız hiçbir grubun var olmasına izin verilmez.

2. Bu partinin ve liderlerinin hareketleri “en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve çoğu zaman ütopik bir ideolojiye gönderme yapılarak her zaman meşrulaştırılır. Bu ideolojinin nasıl yorumlanacağı yönetici grubun tekelindedir ve ideoloji neredeyse her toplumsal ortamda neyin söylenip neyin söylenmeyeceğinin sınırlarını çizer.

3. İdeolojinin cevaz verdiği kanallar aracılığıyla siyasete katılım sağlanması teşvik edilmekle kalmaz, aynı zamanda şart da koşulur. Çünkü ideolojinin tipik özelliği “topIumun” ve hatta insan doğasının ideolojiye uygun olacak şekilde “tamamen dönüştürülmesidir”.

Doğrusunu söylemek gerekirse, totaliterlik, ideolojik bir projeye kökten bağlı bir partinin toplumdaki diğer tüm muhtemel rakiplerine galip gelmesini gerektirdiğinden parti iktidarının bir biçimi olarak da analiz edilebilir. (Çin’deki veya Libya’daki “kültür devrimlerinde” görüldüğü üzere, totaliter hâkimiyete benzer bir şeyin, yönetimdeki bir parti işin içinde olmadan veya ona karşı gerçekleşmesi de mümkün olmakla birlikte, birazdan tartışacağımız sebeplerden ötürü bu duruma çok nadiren rastlanır.) Diğer taraftan, parti iktidarı türlerinin çoğunun aksine, gerçekten totaliter rejimlerin karakteristik özelliği, siyasetle ilgisi olmadığı açıkça görülen örgütlerin dahi iktidar partisinin kontrolü altına alınmasıdır. İktidar partisinin hoşgörüsüzlüğü sadece (totaliter rejimlerin tamamında ya hepsi yasaklanmış ya da tamamen iktidar partisine hizmet eder hale getirilmiş) alternatif siyasi örgütlere yönelik değildir: toplumsal örgütlenmenin herhangi bir biçiminin kendisinden bağımsız olmasına da müsamaha etmez.

Örneğin Naziler, 1933 yılında iktidarı ele geçirmelerinin hemen ardından, şarkı söyleme kulüpleri, atıcılık toplulukları, tüm spor kulüpleri ve yerel sivil dernekler de dâhil olmak üzere, tüm bağımsız örgütlerin üzerinde muazzam bir baskı kurdu ve onları ya resmi olarak “Nazileşmeye” ya da kendilerini feshetmeye zorlayan bir “eşgüdüm” politikasını yürürlüğe soktu. Örgütlü hayat tüm yönleriyle Nazizm adına ve Nazilerin denetiminde yaşanmak zorundaydı. Benzer bir şekilde, Sovyetler Birliğinin ayakta kaldığı dönemin çoğunda, gençlik birliklerinden/derneklerinden spor kulüplerine ve işçi sendikalarına kadar bir insanın katılabileceği örgütler sadece Komünist Parti tarafından kontrol edilen örgütlerdi. Sovyetler Birliği’nin etkisi altındaki rejimlerde bazen “siyasi partilerin” iktidardaki partiyle işbirliği yapıp “birleşik cephe” hükümetinin bir parçası haline geldiği de görülüyordu. Örneğin Doğu Almanya’da, iktidardaki Sosyalist Birlik Partisi, Hıristiyan Demokrat Birliği, Liberal Demokrat Parti, Demokratik Çiftçi Partisi ve Milli Demokrat Parti’den oluşan koalisyonun sözde büyük ortağıydı, fakat bu partiler, aslında, her zaman iktidar partisinin tamamen kontrolü altındaydı ve nihayetinde iktidar partisine bağımlıydılar. Sadece iktisadi faaliyetle iştigal eden işletmeler bile iktidar partisine bağımlı hale getirilmişti. Bunun en belirgin yöntemlerinden biri, Sovyetler Birliği’nden esinlenen rejimlerde, devletin her işletmeye “siyasi komiser” atamak suretiyle ekonomiyi kontrol altında tutmasıydı. Almanya’da da iktisadi işletmeler özerkliklerini eninde sonunda yitirip Nazi savaş planlarının emrine verilmişlerdi.

Aynı şekilde, İtalya’da Mussolini’nin Faşistlerinin iktidara gelmesinin ardından, Kilise ve monarşi örneklerinde görüldüğü üzere, bağımsız örgütler yok edilemedikleri ya da totaliter partiye bağımlı hale getirilemedikleri ölçüde totaliter kontrol amacıyla başlatılan projeler duraksadı. Ortaya çıkan rejimler, (İtalya örneğinde olduğu üzere) kendilerini totaliter rejim olarak tarif etmekte ısrar etseler de en iyi ihtimalle “otoriter’ rejimler olarak tanımlanabilirdi.

