Bir gün işsizler de grev yapabilecek

Sürekli Söyleşi | | Eylül 18, 2011 at 7:09 am

Minareler mızrak, kubbeler miğfer,
cemaat ordu, vurun kâfirlere

– Sen çok dil biliyormuşsun. Arkadaş bi yazı getirdi İsveççeye çevirebilir misin?

Haydaa. N’olcek ki?

– Bu isveçliler “minare istemeyiz” diyolarmış. “Biz de Çan istemeyiz” yazıp onların elçiliğine yürüycez

Bi kere senin o dediğin İsveç değil İsviçre.

– Tamam o zaman sen de İsviçre’ce yazarsın

Yok böyle bişey. Öyle bi dil yok.

– Ne yok?. Yazmak istemiyosan öyle söyle. Bunlar nece konuşular ki?.

Bütün isviçrelilerin konuştuğu bir dil yok. Helvet cumhuriyeti dört kantondan oluşur.

– Nası yani?

Şimdi bak dağlık ormanlık bi ülke, karı bol.

– Karı bol halvet yapmaktan konuşamıyolar mı diyosun?.

Herşeyi mabadinden anlama. Rakımı yüksek olduğundan ülke karlarla kaplı. Bunlar böyle kart kurt diye karda yürülerken bir kısmı kirmançi öbür kısmı zaza olmuşlar. Birbirinin dilini anlamıyolar .

– Peki nasıl konuşuyolar?

Birleşip helvet cumhuriyeti olduklarında resmi dili “latince” yapmışlar ama içlerinde latince konuşabilen pek yok iyi mi. En yaygın olarak konuşulanı almancanın yamultulmuşu olan bir dil. Öbürleri fransızca, italyanca konuşuyor. Az bi kısmı da “Rumanş” diye acayip bi dil konuşuyolar.

– Çingene mi?

Yok tamamen başka bişey. Minare istemeyiz’ciler onların CHP’nin Baykal’ı Walter Wobmann diye birisi. Laz aksanıyla almanca konuşuyor. Eğer lafın onaysa pankartı Almance yazdırcen.

– Tamam o zaman sen “Biz de Çan istemeyiz” in almancasını yaz. Wobmann’ı niye Baykal’a benzettin?

Çıkıntılığını ve popülistliğini benzettim. Faşistliği benzemez. Sen hangi çan’ı istemediğini söyle. İsviçreli’nin getirip senin tepene çan diktiği felan yok. Ama sen oraya gidip de onların tepelerine Minareler mızrak, kubbeler miğfer, cemaat ordu, vurun kâfirlere simgesi dikmeye kalkışırsan seninle külahları değişirler tabii. Adam ordusuz halde nazilerin panzer birliklerine dayanmış da senin yapacağın iki mızraktan mı korkacak?.

– Yani hepsi 7 milyon nüfusuylan bize kafa mı tutuyor? Minarelere dil uzatmak ona mı kalmış?

Bizim medeni kanun vaktiyle onlardan alınmadır. Senin oradaki 0.4 milyon(%6) nüfusunun sığıntı olduğunu unutma. Eğer o sana bir ev sahibi olarak orada zorla bir yaşam tarzı dayatmadıysa senin de ona dayatmaya kalkışman düpdüz densizlik olur.

– Din özgürlüğü yok mu?

Buradaki halka zorla uyguladığın “”zorla din dayatma özgürlüğü””nü orada kullanamazsın. Burada getirdiğin imam belediye başkanı senin alevi köyüne cami dikti, çocuklarına zorla din öğretti, gayrimüslim semti Taksim’e bile zorla Cami dikmeye kalktı. Üstelik bunları yaptı diye burnu sürteceğine adam terfi etti gidip başbakan oldu. Orada böyle birşey asla olamaz.

– Neyine güveniyor?.

Dağ insanından korkacaksın. Nüfusu azdır ama dünyayı peşinden sürükleme gücü muazzamdır. Bir de bakmışsın tüm öbür avrupalılar da onlara uyup bir bir cami isteyenlerin hepsinin sırtlarına minarelerini yükleyip ülkelerine geri göndermeye başlamışlar. Olur mu olur..

– Göndersinler.

Olur mu?. Önce onların oraya daha en baştan niye gittiklerini düşün..

– Niye gidiyorlar?.

