Yeni Anayasa Nasıl Hazırlanmalı?

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Şubat 15, 2021 at 8:26 am

Sivil Anayasa nedir? Bu konuyu irdelemeden önce, Batıdaki sivil (civil) kavramının bizde doğru bir biçimde anlaşılıp anlaşılmadığına ve hükümet yetkililerinin “sivil anayasa” diyerek aslında neyi kast ettiklerine bir göz atmak gerekiyor.

“Sivil” sözcüğünü incelediğimizde -her nasıl olduysa- Türkçeye “kamu” olarak geçtiğini görüyoruz. Kamu ise TDK’da “bir ülke halkının tümü ” olarak tanımlanıyor. Ve Batıdaki “civil service” kavramı da “kamu hizmeti” olarak algılanıyor. Yani, devletin halka hizmeti olarak… Çünkü, kamu sözcüğü gündelik dilde fiilen “devlet” yani “sivil olmayan” şeklinde kullanılıyor.. “Kamu kuruluşu = devlet kuruluşudur” gibi. Yani “non-governmental = sivil” kavramı yüz seksen derece anlam kaymasına uğrayıp “”governmental = kamusal”” haline getiriliyor. Yani devlet ile tebaası tek ve bütün bir monolitik yapı, ikisi tamamen ayni şey haline geliyor, iyi mi? “”siyah = beyazdır””  ya da siyahla beyaz aslında aynı renktir demek gibi! Benzer anlam kaymasını “hükümet“, “devlet” ve “millet” kavramlarında da görüyoruz. “Hükümet, devlettir ve aynı zamanda da millettir” gibi bir bağlam içinde birileri halkı temsilen (vekâleten) “milli irade” oluyor ve bu milli irade de kimi zaman daha da ileri giderek “şahsım iradesi” olarak yurttaşların her birini ve hepsini temsil edebiliyor.


Vekillerin mazbata aldıktan sonra yaptıkları yemin metnindeki “”devletin varlığı ve bağımsızlığı (kimseye hesap vermezliği), vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliği (hegemonyası) ” sözlerinin kutsal metinlerdeki gibi otomatik olarak tekrarlanmasına alışığız ve amentü biliyoruz. Ama anlamaya çalışarak biraz daha dikkatli okuyunca burada aslında çok büyük bir terslik olduğu da dikkati çekmiyor mu? Devlet bir yerde tıpkı “Allahın varlığı ve birliği” ifadesinde olduğu gibi soyut bir meşruiyet ve güç/şiddet kullanma tekelini temsil etmektedir. “Hâkimiyet milletindir” ibaresindeki milletin aslında halk, yurttaş veya tebaa olmadığı, onun üstünde egemenlik (hegemonya) kurmuş olan kişiler (veya zümre) olduğu, hâkimiyetin de “hegemonya” demek olduğu gibi. Bazen farklı sözcüklerle ifade edilince sanki anlamı değişiyormuş gibi oluyor ama “”egemenlik, ulusundur”” da bu sözün tamamen eşanlamlısı. Çünkü kullanılan sözcüklerden bağımsız olarak ulus veya millet denilen şey pratikte o tebaa üzerinde hegemonya sahibi olan zümreden başkası olmuyor.