Totaliter rejimler bir ideolojiyi sadece benimsemez: bu ideolojiyi temel almak suretiyle insan hayatının her yönünü siyasetten ne kadar uzak göründüklerine bakmaksızın siyasetin bir parçası haline getirmekte ısrar ederler. Hakiki totaliter rejimlerde bu yüzden “siyaseten doğru” bir sanat, spor, bilim, müzik ve hatta mutfak kültürü vardır: bu alanların herhangi birinde “siyaseten doğru olmayan” eserler veren insanlar (bunu da iktidardaki parti belirler) bazen ciddi ölçüde baskı görme riski taşır. Örneğin Naziler, doğru müzik (Wagner ve Orff), doğru resim (realist, güçlü, “Germen”), doğru heykel (Arno Breker’in eserlerinde olduğu gibi erkeksi ve savaşçı), doğru bilim (ırkçı) diye bir şeyin olduğunda ısrarcılardı ve “dejenere” sanatı (Weimar Cumhuriyeti dönemindeki modernist ressamların eserlerinin büyük bölümünü) yasaklamak için çok çaba harcadılar. Sovyetler Birliği de doğru bir sosyalist kültür ve bilim olduğunda aynı ölçüde ısrarcıydı. Stalin dönemindeki Sovyet bilim insanları, Trofim Lysenko’nun yıkıcı etkisi altında modern genetik bilimini “burjuva bilimi” diye reddetmek zorunda bile kaldılar. Buna karşılık, sadece otoriter olan rejimlerin çoğu, toplumsal hayatın her yönünü düzenlemeye yetecek kadar ince düşünülmüş ideolojilere sahip değildir: yönetimdeki elit kesimi doğrudan tehdit etmeyen faaliyetlere genellikle izin verilir.

İdeolojik bağlılıklar, totaliter rejimlerin propaganda ve doktrinleştirmeye diğer rejimlere kıyasla daha çok kaynak ayırmasını da gerektirir. Üstelik söz konusu rejimlerin halk nezdinde (Orwell’in 1984’ü gibi kitaplarla şekillendirilen) imajları, totaliter hayatın tam da bu yönünü sıklıkla vurgular: gazeteler sansüre uğramakla kalmaz, ideolojinin onayladıkları dışında bir haberi dahi basamaz: radyo ve televizyonlar rejimin onayladığı programlar dışındakileri yayınlayamaz, onaylanmayan kaynaklardan gelen haberleri yayınlayan , dinleyen ya da seyredenler ağır cezalara çarptırılır (günümüz Kuzey Kore’sinde böyle oluyor): Sovyetler Birliği’nin etkisi altındaki birçok rejimde görüldüğü üzere yetişkinler zaman zaman rejim değerlerine bağlılıklarının sınandığı siyasi doktrinleştirme sınıflarına ve özeleştiri oturumlarına katılmaya zorlanır.

Demokrasi dışı tüm rejimler, halkın kendilerine karşı girişebilecekleri mücadeleleri püskürtmek için vatandaşlarının görebileceği bilgiyi şekillendirmeye çalışır: diğer taraftan, gerçekten totaliter rejimler, tebaasının bilincini şekillendirmeye diğer rejimlere nazaran daha fazla ilgi gösterir. Propaganda, halkın rejim değerleriyle eğitilmesinin bir biçimi olarak algılanır, çocukların eğitimi ve sosyalleşmesi, üzerine cok fazla düşülmesi gereken konular haline gelir. Örneğin Naziler, okul müfredatını kendi antisemitist ideolojilerine ve zihinsel gelişim karşıtı tercihlerine uygun bir istikamete çevirmekle kalmadı (okullarda beden eğitimi derslerinin süresi arttırılırken “örgün öğretim” süresi azaltıldı), yeni nesil Nazi liderlerini şekillendirmek için elit okullar da açtı (“Adolf Hitler Okulları”, “Order Castles”, ve “National Political Educational Institutions” (Evans. 2006, [Kindle cihazına göre sayfa numarası ] s. 5412). Sovyetler Birliği’nin nüfuzu altındaki birçok rejimde de eğitim çok fazla siyasileşmiş bir alandı ve gelecek vaat eden parti üyeleri partinin açtığı özel okullara nakledilirdi.

Propaganda ve doktrinleştirmenin etkinliğini abartmak çok yaygındır: Nazi ve Sovyet propagandalarının gerçek etkisi, korkucucu seviyede etkili beyin yıkama tekniklerine ilişkin popüler algının çoğu zaman çok gerisinde kalmıştır. Doktrinleştirme ve propaganda sıklıkla coşkun bağlılıktan ziyade bıkkınlık ve yabancılaşmayla sonuçlanmıştır: eğitim, en sıkı kontrol edilen totaliter rejimlerde bile, bazen resmedildiğinin aksine, sosyalleşmenin etkin aracı asla olmamıştır. Yine de, bu siyasi rejimlerin “total kontrol” hedefini nasıl akıllarına bile getirebildiklerini anlamanın temelinde, her şeyi kapsayan bir ideolojik projenin toplumun tüm kılcal damarlarına nüfuz etmiş bir parti ile birleştiğini görmek yatar.

