Bizi Gardiyandan Kim Koruyacak?

Zeitgeist / Denemeler | | Haziran 22, 2022 at 9:48 am

“Quis custodiet ipsos custodes?

Britanya Parlamentosu 1643 yılında basını düzenleyip tahakküm altına alacak bir kararname yayınladı. Kararname, Krallık, kilise ve diğer daha önceki sansürcüler tarafından uygulanan kitap basımı öncesi sansür uygulamasının benzerini yeniden hayata geçiren 1643 tarihli Lisans Yasası’ydı. Bu gelişme üzerine İngiliz Şair John Milton, 1644 yılında Parlametonun kararına tepki olarak bir konuşma kaleme aldı. Aeropagitica olarak bilinen konuşmada; basın özgürlüğü kavramı etik bir zorunluluk olarak ilk kez vurgulandı. Devlet sansürü “Tanrının insanlara verdiği akıl adına…  “ eleştirilirken; kitapların ve basının ruhsata ve sansüre bağlı olmasını buyuran hükümet kararı “Tanrı aşkı ile özgür ve bilgili ruhun…”  var olmasını engellemekle suçlandı. Konuşmasında; basın üzerine konan yasakların ve sansürün etkisiz olduğunu da belirten Milton, hükümeti “çiftlik kapısını kapayarak kargaların icabına bakacağını uman babayiğite…” benzetti.

Basın özgürlüğü aynı zamanda ifade özgürlüğü adına ilk adımı atan Milton,  özellikle basın özgürlüğü kavramını günümüze kıyasla oldukça alçakgönüllü bir biçimde tanımlamıştı. O, yalnızca bir görüşü yayınlamak, bir kitabı özgürce basıp entelektüel piyasaya sunabilmek istiyordu. Ancak günümüzde basın özgürlüğü bundan çok daha geniş bir anlama sahip; araştırma, bilgiyi, hakikati arama, kaynaklara ulaşma, seçilmişlere seçenler adına hesap sorma, tüm bu bilgileri yayınlama ve yayma, en önemlisi de Antik Roma’dan bize kalan “Quis custodiet ipsos custodes?” (bizi gardiyandan kim koruyacak?)  sorusunun yanıtı olma görevine… Bu sorudaki Gardiyan (koruyucu) kavramı zamana, mekana, duruma ve hatta toplumlara göre değişebilir; yasa koyucu, uygulayıcı, hükmedici, yönetici… Ancak özgür basının görevi her yerde ve her zaman aynıdır. Bir düşünün; gizlilik, dünyanın her yerinde her tip hükümetin en büyük silahı iken bu silah kime karşı kullanılır?  Peki, bu gardiyanları denetleyecek, sırlarını gün ışığına çıkaracak olan kimdir? Ya da hükümetlerin kendileri yolsuzluğa, hukuksuzluğa yönelince ve görev araçlarını o yolsuzlukları, hukuksuzlukları gizlemek için kullanmaya başladığında hakikat nereden ve kimden öğrenilir?

Bu anlamda; basının gücü dünyanın hiçbir yerinde değişmez, değişemez. Yönetim biçimleri, toplumsal yaklaşımlar ve zaman farklı olsa da sırf bu sebeplerlerden dolayı dünyanın her yerinde hükümetler gazetecilere bedel ödetirler. Örneğin; 1922-1925  yılları arasında İtalya’da Mussolini’nin faşist hükümeti anayasal demokrasiden diktatörlüğe kayarken en ağır bedeli ödeyenlerden biri Corriere della Serra Gazetesidir.  Ya da Japonya’da 1934’de Asahi Şimbuni  (Gazeteciler bir ağaca bağlanıp taşlanmışlardır) olayında olduğu gibi gardiyanın ilk hedefi her zaman özgür basının gücüdür. Gazetelerin ve diğer basın organlarının kurban ya da gazetecilerin birer hedef olarak görüldüğü sayısız örnek geçmişten bugüne dünyanın her yerinde ve de ülkemizde sıralanabilir. Ortak doğru; tüm bu olanların “basın özgürlüğü” kavramı ile özdeşleşmiş olmasıdır. Gardiyanın olduğu her yerde özgür basının gücü korkutucu, çıkarlar ise tezattır. Bu gerçek zamana göre değişmez. Gardiyanların kullandığı en etkili silah olan sansür ise gazeteciliğin bu bağlamda onur nişanıdır.

