Rekabetçi Otoriterlik

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Ekim 12, 2020 at 6:44 am

Otoriter rejimlerin birçoğu, demokrasilerden çok da farklı görünmez. İdeolojik kumaşı farklı birçok parti, ülkelerinde başkanlığı almak ya da parlamentoda sandalye kazanmak için çoğu zaman yoğun bir rekabete girer. Seçimler düzenli aralıklarla yapılır, yetişkin bireylerin çok büyük çoğunluğu seçimlerde oy kullanabilir. Basında farklı fikirler, gerçekler, eğlence dünyası ve ara sıra iç gıcıklayıcı yolsuzluk skandalları kendilerine yer bulabilir. Anayasada ve diğer önemli hukuki metinlerde toplanma, konuşma, din ve vicdan hürriyeti gibi temel hak ve hürriyetler dâhil olmak üzere siyasi haklar korunuyor görünür; sokak protestolarına, diğer siyasi ifade biçimlerine yer vardır.

Yine de tam yerine oturmayan bir şeyler vardır: daha yakından baktığımızda, bugün dünyanın çoğu yerinde, gözlemlediğimiz siyasi rekabet şablonlarının “demokratik” olduğunu söylemek –söz konusu rejimlere kelimenin diğer çağrışımları nedeniyle “diktatörlük” demeye dilimiz varmasa da– bizi rahatsız eder. Zimbabwe, Rusya, Romanya, Ermenistan, Gürcistan, Gana, Guyana, Venezüella ve diğer birçok ülkede seçimlerde amansız bir rekabet yaşanıyor olabilir; muhalefet arada seçimleri kazanabilir, parlamentoya seçilmiş veya yerel yönetim makamlarına gelmiş olabilir; ancak muhalefetin iktidardakilere karşı mücadele verdiği oyun alanı ne serbest ne de adildir. İktidardakiler muhaliflerini yasal veya yasadışı yollarla ezebilir veya taciz edebilir; medyayı tehdit edebilir yahut satın alabilir: sözde “bağımsız” yargı organlarını kendi taraftarlarıyla doldurabilir: seçim kampanyalarında devlet kaynaklarını hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan kullanabilir: hatta kimi durumlarda yerini korumak için seçim sonuçlarında hile yapabilir.

Akla ilk gelen örnekleri hızlıca ele atalım. 1990’larda Ukrayna’da “muhalefete maddi destek sunan işletmeler vergi daireleri tarafından rutin olarak denetime alınıyordu”; Gana’da yine benzer bir şekilde “muhalefet partilerine maddi destek veren müteşebbisler ‘kara listeye’ alınıyor, hükümetten ihale alamıyor, işleri açıkça sabote ediliyordu”. Tayvan’da, iktidardaki Kuomintang 1990’lardaki seçimlerde sürekli rakiplerinin elli katı daha fazla para harcıyor; Rusya’da Yeltsin’in kampanyası, “muhalefete izin verilenden otuz ila yüz elli kat daha fazla” harcama yapıyordu. Alberto Fujimori döneminde Peru’da özel televizyon kanalları devletin istihbarat servisiyle “muhalefet partilerinin ekranlara çıktığı süreyi azaltmaları karşılığında ayda 1.5 milyon dolara varan paralar aldıkları sözleşmeler imzalıyordu”. Siyasi rakiplerin yargılanmasında ayrımcılık yapılmasına Rusya’da sıklıkla rastlanır: bu taktik yerel özelliklere göre çeşitlendirilerek başka yerlerde de karşımıza çıkar. Örneğin Malezya’da, dönemin Maliye Bakanı Enver İbrahim iktidardaki partiye muhalefet etmeye başlayınca homoseksüellikten yargılanmıştı. Singapur, hükümet politikalarını eleştirenlere karşı iftira davası açmayı sanat haline getirmiştir (Mauzy ve Milne, 2002). Bu gibi karalama ve itibarsızlaştırma davaları, hükümeti eleştiren medyayı kapatmada tercih edilen bir araçtır; Levitsky ve Way’a göre. 1990’lı yıllarda Hırvatistan’da gazetelere 230 kez karalama davası açılmıştı; hemen hemen aynı zamanlarda Kamerun’da da itibarsızlaştırma davaları kullanılarak birçok gazete kapanmaya zorlandı. Medyaya getirilen kısıtlamalara bazen eli yüzü düzgün bir kılıf uydurulduğu bile oluyordu: Venezüella’da Chavez hükümeti, muhalefete daha yakın duran televizyon kanalı RCTV’nin “uydu yayını” lisansını 2007’de yenilemeyi reddettiğinde, söz konusu kanalın 2002’de Chavez hükümetine karşı girişilen darbeye destek vermiş olmasını gerekçe göstermişti.

