ODTÜ 5 Mart 1971 Savaşı
Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | canakci | Ocak 25, 2011 at 1:49 pmBir öğrenci olayı şöyle anlatıyor;
4 mart Akşam saat 11.30 gibiydi sanırım ;
“Fruko’nun(toplum polisi) baskın yapacağı haber alınmıştır, Hazırlıklı olunması..”
şeklinde anons yapıldı.
Polis telsizinin dinlendiği, ayrıca teşkilattan ilişki kurulan kişilerden harekatın teyit edildiği biliniyor. Yani, yurtların basılmasının sürpriz etkisi veya sahiden “orada gizlenen teröristlerin yakalanması” amacına yönelik olarak planlanmış olması imkansız. Çünkü böyle bir endişesi olanların akşamdan istediği başka bir yere gitmesi oldukça kolaydı. Nitekim o yüzden kampüsü erkenden terkedenler de oldu. Devrimciler, anons sistemine bağladıkları “sabah oooolduuyaaandık, siperleere dayandık” şeklinde giden militer marşlarla bizi sabaha kadar uyutmadılar.
Sabah saat beş’e doğru(şafak vakti) gerçekten içinde özel üniforma giymiş yaklaşık otuzar polis taşıyan otobüslerinden 20-30 tanesinin gelmekte olduğunu gördük. Bunların gelmeye başlamasıyla devrimciler naralanarak “barikat kurulacak, sonuna kadar direnilecek” gibi talimatlamalarla tüm öğrencileri eylemin içine çekmeye çalıştılar. Barikat kurma işine katılanlar yurttaki öğrencilerin %5’inden fazla olmamasına karşın vakit o kadar fazlaydı ki dışarıdan içeriye bombalama yapmadan ya allah hamlesiyle içeri girmeyi imkansız hale getirecek şekilde zemin kattaki tüm kapı ve pencerelerin önlerine barikatlama yaptılar.
Güneşin ışımasıyla polisin arkasından cemselerle gelen jandarma birliklerinin polislerden sayıca kat kat fazla olduklarını, ve polislerin geri çekilerek cepheyi onlara bıraktığını gördük. Jandarma ancak pahalı savaş filmlerinde görülen bir hücum harekatındaki gibi yurtların tüm çevresini birkaç metre aralıkla siper almış binlerce askerlerle donatmıştı. Sabah 8 gibiydi ki Ardarda 5-10 el, ardından daha kalabalık miktarda silah sesi duyuldu. Binamızın çatısında büyük hareketlenme ve telaşlı koşuşmalar bağrışmalar olduğunu görünce ben de yukarı doğru gittim. En üst katta tavanda demir merdivenle çıkılan 60x60cm gibi boyutlarda bir delik var. Çatıya oradan çıkılıyor. Ben de merak saikiyle yukarı çıktım.
Silah atışları az önce durmuş…. Ama, Üstünde parka ayağında postal olan ancak daha lise çocuğu görünümlü bir genç yerde çırpınıyor(şimdi size anlatırken bile içim bir tuhaf oluyor…… Mermi kafatasının kenarından bir parça alıp gitmiş, saçıyla birlikte sarkan bir parça var…..Elini kafasına götürmüş anlaşılan, elinde beyin parçaları var. Şuuru yok, gözleri kaymış. Ama, arada bir çırpınma hareketi yapıyor. Etrafındakiler çıldırmış gibi. Bağıran, höyküren, talimatlar yağdıran. Üstümüzde uçuşan geçen polis ve jandarmaya ait üç helikoptere gel gel şeklinde işaretler yapıyorlar. Helikopter yaklaşıyor. Yaralıyı işaret ediyorlar. Çatı helikopterin inmesine uygun. Helikopter biraz daha yaklaşıyor. Pilotun telsizle konuştuğu görülüyor. Sonra helikopter uzaklaşıyor. Olayın üzerinden neredeyse yarım saat geçmiş olmasına karşın yaralıya hiçbir ilk yardım yapılmamış durumda ve yerde daha seyrekleşmiş olan çırpınmasına devam ediyor. Onu öyle bırakıp biz aşağıya iniyoruz, binanın dışına çıkıp öbür binanın önünde komutanlarla konuşan öğrenci yetkililerinin yanına gidiyoruz.