Oraya iki tür insanımız gidebilir. Birincisi orada bir okazyon fırsat yakalamış ekonomik göçmen vatandaş. Genellikle buralardaki birilerinin oralardaki finansal operasyonlarının uşağı, işçisidir. İkinci grup ise mecburiyetten ya da operasyonun başında bulunma gereğiyle orada mekan tutan mütegallibe kesimi.

– Nası yani?

Mesela bizim Yeğen Yahya sunta operasyonu açığa çıktığında oraya yerleşmek zorunda kaldıydı. Başbakanın yeğeni isviçreye ihracat yapıp devletimizden yüklü miktarda vergi iadesi almakta iken yaptığı ihracatın aslında sunta parçalarından ibaret olduğu ortaya çıkınca oradaki ortağı Şellefyan’ın yanına yerleşti. Bir daha hiç dönmedi.

– Dönüp burada banka kurmadı mı?

Yok,.. o da öbür yeğen Yahya Murat. O çok daha büyük çaplı işler yaptı. Başbakanımızın komşu ülke başbakanına “yeğenim diye söylemiyorum, kendisi iyi bankacıdır” dediği, Kıbrıs’ta para aklama operasyonları yapan, ancak daha sonra devlet bankalarından aldığı milyar dolarlık kredileri geri ödeyemediği için aranan, ülkeden kaçan, kaçarken sınırda yakalanan öbür yeğen. Biliyorsun Demirel ülkemizin devletinin en uzun süre başında bulunmuş, vatandaşın kızılırmak kenarında kaybolan koyununun, sakalı bitmemiş yetimin kör kuruşunun hesabını vermeye hazır bu devletinin en büyük bir devlet adamıdır.

– Hesabını veremedi mi?

Yok.. Yeğenimin hesabını benden sormayın, o da bu ülkenin bir vatandaşıdır dedi. Cumhurbaşkaniyken kendi verdiği paralar için ise “verdimse ben verdim n’olmuş” dedi çıktı işin içinden. Biliyorsun bizde cumhurbaşkanları çok yetkili ama sorumsuzdur.

– Bunların İsviçreyle ne ilgisi var?.

Şimdi bak sen İsviçreyi sadece Toblerone çikolatasını, marifetli çakıyı, en kaliteli saatleri felan yapan bir ülke olarak görme. Nüfusu Kadıköy semtimizden azdır (7 milyon), ama ihracatı türkiye’nin yaklaşık iki katıdır. Ve ondan da önemlisi Bizim gibi çoğu müslüman ülkesinin büyük devlet büyüklerinin sırdaşı ve para kasasıdır. Bürokrasinin tepe noktalarında bulunmuş yetkililer, çok yıldızlı komutanlar, hükümet yetkilisi siyasiler ve bürokrasiyle uyum içinde çalışan işadamları milyar dolarlarını orada saklarlar.

– Niçin orada saklıyorlar?

Çünkü orası eminliği güvenilirliği temsil eder. Kendi ülkesindeki her an herşey olabilirliğe karşı orası doğal bir sığınakdır. Sırdaştır.

– Son zamanlarda sırdaşlık konumu biraz sarsıldı ama değil mi?

Evet, ama asıl değişiklik daha temelde, tüm dünyanın sosyal yapılanması çatırdamakta. Kurulmakta olan yeni düzen bir taraftan eski yapıları yıkıyor.

– Müslüman değerlere karşı çıkmak İsviçre için yıkıcı olmaz mı?

Olmaz. Müslüman ülkelerin İsviçreye bağımlılığı İsviçre’nin onlara bağımlılığından kat kat fazladır. Mesela tüm ülkeler İsviçre’den hiçbir mal almamaya karar verseler ve bunu uygulayabilseler İsviçre’nin ihracatı sadece %7 azalır. Ayrıca zaten müslümanların böyle bir ortak irade kullanabilme gücü %1 bile değildir. Karardan sonra müslüman ülkelere ihracatının %0.1 bile azalmayacağına istediğin bahse girebilirim..

– Paralarını çekip oradaki hesaplarını boşaltsalar ?.

Yine değişmez. Ayrıca zaten onu yapmaları daha da imkansız. Bunların çoğu gizli hesaplar ve paranın dini imanı yoktur.

– Ama sen yıkılıyor dedin.

