Sansür vs Şeffaflık

Münakalat – Muhaberat Mevzuatı | | Aralık 1, 2010 at 4:25 pm

Devletler sadece 20. yüzyılda 260 milyon insanı gizli yöntemlerle katletmiş.


önceki yazı

önceki yazı

Buğday veriminin epey yüksek olduğu 1932-33 yıllarındaki Sovyet iktidarı çok yüksek miktarda ihracat yapmaya ve bu ticaret politikasının bir gereği olarak da halkın elinden ürününü zorla almaya karar verir. Stalin’in bu iş için gönderdiği şok tugaylarının köylünün elindeki yiyeceği ürünü son tohumluğuna kadar elinden gasp etmesi sonucu milyonlarca (en az 2,6, en çok 10 milyon) insan açlıktan ölür. Holodomor adı verilen bu facianın ayrıntıları demirperde ülkelerinde uygulanan sansür sayesinde epey uzun bir süre dünya kamuoyundan gizlenebilmiştir. (Bkz. Holodomor Olayı)

Kamu yetkililerinin bir tek kişiye yaptıkları bir haksızlık bile medyaya intikal ettiğinde kontrol edilemeyen büyüklükte olaylara yol açabilecek iken (Bkz. Rodney King olayı ve Los Angeles ayaklanması), medyadan gizlenebildiğinde onbinlerce kişinin kamu yetkilileri tarafından ensesinden vurularak katledilmeleri ve cesetlerinin ortadan kaldırılması (Bkz. Katin Ormanı Katliamı ya da Muğlalı Olayı) işten bile değildir. Kamu yetkilileri sansür gücüne sahip olduklarında ve yaptıklarından halkın haberi olmayacağını düşündüklerinde inanılmaz rezilce işler yapabilmektedirler. Bu tüm dünyada böyledir.

Bir ülkenin kendi askerleri gizli biçimde örgütlenerek uyuşturucu ticaretine girişebilirler, halkın bir kısmını faili meçhul olacak şekilde öldürebilirler, köyleri, ormanları yakıp orada yaşayan insanları yaşadığı yerlerden sürebilirler. Bu olaylardan milyonlarca kişi ağır travma yaşayacak şekilde etkilendiği halde olayların asıl gerçekleşme şekli halkın geri kalanından yıllarca gizlenebilir. Ağır insanlık suçlarının asıl failleri madalya alarak ortalıkta “şerefli insan” kalıbında dolaşabilirler.

Tüm bunlar olabilir. Hepsi “sansür” sayesinde başarılabilir olmaktadır. Oysa halkın yararına olabilecek bir sansür şekli dünyada yoktur…

Devletlilerin yaptıkları bütün iğrenç işler artık bir bir ortalığa dökülmeye başlamıştır.

Kendisine komutan değil “”Sn. Başbuğ””(başkomutan) denilmesini seven Alparslan Türkeş 1960 darbesi sırasında başvekâleti (başbakanlığı) işgal eden subaylardan biridir. Albay rütbesinde olduğu halde ihtilali organize eden ordu içindeki gizli örgütlenmenin mühim makamlarından birini işgal eden bu kişi 27 veya 29 Mayıs 1960 günü (MİT başkanlığı da yapmış olan o zamanki başvekâlet müsteşarı) Ahmet Salih Korur’u tokatlayarak başvekâlet kasasının şifresini alır. Sarı zarf içinde 270 bin dolar ile 250 bin Türk lirası ($=9tl) bulunan kasa daha sonra (haziran ayında) heyet huzurunda kırılarak açıldığında içinde bu paranın olmadığı görülür.

Aynı kişi hemen darbeden sonra Dışişleri Bakanlığına da gelmiş ve kasanın şifresini bilen dışişleri bakanı özel kalem müdürü Aleattin Talu’ya dışişleri bakanının kasasını açtırmış… Kasada bulunan 160bin dolar ve bir adet altın tabakayı alarak bakanlıktan ayrılmış. Bu miktarın 80 bin doları harcırah parası olduğu için (daha sonra idam edilen) bakan Fatin Rüştü Zorlu’ya zimmetli. O yüzden Zorlu ailesi bu parayı da devlete ödemek zorunda kalmış.

Daha sonraki hayatında Başbuğ, Hükümet Ortağı, Parti Başkanı v.b. konumlarında ve çeşitli yüksek devlet kademelerinde yer alan bu kişinin sağlığında gizlediği ve mal beyanlarında göstermediği yüklü miktarda bir paranın ölümünün birinci ayında İngiliz ve alman bankalarından 575 bin alman markı, 846 bin amerikan doları ve 549 bin İngiliz sterlini olarak sahte evraklarla kızı Ayzıt Türkeş ve Umay Türkeş tarafından çekildiği, öbür kızı Ayyüce Türkeş’in duruma itirazıyla ortaya çıkar. Ayyüce’nin kardeşlerine karşı açtığı sahtecilik davası 7,5 yıl içinde bitirilemediğinden zaman aşımına uğrayıp kapanmıştı. (Prof Dr. Emine Gürsoy Naskali’nin “Yassıada Zabıtları-1” isimli kitabında tüm bunlar ayrıntılı olarak anlatılmaktadır…)

Devletlerin medyayı ve muhaberatı kontrol ederek, sansürleyerek, kandırma, korkutma ve kışkırtma yaparak halkın neye inanıp neye inanmayacağını ve nasıl yaşayıp yaşayamayacağını doğrudan ve tamamen belirleyebildiği bir dünyada yaşıyoruz.