Eğer bir ideoloji üzerinde yeterince ince düşünülmüş ve ideolojinin her ayrıntısı planlanmış ise, bu ideolojinin, ne kadar özel alana ait olursa olsun bir harekete izin verilip verilmeyeceğini ya da insanları “siyaseten doğru” hareket tarzına çekmek için belirli ölçüde baskı uygulanmasının meşru olup olmadığını belirlemede kullanılması, ilkesel olarak mümkündür. Gerçekten totaliter ideolojilerin içeriği değişmekle, 1917 Rus Devrimi’nden sonra Komünist diktatörlüklerde gelişen son derece tutarlı ve entelektüel açıdan zorlayıcı Marksizm yorumlarından Nazizm’in tutarsız ırkçı gevezeliklerine uzanan bir yelpazede yer almakla birlikte, her şeyi kuşatma niyeti hepsinde ortaktı.

Komünist ideoloji ile Nazi ideolojisinin içeriklerinin birbirinden bu kadar farklı olması, “totaliter rejimlerin” ayrı bir kategori olarak değerlendirilmesinin tutarlı bir yaklaşım olmadığı yönünde eleştirilerin gelmesine de yol açmıştır (Kershaw, 1993). Özellikle Soğuk Savaş döneminde, hem Nazileri hem de Sovyetleri aynı ölçüde totaliter rejimler olarak nitelemenin getirdiği “sahte denkliğe” kimileri karşı çıkmıştır. Diğer taraftan, rejimlerin içeriğindeki farklılıklar, söz konusu rejimlerde uygulanan politikaların bir diğerinden nasıl farklılaştığı üzerinde bazı gözle görünür etkiler yaratmış ve totaliter hâkimiyetin “çeşitliliklerinin” oluşmasına imkan tanımış olsa da (Linz, 2000 [1975]), kategorinin kendisinin anlamsız olduğunu düşündürmezler.

Toplumun tamamına erişen, ideolojinin nasıl yorumlanacağını tekeline alan bir parti –yani davaya inanmışlardan oluşan bir örgüt– olmadan, toplum üzerinde kurulacak kontrolün total olmasının hedeflenmesi bile çok zordur; dışarıda kalan özerk alanlar çok geniştir. Partinin mahallelere kadar inmesi; kollarının her işyerine, her türlü toplumsal örgüte uzanabilmesi şarttır. Devletin kontrolünü eline geçiren son derece ideolojik partilerin kendi totaliter rejimlerini yaratmada her zaman başarılı olamamasının bir sebebi budur. Yukarıda belirtildiği üzere, “totaliter rejim” etiketini güle oynaya benimseyen İtalyan Faşistleri, kontrol altına alamadıkları toplumsal kurumlara taviz vermeye sürekli zorlanıyordu (Paxton, 2006). Kimi komünist rejimler, (örneğin Kilise’nin ve sonrasında işçi sendikası Solidarnosc’un” güçlü ve bağımsız olduğu Polonya’da), bağımsız toplumsal güçleri rejimin ideolojik projesine tam anlamıyla tabi hale getirmekte başarısız oldu. Toplumu kontrol altına alma mücadelesinde tam bir zafere ulaşamayan bu rejimler sadece otoriter rejimler olarak kaldı.

İşin aslını söylemek gerekirse, totaliter rejimler halkı kendi haline bırakma becerisine sahip değildir. Halkın ideoloji uğruna seferber olmamasından, kayıtsız kalmasından memnun olmayan bu rejimler, sıradan insanları çeşitli kamusal teyit ritüellerine karılmaya zorlayarak halkın onların ideolojik projelerine bağlı olduğunu sürekli kanıtlamasını talep eder. Hem Almanya’daki Nazi Partisi hem de Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP), kaybetmelerine imkân olmayan halkoylamaları ve seçimler düzenlemekte ısrar edip halkı oy kullanmaya seferber etmek için şaşılacak derecede fazla çaba harcarlardı. Örneğin 1938 yılının Nisan ayında, Naziler, Almanya ile Avusturya’nın birleşmesi (meşhur “Anschluss”) için bir halk oylaması tertipledi. Almanya ve Avusturya’nın birleşmesi sınırın her iki tarafında da halkın ilgisini gerçekten çekiyordu; adil bir oylama yapılsa ülkelerin birleşmesi rahatlıkla onaylanırdı. Yine de, halk oylamasından kendi istedikleri sonucun çıkması için: Kahverengi gömlekliler grup halinde her sokağı düzenli aralıklarla geziyor, insanları evlerinden zorla çıkartıyor ve arabalarla sandıklara götürüyordu. Hasta ve yatalak insanlara, evlerine gelen seyyar sandıklarda oy kullandırılıyordu. Oy kullanmayı reddeden ya da “hayır” oyu vereceğini belli eden insanlar dövülüyor, boyunlarına asılmış “Ben halka ihanet ettim” yazılı yaftalarla zorla sokaklarda yürütülüyor, yüzlerine bağırılsın, tükürülsün diye barlarda sürükleniyor ya da usulsüzce akıl hastanelerine kapatılıyorlardı (Evans, 2006).

Totaliter rejimlerdeki halkı katılıma zorlama pratiği seçim günüyle sınırlı değildir. Sovyetler Birliği’nden günümüz Kuzey Kore’sine kadar birçok Komünist ülkede, rejimi olumlamak için düzenlenen (yürüyüşler, gösteriler ve cenazeler gibi) kamusal ritüellere katılım hem beklenir hem de çeşitli yöntemler kullanılarak zorla teşvik edilir. Nazi Diktatörlüğü de hiç şüphesiz Nürnberg Mitingleri ve diğer şatafatlı kamusal gösterileriyle meşhurdu. Selamlaşmalar bile bağlılığın ifadesi haline gelmişti: Sovyet diktatörlüklerinde “Yoldaş”, Nazilerde “Çok Yaşa Hitler”.