Eğer hükümet (anayasa mahkemeleri, seçim komisyonları gibi) tarafsız ya da bağımsız kurumları hükümet yandaşlarıyla doldurmaya özen gösterirse tabii bütün bu hamleler kolaylaşır. Örneğin bugün Venezüella’da Yüksek Mahkeme ve seçim komisyonu üyelerinin çoğu Chavezci hükümete bağlılıklarını gizleme gereği duymaz. 2015 yılındaki seçimlerde muhalefet parlamentoda ezici çoğunluk sağlamasına rağmen, Yüksek Mahkeme, hükümetin geçirdiği yasaların çoğunu büyük bir pişkinlikle iptal etti (Hawkins, 2016). Bazı vakalarda, kayıt aşamasında ya da hukuki yeterlilik denetiminde siyasi partilere ya da adaylara dayatılan ağır şartlar, muhalefet gruplarının seçimlerde etkin bir biçimde mücadele etmesini engeller. Örneğin, 1950’lerden bu yana Mısır’da en popüler örgütlü siyasi güçlerden biri olmasına rağmen Müslüman Kardeşler Örgütü, dini esas alan siyasi partilerin kurulmasının yasaklanmış olması nedeniyle, bir siyasi partiye dönüşemez (Blaydes, 2010). Benzer bir şekilde, İran’da seçime girecek adaylar öncelikle, “Anayasa Muhafızları Konseyi” tarafından İslam Devrimi ilkelerine sadakatleri açısından sorgulanır.

Son olarak, siyasi rekabeti baskı altına almak için diğer bütü yöntemler sonuçsuz kaldığında devreye sokulacak daha bariz taktikler mevcuttur; güvenlik güçlerinin seçmeni tehdit etmesi, muhalefete mensup kişileri dövmesi ve hapse atması (örneğin Mugabe yönetimindeki Zimbabve’de, muhalefetteki Demokratik Değişim Hareketi üyesi eylemciler, 2002 ve 2008’deki seçimlerde dalga dalga gelen baskıların temel hedefi olmuştur); siyasi muhalifleri öldürmeye teşebbüs (2005 yılında Ukrayna’da, muhalefetteki popüler aday Viktor Yuşçenko’nun seçimlere katılamasın diye bariz bir biçimde zehirlenmesi); seçim sandıklarında eski usul bir hileyle mükerrer oy kullanılması (Mısır’da insanlar hiç oy kullanmak zorunda kalmadıkları nı çünkü hükümetin onların yerine kullandığını” söylerlerdi [Salah ve Mayyasi, 2013]); Ukrayna’da 2005 seçimlerinde ya da Sırbistan’da Slobodan Miloseviç’in iktidarda olduğu dönemde görüldüğü üzere, karmaşıklık derecesi değişen hilelerle oyların geçersiz sayılması. Demokratik olduğu genel olarak kabul edilen ülkelerle bu ülkelerin arasındaki farkı daha çarpıcı biçimde ortaya koymak için, yukarıda örnekleri verilen ülkelerin çoğunda iktidar sahiplerinin iktidarı bırakmamak pahasına gerçekten siyasi cinayet işleseler bile yakayı sıyırabilecek gibi durduğunu söylemek gerekir.

Farklı ideolojiler etrafında toplanmış birçok grubun devleti kontrol altına alma ve devlete nüfuz etme mücadelesi verme imkânına sahip olması nedeniyle bu rejimlerin hepsi çoğulcudur. Dahası, söz konusu rejimler bu çoğulcu özelliklerini tek parti içindeki fraksiyon çatışmalarından ya da farklı çıkar gruplarının temsil edildiği korporatist sistemlerdeki mücadelelerden ziyade çok-partili seçim pratiğini yaşatarak sürdürürler. Bu rejimler yine de, Linz’in tanımına göre, ya bazı grupların seçim kazanmasını bilerek imkânsız hale getirmeleri ya da devletin en önemli makamlarını seçim rekabetinin dışına çıkarmaları nedeniyle kendi çoğulcu vasıflarını sınırladıkları ölçüde otoriterdir.

Seçimlerdeki rakiplerini dezavantajlı hale getirmek için hükümetlerin kullanabileceği şaşırtıcı taktiklerden bir anlığına uzaklaşalım ve seçimlerin hakiki bir rekabet unsuru barındırma özelliğini bir ölçüde korurken diğer yandan tam anlamıyla demokratik olmayı nasıl başaramayacağı meselesi hakkında biraz daha dikkatli düşünelim. (Günümüzde Kuzey Kore’de yapılan tek partili “seçimlerin” demokrasinin veya siyasi rekabetin gerçek bir göstergesi olduğunu hiç kimse düşünmez. Yine de bu, seçimler üzerinde tartışmaya değecek sorular ortaya koyar. Demokratik seçimlerin “standart” açıklamasıyla başlayalım: Birden çok partinin seçmenin oyunu almak için yarıştığı, hangi aralıklarla düzenleneceği az çok belli bir seçim yapılır. Söz konusu partiler –ortak çıkarlarını ideolojinin ya da kimliğin gönüllülük esasıyla birbirine bağladığı insan grupları– iktidarın mevcut sahiplerinin keyfi veya zorlaştırıcı müdahaleleriyle karşılaşmadan kolaylıkla kurulabilir: bu partilerin elinde, siyasetle özellikle ilgilenmiyor olabilecek insanların dikkatini çekmenin bedeli denilebilecek temel maliyetleri üstlenmeleri kaydıyla, geniş seçmen kitlelerine kendi dertlerini anlatmak için makul fırsatlar vardır. Tarafsızca uygulanan düzenlemelerle seçime giren tüm tarafların eşit şartlar altında mücadele etmesi sağlanmaya çalışılır ki iktisadi güçlerinden faydalanarak siyasi güç elde etmeye çalışan kimi grupların bu avantajı bir ölçüde ortadan kalksın: oy sayımına getirilen makul kurallar, devlet iktidarının nasıl paylaşılacağını tartışıp pazarlık pazarlık konusu edebilecek ana grupları, yani seçimin “kazananlarını” belirler.