O bu olaylardan tamamen bağımsız bir durum. Tüm dünyada ulus devlet yapılanmasına dayalı ekonomik sistem çökmekte. Bunun kimleri gömeceği, kimleri üste çıkaracağı şu anda belli değil.. İsviçre’nin en altta kalanlardan olması imkansız..

– Neden?

Bugüne kadarki dünya ekonomisinin motoru petrole dayalı otomotiv ve savaş endüstrisi idi. İsviçre bunun bir parçası değil. Mevcut(çökmekte olan) çarkın aktif bir öğesi değil. İsviçre vatandaşları yeni ekonomide kendisine her zaman yer bulabilir.

– Petrole ve savaş endüstrisine dayalı devletçi model niye çöküyor?

Halkların buna destek vermeyi sürdürmesi imkansız. Devletlerin harcamaları ile halkın ihtiyaçları taban tabana zıt hale geldi. O yüzden devletlerin halkı temsil konumlarını sürdürmeleri (yeni teknolojilerin de sayesinde) giderek güçleşiyor.

– Nasıl yani?

Bizden örnekleyeyim… Fakir, üretimi kısıtlı ve çok borçlu bir ülkeyiz. Ama devletimiz ihtiyaçlarımızla taban tabana zıt acayip askeri harcamalar yapıyor.. Bir yerde har vurup harman savuruyor denebilir.

– Örneğin?

Savunma sanayii Müsteşarlığı(SSM) 2002 yılında açtığı modernizasyon ihalesinde 170 tank ve 4 helikopteri İsrail firmasına 687.5 milyon dolar bedelle veriyor. 10 tank modernize edilip geliyor. Diğerleri bedeli ödendiği halde hala ortada yok.
Yerli tank(Altay) üretimi projesini Otokar(Koç) firmasına vermişler. Firma 500 milyon dolar masrafla 2012 yılına kadar tankın bir prototipini yapıp verecek.
1995 yılında Rusya’dan MI-17 helikopterleri almışız 19 adet. 2 tanesi deneme uçuşları sırasında düşmüş. Modernizasyonu için açılan ihaleyi 13.5 milyon dolar bedelle Kazan firması kazanıyor. Paralar ödenmiş, komisyonlar alınmış.. 2004 yılında 4 adedini modernizasyon için gönderiyoruz. Modernizasyon tamamlanmayınca ihale iptal ediliyor. Gönderilen helikopterlerin ne olduğu meçhul. (Sayıştay denetleyemiyor.)

2009 başlarında ABD’den Cobra Whiskey AH-1W ve Predator(insansız) saldırı helikopterleri istemişiz. Acil olarak istediğimiz üzerinde Hellfire(cehennem ateşi) füzeleri bulunan 10 adet Cobra Whiskey helikopter’in fiyatı tam 1,5 milyar dolar. Biz parasında değiliz..Mühim olan bir an önce teslim edilmesi imiş..

Aslında geçen yıl italyan Augusta Westland helikopterleri üretimi için yapılmş ayni amaçlı 3 milyar dolarlık bir başka anlaşmamız da var. Ama onlar hazır oluncaya kadar acilen cehennem ateşi yağdırabilmek için bizim bu Cobra’lara çok ihtiyacımız varmış meğer. ABD ilk başta pek verimkar olmayınca hemen Rusya’ya dönüp Mi28 saldırı helkopterleri için pazarlık etmeye başlamışız. Bu defa amerika mecburen razı oluyor Cobra AH-1W helikopterlerini vermeye sonunda. Böylelikle bir an evvel Cehennem Ateşi yağdırabilir hale geleceğiz artık. Nereye yağdıracağız der iseniz… Tabii ki Düşman vatandaşlarımızın köylerine. .Hazır henüz demokratik açılım felan olmamışken bir an evvel yakıp yıkmamız gereken vatan topraklarımız ve vatandaşlarımız var. Atatürk ne demiş.. Yurtta sulh, cihanda sulh..