Olayın benim görmediğim bir önceki safhası bana şöyle anlatıldı;
Bizim binaya elinde megafonla bir komando subayı yaklaşıyor. Öğrencilerden “teslim olmalarını” istiyor. Öğrenciler slogan atıyorlar, koşullar söylüyorlar. Subay koşulsuz teslim olmalarını, kendisinin teslim almak üzere geleceğini söylüyor. Öğrenciler teslim olmayacaklarını, gelmemesini yaklaşmamasını söylüyorlar. O ise yürüyerek yaklaşmaya devam ediyor. Çatıdaki öğrencilerde tabancalar var. (belki toplam hepsi 6-7 tanedir.) Birkaç el ateş ediliyor. Tam isabet. Jandarma subayı yerde… Onun üzerine arkada siper almış keskin nişancı jandarmalar salvo atışa başlıyorlar. Ellerinde çok uzun menzilli güçlü mermileri olan M1’ler var. Sözünü ettiğim öğrenci o sırada vuruluyor. İlk vurulan jandarma subayına ateş edenlerden birisinin o olduğu söyleniyor. Gerçekten de ben gördüğümde yerde onun silahı olduğu söylenen bir tabanca vardı. Ancak bu ne derece doğrudur. Bilmek imkansız.
O tabanca ile o mesafeden subayı vuranın o çocuk olması bence imkansız. Ancak çocuğun en baştan beri bu işlerin içinde olan ekipten bir fedai devrimci olduğu da kesin. Çatı başka hiçbir öğrenci vurulmamış, ancak mermilerden biri de binanın öbür tarafında ve en az yarım kilometre uzakta olayı izlemeye gelmiş MTA’da çalışan bir ahçıyı buluyor. Yani binanın bir yönünden çatıya doğru ateş eden jandarmanın mermisi binayı aşıp öbür taraftaki adamı öldürüyor. Bunu da sonradan öğrendik.
Aşağıda kız yurdunun önünde, yurtların ortası sayılan meydanlık yerdeyiz. Jandarmanın yetkili komutanı (rütbesini anımsayamıyorum) öğrenci birliği başkanı Erhan’la konuşuyor. Jandarmaya teslim olduğumuz, istediği aramayı yapmasını, yanlız beşinci bloğun üstünde bulunan yaralımızın vakit kaybetmeden alınıp hastaneye götürülmesini söylüyor. Ancak teslim olan sadece beşinci blok ve kız yurdu. Diğer bloklar direnişi sürdürmek arzusunda. Helikopterin yaralıyı alması sakıncalıymış,… inen helikopteri kaçırarak kaçmak isteyecek teroristler olabilirmiş aramızda. Komutan “tüm blokların koşulsuz teslimini, yaralının da indirilip yanlarına getirilmesini” istiyor. Çok güç olmasına karşın öğrenci indirilmek isteniyor, ama bu arada da öldüğü haberi geliyor. Komutanın tüm tersliğine karşın öğrenci teslimden yana.
Ancak, sorun şu ki bizde emir komuta zinciri yok. Bizim başkomutan Erhan diğer bloklara teslim olmalarını istediğini iletmesine karşın onlardan (özellikle ikinci bloktan) “”ölene kadar direniş”” naraları geliyor.
Üzerinden geçen 30 küsur yıl içinde bu konuyu defalarca düşünme fırsatım oldu. Ondan sonra olan olayları tümüyle jandarmanın basiretsizliğine vermekten başka hiçbir açıklamasını bulamıyorum.
Çünkü, Jandarma komutanı arkasını dönüp gidiyor, bize de binalarımıza girmemizi söylüyor. Ben ve bazı arkadaşlar kız yurduna giriyoruz. Giriş katında olan kantin açılıyor. Çoğunluk bacılarımızdan oluşan en az 20-25 kişiyiz.. Çay demlenmiş içiyoruz. Hiçbir endişemiz yok… Birden silah sesleri gelmeye başlıyor….
Bulunduğumuz zemin kat kantinin iki yönü tümüyle açık pencere. Mermiler ardarda bulunduğumuz yere girmeye başlıyor. Çok güçlü mermiler yakından atıldığı için çarptığı yerde durmuyor. Geri dönüp bir yere, bir yere daha vuruyor. kimimizin dizine kimimizin omuzuna giriyor.
Herhangi bir duvarın arkasında siper almış olmanın faydası olmadığı anlaşılınca en devrimcilerimiz başta olmak üzere daha korunaklı görünen tuvaletlerin içine doğru sürünerek kaçıyorlar. Normal zamanda kahramanlıktan mangalda kül bırakmayan arkadaşlarımız “can bahası” durumunda daha korunaklı yeri kapmak için bacılarımızı itebiliyorlar, hüngür hüngür ağlayabiliyorlar.
