Her köye bir Meryem Ana

Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | | Kasım 4, 2011 at 11:20 am

Bir şişe su alarak tepeye doğru yürüyorum. Yokuş dikleşirken sıcak da etkisini daha fazla göstermeye başlıyor. Virajlı ve dik yolda tepedeki üçgen yapının üzerinde Meryem Ana heykeli ortaya çıkıyor. Kubbe ise bir kiliseden. Ama hala uzakta görülüyorlar. Dik yokuşta 10-15 dakika daha yürüyünce her iki tarafı çiçeklendirilmiş yoldan deniz kenarındaki Saida manzarası görünüyor. Çiçekler rengarenk. Akdeniz’in tüm maviliği gözler önünde. Çok güzel bir yol. Yol Kilise ve bahçesine kadar renkli çiçeklerle donatılmış. Kubbeli kiliseye ulaşmadan önce bir mağaranın kilise yapıldığını görüyorum. Alçak tavanlı küçük bir mağara. Ürgüp peri bacalarındaki mağaraları andırıyor. Geniş bir kaya ile 2 bölüme ayrılmış mağaranın içi. Sağ tarafta loş elektrik ışığı ve mumların yarattığı loşlukta tahta sıralar ve plastik sandalyelerde oturarak dua eden insanları görüyorum. Sessizlik o kadar baskın ki içeride insanların varolduğunu düşünmek çok zor. Sessizce diğer tarafta, bir insanın dik olarak zor girebileceği boşluğa geçiyorum, bir haç ve Hz. İsa’nın resmi duruyor en dipte. İki bölgeyi ayıran kayada bir oyuk var. Burası kırmızı bir ışıkla aydınlatılmış. İçeride küçük bebeklerle “bekleyiş” tasvir edilmiş. Sidon’un Kutsal Kitapta adı geçen bir yer olduğunu öğreniyorum. Lübnan’da bulunan çeşitli kutsal sığınaklardan birindeyim. Bakire Meryem, Hz. İsa’nın bir işi için gittiği Sidon’a Yahudi olduğu için alınmadığından oğlu Hz. İsa’yı bu mağarada işlerini bitirene kadar beklemiş. Hz. İsa Sidon’a öğretmeye, bir kadının kızını iyileştirmeye ve de sık sık söylev vermeye gidermiş. Meryem Ana’nın beklediği bu alana “Our Lady of Mantara” yani bekleyen leydimiz adını vermişler. Mağaranın arkasına bir kilise, uzaktan gördüğüm kubbe ve yan tarafındaki parka da Meryem Ana heykeli yapmışlar, uzaktan gördüğüm üçgen. Meryem Ana bir sütunun üzerinde duruyor. Sütuna içeriden merdivenlerle tırmanmak mümkün. Yaklaşık 4 katlı bir sütun. En üste çıktığınızda dışarı çıkış var. Meryem Ana’nın çevresinde yürümek mümkün ancak yürüme yeri çok dar ve korkuluklar çok alçak olduğu için heykeli arkadan görerek iniyorum aşağıya. Sütunun ön tarafında bir oda yapılmış ve kilise haline getirilmiş. Yani mağarayı da sayarsak bu alanda 3 kilise mevcut. Kiliselerin arasında ise bir mezarlık var. Yeni yapılan kubbeli kilisenin kapısında bir oturan aslan heykeli var. Anıt Kabir’i hatırlatıyor oturuş şekliyle. İçeride ise bir duvar vitrayla kaplanmış ve kilisenin ışığı o taraftan giriyor. Vitrayın üst tarafında altın tozuyla yapılmış gibi parlayan bir pano bir uçtan bir uca uzanıyor: Son Yemek tablosu. Daha yapımı devam eden yeni kiliseden çıkmak üzere kapıya yöneldiğimde bağış kutusunu ve çevresindeki büyük plakaları görüyorum. 2 adet plakada isimler yazıyor. ABD’nin bazı şehirleri yazıyor kişi isimlerinin yanında. Her iki sütunun arasında ise rakamlar mevcut. 100,000 dolar, 10,000 dolar gibi. Kiliseye bağış yapanların listesi. Sıralama karışık yapılmış, 100,000 dolar bağışlayanın altında 5,000 rakamını onun da altında 70,000 rakamını görmek mümkün. Bağışın boyutuna göre bir ayırımcılık yapılmamış, ne güzel! Bağışların çoğu Amerika’dan.