Ülkemizde yürütülen iç savaşın sadece bu yılın(2009’un) ilk yarısındaki can kaybı şöyle; 2 başkomiser, 42 polis memuru, 4 bekçi, 33 subay, 37 astsubay, 116 uzman erbaş, 477 erbaş, 35 diğer asker. 119 köy korucusu, 3 özel güvenlik görevlisi, 2 öğretmen, 4 muhtar, 2 işçi, 3 yabancı uyruklu, 33 kadın, 39 çocuk.
Örgüt mensuplarından 2149 erkek, 151 kadın, 63 yabancı uyruklu, Toplam 3571 şu ana kadar 4000’e yaklaşıyor. Bu rakam bu güne kadar Irak Afganistan savaşlarında ölen toplam amerikalı asker sayısına(4274) yakın. Trilyon dolar ekonomik kaybı bir yana bırak yüzbinlerce vatandaşımızın bu savaşta ölen bir yakını var. Acayip yüksek derecedeki işsizliğin kaynağı da bu…

Tüm dünyadan bu anlattığıma benzer örnekler var. Dünya insanı parayı ve ekonomiyi gerçek ihtiyaçlarına taban tabana zıt bir tarzda idare eden tüm devletlerin bu “devletçi” düzenlerini artık taşıyamaz hale geldi. Büyük bir güvensizlik ve ekonomik çöküntü söz konusu. Ulus devletlerin bunun altından hiçbirşey olmamış gibi toparlanıp kalkmaları imkansız. Ulus devlet paraları(en başta $ olmak üzere) hepsi mecburen çökecek.

Sabot dişlilerin arasına düşünce --ajjj-- oluyor..

Hayattaki esas amacımız “kendimiz olup yaşamak” olduğu halde biz bunu neden yapamıyoruz? Kendimiz olmamız mümkün değilse eğer… bu neden mümkün değil ki?

Henüz reşit olmamış bir çocuğa “uygulamalı natürel cinsellik deneyimi” eğitimi verilse fiziksel ve ruhsal sağlığı bozulur onun öyle mi???.

– …

Peki bir anlamda tüm hayatını ve geleceğini en derinden etkileyecek olan din, milliyetçilik ve askercillik eğitimi onun fiziksel ve ruhsal sağlığını bozup onu tamamen anormal bir yaratık haline getirmez mi?.

Bir insanın yaşı itibariyle henüz daha kendisi adına imza atabilecek, oy kullanabilecek, içki satın alıp cinsellik yaşayabilecek olgunluğa ulaşmadığı kabul edilmekte iken, bu yüzden hayatı kısıtlanıp, kararlar vermesine ve uygulamasına daha henüz izin verilmemekte iken, nasıl olur da diğer alternatiflerinin hiçbirini bilmeden, tanımadan, ve hiçbir karşılaştırma yapma imkanı dahi verilmeden…. bir devletin bir dinin ve bir rejimin tamamen tek taraflı propagandasına alet edilebilir??..

Nasıl olur da bir çocuk (anasının babasının dahi rızası aranmaksızın) en şiddetli kandırma korkutma ve kışkırtma uygulamasının merkezindeki bir obje haline getirilebilir. Ve o küçücük çocuktan nasıl bir katil, nasıl bir sahtekar yaratılabilir. Nasıl hiç akla yakın olmayan birçok ama birçok şey sürekli ve her gün beş vakit yüksek sesle tekrarlanarak hayatımızın asıl önemli gerçekleriymiş haline getirilebilir?.

Nasıl olur da bir genç (ve daha bir sürüsü) ayağında baba parasıyla alınma rooseveltlerle yolda gitmekte iken yakalanır. Ayaklarına pranga zinciri, kollarına kelepçe vurularak idam sehpasına gönderilebilir.

Henüz bıyıkları terlemiş gencin “tağyir tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs” suçundan tepesine inen balyozun parasını ben vermişim, sen vermişsin. Bunu yapanlar parasını benim verdiğim papucları giyiyorlar, beni sürekli yargılıyorlar ama ben bütün bu olanları seninle hiç tartışamıyorum.

Bir balyoz…, parası senden ve benden çıkmak üzere bizi nasıl bir ömür boyu bu kadar korkutabilir ki?. Ve biz nasıl olur da onunla ilgili asıl gerçekleri seninle hiç ama hiç tartışamayız. Parasını benim verdiğim balyozu elinde tutan kişi (böl ve yönet stratejisi içinde) “”kim bana istiğfarda bulunursa ben ona mağfirette bulunayım”” diyor. Aslında sen de ondan ölesiye korkmaktasın.. Ama en kötüsü sen sanki ona ihtiyacımız olduğunu da düşünüyorsun. İşte esas sorun byrada. Balyozcu köşesinde oturmakta iken sen bana saldırıyorsun;.