Bu iş bize yıllarca uzun gibi gelen bir yarım saat kırkbeş dakika kadar sürüyor. Her an bir sonraki mermi veya şarapnelin münasip bir yerimize girme ihtimali olan duruma ilk beş on dakikadan sonra alışıyoruz. Hatta sürünmeden ayağa kalkıp az önce kurşun geçen güzergahtan yürüyüp yaralı arkadaşın yanına gidebiliyoruz. Artık tam iyice alıştığımız bir zamanda bitiyor (ölü yok).
Daha sonra çeşitli yerlerde 20-30 arası sayılar verilen yaralıların 4-5 tanesi bizim oradan çıktı. Bana şaşırtıcı gelen ateş kesildikten 5-10 dakika sonra kız yurdunun yukarı kartlarından inen iki kızın durumu. Birisi kendi indi, bayıldı. Diğeri ise birkaç kişi tarafından çırpınması zor zaptedilerek indirildi. Ben yaralı sandım, ama ikisi de yaralı değildi. Şoka girmişlerdi. Daha sonra ikisinin de iyileşmediğini, okuldan ayrıldıklarını duydum.
Kızlardan biri, arkadaşlarının anlattıklarına göre ranzada uzanmakta imiş, mermiler beklemediği bir anda gelmeye başlıyor. Yattığı ranzanın demirinin içinden geçiyor, beton duvara çarpıp geri dönüyor yanında bir yere saplanıyor. Üstüne düşen tozlardan vurulduğunu sanmış.. kendini yere atıyor. Odaya bir mermi daha girince atış seslerinin kesilmesini beklemeye başlıyor. Beklemesi çok uzun sürdüğü için de çıldırıyor.
Bizi teslim alan jandarma tek sıra olup stadyuma doğru yürümemizi istedi. Yurtlarda kalan ikibin kadar öğrenci hepimiz tek sıra olup açıkhava stadyumuna dolduk. Akşamüstü bir saatte yine tek sıra halde çıkmamız emredildi. 10-15 kişilik yengeç gibi bir grup insanın arasından geçiriliyoruz (tip testi). Bunlar sivil polisler imiş.
Aramızdan 300-400 tanesini kendi kafalarına göre elebaşı olarak tanıyıp ayıklıyorlar. Söylendiğine göre bunlar nezarete alınıp 3-4 gün dayak yiyorlar. Aralarından bazıları hakkında dava açılıp daha uzun süre tutuklu kalıyor. Tutuklananlar arasında Deniz Gezmiş gibi herhangi nedenle aranan hiçkimse yok.
Biz geçiyoruz. Kapalı spor salonuna yürütüyorlar. Bu salon tam kapasite 400 kişilik. Kızlı oğlanlı bunun en az 4 katı insan oraya doldurulduğunuzda içerisi nefes alınamaz bir hale geliyor. Mesela hücre hapsine atılsanız en az birkaç metrekare alan sizin olur. Burada ise her birimize adam başı sadece ayakta durabilecek kadar yer düşüyor. Ancak, kızlar öncelikli olarak boşaltıldığından az da olsa bir rahatlama var.
Erkek öğrenciler olarak o gece, ve ertesi geceyi orada o halde geçiriyoruz. Bu kadar kişiye ucuz, pratik ama etkili bir işkence metodu bul deseler bir SS subayına mesela, bu kadar dahiyane bir buluş aklına gelmezdi sanırım. Birkaç gün daha orada kalsaydık eğer hiç gaz masrafı bile olmadan kendi gazımızla ölebilir, türk icadı gaz odası kurbanları olarak tarihe geçebilirdik.
Bereket üçünü günün akşam üstüsünde hepimizi birer savcının karşısına çıkardılar(sivil giyimli askeri savcılardı sanırım) Daha sonra farklı saatlerde(kimimiz gece yarısı) Kızılay meydanına bırakıldık. İçimizde yurtlardan ayrıldığı sırada pijamalı olduğu için üçüncü günün sonunda da pijamalı olarak bırakılan bile varmış (ben şahsen görmedim).
Gazetelere haber şöyle geçti: ODTÜ’ye Jandarma saldırısı. 70 saat süren çatışmada 1 öğrenci, 1 komando ve 1 aşçı öldü, 6 asker ve 20 öğrenci yaralandı.
ODTÜ ağustos 1971, (Savaş sonrası öğrenci yurtlarına dönüş)
Sonunda yurtlara dönmemize izin çıktığını(gazetelerden) öğrendikten sonra Ankara’nın yolunu tuttuk.