Farklı toplumsal yapılar, gelişimler, ideolojiler vb. nedenlerle Batı’daki anlamıyla özgür basın her yerde aynı kabulü görmez. Kültürel, yönetimsel vb. farklar nedeniyle Batının çoğulcu yaklaşımı ve ifade özgürlüğü kavramları toplumdan topluma değişkenlik hatta daralma gösterebilir. Bu farklılığı aklamak için genelde basın ve ifade özgürlüğü kavramlarının pratikte uygulamasında  Batı uygarlığının “çifte standart uyguladığı ya da iki yüzlü olduğu olduğu” söylemi yaygındır. Evet, dünyanın her yerinde Batı da dahil gazeteciliğin ticari ya da ideolojik nedenlerle amacından saptığı “sürü gazeteciliği” ya da “Uzlaşmacı gazetecilik”  sergilediği örneklere rastlanır. Ya da ticari kaygıların etik kaygıların önüne geçtiği durumlar Batıda da gözlemlenebilir.  Hükümetlerin basına ve basının gücüne yaklaşımı da farklılık gösterebilir. Batı dünyası kavramsal olarak “yüzde 100 özgür basın” skalasının içinde yer alsa da Wikileaks kurucusu Julian Assange gibi örnekler kimilerinin bu durumu ‘riyakarlık, sahtecilik’  olarak yorumlamasına neden olabilir. Bu bakış açısının yanlış olduğunu düşünüyorum. Bugün Batılı gazeteciler arasında etik değerler ve bakış açıları konusunda oldukça geniş bir görüş birliği vardır. ( Milton’dan bu yana…) Batı medyası, basın özgürlüğüne gerçekten inanır ve temelini buna dayandırır. Bu da pratikte ifade özgürlüğü, insan hakları ve diğer haklara değer verilmesi, bu hakların vazgeçilmezliği, medya ve toplum olarak bu kavramların içselleştirilmesi ve yaşama dahil edilmesi sonucuna ulaştırır. Ocak 2015’te  Fransa’daki hiciv dergisi Charlie Hebdo Olayı sonrasında gerek Fransız basınının gerek hükümetin ve halkın verdiği tepkinin söylediğime iyi bir örnek olduğu fikrindeyim.  Sonuç olarak; her nerede olursa olsun özgür basın bir bütün olarak diktatörlerden, totaliter yönetimlerden, dogmacılıktan, askeri rejimlerden vb.. hoşlanmaz.  Ancak hükümetler yani gardiyanlar da her nerede olursa olsun özgür basınla çıkarları çatıştığından dolayı Julian Assange (Wikileaks) olayında olduğu gibi tepkiler verebilir. Bu durum, riyakarlık, sahtecilik değil; beklenen doğal bir durum, oyunun kuralıdır.  Burada önemli olan hükümetlerin değil; medyanın ve toplumun göstereceği reflekstir. Böyle bir durumda medya ve toplum ilkelerinden şu ya da bu nedenle taviz veriyorsa, orada sorun var demektir. Halk, bilme hakkına; basın, hakikate ulaşma, ifade etme ve yayma hakkına; bireyler, düşüncelerini özgürce ifade edebilme, seçilmişi sorgulayabilme ve seçen olarak hesap sorabilme gibi bireylerin kişilik hakkına sahip çıkmak zorundadır. Bu tür konularda en ufak bir taviz verilmemeli ya da bireylerin ve basının bu ödevleri siyasetçilere ya da başka bir gruba devredilmemelidir. Eğer bir toplumda medya ve bireyler hükmedenin hükmetme hakkını öncelikli görüyor ve olumluyor, geri kalan için yeterli refleksi göstermiyorsa bırakın özgürlüğünü orada gerçek anlamda bir basın ve hatta birey olamaz. Dengeler bir kez bozulup bireylerin ve onların sesi olan özgür basının gücü sıfırlandığında, ipler tamamen hükmedenin eline geçer. O durumda görünürde her sabah okuduğun bir gazeten, izlediğin program ya da duyduğun haberler olsa da gerçekte yoklardır. Bu duruma en iyi örnek SSCB dönemi, Pravda ve Sovyet halklarıdır. Gerek varoluş nedeni gerek biçimi açısından Pravda (ironik biçimde Hakikat anlamına geliyor Rusçada) bir gazete değildi. O dönem Rusya’da aslında Batılı anlamda basın ve hakikatler de ortada yoktu. Toplumsal, ideolojik kodlar nedeniyle bu illuzyon bir asır kadar görmezden gelindi, kabullenildi. Bedeli ise çok ağır ödendi. Pravda örneğinin sadece o zamana, ideolojiye ya da coğrafyaya özgü bir durum olduğunu, tekrarlanmayacağını düşünmek ise safdillik olur.

