Lübnan – Beyrut / 2
Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | Gokhan | Haziran 2, 2011 at 10:19 amYaya bölgesinin girişi 2-3 silahlı askerle kesilmiş. Bir de bariyer var. Ne de olsa Parlamento olmalı bir yerlerde, güvenlik önemli olmalı diyorum kendi kendime.
Bana bakıp yaya yoluna girmeme bir şey demiyorlar. İçerisi farklı ülkelerden geldikleri belli olan insanlarla dolu. Hiç biri Araba benzemiyor. Yaya bölgesi büyük bir alan. Saat kulesi çevresinde oturulacak kafeler ve restoranlar var. İnsanlar çok zengin görünümlü. Binalar sarı renkli bir taşla yapılmış. Tüm binalar aynı şekilde. Yaya yolunun denize yakın olan aşağı tarafından çıktığımda yoldan geçen arabaların büyük çoğunun cip olduğunu fark ediyorum. Ancak arazi cipleri yerine lüks şehir ciplerinden. Ayrıca İstanbul’da hiç görmediğim arabalar var etrafta. Arabaları kullananların çoğu bayan.Yaya bölgesine gerip bir su alıyorum bakkaldan. Bakkalı bulmak çok kolay olmadı. Ama içerideki adam iyi İngilizce konuşuyor. Yöresel bir sigara almak istediğimi söylüyorum. “Cedars” adlı bir sigara veriyor. Güzel, yumuşak ve çok geç biten bir sigara. İçinde Amerikan sigaralarına oranla daha az kimyasal madde içeriyormuş. Bana para hakkında da bilgi veriyor. 1500 liralarının 1 dolar ettiğini söylüyor. Yani 1000 liraları (en küçük kağıt paraları) bizim 1 liramız. Hesap yapmak çok kolaylaşıyor bundan sonra. At üç sıfır, Lübnan Lirası Olsun Türk Lirası.
Yollarda telefonlar var. Bir yerden telefon kartı bulursam buraya ulaştığım haber verebilirim memlekete. Telekomünikasyon Merkezi yazılı bir bina var. Askerler duruyor kapısında. Aralarından geçiyorum bir şey demiyorlar. İçeride bir adam duvar dibinde sigara içiyor. Başka da kimse yok. Telefon kartı, diyorum. Postane yanda diyor. Gidiyorum postaneye. Birkaç kişi var çalışan. Birine gidiyorum. Telefon kartı, diyorum. Cep telefonu için kart varmış. Telefon kulübeleri için kart Telekomünikasyon Merkezinde diyor. Tekrar geçmek zorunda kalıyorum askerlerin arasından. Sigarasını bitirmiş duvar dibindeki adam. Üzerime doğru geliyor. Meğer kapıya gidiyormuş. Bir arkadaşını karşılıyor kapıda Arapça konuşuyorlar bir süre. Pardon, diyorum. Telefon kartı var mı?, diyorum kapının önünde duran telefonu göstererek. 10 LL var mı diyor. Dolarım var diyorum. Yüzü asılıyor. İçeri geç diyor. Gösterdiği boş koridorda ilerliyorum. Solda bir oda var, sigara dumanı çıkıyor kapısından. Sormak için girerken 3 asker görüyorum içeride. Birinin üzerinde kamuflaj yerine fanila var. Ama silahı belinde. Daha ileri gitmemi işaret ediyor. Issız koridorda ilerlerken bir avluya çıkıyorum aniden. Solda masa başında bir adam sigarasını içiyor. Biraz ilerisinde bir kadın somurtuk bir şekilde masasının başında oturuyor. Telefon kartı, diyorum bir kez daha. Karşı tarafta kimsenin oturmadığı açık bir bilgisayar bulunan masayı işaret ediyor bulunduğu bankonun ardından. Gösterdiği yere giderken sağ tarafta genç bir kadın daha görüyorum. Bilgisayarı bana dönük. Gelinlik çeşitlerine bakıyor bilgisayarında. İleride bir masa daha var. Herkes boş boş otururken 5 dakika kadar bekliyorum açık bilgisayarlı masanın başında. Bir kadın giriyor 40 yaşlarında biraz önce avluya giriş yaptığım koridordan içeri. Tamam diyorum, telefon kartım geliyor. Yanımdan geçerken “Ne istemiştiniz?” diyor. Yaşasın mutlu son geliyor telefon kartı için. Telefon kartı, diyorum. Tamam burası diyor ve geçiyor en uçtaki kapıya yakın masasına ve başlıyor oturma mesaisine. Gelinlik bakan kız dolabını açıyor, tamam diyorum, kart verecek bana. İçinden bir paket bisküvi çıkarıyor. 40 yaşlarındaki kadına bir tane vererek bir tane de kendi için alıp paketi yerine kaldırıyor, gözlerini ekrandan ayırmadan. Sanırım 10 dakika daha geçiyor. Düşünün 3 kişi sigara içerek havalara bakıyor, bir kişi gelinliklere, ve ben de ayakta bekliyorum. Avlunun dışında fanilalı asker gözüküyor, alaycı ve sevecen arası bir gülüşle bana doğru bakarak. Telefon etmekten vaz geçiyorum ve dışarı çıkıyorum. Parlamento Meydanına baktığımda bir Avrupa ülkesinden farkı yok diye düşündüğümü hatırlayarak hafifçe gülüyorum kendi kendime.