Buna inanmayan ve cumhuriyet rejimlerinde nasıl yaşanacağını halkın kendi inanç, örf adet ve geleneklerinin belirlediğini düşünenlere şu örneği vermek isterim;

Eski İran Şahı Rıza’nın karısı Şahbanu Farah Diba giyimi ve görünüşüyle ülkemizdeki çoğu kadın için bir rol modeli olmuştur

Pornografi İskandinav ülkelerinden(1967) başlayarak kısa zamanda tüm Avrupa’da yasal hale gelmişti. Hemen aynı yıllarda İran’a da bu serbesti geldi. Bizde henüz yasak olduğu halde 1970 yılında Tahran sokaklarında birçok Seksçi dükkânı açılmıştı. Kızların çoğu minijüp (mini etek) giymekteydiler ve başörtülü olanları yok denecek kadar azdı. Bizim basında siyah dikdörtgenle kapatılmadan basılamayan görüntüler orada serbestçe basılabilmekte idi. Oysa yaşam tarzı bakımından İran Şahı ve ailesini rol modeli alan devlet büyüklerimiz çoktu. Bizim büyük kentlerimizdeki herhangi bir kuaföre gidip “Diba modeli” saç istediğinizde hemen bilir ve yapardı. Devletli ve yüksek bürokrat eşi hatunlarımız arasında Şehinşah(şahlar şahı) Rıza’nın zevci Farah Diba modeli saç çoğunluktaydı.

Hayat tarzı ve giyim bugün devlet dayatması halindedir

Ortaöğretimde mecburi din dersi, askerlik dersi, yüksek öğretimde milli kurtuluş ve Öztürkçe dersleri henüz konulmamıştı. İmam hatip liseleri henüz açılmamıştı. Cami sayısı günümüzdekinin üçte birinden epey daha az idi. Yükseköğretimde başörtüsü yasağı yoktu ama başörtülü öğrenci de yok denecek kadar azdı.

Hayat tarzı tercihleri bakımından bugün gelinen durum halkımızın geleneksel veya bilinçli bir tercihi değil, devletlilerimizin son 35 yıl içinde sürekli ve sistemli bir şekilde dayattığı bir modelin sonucudur. Tüm bu süre içinde siyasiler, bürokratlar ve askerler ayrı ayrı ve hep birlikte “batı karşıtı” bir hayat tarzı modelini yaratmışlar, bunun gelişmesi ve yaygınlık kazanması için dayatma yapmışlardır. Alternatif hayat tarzları medya sansürü, din baskısı ve müstehcenlik kavramı kullanılarak(devlet tarafından) engellenmiştir.

Kamu görevlileri şeffaf olsunlar, içini dışını olduğu gibi görebilelim

Martin Luther King’in A.B.D.’deki ırk ayrımcılığının kalkmasına ilişkin düşlerine işaret eden ve bugün tamamı gerçekleşmiş durumda olan ünlü (1963) “I have a Dream” konuşmasından ilhamla Kaan Sezyum geçen yıl şunları yazmıştı;

Bir rüyam var sevgili kardeşlerim. Trafik çekmeyeceğiz, gitmek istediğimiz her yere en fazla 30 dakikada ulaşabileceğiz, toplu ulaşım bir sorun değil, bir kültür olacak. Bir rüyam var sevgili halkım, bir gün belki de halkımız devlete değil, devlet halka hizmet edecek. Halk herkesten üstün olacak… Bir rüyam var, bir gün gelecek, kanunlar her vatandaş için eşit çalışacak, kimse kanun önünde daha eşit olamayacak… Bir rüyam var, kim olursa olsun, halkıyla aynı trafiğe girecek, hiçbir yönetici halkından korkmayacak. Bir gün gelecek sokaklarda dolaşırken kimse kimlik sormayacak, polisten çekinmeyecek. Bir rüyam var, günün birinde ‘para yeme’ ve ‘yedirme’ de artık olmayacak… Bir rüyam var, günün birinde büyük şehirlerdeki valiler daha yavaş konuşacak, söyledikleri kolayca anlaşılabilecek, emniyet müdürleri bıyıksız da yakışıklı görünebilecek.
Bir hayalim var, tüm ülkede özgürce internete girebileceğiz, gün gelecek kimse fikrinden dolayı yasaklanamayacak… O gün gelecek dostlarım, rüyamda çok net gördüm, gün gelecek şarlatanların suratına milletçe güleceğiz. Görüyorum, sevgili dostlarım, milletçe bir arada İNSAN GİBİ yaşayacağız. Huzuru öteki dünyada bulabileceğine inanmayacak, çünkü rüyamda bu kısmı ısrarla birkaç kez gördüm, çünkü yaşadığı ülke onun cenneti olacak. “Ne uyumuşum be!” . diye bitiyordu.