Liboş, godoş, nonoş, “düzene çanak tutan ahkamlar keserek liberal cephede prim yapmaya çalışan arsız… sıktın ama,”” seni gomonist kafir münafık, ulusalcı faşist zındık..

Balyozcu benim ürettiğim her üç lokmanın ikisini götürecek…seni benden, beni de senden koruduğu iddiasıyla… Ama aslında onun sadece kendisini korumaya ihtiyacı var ve senin beni bir cephe olarak görme aptallığın sayesinde o gül gibi geçinip gitmeye devam edecek. Mümkünse daha bin yıl. Seni benimle, CIA’yla, ABD’yle, AB’yle, Sorosçu emperyalist kapitalistlerle, Kürtlerle, uzaylılarla, Albızlarla korkutacak..

İşte sana şimdi ben son bir ayna tutmaktayım;.

Belki içinden sana doğru tuttuğum aynayı kırmak, beni de oradan kovmak istiyorsun. Ama önce bir an dikkatle bak.. Aynada gördüğün o şeyden memnun musun?? Eğer bu gerçek sen isen gerçek kendin olup da yaşayabilmektesin demektir….. Mükemmel.. Ama bence bu imkansız. İçi boşaltılıp gerçek anlamı “özgürsüzlük” haline getirilmiş bir özgürlük(ulusalcı toplumculuk) anlayışını senin de içine sindirip huzur bulman asla mümkün olamayacak. Balyozla sulh içinde sonsuza kadar yaşayıp gitmen hiç mümkün değil.. Çağ da buna izin vermez zaten..


– “İşsizler dövülmesin, grev de yapabilsinler!” sloganı hakkında ne düşünüyorsun?.

– Haydaa, işsiz adam hiç olmayan bir işyerinde nasıl grev göscüsü olacak?

Ankara’daki bir meydana “”Bu ülkeye eğer komünizm getirilecekse onu da biz getiririz.”” diyen Nevzat Tandoğan’ın ismini verenler bu işin de bir çaresini kolaylıkla bulabilirler. Aslında şu anda sırtını sıvazladıkları tekel işçilerinin istedikleri tam olarak böyle bişey. Grev yapmakta olan eski tekel işçileri aslında fiilen işçi statüsünü çoktan kaybetmiş durumdalar.

– Adam Smith’in “bırakınız geçsinler” lafıyla mı olacak bu peki?

Yokkk.. Bırakınız geçsinler(laissez passer) lafı rivayete göre tarihte ilk olarak Merkantilist fransız hükümetinin işadamlarıyla yaptığı bir toplantıda geçiyor. Daha sonra 1750 yılında Fransız ekonomist Vincent de Gournay “Laissez faire et laissez passer, le monde va de lui même! ” lafıyla bunu meşhur etmiş. İngiliz Adam Smith (1723 – 1790) böyle bir lafı ömrü hayatında hiç etmemiş.

– Peki ya Ricardo?

Adam Smith’den 50 yaş küçük. İkisi de ingiliz klasik ekonomistler olarak ün kazanmış.

– Kapitalizmi bunlar mı kurdurmuş?

Hayır.. Kapitalizmi Marksistler kurmuş..

– Nası yani?

Marksistler ekonomi politik alanında kendi görüşlerini benimsemeyen herkese “kapitalist” diyorlar. Daha önce binlerce yıldır zaten yürütülmekte olan ekonomi tarzının adı ondan sonra birden bire “kapitalizm” haline geliyor.

– Peki ya Marksistlerin görüşü ne?

Karl Marx (1818 – 1883) daha önce Toplumculuk (Sosyalizm) adı verilen düzeni sistematize ederek yeni bir model haline getirmiş. Bu modelin en önemli ayrımı tüm üretim ve ticaretin tam ve mutlak bir şekilde devlet bürokratlarının kontroluna verilmesi.

– Toprağı da devlet mi işleyecek?

