İtaatsizlik Sorumluluğu Üzerine

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Ocak 16, 2023 at 10:38 am

Bir demokrasinin esas olarak sağlıklı olan kurumları içerisinde yüksek mevkileri işgal eden birilerinin bağışlanamayacak cehaletleri ya da bireysel çıkarları nedeniyle yasallığın sınırlarını biraz ya da çok fazla aşmaları, rüşvet işlerine bulaşmaları, açıkça yalan söylemeleri, güç alanlarını genişletmeleri hatta sınırsız bir hale getirmeleri, insan haklarını ihlal etmeleri.. vb ender rastlanan şeyler değildir.” der Alman Filozof Hans Saner. Hele ki yaşanılan adil olmaktan çok uzak; devletin “demokrasi” kılıfıyla yurttaşlarını korkutma ve cezalandırma ile her gün daha ağır bir baskı altına aldığı bir sistem ise… Bu; her toplumun başına gelebilir çünkü “”bir demokrasinin doğuş, çöküş, yeniden doğuş, kriz ve hastalık, çürüme ve çılgınlık gibi evreleri olduğunu “da söyler Hans Saner.

Bugün bizlerin içinde yaşadığı sistem; yukarıda sıralanan kötülüklerin tamamının ve hatta fazlasının görüldüğü bir çılgınlık halidir. Peki, demokrasinin çıldırdığı bir yerde; evinde akşam yemeği hazırlayan ya da iş çıkışı trafikte sıkışıp kalan ya da kampüsün çimenlerine uzanarak yarınını planlayan sıradan insanlar ne yapmalıdır? Onların da yer aldığı bu tabloda sorumlulukları nelerdir? Ortalama 5 yılda bir “sandığa gidin, oyunuzu kullanın” çağrısına uymak ve temsili bir demokraside seçtikleri siyasileri belirlemek ( o isimler de gerçekte sistem tarafından belirlenir), bireyin sorumluluklarını yerine getirmesi açısından yeterli midir? Seçilmiş temsilcilerin varlığına karşın bireyin halen evde, işte ya da okulda tüm olan biten üzerine düşünmesi ve “ne yapılabilir?” diye kafa yorması bir tür “kaçıklık” göstergesi midir? Hayır. Bu çılgınlığın en ağır bedelini bizlerin ödediğini hesaba katarsak olan biten üzerine kafa yormanın bir kaçıklık değil; aksine temel sorumluluk olduğu sonucuna kolayca varabiliriz.

Öte yandan; birey için vardığı sonucu ne zaman ve birçok yollardan hangisi ile pratiğe dökmesi gerektiğine karar vermesi en çetrefilli olanıdır. Bireyin sesi ne zaman yükselmeli, varlığı ne şekilde hissedilmelidir? Çökmüş, çıldırmış bir sistemin içinde olsa da birey hangi demokratik ve barışçıl yöntemle direnebilir, bir şeyleri durdurabilir ya da değiştirebilir?

Devletin ve onun gücünü kullanan hükümetin bir ya da birçok konuda “seçenek” olarak dayattığı seçeneksizliğe itaat etmemek; “itaat etmeme sorumluluğu” nu üstlenmek birey için demokratik bir hak olmasının yanı sıra doğru ve tamamen vicdani bir seçenek olabilir mi?

Evet, olabilir. Ancak, yine Hans Saner; bireylerin genelde devlete ya da yasalara karşı haklı bir nedenden de olsa sivil itaatsizlik sergilenmesini ilkesel olarak değerlendirdiğini; bu sebeple de demokrasi softalığına düşebildiklerini ve “itaatsizlik” eyleminin kendi gözünde meşrulaşmasını zorlaştırabileceğini söyler.

İşte tam bu aşamada “sivil itaatsizlik” kavramının ne olduğu ve ne olmadığı; bu hakkın nerede ve şekilde kullanması gerektiğini basitçe hatırlamak gerekebilir. Tüm bunları yazma amacım; bu hatırlatmayı öncelikle kendime yapmak; sonrasında da hangi nedenlerden dolayı böyle bir hatırlatmaya ihtiyaç duyduğumu paylaşmaktır.

Sivil itaatsizlik nedir?

