Bir Kanser Hastasının Son Günleri

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Mayıs 21, 2022 at 8:14 am

Son aylarda  ‘göçmen’, ‘mülteci’ ya da ‘misafir’ olarak farklı şekillerde tanımlansa da kontrolden çıkmış olduğunda, sorumlular hariç herkesin hemfikir olduğu ülkemize yönelik göç dalgasının çağrıştırdığı bir anımı anlatmak istiyorum. Çünkü durum aynen bu;

Ortaokul yıllarımdı. Annem, babam ve kardeşimle birlikte küçük bir sahil kasabasının en güzel apartmanlarından birinde kiracı olarak oturuyorduk.  Maddi durumumuz gayet iyi olsa da babam, şimdi anlatacağım olaya dek, ev sahibi olmaya ya da herhangi bir taşınmaz mülk edinmeye karşı bir yaşam görüşüne sahipti. Ona göre, paran olduğu sürece tüm evler senindi ve bir ev satın almak da anlamsızdı. Her neyse, bir gün yaşadığımız dairenin sahibinden bir haber geldi. Ev sahibi, Adapazarı’nda yaşayan dul bir kadındı. Eşini, bizim yaşadığımız dairede kaybettikten sonra acısına dayanamayıp doğduğu yere Adapazarı’na dönmüş, evini de bize kiralamıştı. Gelen haberle, zavallı kadının kansere yakalandığını ve son günlerini yaşadığını öğrendik. Bizimle bağlantı kurmasının nedeni ise son arzusunun eşinin vefat ettiği yerde (yani bizim evde)  ölmek olmasıydı. Bu haber üzerine annemle babam kara kara düşünmeye başladılar. Ev sahibinin hukuksal olarak böyle bir hakkı yoktu. Hayır dersek hayırdı.  Zaten, ev sahibinin“ evden çıkın” diye bir talebi de yoktu. Kadıncağız sadece bizim o sıralar yaşadığımız dairede ölmek istiyordu.  Annem ve babam mantıklı gelmese de duygusal olarak içlerine sinmediği için teklifi kabul ettiler. Plana göre, oldukça geniş olan evin salonu ve bir tuvaleti kadına ayrılacak, diğer kısmında ise biz yaşayacaktık. Haber verildi; hasta ev sahibi yanında refakatçisi de düşünülerek davet edildi.

Geldikleri o günü hiç unutamıyorum. Apartman kapısının önünde en az iki minibüs ve römorklu traktör gördüm. Kalabalık bir insan grubu apartmana girip çıkıyor, traktörün arkasından kavun, karpuz ve çuvallarla bir takım eşyaları taşıyorlardı. Hepsi de bizim eve gelmişti. Meğer, ev sahibimiz Adapazarı’nın en zenginlerinden biriymiş, tabii tüm mirasçıları da onu son günlerinde yalnız bırakmak istemedikleri için toplanıp gelmişler. Bir anda evimizin içindeki nüfus en az 30 kişi belki de daha fazla oldu. Biz ise afallamış şekilde gelenlere bakıyorduk. Sadece salonu değil tüm evi kaplayan bu kalabalığın hepsi de görünen o ki kalıcıydı. Ev adeta bir arı kovanına dönmüştü. 24 saat açık sokak kapısından kimin girip kimin çıktığı, evde kaç kişinin kaldığı, hangi odaları kullanıp kullanmadıkları… Her şey daha ilk günden kontrolden çıkmış görünüyordu. Öyle ki; artık hiç kapanmayan kapımızdan, hasta kadını veya bizi hiç tanımayan biri girse, günlerce evde yaşasa kimse fark edemeyecekti; belki de olmuştur. Bu vaziyette bir hafta geçirdik. Ancak, gelenler, bir süre sonra bizi fazlalık gibi görüp rahatsız olmaya ve bunu hissettirmeye başladılar. Ben çok kötü oldum ve sıkıntından hayatımda ilk kez kurdeşen (ürtiker) döktüm. Durduk yerde yüzüm ve vücudum kızarıyor, kabarıyor, kaşınıyor sonra geçiyor, ancak bir süre sonra tekrar başlıyordu.  Annem babam verdikleri duygusal ama mantık dışı kararın yanlışlığından afallamış halde, gelenler arasında kalabalığı azaltmak gerektiğini söyleyecek bir muhatap arıyorlardı. Ancak, her gelen ‘misafir’ olduğundan böyle bir muhatap bulunamıyordu. Bu vaziyette 3 ya da 4 gün daha geçti.  Evde gerilim giderek tırmanıyordu.  Artık kanser hastası kadının son günlerini yaşaması ya da son arzusu olması bizim için hiçbir şey ifade etmemeye başladı. Üstelik kara kara bu belirsiz “son günlerin” ne kadar sürebileceğini düşünmeye başladık. Bir gün, bir hafta, bir yıl….?  Annem ve babamdaki hümanist yaklaşım da rafa kalktı, bize “gaddar” derler; vicdanen rahatsız oluruz… hikaye oldu.  Kendi evimizde yaşadığımız kaos ve gerilim tüm bunların üzerine çıkmıştı.  Üstelik, geçen zaman boyunca evdeki kalabalık hiç azalmıyor; tam tersine her gün yeni yüzler ekleniyordu.