Toplum üzerindeki baskı çok ağır olmakla birlikte, rejim ritüellerinin halkın görünüşte coşkulu ve yüksek seviyede katılımıyla düzenlenmesi söz konusu rejimlerin popüler görünmesine yol açar. Bu rejimlerin gerçek popülaritesi abartılır: insanlar baskı altındayken gerçek duygularını açıklamayı her zaman tercih etmez, kendilerini güvende hissetmezler. Sosyal bilimciler bu olguyu “Tercih çarpıtması“ olarak adlandırmıştır (Kuran. 1997). Korku –içinde bulundukları koşullar onları daha az dehşete düşürseydi– insanları aslında sevmeyecekleri bir rejimle kendilerini özdeşleştirmeye itebilir. Diğer taraftan, görünüşteki popülerlik her zaman yanıltıcı değildir: bu durum liderin bariz “karizmasından” kaynaklanabileceği gibi, özellikle rejim başarılı olmuş görünüyorsa, ideolojinin insanlara hakikaten cazip gelmesinden de kaynaklanabilir. Tarihçi Ian Kershaw, “20. yüzyıldaki siyasi liderlerin çok azının, kendi halkları nezdinde, 30 Ocak 1933’te iktidarı ele geçirmesini takip eden yaklaşık on yıllık dönemde Hitler’in sağlamış olduğu popülariteye eriştiğini” öne sürmüş (Kershaw, 1987), ancak Hitler’in de bu popülariteye partisinin popülaritesini azaltma pahasına ulaştığına dikkat çekmiştir. Benzer bir şekilde, Büyük Terör’ün en azılı döneminde bile Stalin epey popüler olmuştur: Stalin’in ölümünü duyunca kalp krizi geçiren insanlar olduğuna dair hikâyeler dahi anlatılır (Plamper, 2012). Hatta kimi akademisyenler, totaliter rejimleri, tam da halktan bir yandan sadakat beklerken bir yandan da üzerlerindeki baskıyı arttıran ve böylece gücünü azamiye çıkartan rejimler olarak tanımlamıştı (Wintrobe 1990).

Buna karşılık, birçok otoriter rejimde görülen baskının aksine, totaliter rejimlerdeki baskı, aslında rejime bir tehdit oluşturmayan insanları sıklıkla hedef alır. Bunun tek sebebi, rejim ideolojisinin onları düşman “kategorilerinden” birine yerleştirmesi, iktidar partisinin hayata geçirmeye çalıştığı ideolojik projenin önündeki engeller olarak görmesidir: Almanya’da Yahudiler, Sovyetler Birliği döneminde veya günümüz Kuzey Kore’sinde “sınıf” düşmanları ve aileleri (Getty 2002). Baskıya yol açan (sadece) tiranın muhalefetten duyduğu şüphe değildir: Rejimin soyut ideolojik bağlılık talepleri de baskının kaynağını oluşturur. Üstelik bu gibi rejimlerde görülen en “dehşetli” baskılar –Nazi Almanya’sında Yahudilerin, akıl hastalarının, Komünistlerin, Çingenelerin ve diğer grupların öldürülmesi, 1930’larda Stalin yönetiminde Sovyetler Birliği’nde yaşanan “Büyük Terör” dönemi: Kamboçya’da aydınların sistematik bir biçimde öldürülmesi– sadece iktidar partisinin çıkarlarına uygun düştüğü için ideoloji adına meşrulaştırılmış değildi: (Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Stalin tarafından tasfiye edilmesi gibi) bazı durumlarda diktatörün pozisyonunun sağlamlaştırılmasına hizmet etse de, bu baskılar genellikle ideolojiye körü körüne bağlı insanlar tarafından yönlendiriliyordu.

20. yüzyılda siyasi sebeplerle gerçekleştirilen en büyük demosit ve politisitlerden totaliter rejimlerin sorumlu olduğunun neredeyse kesinlikle kabul edilmesi muhtemelen şaşırtıcı değildir.(Rummel, 1994: 1995b). Siyasi gerekçelerle öldürülenlerin sayılması ne basit bir iştir ne de sayımın nasıl yapılacağı üzerinde uzlaşılmıştır: ancak bilindiği kadarıyla, Kızıl Kmerler yönetimindeki Komünist Kamboçya, Rudolph Rummel’in karşılaştırmalı hesaplamalarına göre, ülke nüfusunun yaklaşık %31’ini “imha etmek” suretiyle 20. yüzyılın en ölümcül rejimi olmak gibi meşum bir ünvana kavuşmuştur.(1994). Bu cümleden, son derece ideolojik rejimlerin her zaman toplu katliama giriştiği anlamı çıkarılmamalıdır: Örneğin Alman Demokratik Cumhuriyeti bunu yapmamıştır (Pfaff, 2001). Yine bu cümleden, ideolojik olmayan rejimlerin asla demosit veya politisitle suçlanamayacağı sonucuna da varılmamalıdır: Totaliter olmayan birçok rejim siyasi sebeplerle katliam gerçekleştirmiştir. Diğer taraftan, toplumun her yerine nüfuz etmiş bir partinin yeterince inanarak savunduğu ideolojik projeler, terörü ve toplu katliamları çoğu zaman kolaylaştırmıştır.