Kızılay’dan servise bindiğimizde pub’ın eski işletmecisi ile karşılaştım. Kendisi bana inanılmaz gelen şeyler anlattı. Yurtlar bölgesinde taş taş üstünde kalmamıştı.
Birkaç gün önce orada kalan eşyalarını alabilmek için gitmiş. Eşya dediği şey pasta, koka kola gibi sarf malzemeleri değil… “koltuklar, elektrikli portakal sıkma, semaver”” gibi o zaman için oldukça pahalı yığınla cihaz ve malzeme.
Pub işletmecisi dükkanına ulaşabildiğinde işe yarar hemen hemen hiçbirşey kalmadığını görmüş. Kırılmamış parçalanmamış olan herşey götürülmüş. Kırıklar dışında sağlam tabak, çatal dahil hiçbirşey kalmamış. Bir asker bulup komutana çıkmak istediğini söylemiş. Karşısına çıktığı komutan önce onu dikkatle dinlemiş. sonra,
“”Sen şimdi “Türk askerinin hırsızlık yaptığını mı söylemek istiyorsun. zzzttt. Yıkıl karşımdan gözüm görmesin” demiş…
Sonunda yurtlar bölgesine vardık. Uzaktan görülen durum ürkütücü. Binalar sıvanıyor.. delik deşik. Özellikle en baştan beri içindekiler açısından savaşa hiç katılmamış(silahsız sivil ve savunmasız durumda olan) “kız yurdu” nun mübalağasız söylüyorum her her 15cm’ine bir M1 mermisi deliği düşüyor.
Bu mermiler gerçekten çok güçlüdür. Duvardan geçtikten sonra içerde birkaç tur atmadan durmaz. Acaba nasıl bir psikolojik duygu, nasıl bir emirdir ki, bacılarımızın kaldığı binaya karşı Türk askerine bunları yaptırabilir? Bu nasıl bir öfkedir, nasıl bir hınçtır ki tam 110bin küsur mermi yaktırır??.
Odalarda eşyalara bakıyorum. öğrencinin nesi olur?. Bezen iki dolarlık bir gömleği olur yeni almıştır ve o onun için çok değerldir. Ama yerlerde… Belki birisi dipciğini temizlemiş veya tuvalet kağıdı olarak kulanmış. Kitapları olur yok parasıyla satın aldığı ithal Mc Graw Hill, ortasından bölünmüş, sayfaları paralanmış. kitaptan ne istediniz ki???.. daha hali vakti yerinde olanların Aristo SlideRule, kalkülatör(o zaman yüzlerce dolar böyle şeyler), fotoğraf makinesi, radyo, teypi olur. Onlar yok tabii.. hepsi ayaklanıp gitmişler.. hiçbiri kalmamış (belli ki birilerine savaş ganimeti olmuş).
Cüzdanı olur, parası olur kantinden birşey alacak.. Cüzdan var yerde, içi boşşş. Yapar mı türk askeri böyle şeyler? bence yapmaz.. Peki tüm bunları kim yaptı ki?
40 yıl sonra olaya geri dönüp bakınca akla gelenler
Tüm bu değişiklikler neleri etkiledi, kim ne kazandı kim ne kaybetti deyince, olayı solcular veya ODTÜ ya da ODTÜ’lüler kaybetti olarak görmüyorum.. Tüm olay 12 Mart için hazırlık imiş meğer.. Sivilliği batırma harekatı imiş.. O tarihten sonra Türkiye olarak direksiyonumuz değişti.. Tüm türkiye olarak hepimiz kaybettik.. Hem de epey… Dünyadaki yarı özgür ülkeler insan hakları sıralamasındaki yerimiz 5-10 ülke daha geriye düştü. Militarist rejimli ülkeler arasına girdik. HDI(İnsani gelişmişlik endeksi) katsayımız her sene birkaç ülke daha geri gitti. Yunanistan’ın bile 65 ülke gerisine düştük….
Üniversite kapatıldı ve uzun süre kapalı kaldı. Açıldığında artık herşey tümüyle değişmişti. Jandarma kampüse bir daha çıkmamak üzere yerleşti. Başörtülüsünden mini eteklisine kızlarla, parkalı bıyıklısından uzun saçlısına türlü çeşitli oğlanların çimler üzerinde sere serpe oturduğu üniversite gitmiş yerine kışla disipliniyle yönetilen bir medrese nizamı gelmişti.