Halen “sivil” sözcüğünün karşısında antonimi (zıt anlamlısı) olan “resmî” sözcüğü bulunuyor. Kayıt, kuyut, alay, tören, adet, tarz üslup gibi (hepsi de devleti çağrıştıran) pek çok farklı anlamları olan “resm” den gelmekle birlikte bu sözcük esas olarak “vergi” demektir. Mesela Osmanlı’da “Cürüm ve Cinayet Resmi” Osmanlının cürüm ve cinayetten aldığı vergiyi ifade eder. Çift resmi, ispence resmi, nikâh resmi gibi vatandaşın hayatının çeşitli veçhelerinden alınan sayısız “resim” çeşidi (çoğulu rüsum) vardır. Osmanlıcada devleti çağrıştıran ikinci önemli kelime “siyaset”tir. Bu sözcük de hem “ülke idaresi” ve hem de “ceza” yani vatandaşa bizzat verilen bedensel (kafa/el/kol kesme, göze mil çekme gibi) cezalar anlamındadır. Bence sadece siyaset kelimesi bile tek başına Osmanlının “ülke idaresi” ile “vatandaşa vahşet uygulama” eyleminin ne kadar birbiriyle iç içe girmiş iki kavram olduğunu gösteriyor. Osmanlıda “resmî” davranış daima siyasi ve devletseldir. Devletsel olmayan bir resmiyet düşünülemiyor. Vatandaş, sivil gerçek kişi olmaktan çıkıp devletin kulu biat eden resmi kişi haline geldiğinde onu birey yapan öz değerlerinden sıyrılmış oluyor. İşin tuhafı, bu bugüne kadar da böyle geldi; böyle devam ediyor.

Size şimdi “Sivil Resmiyet” diye bir şeyden söz edecek olursam çoğunluğun bunu anlaşılmaz bulacağından da eminim. D. Acemoğlu ve A. J. Robinson (Dar Koridor, 2020) eserlerinde “bir ülkedeki özgürlük ve refah güçlü bir sivil toplum ile güçlü ama prangalanmış bir devletin birbirini dengelemesi ile elde edilebilen bir kazanımdır” diyor. Aslında “Demokrasi” kavramı ile halka teorik olarak vaat edilen de tam olarak bu. Yani halkın ellinde güçlü bir devleti prangalayacak ve koridorun dışına taşmasını engelleyebilecek çok güçlü prangalar bulunmalı. Peki, ama bu pratikte mümkün müdür?

Eğer mümkün ise bu prangalar doğal olarak koridorun dışına taşma eğilimindeki Leviathan’ın gücüne direnip gerektiğinde onunla başa çıkabilecek bir sağlamlıkta olmalı. Oysa pratikte çoğu zaman “Kamu”yu bir şekilde ele geçiren klik bir yandan “de jure” (hukuki) siyasal güç ile bürokrasiyi elinde tutarken öte yandan da tebaasından kandırma, korkutma kışkırtma (KKK) ile ele geçirdiği “de facto” (fiili) bir siyasal gücü de elinde tutuyor. Bu durumda halkın elinde devleti prangalayacak başka herhangi bir aygıt bulunmadığından, koridordan çıkan devlet tarafından duçar edildiği “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar” cenderesinden ve maruz bırakıldığı insan hakları tasallutundan kendisini kurtarması neredeyse imkânsız hale geliyor.   

Oysa, sivil toplumun kullanabileceği prangalar en başta başta sivil bir anayasanın sağladığı kurumsal yapılar ve tabana yaydığı psikolojik üstünlük olmak üzere sivil toplumun kendi medya ve kurumlarından oluşmalı. Çünkü anayasa kavramı özünde tamamen Leviathan’ın prangalanması ihtiyacından kaynaklanır. Leviathan’ın tebaası üzerindeki cebir şiddet ve KKK uygulama gücünü arttırarak, onu koridorun dışına taşıracak yasalar çıkartabilme gücünü sınırlayıp engelleyebilecek esas aygıt anayasadır. Eğer böyle bir sınırlamaya hiç ihtiyaç olmasa idi anayasaya da ihtiyaç olmazdı. Gerçek ihtiyaç devletin yasama gücünü sınırlayan ve neleri “asla” yapamayacağını belirleyen bir anayasadır. Devletin yasama erki zaten ürettiği yasalarla vatandaşın hangi özgürlüklerini ne şeklide sınırlayacağını istediği gibi belirleme gücüne sahip. Onu sınırlayacak en temel şey ise anayasadır. Anayasa devletin elindeki cebir şiddet tekelini ve yasama, yürütme, yargı erklerini kullanarak neleri asla YAPAMAYACAĞINI belirlemelidir. Koridorun dışına taşma eğilimi gösteren devletlileri engelleyip yaptırım uygulayabilecek kas gücüne de sahip olmalıdır. Çünkü devletliler eğer anayasayı da kendi kontrollerine alırlarsa o zaman anayasanın herhangi işlevi kalmaz.         