Bolşevik iktidarının ilk zamanlarında toprağı mütegalibe’nin elinden alıp köylüye vereceklerini söylüyorlar. “”Toprak işleyenin”” sloganını ortaya atıyorlar. Köylü buna inanıp çok seviniyor ve hemen hepsi bolşevik olup ihtilale destek veriyor. Ancak bolşevikler iktidara yerleşmelerinin hemen akabinde şok tugaylarını kurarak köylünün elindeki ürünü devlet adına ve en son tohumluğuna kadar zorla elinden alıyorlar. Toprağın bereketine rağmen yaratılan yapay kıtlık(holodomor) dolayısıyla milyonlarca insan açlıktan ölüyor. Marksizmin temeli insanları sürekli kandırma, korkutma ve kışkırtmaya dayanır.

– Peki kapitalistler “Laissez Faire” mi diyorlar ?.

Hayır. “Bırakınız yapsınlar” zihniyetine onlar da karşılar. Kapitalist ülkelerde de devlet var, ve devletin bürokratı vatandaşların kendisinden izin almadan herhangi birşey yapabilmesine razı değil. Sınırlarda sıkı gümrük koruma duvarları var. Bırakınız geçsinler (Laissez passer) kapitalist ülkelerde de asla izin verilmeyen Bir şey. Ekonomik regülasyonlar kimi ülkelerde çok sıkı, kimilerinde kısmen daha gevşek. Ama en gevşek olanlarında bile devletin ekonomideki ağırlığı tüm şiddetiyle hissediliyor.

– Komünist olmayan ülkelerde devlet şirketi yok mu?

Her ülkede devlet şirketleri var. Eskiden devletin yanı sıra bazı özel kişilerin de şirket sahibi olabilmesine “karma ekonomi” denirdi. Şimdi bunun bir anlamı kalmadı, çünkü kapitalist ülkelerde de sosyalist ülkelerde de artık devlet şirketlerinin yanısıra özel şirketler de mevcut.

– Peki bırakınız yapsınlar diyen kimse yok mu?

Var ama çok çok az bir kesim. Onlara “Liberal(özgürlükçü)” deniyor. Düşmanları, yani “”sakın bırakmayın, geçemesinler, tutun yapamasınlar ha..”” diyen kalabalık ve güçlü bir devletçi kesim var tüm ülkelerde. Ulusalcılar, milliyetçiler, vatanperver ümmetçi şeriatçiler, kapitalistler, sosyalistler, kuvvayı milliyeciler, ergenekoncular,.. say sayabildiğin kadar… Hepsi birbirinden farklı görünürler. Ama hepsi de “devletçidirler” ve tek ortak yönleri hepsinin de “bırakınız yapsınlar’a karşı” olmalarıdır.

– Neden karşılar ki?. Devlet bazı şeyleri serbest bırakırsa ne olur?

Şimdiki düzende çalışanların ürettiği her üç liralık faydanın(katma değerin) iki lirası devlet rantı olarak hiç üretmeyen bazı kesimler tarafından paylaşılıyor. Bütün kavga bu yüzden. Eğer devlet elini çekecek olsa bu rantın devletçi kesimler tarafından gerçek üreticinin ve tüketicinin elinden alınıp, üretime hiçbir katkısı olmayan tamamen tüketici kesimler tarafından paylaşılması oldukça güç bir hale gelecek. İnsanlar sadece ürettikleri kadarını yiyebilecek. Bu doğrudan veya dolaylı olarak devlet rantı yiyen (yemek isteyen) devletçi kesimlerin asla razı olmak istemeyecekleri bir durum..

– Liboş ne demek ?

“Liberal”sözcüğünün asıl anlamını bilmeyen cahil halka onu bir öcü olarak göstermek ve (godoş, nonoş) gibi aşağılayıcılık sağlamak üzere “kasıtlı olarak” bu işin toplum mühendisliği teknik ekipleri tarafından üretilerek piyasaya sürülmüş ve TDK öztürkişçesinde kayıt altına aldırılmış bir küfür sözcüğü. (“Ne olduğunu bilmesen de sadece kötü bişey olduğunu bil, o sana yeter” mantığı)

– Kapitalist devletçiliğin de sosyalist devletçiliğin de liberalizme karşı olduğunu söylüyorsun. Peki aralarında ne fark var?.

Aralarındaki tek fark “işadamı”(businessman) kavramı. Aslında temelde herşeye karar veren herikisinde de devlet olduğu için temelde bu çok da mühim bir fark da sayılmaz ama kapitalist sistemde “işadamı” sosyalist sistemdeki “bürokrata” göre çok daha büyük risk aldığından sonuçta daha yüksek bir performans göstermek zorunda oluyor. Çünkü kapitalist sistemde girişimci işadamı başarılı olamazsa tüm serveti gider, hayatı mahvolur. Sosyalist sistemde ise işi en kötü şekilde yöneten bir bürokrat üstelik terfi bile edebilir. Çünkü devlet şirketi asla batmaz.