Kalabalığın sadece bize değil apartmana da rahatsızlık vermesinden dolayı hiç hesap edilmemiş bir mahcubiyeti de yine biz yaşıyorduk. Karşı tarafta ise en ufak bir rahatsızlık hissi yoktu. En sonunda bir akşam beklenen oldu. Annem, mutfakta yemek hazırlarken gelenlerden biri “Çekil de biz işimizi yapalım” diye çıkışınca barut fıçısının fitili ateşlendi. Babamı hiç öyle görmemiştim. Adamcağız delirmiş, bir kanepenin üzerine çıkmış zıplıyor; bir yandan da “Derhal evi boşaltın, biz böyle anlaşmamıştık. Boşaltmazsanız polis çağıracağım hasta dahil herkes gidecek, hepiniz… ” diye bağırıyordu Gelenlerden birkaç kişi babamı ikna etmeye çalışıyor; ” kusura bakmayın herkesi yarın gönderelim sadece hasta ve biz kalsak?” diyordu ama babam ikna olmuyordu. Ertesi sabah, bir kanser hastasının son günleri, son arzusu, hümanizm, merhamet falan dinlemeyip kapıyı gösterdik. Herkes minibüslerine binip, traktörlerine eşyalarını yükleyip gittiğinde ise sokak kapımız haftalar sonra ilk kez kapandı. Hatırlıyorum da bana o görüntü huzur ve güven verici gelmişti. Daha sonra babama o akşam neden kanepenin üzerinde zıpladığını sorduğumda (çünkü oldukça komik bulmuştum) , bana “ eğer zıplamasaydım, karşıma bir muhatap alıp bağırsaydım kavga çıkabilir; olay büyüyerek çok tatsızlaşırdı”  demişti. Bu olayın tek olumlu tarafı ise babamın o günden sonra “ev sahibi” olmaya sıcak bakması, kısa bir süre sonra da kendi evimizi satın alıp taşınmamız oldu. Zavallı eski ev sahibinin ise bizden ayrıldıktan birkaç hafta sonra vefat ettiğini öğrendik.

İşte; yıllardır yaşadığımız ve dev bir tsunamiyi andıran kaçak ya da yasal göçmen akınının bugün ülkede yarattığı tablo o zamanlar bizim düştüğümüz durumu andırıyor. Ancak bazı farklar mevcut. Benim yaşadığım olayda annem ve babam bu kararı hiçbir karşılık beklemeden; tamamen duygusal nedenlerden ötürü almışlardı.  Oysa hükümet, ilk başlarda sadece Suriye’yi kapsadığını belirttiği  “açık kapı politikası” nı bazı çıkarları doğrultusunda çeşitli anlaşmalara dayanarak 2011 yılında uygulamaya soktu.  Bugün ise uygulanan politika tüm Doğu sınırlarımızı ve neredeyse herkesi kapsıyor. Suriye ve Afganistan veya ülkesinde herhangi bir savaş ya da sıkıntı olmayan Pakistan, İran, Tacikistan, Nijerya gibi ülkelerden de her gün sınırsız sayıda göçmen çoğunluk kaçak olarak kitleler halinde ülkeye giriyor. Özellikle Doğu sınırı, adeta bizim evin kapısına dönmüş durumda. Tamamen açık ve hiçbir denetim mekanizmasının olmadığı sınırlardan kimin girip kimin çıktığı ise belirsiz. Bugün devlet yetkilileri; sınırlar ve göçmenlerle ilgili hiçbir net bilgi veremiyor ya da vermek istemiyor. Ülkedeki göçmen sayısı sorulduğunda ya cevap vermiyorlar ya da soranı ırkçılıkla itham ederek “Onlar bizim din kardeşlerimiz, biz de bir zamanlar Orta Asya’dan göçtük” şeklinde anlamsız açıklamalarda bulunuyorlar.

Belki de gerçekten ülkede bulunan kaçak ya da kayıtlı göçmen sayısı kimse tarafından bilinmiyor. Gelenleri “misafir” olarak adlandırmayı tercih etseler de ne zaman evlerine dönenecekleri ya da dönüp dönmeyecekleri belli olmadığından bu tanım yaşanan durumu doğru karşılamıyor. Hükümet yetkilileri “Onları Göndermeyeceğiz” seklinde açıklamalar yaparken yıllardır süren ve sayısı belli olmayan bu insan akınının tüm yükünü halk cebinden ödüyor. Ayrıca uygulanan politika sonucu yaşanılan sürekli insan akını ne akla, mantığa ne uluslararası hukuk kurallarına ne de bu ülkenin anayasasının ilgili maddelerine uymuyor. Hatta, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin bu konuyla ilgili maddelerine bile aykırı bir gidişatta ilerliyor. Üstelik hükümetin “göçmen” kozunu iç ve dış siyasette sıklıkla kullandığına da tanık oluyoruz. Tüm bu yaşananlar hükümetin böyle bir duruma izin vermesinin altında henüz bilmediğimiz, farkına varamadığımız başka sebeplerin de mevcut olduğu düşüncesini akla getiriyor. Ancak hangi sebeplerle olursa olsun kontrolsüz insan göçü sonucunda yaratılan gerilimi toplum daha fazla taşıyamayacak gibi görünüyor. Göçmen akınının ve sonucunda toplumda artan gerilimin kasıtlı olarak yaratıldığı görüşü ise her geçen gün güçleniyor. Çoğunluğun bu konudaki ortak fikri; belki çok basit bir nedenden dolayı bir gün birilerinin düğmeye basacağı ve bardağın taşacağı yönünde.  

Korkarım olası bir taşma, bizler için şu an yaşanılanlardan çok daha olumsuz sonuçlara mal olacak. Daha katı ve sert bir OHAL yönetimi, toplumsal yaşamın geriye doğru yeniden dizaynı belki de önümüzdeki seçimlerin iptali gibi öngöremediğimiz ölçüde ağır başka bir senaryo ile karşı karşıya kalacağız. Neler yaşanabileceğini bugün tam bilemesek de kesin olan şu ki;  bir evin içinde kaosa izin verildiğinde gerilim hızla tırmanır; patlama ise kaçınılmazdır.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.