Kapıdan çıkınca mağaranın yanında tuvalet ve kantini görüyorum. Kantinden bir kitapçık alıyorum burası ve diğer kutsal izlerle ilgili. Kantin girişinin yanında bir odada bir adam bilgisayarla bir şeyler yazıyor. Sonra kara cübbesi ve haşmetiyle bir Papaz giriyor odaya. 2 kadın Meryem Ana heykelinden buraya doğru yanlarında bulunan 5-6 yaşlarındaki çocukla rahibe doğru gidiyorlar. Rahip güleryüzle çocuğa uzatıyor boynundaki haçı. Çocuk hiç garipsemeden 2 eliyle tutup, büyümüş de küçülmüş edasıyla haçı öpüp geri veriyor papazın ellerine. Daha sonra 2 hanımla sohbete başlıyorlar. Kantine girip beraber oturarak devam ediyorlar sohbetlerine. Kantinin dışında bulunduğum yerin adını taşıyan bir levha görüyorum: Notre Dame de Mantara.

Parkta biraz oturuyorum dinlenmek için. Bir sigara içip inişe geçiyorum. Kıvrılarak aşağı inen dik yolda yürümek çıkmak kadar zor. Ama daha az yorucu. Etrafıma daha çok bakıyorum. Özellikle kamyonet tarzı araçlardan çıkan egzoz gazı kutsal ve doğal bir ortamdan inişe geçerek “medeniyet”e ulaşmamın habercisi oluyor.

Yolda yanından geçtiğim ve yokuşu çıkarken fark etmediğim 2 katlı bir binanın önünde birikmiş arabalardan biri bir gelin arabası olarak süslenmiş. Kapı kollarına da dantel koymuşlar. Evde bir hareket dikkati çekiyor. Devam ediyorum yoluma. Kavşaktaki kebapçıya yaklaşmak üzereyken bir araç geçiyor yanımdan geldiğim yöne doğru. İnanılmaz derecede bir su çıkıyor tekerleklerin altındaki 30-35 santimlik çukurdan. Saçlarıma kadar ıslanıyorum. Yerde kumlu gibi görünen su pantolonumda iz bırakmıyor. Sanırım tekerleğin geçmesiyle bulandı su. Araba 10 metre kadar sonra duruyor. Adamcağızın da bir suçu yok, ben de araba kullansam o kadarcık yerden bu kadar su çıkabileceğini düşünemezdim. Elimle selam veriyorum gülümseyerek. Yoluna devam ediyor. Tabii ben de.

Soluğu kebapçıda alıyorum. Şişleri gösteriyorum. Salata ister misin diyor. Siparişi hemen veriyorum. Tuvalete elimi yüzümü yıkamaya gidiyorum. Kapılardan hangisi bana ait anlayamıyorum. Her ikisinde de Arapça harfler var. Bekleyen çocuk yol gösteriyor.

Salata ve lavaş önce geliyor. Lübnan’da hemen her gün ekmek içi bir şeyler yemiş olduğumdan salataya saldırıyorum verilen plastik çatal bıçakla. Garsonun masama bıraktığı şişleri ancak salatam bitince fark edebiliyorum. Ayranımı da içerek koyuluyorum Saida yollarına.

HABIL BABIL

Saida’ya ulaştığımda sahilde yolun kara tarafında bulunan çay bahçelerinden birine giriyorum. Nargile istiyorum. Habl babıl diyor nargileye. Yanında bir de meyve suyu getiriyor. Masada zaten oturur oturmaz konan bir su şişesi mevcut. Nargileye bakıyorum. Ateşçi gelip körükleyecek mi diye bekliyorum ama gelen giden yok. Bir nefes çekip yakmak için vereceğim uğraşı düşünüyorum. Ama ilk nefesle birlikte gayet güzel ve hızlı bir şekilde yanmaya başlıyor nargile. Yumuşak içimli, 2 saat sonra bile acılaşmayan bir nargile. Getirdikleri meyve suyu karışık. Muz ve diğer bazı tropikal meyvelerden dolayı kıvamı çok yoğun. Bir yudum pipetle çekip ardından nargile çekince meyve suyunun aromatik kokusu nargileyle birleşiyor. Meyve aromalı nargile yerine meyveli nargile. Lübnan’ın yerel sigarası Cedars’ı da masanın üzerine koyuyorum. Cedars da yumuşak içimli bir sigara. Amerikan sigaralarının iki katı bir sürede tüketilebiliyor. Ancak dumanın gelişinde bir zorlanma yok. Herhalde tütün yavaş yanan bir özelliğe sahip. Bu konuda doğru bir karara varamıyorum. Özetle tütünleri güzel. Cedars bir şehir adı Lübnan’da. Sedir ağaçları meşhurmuş. Uçağın kuyruğunda yer alan ağaç resmini hatırlayınca ağaca verdikleri önem ortaya çıkıyor.