Tanım olarak ABD’li filozof John Rawls’ın “Adalet Teorisi” nden yola çıkarsak “sivil itaatsizlik; yasaların ve ya da hükümet politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen (aleni), şiddete dayanmayan, vicdani ancak yasal olmayan bir eylemdir.” Rawls’a göre haklı bir sivil itaatsizlik eyleminin taşıması gereken üç şart vardır:

Birincisi; protesto eylemi, açık biçimde ifade edilebilecek çok ciddi haksızlıklara yönelik olmalıdır. İkincisi; eylemin yapılacağı amaca ilişkin sonuç getirecek yasal yollar denenmiş ve tükenmiş olmalıdır. Üçüncüsü ise sivil itaatsizlik eylemleri anayasal düzenin işlerliğini tehlikeye düşürecek boyutlara ulaşmamalıdır.

Rawls’ın teorisinin tartışmaya açık yönleri olsa da hemen herkesin fikir birliğine vardığı nokta; bir sivil itaatsizlik eylemini mesajının yapıldığı yerdeki yurttaşların çoğunluğunun adalet duygusuna ve idrak yetilerine uygun temel koşullardan kaynaklanma şartıdır. Sivil itaatsizliğin temelinde bireysel bir katılım şart olsa da kişisel inanç ya da çıkarlara dayandırılmaması ahlaki olarak gerekçelendirilir. Jürgen Habermas ise bu  protesto  şeklini gerek demokratik bir hukuk devletinde gerek “Kanun, kanundur” ya da “kanun, benim” mantığının hüküm sürdüğü yerlerde var olan hukuk düzenine karşı genel bir itaatsizlik amacı gütmeden kurallardan birinin ya da birkaçının kasdi ve sembolik ve en önemlisi barışçıl (şiddet içermeyen) bir biçimde ihlalini içermesi şeklinde tanımlar.  İhlali gerçekleştiren bireyin eyleminin yasal sonuçlarını da üstlenmeye hazır olmasını gerektirir. Rawls; sivil itaatsizliğin ahlaki temellerinin doğru kavranmasının demokrasinin bir denektaşı olduğunun da özellikle altını çizer.

Vicdan apolitiktir

Sivil itaatsizlik eylemi hukuki değil; ahlaki bir eylemdir” der Hannah Arendt. Atinalı Sokrates ve Concordlu Thoreau’nun öncülüğünü yaptığı gibi ahlaki bir eylemdir. Karşılarındaki anlayışın ise “ İtaati reddedenlere gösterebileceğim anlayış, bunların kanunun verebileceği her türden cezayı kabule hazır olmalarıyla sınırlıdır ( Philip A. Hart)  şeklinde olması beklenir.

Örneğin; itaatsizlik sergileyen Sokrates, dava sırasında yasaları değil, sadece belli bir hukuksal hatayı kendi deyişiyle ona rastlayan “felaketi” tartışma konusu etmiştir. Kalmayı ya da ölmeyi seçmesi yönünde önüne sunulan kendi kaderinden yola çıkarak itaati reddetmiş ve ölmeyi seçmiştir. Bunu yaparken yasalarla olan sözleşmesini bozmayı, yasalara bağlılıktan vazgeçmeyi düşünmüyordu. Çünkü onun davası yasalarla değil; yasaları uygulayan hakimlerleydi.

Thoreau’da ise itaatsizlik nedeni daha farklıydı. Köleliğe göz yuman hükümete seçim vergisi ödemeyi reddettiği için cezaevinde bir gece geçirmiş ve ertesi sabah teyzesinin borcunu ödemesiyle serbest bırakılmıştı.  Thoreau’nun eylemi, Sokrates’tan farklı olarak yasaları uygulayanları değil; direkt yasaları ve yasaların adaletsizliğini hedef almaktaydı.

Her ikisinde ortak olan itaatsizliklerinin bireysel vicdanları ve bundan kaynaklanan sorumluluk duygularından kaynaklanmasıdır. Thoreau, nedenlerini “İnsanın kendisini kötülüğün yok edilmesine adamak gibi mutlak bir yükümlülüğü yoktur, hatta bu kötülük çok devasa boyutta olsa bile! İnsan kendini uygun bir şekilde başka şeylere adayabilir; ancak herkesin en azından haksız bir ilişkinin aracı olmamak konusunda kafa yormak istemese bile böyle bir haksızlığa pratik olarak katılmama sorumluluğu vardır. “ şeklinde özetler.

Arendt, bu örneklemelerin sonucunda yasaları çiğneyen bir itaatsizlik eyleminin kaynağı olan vicdanın, her yerde her zamanda ve her koşulda apolitik olduğu sonucuna varır. Ne haksızlığın yapıldığı yer ne de bu haksızlığın dünyanın geleceğine ilişkin sonuçlarıyla ilgilidir.  Aynı zamanda tamamen bireysel ve son derece sübjektiftir. Sokrates’ın dediği gibi:  “ …Kötülük yapmak, kötülük görmekten daha çirkindir. Tüm dünya bana karşı olmuş, aldırmam. Yeter ki kendime karşı olmamayım; kendimle çelişkiye düşmeyeyim…” düşüncesine dayanır.