– Niye batmıyor ?

İşadamı özel şirketiyle bir malı belirli kalitede olmak kaydıyla 5 liraya maledip 6 liraya satamazsa rekabet edemez, başarısız olur ve işi batar. Girişimcinin tüm sermayesi gider,.. hayatı mahvolur. Devlet şirketinde ise ayni mal 15 liraya mal edilip 4 liraya veya 44 liraya satılabilir. Devlet şirketi eğer 15 liraya malettiği malı 4 liraya satarsa bu “görev zararı” hanesine yazılır. Eğer 44 liraya satarsa “çok karlı” bir şirket olarak gururla ortalıkta dolanır. Tabii 44 liraya satabilmesi kamu “tekeli” olması sayesinde.

– Kamu özel sektörle rekabette yarışamaz mı?

Eğer ayni işkolunda hem özel sektör hem de devlet sektörü birlikte faaliyet göstermekte iseler o zaman regülasyonlar mutlaka devlete ciddi bir ticari ayrıcalık (imtiyaz) sağlayacak şekilde düzenlenmiştir. Yoksa kamu şirketi sürekli ve çok büyük ölçüde zarar eder.

– Nasıl mesela?

Mesela TRT’nin özel TV’lere göre kanal başına bütçesi neredeyse 30 katıdır ve bu bütçesinin ancak %5’ini faaliyet geliri olarak kazanabilir %95’ini ise halktan haraç olarak toplar. Özel kanal ise sadece faaliyet gelirleriyle geçinmek ve üstelik TRT’den farklı olarak brüt gelirinin net kazancı kadar olan bir payı kendisini sansürleyen RTÜK’e vermek zorunda.

Mesela belediye otobüsüyle halk otobüsünü karşılaştır… Halk otobüsü belediyeye sürekli ve yüksek oranlı bir haraç ödemek zorunda. Ayrıca polise ve devlete de haraç ödeyip yine de geçinebilecek kadar bir kazanç sağlaması gerekiyor.

– Peki o zaman devlet niye özelleştirme yapıyor?. Liberaller istedi diye mi?

Liberaller istedi diye yapar mı hiç?. Hele Türkiye’de liberal yok denecek kadar az. Oy potansiyeli %0.5’i bile bulmaz. Devletin aslında tek amacı halkın üretiminden olabildiğince yüksek bir pay almak ve halka hükmedebilmek. . Bunun için illaki bizzat tüm üretimin ve ticaretin başında durması gerekmez. Kendi payını yine de fazlasıyla alabilmek ve tüm kuralları kendisi koyan olarak kalmak kaydıyla üretimi işadamlarına bırakabilir. Kamusalcı kapitalist ülkelerde de sosyalist ülkelerde de bu yapılıyor. Bunun liberalleşme yolunda bir adım olduğunu söylemek mümkün değil.

– Özelleştirme olunca işçi çıkartılıyor, geri kalanların ücretleri düşürülüyor. Çalışanlar sömürülüyor, çok büyük zarar görüyorlar.

Aslında girişimci işadamı da devlet gibi kendi karını maksimize etmek ister. O da en az devlet kadar sömürgendir. Güvenilmezdir. Ancak şöyle bir durum var. Özel sektör işvereni piyasaya bağımlıdır. İhtiyacı olandan bir kişi bile fazla çalıştırmak istemez. İşçi lazımsa ilan verir. Bakar gelen insanlar kaç paraya çalışmaya razı. Eğer mesela ayda 500 liraya çalışmaya razı yeteri kadar adam bulabiliyorsa o ayda 550 vererek işe alır. (Çünkü işçiden gerekli verimi sağlayabilmesi için gereken tatmin durumunu da düşünmek zorunda). Bunun altında adam çalıştırması zaten mümkün değil çünkü bulamaz, fazlasını da vermeye kalsa rekabetçi bir üretimi gerçekleştiremez. O yüzden bu durumda piyasadaki aylık işçi ücreti 550 lira olarak kendiliğinden belirlenmiş olur.
Oysa devlette bu mekanizma çok daha farklı çalışır. Kamu rantlarının bizzat devşirilebildiği, rüşvet ve avanta fırsatları olan bir iş pozisyonu için devlet bedavaya dahi adam bulup çalıştırabilir. Öte yandan piyasası 500 lira olan iş için devlet 1500 lira ücret de verebilir. Olay tamamen siyasidir. Onun bacısı, bunun kayinçosu derken 5 işçinin yeteceği bir bakmışsınız 55 işçi yerleştirilmiş. Kamudaki tüm işler böyle yürütülür.