Bunlar kesinlikle uyanık iken de görebileceğimiz şeyler. Martin Luther’in rüyasındakilerin hepsinden fazlası gerçekleşti. Hatta bir zenci devlet başkanı bile oldu… Sezyum’un bu istekleri de aslında tamamen masum ve halen pek çok ülkede zaten çoktan gerçek olmuş şeyler.

Bizde de tez zamanda bir gün artık genç kızlar ve genç erkekler el ele yeşillikler içinde bir arada koşabilecekler… Evet. Her erkeğin yetmiş huriyle tanışabilmesi için illaki ölüp de cennete gitmesi gerekmeyecek. Özgürlükler Fırat’ın doğusuna kadar ulaşabilecek. Ülkemizdeki insanlar bu dünyada hayatta iken de Kevser şaraplarından (yüzde dört yüz vergi vermeden) dilediklerince içebilecekler yakın bir gelecekte. . Harunyahya’lar “ekşi sözlükleri” kapattıramayacak. Olağanüstü durum ve düşük yoğunluklu iç savaş durumu ilânihaye sürdürülemeyecek. Devlet sırları da artık faşşş edilebilecek. Aynı tabancayla sabah bir sağcı, öğleden sonra bir solcuyu vurdurtabilen, bölücü çeteleri kuran ve kurduranlar, bunlara senaryo operasyonlar düzenleyen ve düzenletenler, cinayet şebekelerini taşeron olarak kullananlar, basına kalemşorlar yerleştirenler, artık derin devlet denilen bir gizemli perdenin gerisinde kendilerine yer bulamayacaklar. Ülkemiz paşaların kükrediği, devletin kutsal olduğu, kamuoyu dendiğinde sadece Türk vatandaşlarının akla geldiği, sivil siyasetçilere güvenilmeyen, Atatürk’ün tek ideolojik referans olarak kabul edildiği, hukukun pek ciddiye alınmadığı, devletin işlediği suçların suç sayılmadığı bir ülke olmaktan çıkacak. Artık, değişime düşman medyasıyla, resmi bayramların devlet ayinleri halinde kutlandığı, halkın çok da önemsenmediği, her gazetecinin asker doğduğu, ordunun parlamentodan üstün olmasını doğal karşılandığı, orduya siyasetçilerden fazla güvenildiği ve gerektiğinde darbe yapılabileceğine inandığı bir ülke olmaya devam edemeyeceğiz. Normalleşeceğiz.

Kurumların kendinden menkul, yasalarla korunan otomatik bir saygınlığı olamayacak, her kurum halk nezdinde kendi saygınlığını kendisi kazanacak. Yüksek yüksek makamlara da karlar yağabilecek, tüm iyi çocuklar ve onların dayıları, hepsi bir bir ortaya çıkartılabilecek… Üzerindeki karartmalar kaldırılıp, önümüze konulurlarken asla çekingen olunmayacak… Alçak vatandaşlara yapılan yanlışlıklar, yüksek vatandaşlara da yapılabilecek…

Bunların hepsi bir gün gerçekleşebilir.

“”Belediyelerde devlet dairelerinde akçalı pislikler yapan Ali Dibolar’la da ilgilenilsin. “”deyin..  Bir gün tez zamanda tüm bu isteklerinizin gerçekleştiğini görebilirsiniz. Ama önce isteklerinizi hayal gücünüzle doğru şekilde sıralayabilmelisiniz. Rüyanız hakikiyse bir gün mutlaka gerçekleşebilir.
Bence yukarıdaki isteklerde çok fazla ayrıntı var. Onların hepsinin yerine sadece bir tek şey istemelisiniz. Çünkü eğer o gerçekleşirse sonuçta yukarıdakilerin hepsinin gerçekleşmesi an meselesi haline gelir.;

sonraki yazı

Sonraki yazı

ŞEFFAFLIK. Yani ‘sansür’ün tam tersi. Israrla ve hiç tavizsiz olarak “devletlilerin vatandaşı değil, vatandaşın devletlilerin her adımını izleyebilir hale gelmesini” yani ülkenizdeki “”denetleyicilerin de herkes tarafından denetlenebilmesini”” isteyin. “”GLASNOST. Hemen şimdi…”” deyin. Çünkü bu isteğiniz gerçekleşirse eğer. O zaman yukarıdaki diğer tüm istekleriniz de gerçekleşebilir. Ülkeniz cennet olur… Çocuklarınıza bırakabileceğiniz en büyük saadet budur…

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.