Bu kısa tartışmadan görüleceği üzere, tam anlamıyla totaliterleşmiş rejimlere, çok şükür, nadiren rastlanır: totalitarizm teorileri üzerine çalışan Linz ye diğer akademisyenlerin önerdiği kriterleri çok az rejim karşılar. Demokrasi dışı rejimlerin çok büyük çoğunluğu totaliter rejimler olmamıştır: totalitarizm üzerine çalışma yapanlar –Sovyetler Birliği gibi– totaliter olduğu kabul edilen rejimleri incelerken dahi “öncesi” ve “sonrası” ayrımlarını yapmayı çoğu zaman gerekli görmüştü. Nihayetinde bu rejimlerde tam hâkimiyet bir günde kurulmadı: bağımsız toplumsal grupların direncini kırmak zaman aldı. Buna ilaveten, ideolojik hâkimiyette halkın katılımı tamamen “biçimsel uyuma indirgenmiş” olurken; bu hâkimiyetin zamanla çürüyüp “ideolojik formüllere bağlılığı ritüellerle gösterme” haline gelmesine sık rastlanıyordu (Linz. 2000). Demokrasi dışı rejimlerin çoğu, tek ve en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir ideolojik projeyle bütün toplumsal ve siyasi alanı işgal etmeyi amaçlamamıştı ve seferber edilmemiş bir halkın varlığı onları çoğu zaman rahatsız etmiyordu. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından önce bile, demokrasi dışı rejimler üzerine çalışan akademisyenlerin birçoğu, bazen Soğuk Savaş polemiklerine girmemek için bu kategoriyi kullanmaktan kaçınıyordu. Akademisyenler bunun yerine daha bir kategori olan “otoriter yönetime” yoğunlaşmıştı.


Otoriterlik

Literatürdeki tanımlara göre, “otoriter’ bir sistem, yöneticilerin kendi yetkilerini hep gayrimeşru yollarla kullandığı (Sartori, 1987: Marquez, 2014), örneği kamusal iktidarı gayrimeşru bir biçimde kendine mal ettiği bir siyasi sistemdir (Brooker, 2014). Diğer yandan burada odaklanacağımız konu, otoriter olmaktan öteye gidemeyen rejimleri totaliter rejimlerle karşılaştırmaktır. Linz’ e göre, otoriter rejimler:
Sadece sınırlı bir siyasi çoğulculuğun görüldüğü ama bunun da topluma karşı sorumluluk taşımadığı; en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve yol gösterici bir ideolojinin bulunmadığı ancak ayırt edici düşünce yapılarının hakim olduğu: rejimin gelişimindeki bazı aşamalar haricinde siyasi seferberliğin toplumun geniş kesimlerini kapsadığı fakat bu kesimlere derinlemesine nüfuz edemediği; bir liderin ya da bazen küçük bir grubun formel olarak kötü tasarlanmış ancak aslında oldukça öngörülebilir sınırlar içinde iktidar sahibi olduğu rejimlerdir (Linz, 2000 [1975).

Otoriter rejimler, totaliter olanların aksine, toplumu kontrol altına alma amacıyla tek bir partinin dayattığı tek bir ideolojinin zaferiyle sonuçlanan mücadelelerin sonucunda ortaya çıkmazlar. Aksine, otoriter rejimlerde, birkaç ayrı ve bağımsız grup siyasi iktidardan pay alabilir ve siyasi kararları kısmen etkileyebilir: diğer taraftan, (demokrasilerin aksine), hangi çıkarların temsil edilebileceği ve hangi örgütlerin siyasi süreçlerde rol alabileceği az çok kesin sınırlarla belirlenmiştir.

Otoriter rejimler, siyasi elitlerin çoğulculuğu sınırlamasına imkân veren özel koşullara ve kendi aralarındaki siyasi mücadeleyi nasıl yönettiklerine bağlı olarak, sıfır çoğulculuktan (totaliter uçtan) azami çoğulculuğa (demokratik uca) kadar uzanan bir yelpazede herhangi bir yerde duruyor olabilir. Bu muhtemel konumları tanımlayan Linz, siyasi kurumların gerçek bir katalogunu hazırlamıştır: “bürokratik-askeri” rejimler örneğin 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Brezilya ve Arjantin’de görülen rejimler: bunlar ilk defa O’Donnell’da [1973] tanımlanmıştır): korporatist “organik devletçi” rejimler (örneğin Portekiz’deki Salazar diktatörlüğü); “halkın seferber edildiği post-demokratik” rejimler (faşist ancak totaliter olmayan rejimler: “halkın seferber edildiği bağımsızlık sonrası rejimler” (bağımsızlıktan sonraki dönemde Tanzanya’da Julius Nyerere tarafından yönetilen Tanganika Afrika Ulusal Birliği rejimi); “ırka dayalı demokrasiler” (örneğin Apartheid döneminde Güney Afrika) ~ “kusurlu ve totaliterlik öncesi” rejimler (İç Savaş sonrası İspanya’da Franco rejiminin ilk dönemleri) ~ “totaliterlik sonrası” rejimler (örneğin Stalin sonrasında Sovyetler Birliği). Bu türlerin hepsinin zaman zaman bir diğeriyle iç içe geçmiş olması ortaya birçok melez otoriter rejim biçimi çıkardı (Linz, 2000).