– Özelleştirme olunca milletin onca değerli malı kişilere / yandaşlara peşkeş çekilmiş olmuyor mu?

Peşkeş “armağan” demek. Eğer bir malı ihaleyle en yüksek bedeli ödeyen herhangi kişiye verirseniz bu satıştır. Alıcının kim olduğu hiç önemli değil, yeter ki herkes doğru bilgilendirilsin ve herkesin teklifte bulunma hakkı olsun.

– Ama ya çok ucuza giderse ?.

Bedavaya da gidebilir. Zararın neresinden dönülse kardır. Alman devletinin yaptığı özeleştirmelerde çok sayıda büyük şirket “1 DoyçeMark” bedelle elden çıkarıldı. Ekonomik ederi ile yükümlülüklerini birlikte tarttığınızda çoğu devasa kamu şirketi aslında 1 YTL bile etmez. Çünkü çoğu KİT sistem gereği zaman içinde sadece zarar üretebilir hale gelmişlerdir.

– Devletin onca arsası, binası Yer altı zenginlikleri nasıl oluyor da para etmiyor.

Yerli Lech Walesa Şemsi Denizer

Şu sıralar aklıma (NEDENSE ? ) sık sık Türk-İş eski Genel Sekreteri ve Genel Maden-İş Başkanı ‘Yerli Walesa’ lakaplı sendikacı Şemsi Denizer, gelmektedir. Bu kişi 89 baharında Zonguldak maden işçilerinin Büyük Yürüyüş’ü Mengen önderi olmuştu. Bunlar böyle binlerce kişi olup “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı!” sloganları ile Ankara’ya yürüdüklerinde Çankaya Köşkü panzerlerle korumaya alınıyordu. Medyadan, ergenekondan, bazı partilerden vb. aldıkları destekle inanılmaz büyük gürültü kopartıp devletin gırtlağına çökerek (zarar eden maden işletmelerinin zararının katlanarak artmasına yol açan) büyük tavizler koparttılar. Kendisi bu yürüyüşteki önderliğiyle sendika ağalığını kapar kapmaz kendisine bir Jaguar otomobil aldı. “Hayrola ?” diyenlere de “ne var yani işçi Jaguar’a binemez mi?” dedi. Denizer 98 ağustos’unda bir geceyarısı Zonguldak’taki evinin önünde pusuya düşürülerek eski koruması tarafından vuruldu. Yakından tanıdığı katiline, ‘‘Kaç para aldın?’’ diye bağıran Denizer, ruhsatlı silahı ile karşılık vermeye çalışırken, başına aldığı 6 diğer yerlerine aldığı 2 kurşunla olay yerinde can verdi.
Zonguldaktaki madenler ise devletin sırtında bir süre daha çok yüksek zarar eder halde kaldıktan sonra sonunda bedava gibi özelleştirildi. Sanırım işçiler “bize ver” deyip kendilerine aldılarsa da işletmeyi kara geçirip işçilere talep edilen meblağlarda ücretleri ödemeyi başaramadılar. Tekrar devlete vermeye çalıştılarsa da olmadı..

Bu olaylar bize şunu göstermelidir. Birşeyin değerini piyasadan bağımsız olarak belirlemeye çalışmak tarafların görünüşteki temsilcileri arasında “mafyöz” akçalı ilişkiler ortaya çıkartmakta. Devlete, vatandaşa veya bizzat haklarının korunması için mücadele verildiği iddia edilen işçilere sonuçta hiçbir yarar sağlamayıp, orta veya uzun vadede büyük bir yıkım getirmektedir. Önder olarak ortaya çıkartılan ve öne sürülen kişilerin asıl kimliği ise çok daha sonra ortaya çıkan olaylarla daha iyi anlaşılmaktadır.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.