Savaş öncesinde avrupadan öğrencilerin dahi öğrenim için gelebildiği yüksek akreditasyon notuna sahip Uluslararası nitelikte bir üniversite iken bu tamamen yıkıldı. Nitelikli yabancı ve yerli hocalar ayrıldı. Öğrenci kulüpleri kapatıldı. Kulüplerin sportif, teknolojik, sanatsal, sosyal faaliyetleri için ayrılan bütçeler sıfırlandı. YÖK kuruldu. Üniversite jandarma kontrolunda çeşitli görevlerle yerleştirilen sivil polisler, mit elemanları ve o tarz müstahdem ve öğretim görevlileri ile dolduruldu.
Kafeteryadaki ucuz ve kaliteli yemek imkanı gitti yerine pahalı ve kötü olanları geldi. Yurt ücretleri, harçlar, kitap fiyatları anormal arttırıldı. Bugün 40 yıl sonra türkiyedeki üniversite öğrencilerinin şikayet ettikleri her ne varsa temeli o sene atılmıştır… Çağdaş batı üniveristelerindeki düzeyde olan sivil akademik ve sosyal özgürlükler tamamen yok edilmiş, kampus bir askeri rejimin uzantısı haline getirilmiştir.
Bugün Türkiye’nin üniversitelerinde şikayet edilen her ne varsa o gün bizde kesinlikle hiçbiri yoktu. Üniversiteler polisin ve jandarmanın giremediği özerk mekanlar idi. Stanford’da Yale’de Harvard’da bir ders nasıl verilir hangi kitaplarla nasıl okutulursa bizde de öyle idi. Yurt ve yemek ücretleri ucuz idi. Öğrencinin maddi sorunları yoktu. (Yurt ücreti 30TL = ~ 50YTL . 4 kap tabldot 5YTL gibi idi)
Başörtülü kız da oturunca külotu görünen mini etekli(o seneler çıkmış moda olmuştu) kızlar da ayni çimlerde oturur sohbet ederdi. Türban sorunu yoktu. 5-6 bin öğrenci bulunan üniversitede başörtülü en fazla 20 kıza karşın mini etekli belki bin tane kız olurdu.
Çok sayıda yabancı öğrenci içinde avrupa ülkelerinden gelenler de epey vardı. Laboratuvarlar her türlü teknik malzeme ile para bol idi. Türkiye’nin en büyük kütüphanesi bizdeydi. Türkiye’nin en büyük bilgisayarı(yanılmıyorsam IBM 360) yaklaşık 4 milyon dolar bedel ile üniversitemize alınmıştı. Üniversitenin sadece para verdiği hiçbir denetim yapmadığı yaklaşık 30 kadar öğrenci kulübümüz bulunmaktaydı(bisiklet, kik, satranç, resim, fotoğraf v.b.). Rektörümüz Kemal Kurdaş’ın pazar günü yurt odamıza gelip bizi uyandırdığını ve bizi ağaç dikmeye (ağaç bayramı) götürdüğünü hatırlıyorum.
Kampuse girip çıkarken olsun kampüs içinde olsun hiçbir kayıt ve kontrola tabi olmadan özgürce dolaşabiliyorduk. Evrak işlemleri dışında asla kimlik sorulmazdı. Tabii ki bu üniversiteden olmayan yabancılar da özgürce girip dolaşabilirdi. Bugüne kıyasla cenneteki kadar özgürdük. Global nitelikli iyi bir eğitim imkanına bedavadan sahiptik. (Bunları okuyan bu günkü öğrencilerin gıpta ile hayıflanacaklarını düşünüyorum.)
CENNETİN FETHİ
“Sosyalist fikir Kulübü”, Fikir Kulüpleri Federasyonu” gibi isimler altında örgütlenen solculuk bu sivil özgürlük cennetinde bir yaban çiçeği gibi açtı ve serpildi.
Sürekli birşeylerden şikayet ediyorlar, kaba kuvvet kullanmak dahil her türlü yolla “özgürlüklerin kötüye kullanılması”nın en aşırı örneklerini veriyorlardı. Öğrenci birliği seçimlerini (şaibeli yöntemlerle) kazandıktan sonra sürekli “Boykot”, “Forum” gibi yöntemlerle ön planda olmaya çalıştılar. İlk başlarda sürü psikolojisi içinde bunları destekler konumda görünen öğrenci iki yıl içinde bunlardan tümüyle soğudu. 70 yılına gelindiğinde karşılarında güçlü bir direniş buldular. Her türlü kaba kuvvet ve hile yöntemlerine rağmen öğrenci seçimlerini kazanamadılar, kaybettiler. Buna rağmen sanki tüm öğrenci arkalarındaymış gibi giriştikleri boykot ve işgal eylemlerinin sonunda iş “5 Mart 1971 savaşı” gününe kadar geldi.