Hafif bir yağmur başlıyor. Saat kulesinin yanındaki kafelerde oturup beklemeye karar veriyorum arkadaşlarımı. Yağmurdan da korunmuş olurum. Gelir gelmez hasta olmamak lazım ne de olsa. Ben daha kuleye ulaşma imkanı bulamadan yağmur duruyor.
Kuleye doğru yavaş adımlarla ilerlerken mavi renkli bir cami görünüyor kulenin arkasından. Mavisi çok çekici görünüyor. Minarelerinin arasından daha alt seviyelerde bir haç gözüme çarpıyor. Sadece İstanbul’da olduğunu düşündüğümüz cami ve kilise yan yanalığına burada da rastlıyorum. Mavi kubbeli caminin yanı başında onun kadar haşmetli durmasa da ayrıntılarıyla önemli bir kilise olduğunu düşündüren kilise sırt sırta vermiş kendi inananlarını bekliyor meydanda. Hemen aralarında aşağı doğru bakıldığında antik bir kent kalıntısı bulunuyor. Sütunlar ve taş kalıntılarının bulunduğu alanda çalışmalar devam ediyor.
Gözüme oturmak için bir kafe kestirmeye çalışırken daha önce meydana giriş yaptığım alandan arkadaşlarımın aşağıya doğru geldiğini görüyorum. Saate bakıyorum. 15.30. Demek ki erken gelmişler. Seviniyorum arkadaşlarımı gördüğüme. Onlar da beni fark edince gülümsemeyle bana doğru ilerliyorlar. Mehmet yanıma gelir gelmez “Saat kulesinin altında karşılaşma anının resmini çekelim” diyerek fotoğraf makinesini çıkarıyor çantasından. Fotoğraf çekiyoruz. Sanki çok doğal bir şekilde Taksim Meydanında birbirimizle karşılaşmış gibi hissediyoruz kendimizi.
Yolculuklarımız kaba hatlarıyla konuşulduktan sonra otel bulmak için yola koyuluyoruz. Yağmur tekrar başlıyor. Ancak bu kez daha güçlü. On dakika dayanabiliyoruz ve bir sundurmanın altına sığınıyoruz. Ayşe yolda konakladıkları Suriye’de tanıştığı turistlerden birkaç otel adı öğrenmiş. Sundurmada yağmurdan korunmakta olan diğer 2 kişiye bu otellerin yerini sormaya çalışıyoruz. Genç ve öğrenci olduğu elindeki ders kitaplarından belli olan çocuk söylediklerimizi anlamadığını belli eden işaretler yapıyor. Otel kelimesi demek ki buralarda pek bilinmiyor. “Funduk” diyor Ayşe. Arapça otel demek olduğunu düşünüyorum. Ama sonuç değişmiyor. Takım elbiseli ve sigara içmekte olan diğer adamı işaret ederek ona sormamızı istiyor. Soruyoruz. Sonuç hafif bir baş sallaması. Özetle güler yüzlü olsalar da yardımsever olmayan Lübnanlılara soru sormak çok zor, cevap ise neredeyse imkansız. Daha sonradan öğreneceğimiz gibi birçok ana caddeyi bile tarif edemiyorlar. Bir istisna hariç.
Otobüs garajının çevresinde olduğunu öğrendiğimiz bir otel soru sorduğumuz 40-50 yaşlarında ritmik yürüyüşlü kadın heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Otobüs garajını anladığında bize “Ne yapacaksınız garajı, otobüsünüz mü var? Otobüsünüz ile mi geldiniz?” diyor. Ayrıldıktan sonra gülüşüyoruz kadının heyecanına. Aslında otobüsle gelme fikri de hiç fena sayılmazdı.