Mehmetlerin Sur şehrinden dönmesiyle akşam için buluşuyoruz. Hedef sahil yürüyüşü ve geçirdiğimiz günü birbirimize resimleri göstererek yaşatmak. Biraz atıştırma sonrası sahilde yürüyoruz güneye doğru. Yol ışıkları yanmıyor. Düne göre çok daha tenha buralar. Beyrut yönü daha aydınlık göründüğünden kuzeye doğru geri dönüyoruz. Yol kenarında çekirdek çitleyen az sayıda insan var. Daha önce Beyrut sahilinde de görmüş olduğum gibi kaldırımın kenarında kahve servisi yapan kamyonet tarzı arabalar ve daha büyük çoğunlukta da “tenhada öpüşen gençleri” taşıyan arabalar var. Tabii her yerdeki arabalar genç çiftleri taşımıyor. Bazı arabalarda 4 kişilik erkek muhabbetleri dönüyor. Bir yerlerden pembe panter film müziği geliyor. Beyaz bir dondurma arabası. Kaldırım kenarına park etmiş arabaların içlerine doğru bakarak dondurma soruyor. Dondurma arabasının direksiyonu sağ tarafta. Yani tam bu iş için özel tasarlanmış gibi. Park edecek bir boşluk bulduğunda sahilde yürüyüş yapan birkaç kişi çevreliyor arabayı. Dondurma kuyruğu oluşuyor. Ben de katılıyorum kuyruğa son kişi olarak. İçeride bir makine dondurma hazırlıyor. Tavanda damla damla siyah noktalar görüyorum kakaolu dondurma izleri. Nasıl oldu, diye soruyorum. Makinenin içine üstü açıkken çikolatayı atınca dönmekte olan aletten tavana sıçramış erimiş çikolata damlacıkları.

Tüm gün yapmış olduğumuz yürüyüşler ve daha önceki yürüyüşlerin yorgunluk izleri ortaya çıkıyor. İlk kez hepimizin ortak kararı ile çay bahçesinde oturup meyve suyu içmeye karar veriyoruz. Televizyonda her zamanki gibi maç var. Garson çocuk takımlarla ilgili birkaç yorum yaptıktan sonra meyve sularımızı getiriyor. Ben kilise yolculuğumun fotoğraflarını gösterip Sur şehri anılarını dinlemeye başlıyorum. Sur şehrinde yürürken 5 Türk astsubay ile karşılaşmışlar. İsrail sınırında görev yapıyorlarmış. Şehirde izin günlerinde sivil dolaşan tek ekipmiş Türk askerleri. Çevrenin çok ilgisi varmış askerlerimize. Birliklerine davet etmişler. Oralarda Türklerle karşılaştıklarına şaşırmışlar. Hemen ailelerine haber vereceklermiş: “Bakın bizim için endişe etmeyin, biz iyiyiz, buraya Türkiye’den turistler bile geliyor, endişe edecek bir şey yok.” Bu anları kaçırdığıma üzülüyorum. Kilise her zaman yerinde durur ancak 5 Türk askeri ile Lübnan’ın İsrail sınırında sohbet imkanı her zaman yakalanmaz. Ayrılırken Mehmetlere tekrar gelmelerini söylemişler. Türk Joy’lar nerede diye sorarsanız herkes birliğin yerini gösterir demişler.

25 Nisan 2010

Daha çok fazla gün geçmemiş olmasına rağmen tuttuğum notlarda tarih problemleri yaşamaya başladım. Günler ve tarihler içi içe geçmeye başladı. Zaman kavramı yok sanki. Günün, ayın ve yılın bir anlamı yok. Yıllarca saate bağlı olarak yoğun tempoda çalışan biri olarak bu davranış şekli ve yavaşlatılmış hayat bana değişik ama çok keyifli deneyimler yaşatıyor.