Hiçbir parti veya örgütün, seçim rekabetini düzenleyen kuralları kendisine avantaj sağlayacak ya da diğer partilerin kazanmasını engelleyecek şekilde tek taraflı olarak değiştiremeyecek olması önemlidir. Seçimlerden galip çıkan partiler bu şekilde devlet iktidarında pay sahibi olurlar: bu iktidarı nasıl kullanacakları, devleti kontrol eden ancak seçimlere girmesine gerek olmayan, seçimle işbaşına gelmemiş kurumlar tarafından yok sayılamaz. Bu ideal resimde, seçimler bu yüzden bir topluluğun devlet iktidarını kullanabilecek kişileri (ya da kullananları denetleyenleri) seçmesinin, bir sonraki seçimde diğer partileri seçme tehdidiyle bu kişileri hesap vermek zorunda bırakmasının ve toplumu iyi kötü temsil eden bir hükümet kurmanın aracıdır: Hükümetin, o topluluktaki önemli grupların çıkarlarını ve değerlerini yansıtacak şekilde hareket ettiği varsayılır. Çok-partili seçimlerin yapıldığı otoriter sistemler şu üç yoldan en az birine (bazen de birden fazlasına) girerek bu ideal demokratik rekabet modelinden sapar.

Bunlardan birincisi, seçimlerde yarışmasına gerek olmayan grupların devleti kontrol ediyor olması nedeniyle, çok-partili seçimlerin devleti kimin kontrol altında tuttuğunu değiştiremeyecek olmasıdır. Bu durumda, seçimler makul derecede özgür ve adil koşullarda gerçekleştirilebilir. Seçime birçok grup katılabilir,ancak seçimlerin sonucu, devlet politikalarını bir ölçüde etkilese de, devlet iktidarının iç mekanizmalarını kontrol eden grupların terkibini doğrudan değiştirmez. Buna verilebilecek en bariz örnekler, seçimle işbaşına gelen bir parlamentonun varlığına rağmen devlet politikalarını ve kadrolarını nihayetinde bir hükümdarın belirlediği ülkelerdir. Günümüz Ürdün’ü bu duruma örnektir: diğer taraftan, seçimle işbaşına gelmemiş kurumların devletin nihai kontrolünü elinde tuttuğu ve ülkede kanlı canlı bir seçim rekabetinin görüldüğü diğer örnekler de mevcuttur.

İran’da devrim sonrasında, örneğin, nihai karar verme yetkisinin “İslam Devriminin Liderinde” (mevcut durumda Dini Lider Ali Hamaney’de) olduğu bir siyasi sistem geliştirilmiştir. Dini Lider çeşitli bağımsız örgütleri ve iktisadi kaynakları kontrol eder ve bu kontrol mekanizması onu seçimle işbaşına gelen hükümetin gerçekten de üstüne çıkarır. Söz konusu sistem tüm unsurlarıyla bir anda oluşmamıştır: hükümetin seçimle işbaşına gelen ve atanan kanatları arasında çok büyük mücadeleler yaşanmış ve hala yaşanıyor (Brownlee); fakat (esasen mollaların kontrol ettiği) “derin devlet”, zaman içinde, (çoğunlukla mollalar dışındaki politikacıların kontrol altında tuttuğu) “seçilmiş devlet”te üstünlük sağlamıştır. İran’da seçilmiş cumhurbaşkanı her ne kadar devlet politikalarını büyük ölçüde etkileyebilse ve gerçekten kendisine bağlı iktisadi kaynakları kontrol edebilse de, Dini Lider her zaman cumhurbaşkanının aldığı kararları yok sayabilir. Günün sonunda, İran’daki seçim rekabetinin sonuçları, son kertede devleti kontrol eden grubu (Dini Lider’in son halkası olduğu zinciri) yerinden oynatamaz. Bunun sebebi, İran’daki seçimlerde söz konusu makamlara çıkacak kişilerin seçilmiyor oluşu ve seçimle işbasına gelen siyasetçilerin bu kişileri denetleyebilecek veya aldıkları kararları yok sayabilecek kadar güçlü olmayışlarıdır. Levitsky ve Way (2010), İran’daki gibi “seçimlerin rekabete açık olduğu ancak seçilmiş yönetimlerin iktidarının seçimle işbasına gelmemiş dini…, askerî … veya monarşik… otoriteler tarafından kısıtlandığı” rejimleri “vesayet rejimleri” olarak adlandırır.

İkinci yol, çok-partili ve rekabete açık seçimlerin yapılması ancak toplumdaki büyük grupların seçim pratiklerinden dışlanmış olmasıdır. Söz konusu gruplara –örneğin Apartheid dönemindeki Güney Afrika’da siyah ve melez vatandaşlara– oy hakkı verilmemiş olabilir; seçimler rekabete açık olmakla birlikte, 1957 ila 1976 yılları arasında ülkedeki en popüler siyasi parti konumundaki Peronist partinin yasaklı olduğu Arjantin’de görüldüğü gibi bu grupları temsil eden büyük siyasi partiler yasaklanmış da olabilir. Levitsky ve Way (2010) bu rejimleri, sırasıyla, “anayasal oligarşiler” ve “sınırlı veya yarı rekabetçi demokrasiler” olarak adlandırır. Örnekleri Güney Afrika ve Arjantin üzerinden verilen bu koşullarda, seçimler devleti kimin kontrol ettiğini gerçekten belirler ancak seçimle birlikte işbaşına gelen yönetimlerin temsil kabiliyeti (siyasi sistemin tasarımı gereği) yetersiz kalır.