Tüm bunları yazma nedenim; geçen haftalarda ülkemde yasalaşan “Dezenformasyon  Yasası” diğer tanımıyla  “Sansür Yasası” dır. Dezenformasyon Yasası, dezenformasyonu yeni bir suç olarak tanımlarken basın özgürlüğünü ve ifade özgürlüğünü resmi olarak neredeyse sıfırlayan; özellikle gazetecileri ve sosyal medya kullanıcılarını tümünü ilgilendiren önemli değişiklikleri kapsıyor. “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun adı altında 40 maddeden oluşan yasanın özellikle 29. Maddesi oldukça sıkıntılı.  29’uncu maddeye göre “halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla kamu barışını bozma” gibi gerekçelerle “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayan” kişiler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabilecek. Failin, suçu kimliğini gizleyerek ya da bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi halinde ceza yarı oranında artırılacak. Burada, içeriğin kime göre neye göre suç unsuru sayılacağı belirsiz iken hükmedenin hoşuna gitmeyecek düşüncenin ve düşünceyi yazılı olarak ifade etmenin bedelinin ağır cezalık olacağı mesajı gayet açık. Ayrıca, resmi olarak gazeteci olmanın belgesi olan sarı basın kartının verilmesi ile ilgili yeni düzenlemeler devreye sokulacak. Yani, kimin gazeteci olacağına hükümet karar verecek ve tabii ne yazılacağına da. Sözün kısası; Dezenformasyon Yasası ile gerek yazılı ya da görsel basın gerek sosyal medyaya “ifade özgürlüğü” ve “basın özgürlüğü” hiçe sayılarak hükümet tarafından ağır bir sansür ve cezai yaptırım uygulanabilecek.

Bu yasa ile ilgili haftalardır yapılan konuşmalarda dikkatimi çeken ise şu; Medyada, bu yasa alt sıralarda neredeyse önemsiz bir haber olarak ele alınırken kimi yerlerde bu yasanın çok fazla işlerliği olamayacağı mesajı veriliyor. Çağımızda, iletişim ağlarının bir yüzyıl önceye göre çok gelişmiş olduğu, bilginin eskisi gibi kolayca saklanamayacağı, yeni bir Pravda‘nın yaratılmasının zamansal olarak imkansız olduğu gibi görüşler üstü kapalı olarak vurgulanıyor. Hatta, bu yasanın ve sansür uygulamasının şaşırılacak, endişeye kapılacak bir durum değil, hükümetin doğasına uygun bir gelişme ve önümüzdeki seçime yönelik siyasi bir hamle olduğu yönünde verilen demeçler de var. Bu görüşleri sıralarken; hükümetle uzun süredir “uzlaşmacı gazeteci” olarak ilerleyen ve kendisine “gazeteci” denilen ama Pravda çalışanlarının yerel versiyonlarını baz almadığımı özellikle belirtmek isterim. Tam tersine, yukarıdaki yorumlar kendilerini muhalif olarak tanımlayan kesimin yaklaşımına örnektir. İşte beni asıl endişeye sürükleyen de Sansür Yasasını “seçim öncesi gitmekte olan bir iktidarın son hamlesi” ; “bilgi yayılmaya devam eder o kadar telaşa kapılacak bir durum yok” ya da “ bu yasaya bu kadar tepki vermek naif ama cahilce…” yaklaşımı sergileyen bu kitledir. Çünkü, bu söylem tarzı ve yaklaşım asıl meseleyi bilinçli ya da farkında olmadan göz ardı ederek normalleştirmektedir. Asıl mesele ilkeseldir ve bu kadar kolay kabullenilmemelidir. Bunları söyleyenlere sormak isterim; 1644 yılında John Milton,  İngiliz Parlamentosu’nda “özgür basın” üzerine yaptığı konuşmayla kendini boşu boşuna mı yormuştu? Bir kenara çekilip Kralın veya parlamentonun değişmesini beklemeli ya da “insanlar bir süre din, vatan vb… yasaklı konular üzerinde yazmasınlar canım, zaten çiftlik kapısını kapayarak kargaların icabına bakılamaz. Geçmişte Lisans Yasası ndan daha beterleri oldu, bu da geçici…” mi demeliydi? Evet, bu yasaya verilecek tepki, ilkesel bir meseledir. Başta basının ve meslek örgütlerinin ardından kendini birey olarak tanımlayan herkesin vereceği ya da şu ya da bu mazeretlerle “şimdi” vermeyeceği tepki de toplumun hangi yöne evrileceğinin somut bir göstergesi niteliğindedir, iyi okumalar.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.