Yürüyerek ülkeleri gezdikleri için “kaplumbağa” adının takıldığını öğreniyorum bizim gibi turistlere. Kaplumbağalar için hizmet veren 2 oteli yağmurun hafiflemesiyle buluyoruz. Birbirine çok yakın olan bu oteller dolu olduklarını söylüyorlar. Oteller tarife göre otobüs garajına 50 metre uzaklıkta. Ancak çevrede garaja benzer bir şey göremedik (çevreye değil de aşağıya bakmamız gerektiğini dönüş yolumuzda öğrenecektik). Otelden sorumlu olan kişi bulunduğumuz bölgedeki diğer 2-3 otelin de dolu olduklarını, Hamra bölgesine gitmemiz gerektiğini söylüyor. Harita üzerinde Hamra’yı arama çabalarımız çok sonuç vermiyor. İçimizden gelen bir yöne doğru yürümeye başlıyoruz. Aklıma aldığım kitap geliyor: “Suriye ve Lübnan”, bir tür turist rehberi. Oradaki haritada Hamra caddesi diye bir yer var, ancak şimdi nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Sorarak “Bağdat’ı” aramaya devam ediyoruz.
Ve bulduk bir saate yakın süre yürüdükten sonra Hamra’yı. İstanbul’un Nişantaşı’nı andıran bir cadde Hamra. Cadde üzerindeki oteller üç dört yıldızlı. Yani pek bize göre değil. Ara sokaklarda bir otel görüyoruz. Otel Moonlight. Girişi idare edecek gibi görünüyor ama pahalı olma olasılığı yüksek. Girişteki deri koltukta oturuyor otel sahibi olduğunu düşündüğümüz kişi. Sahibi İngilizce, Fransızca bildiğini söylüyor. İngilizce anlaşıyoruz. Odalar hiç parlak görünmese de çantalarımızla yürümekten yorulduğumuz için bu geceyi burada geçirmeye karar veriyoruz. Başka yer bulmanın güçlüğünü de göz önünde tutunca Ayşe’nin yapmış olduğu pazarlık sonrası 25 dolara 2 kişilik odalardan 2 adet tutuyoruz. Banyolar girilecek gibi olmasa da, odanın içinde. Bir tür harabe turu yapıyormuş gibi hissediyorum. “Ve işte burası da 50 yıl önceki savaşta az hasar almış bir tuvalet örneği, o günden bu güne hiçbir tarafına dokunmadan sakladık.” Tuvalet odanın dışında olsa odanın havası daha farklı olurdu diye geçiriyorum içimden.
Bir metrekare de olsa bir balkonum var odamda. Plastik bir de sandalyede koymuşlar. Mehmet’lerle akşam yemeği aramak ve Korniş adı verilen sahili gezmek için buluşmamıza yarım saat var. Balkonda oturuyorum bu sürede. Karşımda terk edilmiş bir bina var 3 katlı. 2. katında geniş ve üstü açık bir balkonu var. Otelin sokağı bir arabanın geçebileceğinden biraz daha büyük. Yanımızda ve karşıdaki yıkık binanın yanında, karşılıklı 2 adet kafe var. Gökyüzünde ise yarımay. Otelin buradaki görüntüden adını almış olabileceğini hiç sanmıyorum çünkü gökyüzü çok ufak bir aralıktan görülüyor. Ay, bu aralıktan ancak 1-2 saat ışığını ulaştırabilir dar sokağa.
Akşam yürüyüşe çıktığımızda başka otellere de fiyat sorduk. Pahalı bir bölgede kaldığımızı iyice anlıyoruz fiyatları öğrendikten sonra. Korniş için yönümüzü belirlediğimizde aniden hızlı bir yağmur başlıyor. Çok fazla ilerleyemeden ufak bir fırın benzeri yere bir şeyler yemek için girdik. Tuzlu hamur işleri çok fazla. Mehmet’le beraber 2 çay istedik. Sıcak su eşliğinde sallama poşetlerimiz geldi. Çaylarının tadı genelde bize uymadığı için sallama çay verdiklerini söylüyor Mehmet. Yani sallama çaya sevinmem gerekiyormuş. Seviniyorum. Dükkan sahibi Türkiye’den geldiğimizi öğrenince hepimize üçgen böreklerden ikram ediyor. İçinde ekşi bir ıspanak var. Mehmet’in söylediğine göre ekşilik limon tuzu benzeri bir maddeden kaynaklanıyormuş. Hemen her şeye ekliyorlarmış bunu. Çok küçük birşey de olsa bitirmemiz zor oluyor. Bir daha ıspanaklı birşey yememeğe karar veriyorum, sevdiğim ıspanaktan soğumamak için.