Söz konusu kategoriler Linz tarafından teorik çıkarımlarla oluşturulmamış, birçok ülkedeki siyasetin yakından incelenmesi sonucu tümevarımla türetilmişti. Linz, iktidardaki koalisyonların hangi koşullar altında kurulduğuna, belirli ittifakların toplumsal ve siyasi sonuçlarına, otoriter koalisyon içindeki çıkar mücadelesini yönetmek üzere yaratılan kurumlara özellikle ilgi göstermişti. Örneğin bürokratik-otoriter rejimler, profesyonel orduların, devletin bürokratik aygıtlarıyla darbe sonrasında ülkeyi “modernleştirmek’ için ittifak kurması sonucu ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan, bağımsızlık elde edildikten son ra halkın seferber edildiği rejimler ise genellikle Afrika ülkelerinin çoğunun dekolonizasyon sürecinde verdiği mücadelelerin sonucunda kurulmuş ve tek parti rejimlerine dönüşmüştü; ancak bu rejimler, milliyetçi ideolojinin muğlâklığı ve bağımsızlık mücadelesi veren grupların heterojenliği nedeniyle totaliter rejimler haline gelememişti. Otoriter rejimlere ilişkin bu kategori seti, bu nedenle sayısal araştırmalarda kolayca kullanılabilecek bir hale getirilemedi. Üzerine araştırma yapılan ülkelerin kendine has toplumsal koşulları hakkında sağlam bilgi sahibi olunmasını gerektiren, bir rehber vazifesi gören bu kategoriler, her bir özel vakanın üzerine hemen yapıştırılabilecek önceden hazırlanmış etiketler olmadıkları gibi basit kurumsal ayrımlar hiç değillerdi.

Yine de, otoriter rejimleri genel olarak birbirinden ayrı duran ancak karşılıklı bağımlılıkları bulunan, sahip oldukları değer yargıları veya tercih ettikleri politikalar açısından aralarında büyük farklılıklar olmasına rağmen siyasi mücadeleyi sınırlandırmayı tercih eden grupların oluşturduğu “karteller” olarak anlamak mümkündür. Söz konusu otoriter koalisyonları bir arada tutan sadece, “düzenin korunmasını, ülkenin modernleştirilmesini, yozlaşmış bir rejimin devrilmesini veya dış etkilerin reddedilmesini sağlamak amacıyla muğlâk taahhütlerde bulunmuş olmalarıdır: ancak bu amaçlara hangi özel mekanizmalarla ulaşılacağı hususunda aralarında fikir ayrılıkları da mevcuttur. Linz’in teşhis ettiği üzere, otoriter rejimlerde görülen bu ideolojik muğlâklık tesadüf değildi, aksine, farklı grupları bir koalisyon içinde tutma çabalarının bir sonucuydu. Üstelik, bu koşullar altında, “bir konuya özgü ve açıkça ilan edilmiş taahhütlerin olmayışı değişen koşullara uyum sağlamayı kolaylaştırıyor” ve özellikle dış çevrenin düşman olduğu durumlarda, iktidardaki koalisyonların “muhalifleri etkisizleştirmesine, çeşitli grupların desteğini almasına ve politikaları pragmatik kararlarla belirlemesine, imkan tanıyordu (s. 164). Bu gibi rejimlerin ideolojik beyanları bu yüzden sıklıkla sahtedir ve taklitten ibarettir; o zamana ve o bölgeye hâkim fikirlerden ödünç alınmıştır. Örneğin İspanya’daki Franco rejimi her ne kadar 1930’lu yıllarda faşizmin sembollerini ve dilini kulIanmış olsa da bu taklitçilik rejimin faşist ideolojiye derinden bağılılık taşıdığı anlamına gelmiyordu. Falanj Partisi, yani Franco’nun koalisyonundaki faşist parti, kendi ideolojik programının uygulanması önce ötelenip sonra da iptal olduğunda bu gerçeği büyük bir hayal kırıklığıyla öğrenmişti (Payne, 1987).