Son olarak, çok-partili seçimlerin, muhalefet partilerinin halktan gördüğü destek ne kadar yüksek olursa olsun, seçimi onların kazanmasını çok zorlaştırmak için, seçim rekabetini düzenleyen resmi ve gayri resmi normların iktidardaki parti tarafından tek taraflı olarak manipüle edilebileceği ya da yok sayılabileceği koşullarda da gerçekleşebileceğini belirtmek gerekir (Magaloni, 2006). Bu rejimlerde. iktidardaki parti yasama organlarındaki ezici çoğunluğu, medyadaki orantısız nüfuzu, devlet kaynaklarını kontrol ediyor olması ve benzeri yöntemlerle kazandığı gücü neredeyse yenilmez bir seçim silahına tahvil edebilir. Muhalefet partileri devlet politikalarını hala az ya da çok etkileyebilecek bir konumda olsalar dahi sadece seçimleri kazanarak devletin kontrolünü ele geçirmeleri pek ihtimal dâhilinde değildir.

Söz konusu rejimler, çok-partili seçimlerin görüldüğü otoriter rejimler arasında en sık rastlanan ve üzerine en çok çalışma yapılan rejimlerdir; bu rejimlere verilebilecek dikkate değer örnekler arasında, 1929 yılından en azından Meksika’da seçimleri yönetmekten sorumlu Federal Seçim Kurulu’nun Kurumsal Devrimci Parti’den bir ölçüde bağımsız kılınmasını sağlayan seçim reformunun yürürlüğe girdiği 1994 yılına kadarki dönemde söz konusu partinin yönettiği Meksika (Magaloni, 2006); Robert Mugabe ve Afrika Ulusal Birliği-Vatansever Cephe Partisi yönetimindeki Zimbabve: 1959’dan beri Halk Hareketi Partisi tarafından yönetilen Singapur: Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Rusya: Enver Sedat’ın cumhurbaşkanlığı döneminde çok-partili seçimlere geçilen 1977 yılından Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in devrildiği 2012 yılına kadar Mısır bulunur. Levitsky ve Way (2010), muhalefet partilerinin seçim yoluyla devlet iktidarından gerçek bir pay alabilme imkânı bulunduğu sürece bu rejimleri “rekabetçi otoriter” rejimler: Magaloni (2006) ise “hegemonik parti otokrasileri” ya da basitçe “çok-partili otokrasiler” olarak adlandırır. Levitsky ve Way, çok-partili seçimlerin yapılıyor olmasının her zaman anlamlı sonuçlar doğurmadığını düşünür ve bu seçimlerin icra edildiği birçok rejimden sadece otoriter rejim olarak bahseder.

Söz konusu rejimler, temelde demokratik hükümet şekilleri açısından Liberal Demokrat Parti’nin uzun süredir siyasete hâkim olduğu Japonya’dan veya bağımsızlığın kazanılmasından 1977’ye kadar Kongre Partisi yönetiminde kalan Hindistan gibi örneklerden farklılıklar gösterir. Bu örneklerde, ülke siyasetinde son derece baskın ancak nihayetinde iktidarda kalabilmek için seçimleri veya diğer kuralları tek taraflı manipüle edemeyen partiler görürüz. Bahsedilen partilerin iktidarda kalma sebebi kurumların manipüle edilmesi değil, hakiki halk desteğinin zeki ancak “anayasal sınırlar içinde kalan siyasi hamlelerle birleşmesidir. Buna karşılık, rekabetçi otoriter rejimler, bütün örgütlü muhalefeti tamamen bastırmaya veya kontrol altına almaya güçleri yetmese de –yahut bunu istemeseler de– iktidarda seçim kurallarını bir parça da olsa manipüle etmeleri sayesinde kalırlar.

Çok-partili seçimlerin hangi koşullarda “hata vereceğinin’’ açıklandığı bu üç yolun birbirini dışlayıcı olduğunu düşünmemek gerekir. Çok-partili seçim rekabetinin, devleti kimin kontrol ettiğini (büyük ölçüde) değiştirme imkânının bulunmaması, aynı zamanda bazı partilerin veya adayların seçime sokulmaması, siyasi rekabete getirilen söz konusu kısıtlamalara ilaveten iktidardaki partinin gücünü kötüye kullanması da mümkündür. İran’da 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüldüğü üzere, siyasi rekabete getirilen kısıtlamalar “birikebilir”: sadece seçimleri kazanarak yerinden edilemeyecek, güçlü bir derin devlet; “liberal” adayların Anayasa Muhafızları Konseyi tarafından veto edilmesi; hakkında güçlü yolsuzluk suçlamaları bulunan Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad yönetimindeki iktidarın gücünü kötüye kullanması gibi (Sahliyeh, 2010: Kamrava, 2010). Buna karşılık, genele bakıldığında, iktidarda olmanın avantajının suiistimal edilmesinin rekabetçi otoriterliğin bugün en sık rastlanan biçimi olduğu görülüyor. Makul ölçülerde rekabetçi çok-partili seçimlerin yapıldığı otoriter rejimlerin, bu gibi seçimlerin yapılmadığı rejimlere kıyasla daha uzun ömürlü olduğuna ve “iktidarda uzun süre kalmanın sağladığı bu avantajın” Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra artmış olduğuna dair önemli kanıtlar da bulunur (Kendall-Taylor ve Frantz, 2015). o halde otoriterliğin bu biçiminin nasıl ortaya çıktığının sorulması gerekmez mi?