Apolitik ve bireysel vicdan kaynaklı olsa da yasalara ya da onları uygulayanlara karşı sergilenen bir itaatsizliğin haklılığı kamu vicdanında da onaylanmalıdır. Ancak böylece bir sivil itaatsizlik eylemi; anlamlı sayıda yurttaşın ya geleneksel değişiklik yollarının tıkandığı yani itirazlarının artık dinlenmeyip incelenmediğine ya da tersine, birtakım değişiklikleri gündemine alan hükümetin yasallığı ve anayasaya uygunluğu ciddi biçimde kuşkulu olan bir politikada ısrar ettiğine inandıkları bir durumda harekete geçmesine dönüşebilir ve etkili olabilir.

Çöküş içerisinde olan demokrasilerde itaatsizlik

Bugüne dek totaliter rejimlerle yaşanılan deneyimlerden sonra Filozof Hans Saner “devlete direnmenin farklı yöntemleri olmalı mıdır? “ sorusunu değil “hangi yöntemler hangi devletler düzeninde politik olarak uygulanabilir, hukuki olarak yasal ya da belki ahlaki-politik açıdan meşru ya da zorunludur?” sorusunu tartışmaya açar. Politik olarak uygulanabilirliğinin sınırlarını anayasal pratik belirler ve bu pratik anayasa metninde yazandan çok farklı olabilir! Hans Saner, Rawls’ın teorisinde yaptığı tanımdan yola çıkarak tümüyle olmasa da “adile yakın demokrasiler” ve “Çöküş sürecindeki demokrasiler” olmak üzere iki durum üzerinden sivil itaatsizlik kavramını değerlendirir.

Çöküş içerisindeki demokrasilerde; devlet içindeki çürüme ile genel olarak muhalefet, medya ve bir de belki mahkemeler ilgilenir. Böyle bir bozulmaya karşı kurumsallaşmış araçlar, parlamenter kontrolün yanında, politikanın aleniliği ve de mahkemelerin bağımsızlığıdır. Peki ya onlar da işlerliğini yitirmiş ise? İşte bu tür demokrasilerde ortaya çıkan ise yapısal çöküntü yani devletin kendisinin çürümesi ile ilgilidir. Demokrasi görüntüsünün ardında yavaş yavaş neredeyse fark edilmeyecek biçimde ya da tam tersi açıkça ifede edilir biçimde bir dernek, parti ya da tabaka oligarşisi ortaya çıkabilir. Parlamento grupları artık seçmenlerini değil kendilerini finanse edenleri ya da başka bir şeyi ( açık ya da dolaylı bir biçimde) temsil eder hale gelebilir. Hukuk devleti adına temel haklar yok edilir; gelecekte uygulanmak üzere demokrasi rafa kaldırılıp , olağanüstü halin uygulanmasına imkan verecek yasalar çıkarılır ve muhalefet büyük bir koalisyonun içine alınarak etkisiz hale getirilebilir. Direniş hakkı adım adım yeni düzenlemelerle yok edilebilir. Çöküş sürecindeki bir demokrasinin tipik göstergeleri; verili hakların kullanımına gizli ya da aleni sansür, kuşkulu mahkeme kararları, doğrudan ya da dolaylı meslek yasağı, toplumsal soyutlamanın farklı biçimleri gibi yıldırma yöntemleri ve yasal sınırlamalardır.  İşte böyle bir durumda var olan ancak kullanılması istenmeyen özgürlüklerin sınırsız kullanımı belki de en etkili direniş yolu olarak çökmekte olan sistemin alternatifini yaşayan bir demokrasinin pratiğini oluşturacaktır. İşte böyle bir durum; keyfi biçimde uygulanan zor sistemi hedef alması kaydıyla kamunun “itaatsizlik” eylemini meşrulaştırır. Ve hatta bu yönde bir kamusal direnişi; hukuki ve ahlaki açıdan zorunluluk haline getirir. Çünkü; çöküş sürecinde yurttaşların haklarını ve özgürlüklerini kullanmaları önem kazanır. Ancak demokrasinin çöküş sürecinde önceden doğal olarak yapılan şeyler ek olarak direniş olarak algılanır ve demokratik davranış çöküş halindeki sistemin karşıtı bir pratiğe dönüşür. Bu nedenle, sivil itaatsizlik ve demokratik özgürlüklerin en geniş boyutlarıyla kullanılması birer direniş yöntemi olarak gündeme gelir.