Küçük yaştan itibaren tüm vatandaşların öğrenip amentü bileceği ve sadece “İnsan hakları” gibi temel birkaç konuyu içeren çok kısa, öz bir anayasa pekala yeterlidir. Ama burada çok dikkat edilmesi gereken şöyle bir konu var. Mademki anayasanın esas işi devleti dar bir koridor içinde sınırlayıp prangalamaktır, o halde bunu yapacak olanlar bizzat prangalanacak olan kesimin kendisi olmamalıdır.


Ünlü Alman sosyolog Franz Oppenheimer servet kazanmayla ilgili olarak birbirinden bağımsız iki yoldan söz eder: Bunlardan birincisi (ekonomik yöntem) yani “üretim ve değiş tokuş”, ikinci yol (politik yöntem) ise “başkalarının sahip olduğu mal ve hizmetlere güç ve şiddet kullanarak el koyma yöntemi”dir.

Yani toplumu servet kazanma yöntemi bakımından çok kaba bir genellemeyle “üretici siviller” ve “hükmeden resmiler” diye iki ayrı sosyal sınıfa ayırmamız pek hatalı olmayacaktır. Kuşkusuz bireysel olarak bakıldığında her iki grubun da içinde hibrit ve istisna rollerin bulunması bu genellememizi bozmaz. Birinci gruptaki siviller aklı ve emeğiyle mal ve hizmete dayalı çeşitli katma değer üretimleriyle güçlenirken ikinci gruptaki resmiler ise temelde herhangi bir üretimi olmayan politik yöntemden güç alırlar. Yani mesela resmiler grubuna geleneksel olarak “asker ve ruhban takımını” (Osmanlı’daki ilmiye ve seyfiye sınıfı) silahlı külahlı bürokrasiyi, akademyayı ve siyasileri katabiliriz.

Bunların hepsi tipik olarak devletin kulu olup devletten beslenmelidirler ve tamamen politik yöntemden güç alırlar. Serbest piyasada değeri mukabili satabilecekleri herhangi bir mal ve hizmet üretimleri yoktur. George Bernard Shaw’a atfedilen şöyle bir özlü söz var; “”Paul’un maaşını ödemek için Peter’i soyan bir hükümet, Paul’un desteğini her zaman arkasında hissedecektir””. 

Gerçekten de, eğer Peter’in hükümete yaptığı ödeme kendi rızasıyla satın aldığı bir hizmet karşılığı olsa idi o zaman bu söz çok haksız ve anlamsız olurdu. Oysa vergi devletin Peter’e “”verdiğini iddia ettiği”” hizmete karşılık Peter’den cebren tahsil ettiği ve Paul’a ödediği bir bedel. 

Sokakta bir vatandaş yüzüne biber gazı sıkan polise “maaşını ben veriyorum” dediğinde polisin çok kızdığını ve vatandaşa daha bir hırsla saldırdığını görürsünüz. Üstelik polisin yanıtı da genelde “ben devletin polisiyim” olur.” vatandaşın çoğunluğu da ” devletin polisine karşı gelinmez” mantığıyla hareket eder. Çünkü polis maaşını biricik devletinden aldığını, o vatandaşa şahsen herhangi bir borcu olmadığını, o yüzden de devleti vur derse vurmayı, öldür derse öldürmeyi kendine bir hak ve yetki olarak görür.

Sivil vatandaş da aslında bizzat ürettiği katma değerin toplamda 2/3’üne varan en büyük miktarını kamuya ödemekte olduğunu belki bilmez. Kamu bunu vatandaşından hem üretirken hem de tüketirken (“kazı ürkütmeden yolmak” olarak tabir edilen çok hassas bir yöntemle ve küçük dilimler halinde) tahsil ettiğinden devletine doğrudan ve dolaylı olarak ne ödediğini de hiç bilemez. Bir ömür içinde para değerinin 6-7 sıfırlı (milyonlarca kat) değişimine ödediği enflasyon vergisini de hesap edemez.