Rekabetçi otoriterliğin kökenleri

Bir önceki bölümde gördüğümüz üzere, çok-partili seçimlere hiçbir şekilde rastlanmayan, otoriter ve totaliter rejimlerin o en şaşaalı dönemi, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel hâkimiyet mücadelesi verdiği ve her iki kamptaki diktatörlerin de bir süper gücün desteğini alacaklarına güvendikleri Soğuk Savaş yıllarıydı. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte, tek parti modeline uygun otokrasi, özellikle daha yoksul ve dış yardıma bağımlı ülkelerde, cazibesinin büyük bölümünü yitirdi. Sovyet himayeciliğinin kaybolması, önceki dönemlerde dışa kapalı yönetilen rejimlerin üzerinde çok-partili rekabetin normlarına uyum sağlandığının gösterilmesi yönünde kurulan baskıyı giderek arttırdı. Bu sadece Sovyetlerin müttefiki olan rejimler için değil, “aşırılıkları” artık komünizmin önüne set çekilmesi için meşrulaştırılıp geçiştirilemeyecek hale gelen, Amerika’yla bağlantılı otokratik rejimler (örneğin ŞiIi’deki Pinochet diktatörlüğü ya da Zairede Mobutu yönetimindeki kleptokrasi rejimi) için de geçerliydi.

Bu rejimlerin hepsi çok-partili rekabeti Soğuk Savaş’ın bitmesinin sonucunda getirmiş değildi: Küba ve Kuzey Kore en belirgin iki istisna olmakla birlikte, birçoğu siyasi değişimle sonuçlanan krizler yaşadı. İç ve dış kamuoyundan gelen demokratikleşme baskılarının yanı sıra yönetimdeki grubun gücü ve devlet kurumlarının uyumlu çalışması da dahil olmak üzere birçok faktöre bağlı olarak bu rejimlerin bazıları demokratikleşti (örneğin Pinochet’nin ordu destekli diktatörlüğü), bazıları nihayetinde çöktü (örneğin 1997’den sonra, eski adıyla Zaire, yeni adıyla Demokratik Kongo Cumhuriyeti), bazıları az çok istikrarlı çok-partili otoriter rejimlere evrildi ve çok azı kapalı otoriter rejimler olarak kalmayı başardı.

Akademisyenler hangi rejimlerin gerçek çok-partili otoriter rejim olduğu, hangilerinin tam demokrasi olarak kabul edilebileceği, hangilerinden bahsederken başka bir terminoloji gerektiği konusunda farklı düşünüyorlar. Yine de, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra yaşanan değişimin büyüklüğünü anlayabilmek için, demokrasi dışı rejimlerden oluşturulmuş büyük bir örnek küme üzerinde, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren çok-partili rekabete getirilen sınırlamalardaki değişimlere bakmak yerinde olacaktır.

1990’dan önce, demokrasi dışı rejimlerin çoğu partileri ya doğrudan yasaklıyor ya da sadece tek resmi partinin faaliyet göstermesine izin veriyordu; Svolik’in (2012) sunduğu veriye göre, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında, tüm demokrasi dışı rejimlerin sadece %30’unda birden fazla siyasi parti mevcuttu, Sonrasında, bu demokrasi dışı rejimlerin çoğu ya demokratik rekabetin bir biçimine geçiş yaptı ya da tam demokrasiye geçmeden çok-partili seçimlere izin verdi; günümüzde, tüm otoriter rejimlerin %70’inden fazlasında çok-partili seçimlere izin veriliyor.

Söz konusu ülkelerde çok-partili seçimlere hep aynı zamanda ya da hep aynı baskılara cevaben geçilmediği kesindir. Bazı vakalarda, önceki rejimin çökmesinin ardından çok-partili seçimler siyasi hayatın bir parçası oldu; tek partili Komünist rejimlerin halkın baskısıyla bir anda yıkılmasının ardından Rusya’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu durum yaşandı. Diğer örneklerde, 1970’lerin sonunda Mısır’da görüldüğü üzere, tek parti rejimi ile yönetilen bir ülke, uluslararası talepleri karşılamak ya da içeride kamuoyunun baskısını azaltmak için gönüllü olarak çok-partili seçimlere geçiş yaptı (Blaydes, 2010). Kimi otoriter rejimlerde, Soğuk Savaş’ın bitiminden önceye dayanan nedenlerle, çok-partili seçimler çok uzun zamandır siyasi hayatın bir parçasıydı: Güney Afrika (beyaz azınlık ile siyah ve melez çoğunluk arasındaki çatışma, Apartheid döneminde tesis edilen dışlayıcı siyaset kurumlarını şekillendirdi) ya da İran gibi (1979 devrimi, önceki paragraflarda bahsedildiği üzere, melez bir sistem yaratarak hem seçim rekabetine izin verdi hem de seçime kimlerin katılabileceğini kalın çizgilerle belirledi). Birçok “yeni” çok-partili otoriter rejim, Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından, mevcut demokratik kurumların iktidardakiler tarafından suiistimal edilmesiyle ortaya çıktı; aslında, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonraki dönemde yeni otoriter rejimler genellikle darbelerin ardından ortaya çıkarken, Soğuk Savaş sonrasında kurulan otoriter rejimlerin çok büyük çoğunluğu (yaklaşık %85’i), daha önceleri demokratik özellikler sergileyen rejimlerin iktidardakiler tarafından ele geçirilmesiyle oluştu; Çok-partili seçimler gibi “demokratik görünen” kurumlar yerinde kaldı, iktidarlar bunların arasından işlerine yarayanları seçti (Kendal-Taylor ve Frantz, 2015).