Şimdi üzerinden bunca yıl geçtikten sonra düşünüyorum da;
Bu Savaş züccaciye dükkanında çıkan yangına itfaiyeci olarak Fil’in çağrılması gibi olmuştur. Üzerinde daha fazla düşününce ve tüm olanları gözden geçirince şunları sormadan edemiyorum;
— Gençlerin sürekli etrafında dolaşıp onları örgütleyen, silahlanmasını sağlayan, cesaretlendiren, militer eylemliliğe teşvik eden ve onlara taktik veren olgun yaştaki insanlar kimlerdi?. Yaptıkları ayrıntılı bir ergenekon (sivil destabilizasyon) planın parçaları mı idi?
— Bu gençler kampüs içinde açıkça silahlı şekilde dolaşmaya başladıklarında kampüsün kendi güvenliğini sağlaması niye engellendi. Rektörlüğün kampüs nizamiyesi ile merkez arasındaki irtibatı için tek çaresi olan ve ancak genelkurmay izniyle edinilebilen basit bir telsiz cihazını elde etmesi niye engellendi?. Bu yöndeki ısrarlı başvurusu niye her seferinde geri çevrildi?. Yine ayni şekilde genelkurmay izni gerektiren silahlı güvenlik birimleri kurulması talebi niye reddedildi?.
— Basit önlemlerle giderilebilecek militer öğrenci taşkınlıklarının giderek tırmanması neden tercih edildi?. Öğrenci kisvesiyle kampüste dolaşan (hepsi toplam birkaç yüz kişiyi geçmeyen sayıdaki üstelik öğrenci kamuoyunun çoğunluğunun da hiç sempati duymadığı) zorbaların kampüsü kaba kuvvetle işgal etmeleri nasıl mümkün olabildi?. İşgal gerçekleştikten sonra dahi yine oldukça basit önlemlerle tasfiye edilebilecek iken çok büyük bir azgınlık düzeyine tırmandırılması nasıl sağlandı?.
— Olayların üzerine bir ordu gönderilmesi saçmalığını kim önerdi, kim onayladı?. Nasıl gerçekleşebildi?. Bir ülkenin kendi askeri kendi (birkaç militan hariç tümüyle silahsız olan) üniversite gençliğinin üzerinde 110 küsur bin mermi nasıl yakılabilir?. Hiç silah atılmadan öğrencinin oradan boşaltılıp binaların aranması kolayca sağlanabilecek iken bir fütuhat (yağma dahil) madrabazlığının sergilenmesine nasıl izin verildi?..
— Acaba tüm bu şovun daha derin başka bir amacı mı vardı?. (Tüm kundaklama eylemi yangına Fil’i itfaiyeci olarak göreve çağırmak isteyenler ya da bizzat filin kendisi tarafından yönetilmiş olmasın??… “”Herkes gider Mersine, biz gideriz tersine””” hesabı tüm dünyanın otoriterliğe karşı bir başkaldırı dönemi olarak hatırladığı 68′ bizde neden tam tersine “bürokrasinin ve otoriterliğin restorasyonu ve yeniden ihyası” yönünde bir milat olmuştur ki?. Biz acaba dünyadan farklı bir uzayda mı yaşıyoruz?)
Olayın perde arkasına ilişkin aşağıdaki bilgiler basında yer aldı;
4 Mart 1971’de kaçırılan 4 Amerikalıyı aramak için Ankara İl Jandarma Alayı, Nevşehir Jandarma Komando Taburu ve Ankara Toplum Polisi ODTÜ’yü sardı. Saat 04:00 sıralarında üniversitenin bulunduğu geniş arazi zırhlı birlikler ve tepeden tırnağa silahlı 4000’e yakın asker tarafından kordon altına alındı. 2 helikopter ve 5 keşif uçağı aralıksız ODTÜ üzerinde uçtu. Saat 04:30’da 2. yurda gelen ODTÜ Rektörü Erdal İnönü ve İl Jandarma Alay Komutanı ile ODTÜ-Öğrenci Birliği Başkanı ve ODTÜ-SFK (Sosyalist Fikir Klübü) yöneticisi görüştüler. Öğrenciler arananların yurtlarda olmadıklarını, askeri birliklerin arama yapabileceğini ama polisi üniversiteye sokmayacaklarını bildirdiler. Albay devletin pazarlık yapamayacağını söyledi.