Kamusallar tarafından bir de şöyle demagojik bir söylem geliştirilmiştir. “”Çalışan vergi ödemiyor ki? O ücretini net alır, biz vergiyi işverenden alıyoruz””. Bak sen….  Aslında, işverenin de çok aşırı şekilde vergilendirildiği bir gerçek, ama o tamamen ayrı bir konu… Kaynağında kesilince vergiyi çalışan ödemiş olmuyor mu? Eğer çalışanın ürettiği katma değer işverene olan brüt maliyetini kurtarmasa idi işveren zaten onu hiç işe almazdı, o vergi de ödenemezdi. O gelir vergisi tamamen o çalışanın alın terinden kesilerek ödenmiştir. Ama asıl önemli bir pay da daha sonra tüketim sırasında tekrar ödenecek. Ayrıca enflasyon vergisi de var. Sonuçta o paylar da net olarak içinden düşüldüğünde vatandaşın 3 liralık üretiminden kendi tüketimine düşen pay belki ancak 1 lirasıdır. Gerisi kamunun. Peki, kamu bu parayı “yol, su, elektrik” olarak vatandaşına geri ödüyor mu? Yok… vatandaşın tüketebildiği hepsi hepsi sadece o 1 liradan ibaret.     

Peki, şimdi tekrar özetleyip açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Belki bütün bu hükümet meselesini sivil Peter’dan zorla alınıp devletli Paul’e ödenmesi gereken mükellefiyetler olarak tanımlayabiliriz. Peter’in kişisel güvenlik ihtiyacı var (Hobbes), bu ihtiyaç da Paul tarafından karşılanacak o yüzden Peter’in Paul’e ödeme yapması lazım.  Yani o zaman Hobbes’ın bize söylediği soğuk canavar Leviathan bu Paul olmalı. Ama aslında Paul’ün bir şahıs değil de bir “şahsım zümresi” yahut da Osmanlı’nın deyişiyle İlmiye, Seyfiye, Mülkiye, Kalemiye sınıfı insanlardan ibaret olduğunu biliyoruz)  

Şimdi size esas soruma geliyorum… Mademki Peter’in Leviathan Paul’e ihtiyacı vardır ve bu ihtiyacını karşılamak için ona ödeme yapması lazım, o zaman aralarındaki bu karşılıklı görev ve sorumlulukları belirleyen ve her iki tarafın da uyması gerekecek esas sözleşmeyi (yani anayasayı) sizce kim hazırlamalı? Eğer anayasayı Paul (yani İlmiye /Seyfiye sınıfları başbaşkanı) kendi adamlarıyla birlikte tek taraflı olarak hazırlayacak olursa bunun adil bir sözleşme olması mümkün müdür?  Paul sözleşmede kendisinin benim için çalıştığını ve bana ihtiyacım olan güvenlik, adalet gibi hizmetler vereceğini, yani bunun bir hizmet sözleşmesi olduğunu iddia edecek. Ama tek taraflı olarak hazırlandığı için alacağına şahin vereceğine karga bir durumu var. Eğer hizmetlerinden hiç memnun kalmazsam ona ne yapabileceğimi hiç yazmamış. Başında sarığı ve elinde kılıcı olan bu adamın hazırladığı sözleşmeyi beğenmeyip bu şartlarda kendisiyle artık çalışmak istemediğimi söylersem elindeki kılıcı bana dürtebilir mi? Tabii hiç şüpheniz olmasın, beni öteki, “vatan haini terörist” ilan etmekte bir an bile tereddüt etmeyecektir. O yüzden belki bana reddedemeyeceğim bir teklif sunmaya hazırlanıyor. “”Ya kılıç, ya imza..“” Tüm yasaları zaten o kendisi hazırladığı ve yasalarla bana istediği mükellefiyetleri yükleyebildiği için, anayasa hazırlama işinin Paul’e kalmasına asla izin vermemeliyim ve onu kendim hazırlayıp içine de bu prangaları ustaca yerleştirebilmem gerek, yoksa benim sonum harap.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.