Birçok otoriter rejimin çok-partili seçime izin vermesine rağmen demokratikleşmemesi, kurumsallaşmanın zayıf olduğu ülkelerde “oyunun kurallarını” çıkarları doğrultusunda “belirlemenin” iktidardakilere sağladığı avantajla çok yakından ilgilidir. Tek parti rejimlerinin, iktidarda olmanın avantajıyla çok partili seçimlere geçilmesine karar verdiği durumlarda, örneğin Sedat yönetimindeki Mısır’da, “oyunun kurallarının iktidar tarafından belirlenmesi” bilhassa kolaydır ve bu geçişler rejimi zayıflatmaz, güçlendirir (Blaydes, 2010; Brownlee, 2007a). Rejimlerin bir anda ve görünüşte tamamen yıkıldığı örneklerde dahi, çok-partili seçimlere geçilmesinden faydalanan sıklıkla önceki rejimin iktidar partileri olmuştur. Diktatörler bazen şaşırtıcı derecede kolaylıkla devrilebilir fakat devletin derinlerinde kök salmış iktidar yapılarını değiştirmek genellikle çok zordur.

Romanya örneğini ele alalım. Nefret edilen diktatör Nikolay Çavuşesku’nun başında olduğu rejim, 1989 yılının Aralık ayında, o yıl Doğu Avrupa’yı saran komünizm karşıtı büyük devrim dalgları arasında, dört gün içinde bir anda çöktü. Diğer taraftan, rejim o kadar baskıcıydı ki ülkede örgütlü muhalefet bırakmamıştı; gerçek muhaliflerin sayısı bir elin parmakları kadardı ve neredeyse hiç sivil toplum örgütü yoktu. Rejimin bir anda çökmesiyle oluşan iktidar boşluğunda, rejim muhaliflerinin hemen oracıkta oluşturduğu, tanınmış muhaliflerin ve isyana katılmış kişilerin dâhil olduğu Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC), Komünizmden uzaklaşma hedefiyle iktidara geldi. Fakat bu grup kısa sürede “eski Komünist yöneticilerin ağına düştü” (Levitsky ve Way, 2010) Çoğu Çavuşesku tarafından bir kenara itilmiş olsa da bu kişilerin gerçek demokrasiye hiçbir bağlılığı yoktu, ancak Romanya taşrasının en ücra yerlerine kadar nüfuz etmiş tek örgüt olan Romanya Komünist Partisi’nin örgütsel varlıklarını bunlar gerçekten kontrol edebiliyorlardı (Tismaneanu, 1993). Kısa sürede başka partiler de kuruldu, ancak UKC’nin örgütsel avantajı (halkın nefret ettiği UKC’nin ise dağıtmamaya karar verdiği Romanya Gizli Polis Teşkilatı Securitate dahil olmak üzere) ve devletin kontrolünü elinde bulunduruyor olması, bu partilerin eşit şartlarda yarışmasını zorlaştırdı.

Böylelikle, 1990 yılında ilk defa çok-partili seçimler düzenlendiğinde, UKC’nin gösterdiği başkan adayı, Komünizmden bir anda kopulacak olmasının halkta yaratacağı korkuya seslenen bir konuşmanın desteği ve bunun yanı sıra partinin devlet kaynaklarını kötüye kullanma imkanının olması, muhalefeti taciz etmesi, ülkenin ücra bölgelerindeki seçmenleri seferber etmesi ve medyayı manipüle etmesi sayesinde oyların %85’ini aldı. Muhalefet güçlerinin mesajlarını halka, özellikle taşraya iletmede zorlanmaları ve muhaliflere yabancı güçlerin ajanı oldukları iftirasının acımasızca devlet televizyonunda atılması hiç şaşırtıcı değildi (Tismaneanu, 1993).

Romanya’nın hikâyesi nispeten mutlu sonla bitmiştir. Ülkenin Avrupa Birliği’ne bağlılığı ve AB üyeliği beklentisi, demokratik normların rutin bir biçimde ihlalini rejim açısından sadece seçim zamanı değil, seçimlerin arasındaki dönemlerde de maliyetli hale getirdi: Levitsky ve Way’ın (2010) öne sürdüğü üzere, Romanya, benzer durumdaki birçok ülkeye nazaran Batı etkisine daha açıktı. Bazı sorunlarla karşılaşılmasına rağmen, 1992 seçimleri 1990 seçimlerine nazaran daha adil koşullarda yapıldı ve (muhtemelen daha önemlisi) iktidar partisini parlamentodaki çoğunluğundan ederek seçim normlarını manipüle ermesini zorlaştırdı. İzleyen seçimler daha da adil koşullarda gerçekleşti: öyle ki Romanya bugün AB’nin bir üyesidir ve ülkenin demokrasiyle yönetildiği hemen herkes tarafından kabul edilir. Bu vakadan çıkartılacak olumlu ders şudur: UKC’nin ve seleflerinin seçim normlarını manipüle etmesine (kısmen dış ülkelerin dayatmasıyla) getirilen kısıtlamalar zaman içerisinde rekabetin daha adil yürütülmesine sebep olmuştur.