1939’dan 1974’e kadar İspanya’da hüküm süren Franco rejimi, otoriter yönetimin diğer yönlerini göstermesi açısından da iyi bir örnektir (Linz, 1976). Rejimin kökleri, Cumhuriyetçi hükümete karşı girişilen ve İspanya toplumunda o dönemde görülen keskin kutuplaşma yüzünden, 1936 ila 1939 arasında devam edecek acımasız bir iç savaşa dönüşen bir askeri darbeye uzanıyordu. Francisco Franco’nun yönetimindeki kuvvetler nihayetinde galip geldi; fakat bu kuvvetleri birbirine kenetleyen bir ideoloji de yoktu. Zaferi kazanan koalisyonda başar rolü oynayan orduydu ancak Faşistler (Falanjistler), geleneksel monarşi yanlıları ve diğer muhafazakâr Katolikler de bu zaferde rol oynadı. Dönemin önemli siyasi sorunları –monarşinin yeniden kurulması, halkın seferber edilmesinin ne ölçüde arzulandığı, milli servetin yeniden dağıtılması, Kilise’nin rolü ve diğer başka hususlar– hakkında hepsinin çok farklı görüşleri vardı (Payne, 1987). Franco, ordunun hâkimiyetiyle başlamış bir rejimi sonunda son derece tek adamlaşmış bir diktatörlüğe dönüştürerek bu koalisyonu manipüle etmede becerikli olduğunu kanıtladı. Bilakis, Franco’nun başarısı kısmen de taahhüt altına girmekten kaçınmasının ve böylece koalisyonun herhangi bir parçasını kesinkes yabancılaştırmamasının sonucuydu.

Franco’nun ideolojik bağlılığının bulunmamasının, işleri ağırdan almaya gözle görülür ölçüde meyilli olmasının kendi rejimi açısından kötü sonuçlar doğurmuş olacağı düşünülebilir; diğer taraftan, sosyolog Padgett ve Ansell’in (1993) öne sürdüğü üzere, muğlâklık, ağırdan alma ve belirsizlik, ideolojik açıdan heterojen bir yapısı olan koalisyonların yönetilmesinde bilhassa faydalı taktiklerdir. Bu koşullar altında başarılı bir liderin kemikleşmiş destekçilerini yabancılaştırabilecek taahhütleri ertelemesi, mümkün olduğu ölçüde herkesin her şeyi olması ve genellikle koalisyonun “merkezi”, yani tüm çıkarların eklem yeri haline gelmesi çoğu zaman kendi yararınadır. Bu şekilde davranan liderler, eğer beceriklilerse, gücün önemli bir bölümünü kendisinde toplayabilir.

Yalnız, rejimin kendisine özgü ideolojik bağlılıklarının olmayışının bir diğer sonucu da fikirleriyle hayatlarını idame ettiren ya da başka sosyolojik gerekçelerle siyasette bir anlam bulma ihtiyacı içinde olan gruplar nezdinde bu rejimlerin cazibesinin azalmasıdır. Linz’in belirttiği üzere, açık ve sınırları belirlenmiş bir ideoloji olmadığı takdirde, bu rejimlerin “kitlelerin rejimle psikolojik ve duygusal açıdan özdeşleşmesini sağlayacak ölçüde halkı harekete geçirme kapasiteleri” sınırlı kalacak ve rejim “aydınları, öğrencileri, gençliği ve koyu dindar insanları” kendisine çok az çekebilecektir (Linz 2000 ). Buna karşılık totaliter liderler, fikirlerini sıklıkla değiştirmiş olmalarına rağmen, kesinlikle muğlâk davranmamıştır; rejimleri de çoğu zaman aydınlara şaşırtıcı biçimde çekici gelmiştir. Hukukçu Carl Schmitt ve felsefeci Martin Heidegger gibi entelektüel nüfuz sahibi insanlar Nasyonal Sosyalist Parti üyelik kartını yanlarında taşıyorlardı: Sartre’den Althusser’e kadar birçok tanınmış düşünür, Stalinizm’in en acımasız uygulamaları herkes tarafından bilinir hale geldiğinde dahi Sovyet projesine sadık kalmıştı.

Otoriter rejimlerdeki ideolojik muğlâklık bu nedenle bir hata değil, koalisyonu destekleyen tarafları harekete geçirmek için taviz vermek zorunda olmanın yarattığı rasyonel bir tepkidir. Bir ideolojik sistemin kendine özgülüğünde ısrarcı olmak, ideolojiye bağlılığı daha yüksek olan eylemcileri (faşistler, komünistler ve benzerleri) harekete geçmeye teşvik edebilecek ancak aynı zamanda zaten heterojen bir yapı sergileyen koalisyondaki çatışmaları şiddetlendirecektir. Diğer taraftan, muğlâk sembolik bağlılıklar daha geniş katılımlı bir koalisyonu ayakta tutabilecek fakat koalisyon üyelerinin belirli eylemlerin hayata geçirilmesinde koordineli hareket etme ihtimalini azaltacaktır. Muğlâklık böylece, üyelerinin, “dışında kalırlarsa kendi hedeflerini gerçekleştiremeyeceklerine ama içinde olurlarsa belirli politikaları kendi tercih ettikleri istikamete doğru sevk edebileceklerine inandıkları, farklılıklar barındıran bir koalisyonu bir arada tutma politikası olarak “işe yarar”. İspanya İç Savaşı’ndan sonra sol ve sağ arasında görüldüğü üzere rakip koalisyonlar arasındaki güvensizlik had safhaya ulaşmışsa koalisyonun dışında kalmamak gerektiğine duyulan inanç kuvvetlenirken, koalisyon üyeleri bir kereye mahsus özel talepler yerine (muhtemelen yine muğlâklık taşıyan) uzun vadeli projelerle koalisyona girdilerse, politikaları kendi çıkarları doğrultusunda etkileyebileceklerine dair inançları güçlenir.