Demokrasinin çöküş sınırı diktatörlüğe geçiştir. Böyle bir durumda yasalara göre meşru olmayan, demokrasi adına gerekli olabilir. Çökmekte olan devlete bu tür görevlerin sorumluluğunu yüklemek; demokratlara karşı savaşa ruhsat vermekle eşanlamlıdır. Bu nedenle; sivil itaatsizlik gibi barışçıl eylemler – ki bunlar var olan yasalara göre artık cezalandırılabilecek eylemlerdir- sadece demokratlarca yapılabilir.  

Neden hatırladım?

Tüm bunları tekrar hatırlama nedenim; birey olarak ülkemin içinde bulunduğu durumdan duyduğum rahatsızlıktır. Aynı zamanda, yukarıda tanımlanan “çökmüş bir demokrasi” nin tüm emarelerinin görüldüğü bir zeminde yakın bir zamanda yapılacak seçime yönelik endişelerimdir. Sıradan insanların kaderini belirleyecek “son viraj” olduğu gerek iktidar gerek muhalefet koalisyonu tarafından açıkca dile getirilen ancak uygulamada vicdani olarak kabulü giderek imkansızlaşan bir seçim sürecinden söz ediyorum.

Abartı olduğu düşüncesine kapılmamak için sürecin kabaca bir resmini çizebiliriz: Seçim güvenliğinin parti devletine emanet edildiği, muhalefetin adaylarına hukuk dışı ve adaletsiz bir biçimde siyasi yasak getirilmesi için düğmeye basıldığı; seçilmişlerin tamamen keyfi ve hukuk dışı kararlarla görevden alınarak yerine kayyum atama çalışmalarının başlatıldığı; bazı muhalefet partilerini kapatma hazırlığı yapıldığı; medyanın sesinin tamamen kısıldığı ve hatta gazetecilere “siyasi yasak” getirildiği ( bir gazeteciye neden siyasi yasak gelir?); yasaların hemen her gün hükümet tarafından ihlal edildiği ya da kendi lehine keyfi olarak uygulandığı; yargının ve seçimden sorumlu kurumların “iktidar partisinin bir şubesi” haline getirildiği; askerin ve kolluk kuvvetlerinin ve hatta iktidar tarafından desteklenen paramiliter örgütlenmelerin, mayfa oluşumlarının  “İktidarın yanındayız” diyerek muhalefete ve seçmenlere gözdağı verdiği, muhalefetin -aymazlıktan ya da kasıtlı bilemiyorum- bu temel sorunlar yerine “ileride kim nerede ne görev alacak?” türü boş işlerle oyalandığı … bir yerdeyiz. Böyle bir tabloda nasıl bir seçim yapılabilir ve bireyden beklenilen nedir? Seçim, demokrasinin bir aracıdır. Bu tür antidemokratik, hukuka ve yasalara aykırı uygulamalarla yapılacak olan bir seçim; bireyin nezdinde ancak “seçimsizlik” olarak tanımlanabilir.

Bu durumu herkes farkında.  Süreç bu şekilde ilerlemeye devam ederse “Ne yapılabilir?” sorusunun yanıtını da  geçenlerde muhalefetin adaylarından sadece biri dile getirebildi;  “Arkadaşlarımıza yönelik siyasi yasak kararı kesinleşir ya da görevlerinden alınıp kayyum atanırsa hepimiz çekilmeliyiz.”

Bu sürece yönelik itaatsizlik açıklaması, hukuken ve vicdanen kabulü mümkün olmayan bu duruma ilişkin en doğru yolu gösteriyor olabilir. Çünkü bu gidişat ile varılacak tek yer; şu an var olanın mutlak zaferidir. Birey olarak benden istenen oyun ise tek bir anlamı olacaktır: “Diktatörlük sınırına dayanmış; hatta pratikte geçmiş bir demokrasinin söz konusu durumunu legalize etmesine onay veriyorum.” Bunu da vicdanben kabulum mümkün görünmüyor.

İşte bu yüzden; uçuruma yuvarlanmaya aylar kala (son viraj) antidemokratik ve hukuk dışı adaletsiz yöntemlerle tüm çıkış kapıları kapatılmaya devam edilirse bireyin “itaatsizlik sorumluluğu” üzerine düşünüp duruyorum.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.