Burada yapılabilecek daha genel bir çıkarım, hangi sebeple olursa olsun çok-partili seçimlere geçmeye zorlanan rejimlerin (bazen düşük bir ihtimal olsa da) seçimleri kaybetme riskiyle çoğu zaman gerçekten karşı karşıya kaldıkları, ya da en azından eğer seçim rekabetinin normlarını apaçık ihlal ettikleri düşünülüyorsa, çok büyük halk ayaklanmalarını tetikleme riski taşıdıklarıdır. Hepsi hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan “Renkli Devrimler” bunun örneğidir: Sırbistan (2000), Gürcistan (2003), Ukrayna (2005) ve Kırgızistan (2006) (Beissinger, 2007). Ancak halkın baskısıyla iktidarı bırakmak bu gibi rejimleri demokratikleştirmeye yetmez, rejim değişikliğinin hemen sonrasında devleti kontrol eden grup bunun ödülünü fazlasıyla alır ve muhalefetin iktidara gelme şansını daha da zorlaştırır. Hatta olayların bu sıralamada gerçekleşmesinin daha muhtemel olduğu da söylenebilir: Paranın parayı çekmesi gibi, iktidar da iktidarı çeker.

Başlangıçta demokratik olan ve çok-partili seçim pratiğinden hiç vazgeçmemesine rağmen zaman içinde daha fazla otoriterleşen rejimler daha ilginç vaka çalışmalarıdır. Bu gibi vakalarda, ilgili ülkenin demokratik olup olmadığı ya da demokratik kalıp kalmadığı çok büyük tartışma konusudur. Rejimi açık ve şeffaf siyasi rekabetten uzaklaştıran değişiklikler adım adım yapılır, çoğu zaman küçük ve haklı gerekçelere dayandırılabilir: iktidardakiler, demokrasiye bağlılıkları sorgulandığında, kendilerinin makul ölçülerde rekabetçi seçimlerle işbaşına gelmiş olduğuna dikkat çekebilir. Bu bölümün başlarında kısaca bahsettiğimiz Venezüella örneği bu açıdan bilhassa ilginçtir; çünkü hem halkta hem de akademisyenlerde (Ellner, 2010: Corrales ve Penfold, 2010: Hawkins, 2016) Venezüella’nın hala demokrasi olup olmadığı ve (eğer değilse) bu özelliğinin ne zaman sona erdiği hakkında keskin görüş ayrılıkları mevcuttur. Üstelik, Venezüella siyaseti hem daha az kapsayıcı ve daha fazla sınırlandırılmış bir siyasi rekabet biçimine hem de daha fazla kapsayıcı siyasi angajman biçimlerine kayma işaretleri verir. Buradaki esas mesele, Venezüella’daki siyasi rekabetin bazı gruplar için daha zorlaşmasının altında uluslararası etkilerin değil, son derece kutuplaşmış iç çatışmaların yarattığı dinamiklerin yatıyor olmasıdır.


Chavez Döneminde Venezüella Siyaseti

Venezuella’nın son on beş yıldaki siyasi tarihini şekillendiren en köklü değişiklik, 1958 yılında askeri diktatör Marcos Perez Jimenez’in devrilmesinin ardından kurulan görece demokratik iki partili sistemin çözülmesidir, (Perez Jimenez sonrası kurulan “Dördüncü Cumhuriyet’in ne kadar demokratik olduğu sorusunun bile Venezüella’da şiddetli tartışmalara yol açtığını belirtmek gerekir. Chavezciler [Chavista] sistemde seçim sahtekarlığı görülmese de sıklıkla bu sistemin eser miktarda demokratik olduğunu öne sürer.) Petrol fiyatlarındaki düşüşle bağlantılı olarak on beş yıldan uzun süredir yaşanan ekonomik krizler 1992’de başarısız bir darbe girişimiyle sonuçlandı ve ardından karizmatik askeri lider Hugo Chavez’i ön plana çıkarttı. Söz konusu darbelerin birine katılması nedeniyle kısa bir süre hapis yatan Chavez, seçimlere “dışarıdan” bir aday olarak girdi ve Venezüella’nın en yoksullarına hitap etmesi sayesinde 1999 yılındaki seçimleri rahatlıkla kazandı.

Geleneksel partiler o seçimde hezimete uğradı; Chavez ve taraftarları ise hiç vakit kaybetmeden Venezüella’daki kurumları daha katılımcı ve daha demokratik olduğunu düşündükleri bir istikamete çevirmeye koyuldular. Diğer değişikliklerin yanı sıra, Chavezciler halkoylamasının daha sık kullanılmasına izin veren yeni bir anayasa yaptılar; zaman içinde, komünal konseyler gibi yeni katılımcı kurumlar tesis ettiler; yoksul vatandaşların çoğunun gelir düzeyini arttıran ve eşitsizliği azaltan yeni sosyal programları yürürlüğe koydular. Buna karşılık, Chavez’in sert beyanatları ve bazı uygulamaları (bunlar arasında cumhurbaşkanlığı suresini uzatması ve bir sonraki dönem yeniden seçilebilmesinin yolunu açması, önemli kurumları kendi yandaşlarıyla doldurması, özel radyo ve televizyon kanallarını onun çoğu zaman uzun mesajlarını yayınlamaları için sürekli tehdit etmesi de vardır), Venezüella’lı üst ve orta sınıfların çok büyük bir bölümünün ülkenin gidişatından endişe duymasına yol açtı.