Bu koşullar altında, koalisyon liderlerinin karşı karşıya kaldığı sorun, belirli eylemler gerçekten hayata geçirildiği anda koalisyon üyelerinin bunu öğrenmesi, kendi tercih ettikleri sonuçla karşılaştırması ve duruma göre koalisyonun birliğini tehdit etmesidir. İdeolojik çatışmaları kendi lehlerine kesinkes çözecek kaynakları olmadığı sürece, (Franco’nun yaptığı üzere) işlerin sürüncemede bırakılması, muğlâk hareket edilmesi, siyasette ayakta kalmaya ilgi duyan liderlerin bu yüzden işine gelir. Buna karşılık, (totaliter rejimlerde olduğu üzere) liderler bu gibi çatışmalardan galip çıkmayı bekliyorlarsa ya da koalisyon üyeleri kendi ulvi amaçlarına koalisyonun dışında kalarak da ulaşabileceklerini düşünmeye başladılarsa muğlâklık değerini kaybeder: Ya lider belirli programlara sadık kalınmasını talep edecek ya da muğlâk semboller koalisyon üyelerini safta tutmada yetersiz kalacaktır.

Açık ve sınırları belirlenmiş ideolojik bağlılıkların olmayışı, otoriter rejimlerin halkı ideoloji doğrultusunda çok fazla seferber etmemeyi genellikle –istisnai durumlar haricinde– tercih etmesini de açıklar. Bu rejimler ideolojiye bağlı bir halk yerine, kayıtsız ancak rıza gösteren bir halkı yönetmeyi daha çok isterler. Franco bunun tipik bir örneğidir. Rejimin faşist unsurlarının hâkim göründüğü ve faşizmin tüm dünyada yükselişe geçtiği 1930’ların sonu ile 1940’ların başı arasındaki kısa bir dönem haricinde, halkın kendi özel hayatına dönmesini tercih etmiş, siyasi hareketlere açıkça taraf olmadıkları veya rejimi herhangi bir şekilde tehdit etmedikleri sürece birçok gruba görece özerklik tanımıştı. Rejim, son derece politikleşmiş bir halk görmeyi (çoğu zaman) istemiyordu. Özellikle iç savaşın bitişinden sonraki birkaç yıl toplum üzerinde kurduğu baskı ciddi olmakla birlikte düşmanını genelde ideolojinin belirlediği kategorilere göre seçmiyor, sadece kendisine muhalif olan belirli kesimleri hedef almaya çalışıyordu.

Franco rejimi hem otoriterdi hem de “tek adamlaşmıştı”; hakiki ideolojik bağlılıklardan yoksundu ancak nihayetinde, farklı unsurlardan oluşan bir koalisyonun içindeki çatışmaları manipüle ederek zirveye çıkmış bir tek adamın hâkimiyeti altındaydı. (“Tek adam” rejimi için tıklayınız) Bu konuda şimdilik belirtmemiz gereken otoriter rejimlerin tek adam yönetimine dönmek zorunda olmadığıdır. Bu gibi rejimlerin birçoğunda, son tahlilde baskın çıkan tek bir şahsiyet bulmak kolay değildir: bunları incelediğimizde aslında iktidardaki koalisyonun üyelerinin çıkarlarının temsil edilmesine imkan tanıyan ve tek bir kişinin mutlak iktidarı ele geçirmesine engel olan formel kurumlarla karşılaşırız. 1970 ve 1980’lerde Brezilya’yı yöneten askeri rejim, ordu tarafından kontrol edilen parlamentosu ve cumhurbaşkanlığına aday askerlerin rotasyonu ile bu duruma iyi bir örnek teşkil eder.

Otoriter rejimlerde çıkarların nasıl temsil edileceğini belirleyen, iktidar ve nüfuz mücadelesinde çoğulculuğa bir ölçüde izin verilmesini sağlayan farklı yöntemler mevcuttur. Örneğin Franco rejimi son derece tek adamlaşmış olmasına rağmen uluslararası ve ülke içi baskılar Franco’yu nihayetinde çıkarların temsil edilmesini sağlayacak “korporatist kurumları çalıştırmaya itmişti. Bu kurumlar genel ve eşit oy verme hakkından ziyade meslek grupları seviyesinde örgütlenmişti: bu durum hem rejimin çoğulcu karakterini göstermiş hem de iktidar mücadelesi verilebilecek alanı iyice daraltmıştı. Buna karşılık, genel ve eşit oy verme hakkının tanındığı seçimler, artık birçok modern otoriter rejimin sınırlı çoğulculuğu yönetmede kullandığı temel mekanizma haline gelmiştir: bu gibi rejimlerin birçoğu, sınırlandırılmış çok-partili rekabet biçimlerini idare etmeyi öğrenerek başarılı olmuştur. Öte yandan, bu rejimler, çıkarların ve fikirlerin dile getirilme ve devlet politikalarının yönünü belirleyebilme düzeyini kasıtlı olarak sınırladıkları ölçüde otoriter rejimler olarak kalır. Bu gibi rejimlere birçok isim verilmiştir: melez rejimler, rekabetçi otoriter rejimler, güdümlü demokrasiler gibi.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.