Saat 05:45’de öğrenciler ve güvenlik kuvvetleri arasında çatışma başladı. 2. Yurtta yaralıların sayısı yirmiyi geçmişti. Saat 06:30 civarında bir öğrenci temsilcisi, elleri havada yurttan çıktığında üzerine ateş açıldıysa da, Albay Öztoprak’ın megafonla müdahalesi ile kafeterya kavşağına gelebildi. Yapılan görüşmede arama konusunda anlaşmaya varıldı. 2. Yurttaki yaralı öğrenciler hastaneye nakledildi ama 6. Yurt çatısında ağır yaralı olarak kalan Şener Erdal’ın alınması için helikopter yollanması istemi, “helikopterin ele geçirilip, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kaçacağı” gerekçesiyle reddedildi ve Şener Erdal kurtarılamadı.
Saat 13:30 civarında aramaya polisleri de sokmak için güvenlik kuvvetleri yurtlara 20 dakika boyunca ateş açtılar ve tüm yurtlar derhal boşaltılmazsa havan ateşi açılacağını megafonla bildirdiler. Yurtları terkeden öğrenciler jandarma kordunu altında stadyuma ve spor salonuna dolduruldular ve yurtların aranmasına başlandı. Yurtlarda yapılan aramalarda söylentilerin aksine, hiçbir askeri malzeme bulunamadığı gibi, kaçırılan Amerikalılar da orada değillerdi.
Stadyumda toplanan öğrencilerin arasından seçilenler şehirdeki toplum polisi karargahına nakledildiler. Orada 2 gün süren dayak faslından sonra mahkemeye çıkarılan 50 kadar öğrenci tutuklandı. Bunlardan 10’u Dev-Genç davasında Anayasayı ihlale teşebbüsten 4 yıl iki ay ceza aldılar. Olay kamuoyuna yansıtılırken öğrencilere ait silahlar olarak gösterilen ODTÜ’nün bekçilerine ait 15 av tüfeği, sonradan mahkeme tarafından üniversiteye iade edildi.
SBF ve Hacettepe Üniversitesi öğrencileri yaptıkları forumlarda ODTÜ’de meydana gelen olayı protesto ettiler. Hacettepe’de olaylar nedeniyle bir günlük yas kararı alındı. İzmir’de 500 kadar öğrenci ODTÜ’deki olayları protesto etmek için Ankara yolunu birbuçuk saat kapattı. Gazi Eğitim öğrencileri ise olaydan sonra Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a yıldırım telgraf çekerek olayların engellenmesini istediler.
7 Mart 1971’de çıkan olaylar nedeniyle üniversitenin bütün kesimlerinde geniş çapta aramaya devam edildi.
Prof. Dr. Ekrem Göksu ODTÜ Mütevelli Heyeti Başkanının dönemin Başbakanı Nihat Erimle yaptığı görüşmeden “… olay 5 Mart 1971 ODTÜ olaylarından hemen hemen bir ay sonra, 2 Nisan 1971 günü saat 18.30’da Başbakanlık makamında Sayın Nihat Erim’in yanında cereyan etti. Sayın Erim o gün Millet Meclisi ve Senato’da Hükümet programını okumuş, güven oyu istemişti. Meclisten makamına döndüğü zaman ben odasında bekliyordum. Mütevelli Heyeti Başkanını görmek istediği için Hususi Kalem Müdürü bir gün önce Trabzon’a telefon edip beni çağırtmıştı.
Sayın Erim’i önceden tanıdığım ve saydığım için çok açık konuştuk ve aramızda şöyle bir konuşma geçti:
– ODTÜ kapanmıştır. (Olaylar nedeniyle askeri kordon altında idi, kimse içeri alınmıyordu. Mütevelli Heyeti Milli Eğitim Bakanlığında toplanıyordu.) Üniversitenin tekrar açılmasını istemiyorlar.
– Kimdir ODTÜ’nün tekrar açılmasını istemeyenler?
– Askerler.
– Peki ne yapmamızı istiyorsunuz?
– Mütevelli Heyeti olarak gerekli kararı almalısınız.