Kamuoyu hızla kutuplaştı ve Chavez karşıtı devasa protestolardan faydalanan ordunun, ömrü uzun olmayan bir darbeyle Chavez’i iktidardan kısa süreliğine indirdiği 2002’de işler kırılma noktasına geldi. Bunu devlet kontrolündeki petrol şirketinde greve gidilmesi ve parlamento seçimlerinin boykot edilmesi takip etti. Chavez’ciler “sosyalist devrimi” gerçekleştirebilmek için ordu ve medyayı daha fazla kontrol etmeleri gerektiğini öğrendi ve ikisini birden kontrol altına almaya girişti. 2009’a gelindiğinde, petrol fiyatlarındaki artışın ve yeni sosyal programların desteğiyle, Chavez rejimi (göreve seçilme kısıtlamasını kaldıran referandum da dahil olmak üzere) birçok seçim kazanmış, ordu ve bürokrasi üzerindeki kontrolünü artırmış (bu arada Chavez’iın taleplerine karşı gelen bir hâkimi hapsettirmiş), gerçekten muhalefet yapan medya organlarının sayısını ve halka erişimini yavaş yavaş azaltmıştı: Bu süreçte hükümetin ortak olduğu yerel radyo ve televizyonlar kuruldu; muhalefet medyasının lisans talepleri reddedildi, yayın yapabilmek için ihtiyaç duydukları diğer kaynaklara erişimleri engellendi; gazete kağıdı siyasi mülahazalarla karneye bağlandı ve bazı yayın organlarına ihtiyacın çok altında verildi: rejime düşman medya organları hükümet destekçilerinin kontrol ettiği gizli kapaklı paravan şirketler aracılığıyla satın alındı. Resmi kurumlarda muhalefet o kadar marjinalleştirildi ki birçok muhalefet üyesi adil bir seçim rekabetinin olabileceğine artık inanmamaya başladı. Chavezci rejim ise sürekli 2002’deki darbeyi işaret edip muhalefetin anti-demokratik bir yapıda olmasını bu darbenin ispatladığını: kendilerinin demokrasiye inandığını da uygulamaya koydukları sosyal programların, seçim zaferlerinin ve “katılımcı” kurumların kanıtladığını savundu.

Chavez’ın 2013 yılının başlarında kanser yüzünden hayatını kaybetmesinin üzerinden beş yıldan fazla geçmesine rağmen, Venezüella’nın demokrasi olup olmadığı hala tartışmalıdır. Muhalefet 2015 yılının sonundaki parlamento seçimlerinde büyük bir zafer kazanmış olmasına rağmen, birçok akademisyen Venezüella’daki siyasi rekabetin artık liberal demokrasilerdeki siyasi rekabet gibi işlemediğinde hemfikirdir. Yeni parlamentonun yetkilerinin sistematik bir biçimde elinden alınması, Chavezci rejim toplumun bazı kesimleri nezdinde popülaritesini hala korusa da, siyasi rekabetle muhalefetin önüne konulan siyasi engellerin çok büyük olduğunu gösteriyor. Hatta Chavezci rejim sıklıkla rekabetçi otoriter bir sistemin örneği olarak gösteriliyor; seçimler önemlidir, muhalefet vardır, muhalif medyaya rastlanabilir ancak muhalefetin sadece seçimleri kazanarak iktidara gelmesi ihtimal dâhilinde değildir.


Sonuç


Bu yazı ilgi eserin üçüncü bölümünden alınmıştır.

Demokrasi dışı rejimler, tek ve en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir ideolojik görüşün devlete ne derece hâkim olup olmadığına göre farklılık gösterir. Yelpazenin bir ucunda ideolojik saplantılarıyla totaliter rejimler, diğer ucunda ise seçim rekabetine izin verdikleri ölçüde neredeyse demokratik kabul edilen rejimler bulunur. Kuzey Kore ve muhtemelen Eritre hariç tutulacak olursa, totaliter rejimlerin çoğu günümüzde çok şükür ortadan kaybolmuştur. Demokrasi dışı rejimlerin önemli bir bölümü totaliter değil, otoriter rejimdir. Çoğulculuğa kesinlikle izin vermeyen totaliter rejimlerin bulunduğu bir uçtan geniş bir biçimde çoğulculuğu destekleyen demokrasilerin bulunduğu diğer uca kadar uzanan yelpazenin ortasında bir yerdedir. Bu rejimlerde yönetimi elinde bulunduran elit kesim bağımsız gruplan ve onların temsil ettikleri görüşleri tamamen yok edemez, etmez; son derece ince düşünülmüş ideolojik görüşlere sahip değildir; halkın seferber edilmemesini ya da sadece belirli yollarla seferber olmasını tercih eder. Söz konusu otoriter rejimler, kendilerini destekleyen koalisyonda yer alan farklı grupların arasındaki iktidar ve nüfuz mücadelesini, tek parti içindeki fraksiyon çekişmeleriyle, grupların temsiline dönük “korporatist” kurumlarla ve çok-partili seçimlerle idare etmeye çalışır. Diğer taraftan, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, çok-partili seçimler, bahsedilen bu çoğulculuğu idare etmede tercih edilen araç olmuştur. “Rekabetçi Otoriter” rejimler, tamamen yeni ve bu döneme özgü rejimler olmamakla birlikte, günümüzde otoriterliğin en çok büründüğü biçim haline gelmiştir. Bunun sebebi kısmen, uluslararası kamuoyunun demokratikleşme yolunda inandırıcı işaretler vermeleri konusunda bu rejimlere yaptığı baskı ve kısmen de aslında demokratik sistemlerin iktidarın eline geçtikten sonra değiştirilmesidir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.