Kişi başı 15 dolarlık otel paramızı ödüyoruz. Katya’nın elektronik posta adresinin olmadığını öğrenince cep telefonunun numarasını daha sonraki rezervasyonlar için alarak Şam üzerinden Amman’a geçmek üzere Beyruyt’a doğru yola çıkıyoruz.

Saat onbir civarında bir taksicinin yardımı ile bu sefer buluyoruz otobüs garajını. Meğer bulamama sebebimiz hep etrafta aramamızmış. Oysa bir kavşağın alt tarafında ve geldiğimiz sırada sadece bir otobüsün olduğu bir garaj burası. Yolda taksici Türkiye’den geldiğimizi öğrenince sohbetimizi ilerletmek adına yavaş yavaş geliyor garaja. Her ay 3 – 4 kez Türkiye’ye geliyormuş bir zamanlar. En az 200 kez geçmişimdir diyor Türkiye’den. “Almanya’dan araba getirirdim Lübnan’a, ayda 3 araba” diyor. “Uçakla Almanya’ya döner tekrar bir araba alır kara yolu ile dönerdim. Türkiye’de transit vize alıyorduk. Ülkeniz çok büyük 72 saatte Edirne’den Suriye sınırına ulaşmam gerekiyordu, 1500 kilometre yolu geçmek zordu. Yol uzun. Bir de kaza yapma stresi var. Vize transit, kaza yapınca ne yapacağım?”

Bir hesap yapıyorum: Almanya Türkiye arası 2,5 -3 gün o devirde kara yolu ile. Türkiye’yi 2 günde geçse, etti 5 gün. 1 günü de Suriye üzerinden Lübnan’a geçişte gitse, 6 gün. Ayda 3-4 kez bu yolu yapıyor. 4 kez geçtiğinde hiç boş günü kalmıyor, ayın her günü yollarda. Neyse ki dönüşü uçakla. Her seferinde bir araba getirip satıyor ve uçakla Almanya’ya gidiyor, yeni araba için.

Taksicimiz Lübnan hakkında da bilgi veriyor. 4 milyonmuş Lübnan’ın nüfusu. 7 milyon Lübnanlı da Brezilya’da yaşıyormuş. Şaşırıyorum. Tekrar ettiriyorum. Brezilya’da 7 milyon Lübnanlı var diyor. Niye oradalar diyorum, Ticaret diyor. Niye Brezilya diyorum, söylediğini anlayamıyorum. Brezilya’da 7 milyon Lübnanlının olması etrafta en sık rastlanan bayrağın niye Brezilya bayrağı olduğunu açıklıyor. Bir de etrafta görülen zenginliğin sebebini: uluslar arası ticaret!

Havaalanında olduğu gibi otobüs garajında da otobüsler yerine taksiler bulunuyor etrafta. Otogara pek benzemiyor burası. Yol kenarında kalmış sıradan bir yer gibi. Amman’a otobüsün 15:40’ta olduğunu öğreniyoruz. Taksicilere gidip yol parası için pazarlık yapıyoruz. Kabul etmiyorlar. Bir adam yanaşıyor yanımıza. Antepli. Sanki taksi durağının müdürü gibi davranıyor diğer taksicilere. 120 dolar yerine 3 kişi için 80 dolar verebileceğimizi söylüyoruz. Birkaç taksiciyle konuşuyor. Kabul etmiyorlar. Bekleyin, diyor bize. Bir araba gösteriyor, beyaz bir Mercedes, diğer otogar taksileri gibi bakımlı. Bagajına çantalarımızı yerleştiriyoruz. Bir kişi için beklememizi söylüyor, bekliyoruz. Bir saat kadar sonra son yolcumuz da geliyor. Şoför ile birlikte 5 kişi çıkıyoruz Suriye sınırına doğru. Yolda Mehmet taksi ile gitmenin sınırda çok işe yaradığını söylüyor. Otobüsteki herkesin pasaport kontrolü uzun sürüyormuş. Ayrıca bir otobüs insan alışverişe dağılıyormuş. Taksiciler hızlandırıyormuş pasaport işlemlerini. Ne de olsa 2 kez sınırdan geçeceğiz. Lübnan’dan Suriye’ye geçerek Şam’dan sonra Ürdün’e giriş yapacağız.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.