– Nihat Bey, biliyorsunuz, Mütevelli Heyeti’nin ODTÜ’yü kapatma yetkisi yoktur. Hiç kimse de kapatamaz. Ancak kanun çıkarıp kapatabilirsiniz. Nitekim 1960 ihtilalinde de özel iki maddelik bir kanun çıkarılmış ve Mütevelli Heyeti görevden alınmıştır. Aynı yol yine açıktır. Biz Mütevelli Heyeti olarak üniversiteyi kapatmak değil tam aksine yürütmekle yükümlüyüz. Nitekim ortalık biraz durulsun, üniversitede öğretimi tekrar başlatacağız.
– Benim görevim sizi uyarmaktır. Nasıl uygun görüyorsanız öyle yapınız.
Başbakanla yaptığım bu konuşmadan sonra, Mütevelli Heyetini o hafta sonu topladım. Başbakanla yaptığım konuşma oy birliğiyle tasvip gördü, ilk fırsatta da tatil olunan öğretimin başlatılması kararlaştırıldı.
Bu arada üniversiteye asker bir rektör bulma zorunluluğu belirdi; çünkü kimse Rektör olmak istemiyordu. Rektörlük makamı boş kaldıkça da üniversitede icraat yapılamayacaktı. Asker Rektör aramaya çıktık. Bu arada Cumhurbaşkanı Sayın Sunay ile konuştum, kendisinden de namzet göstermesini diledim. Genel Sekreter Sayın Alpan kanalıyla birkaç ad elde ettim ve teker teker hepsini ziyaret ettim. Rektörlük görevini kabul eden bir generalin adı üzerinde durunca, Başbakan’ın da onayını alayım dedim, asker kesimi tamamdı, sivil kesimin de evet demesi gerekirdi. Sayın Erim bu adaya olmaz dedi, listedeki bir başka ad üzerinde durdu. Bu emekli general teklifi evvela red, sonra kabul etti; tarafların muvaffakatı alınınca Mütevelli Heyeti toplanıp Sayın General Erensü’yü rektör tayin etti. Mütevelli Heyeti Mayıs’ın 11. günü Cumartesi akşamı bir otelde toplanıp, üniversiteyi 27 Haziran’da açacağını ilan etti. Bu toplantı sonunda Mütevelli Heyeti Başkanlığından istifa edip, Sayın Armaoğlu’nu seçtik ve derhal İstanbul’a döndüm.”
10 Mart’ta, Mütevelli Heyeti, Akademik Konseyi lağvetti. Gerekçe olarak da Konseyin politik davranışlarda bulunduğunu ileri sürdü. Heyet ayrıca tahkikat sonuçlanıncaya kadar üniversiteyi güvenlik kuvvetlerinin emrine teslim etti.
Kararın açıklanmasından sonra Rektör Erdal İnönü görevinden istifa etti.
11 Mart günü, Mütevelli Heyeti, Akademik Konseyin görevine son verince, Akademik Konsey üyeleri, Fakülte Dekanları, Bölüm Başkanları ve öğretim üyeleri yaptıkları basın toplantısında Mütevelli Heyetinin Akademik Konseyi feshetmesini kanun dışı olarak nitelediler, ve bu hareketin “Orta Doğu Teknik Üniversitesini ortadan kaldırmayı amaçlayan düşüncenin başlangıcı olduğunu” iddia ettiler. Bu açıklamalar birçok üniversite ve kuruluş tarafından desteklendi.
18 Mart 1971 tarihinden sonra, ODTÜ Mütevelli Heyeti, onlarca Rektör yardımcısı, Dekan, öğretim üyesinin ve asistanın sözleşmelerini feshetti. Yargılanmalar öğretim üyelerine de yansıdı.
5 Mart 1971 den beri kapalı olan ODTÜ, 26 Temmuz 1971 tarihinde açıldı. Rektör Şefik Erensü bir bildiri yayınlayarak, öğrencilerin “ideolojik çatışmalarda piyon olmaktan kaçınmalarını ” istedi.
1971 Nihat Erim hükümetinin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı “Atilla Karosmanoğlu, bakanlığı bıraktı.. Hoca olmak istedi. 1972’de ODTÜ’ye başvurdu. Fakülte akademik kurulu, dekan ve Erdal İnönü’nün yerine rektör olan emekli general Şefik Erensü, Karaosmanoğlu için olumlu görüş bildirdi. Ama çoğu Demirel döneminde atanan Fahir Armaoğlu, Osman Bozok, Vecdi Diker, Aziz Ergin, Ekrem Göksu, Ahmet Kılıçbay ve Akif Tuncel’den oluşan mütevelli heyeti başvuruyu oybirliği ile reddetti. Bunun üzerine Rektör Erensü görevinden istifa etti”.