Korniş denen yer gece aynen İzmir’in Kordon’u gibi. Bu sahil iç bölgelerden daha modern görünümlü. Oteller ışıl ışıl ve bazıları 20-30 katlı. Karşı yaka ise çok ışıltılı, en az 35,5 kadar. Bu sahilde ne kadar yürüdük bilmiyorum. Yolda termos ile satılan kahvelerden içtim. Küçük plastik bir bardakta satılıyor. Çay bir sorun olsa da kahveden yana bir sıkıntım olmayacağını düşünüyorum şimdilik. Kahve acı ve sertti. Sahilden yürüyerek Parlamento Meydanının civarına gelmişiz. Beyrut’un adı geçen gece hayatı sanırım saat kulesinin civarında. Akşamın ileri bir saati olsa da kule çevresi cıvıl cıvıl. Restoran kafelerden canlı müzik sesleri geliyor. Çevredeki bahçelerde insanlar yemek sonrası nargilelerini tüttürüp geniş meyve tabaklarının çevresinde sohbet ediyorlar. Çevredekilerin hemen tümü Avrupalı turistler. Bir tatlıcı görüyorum. İçerideki baklava benzeri tatlılar çok çekici görünüyor. Görüntüye aldanarak karışık bir tabak hazırlatıyorum. Daha ilk parçayı yerken içim şekerden kıyılıyor.
Dönüş yoluna geçiyoruz. Meydanın dışında normal hayata geri döndük. Hamra’ya kadar çok fazla insanla karşılaşmıyoruz. Ancak epey yürüdükten sonra hareketli bir yer daha görüyoruz. Lübnanlı gençlerin geldiği açık büfe sandviç hazırlayan 2 dükkan var yan yana. Açık büfe epey zengin. Biftek ve karides çarpıyor gözüme. Salata bölümü de var. Diğerlerinin ne olduğunu anlamıyorum. Ama görüntüleri güzel. Ayşe uzunca bir süre salata tabağı hazırlatmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Gençlerin arasından geçerek yolumuza devam ediyoruz.
Hamra caddesi de hareketli. Nişantaşı benzeri demiştim bu caddeye ancak evlerin camlarında ışıklar yanınca görüntüye gün ışığında çok dikkat etmediğimi anladım. Parlamento Meydanı cevresi gibi yıkık ev çok bulunmasa da (en azından ana caddede delik deşik veya yıkık bir ev görmedim) perdeler derme çatma. Aynı camda bile farklı renkte çarşaflar asılı perde yerine. Araç trafiği gece yarısını geçmiş olmamıza rağmen devam ediyor. Cip sahipleri hala dolduruyor caddeyi. Ciplere küçük araba gibi davranıyor insanlar. Dev araçlarla frene basmadan hızla dönüyorlar yan yollara. Cip sahiplerinin nerede oturduklarını merak ediyorum. En düzgün yer olan Parlamento Meydanı iş yerleriyle kaplı. Dışında ise hemen görüntü değişiyor. Buraya gelene kadar da geçtiğimiz yerler banka binaları ve resmi yerlerle doluydu. Acaba cip sadece statü göstergesi mi? Evler çok önemli değil mi buralarda? Arabalarına bakıp zengin diye düşündüğüm insanlara evlerine bakıp fakir diyorum. Zenginlik ve fakirlik iç içe geçmiş gibi. Benzin ülkemizdeki fiyatlara yakın. Yani benzin faturaları yüksek olmalı. Ancak mesafeler çok uzak değil. Tüm ülke bir uçtan bir uca sahil yoluyla 200 km civarında. Yine bir kişiye bakıp Müslüman ya da Hıristiyan demek de zor. Sanki herkes farklı bir din mensubu gibi. Zaten çok fazla sayıda dini görüşün bulunduğu bilinen bir ülke Lübnan.
Dar sokağımızdaki 2 kafe daha önce hiç tahmin edemeyeceğim şekilde çok kalabalık ve gürültülü. Alkol duvarı aşılmış gibi. Ancak daha önce de dikkatimi çektiği üzere yollardaki kedilere yemek veriyorlar. Kediler de besili besili dolaşıyor etrafta. Odama çekilince aşağıdan gelen seslerle uyumaya çalışıyorum. Kaç saat dönüp durduğumu hatırlamıyorum.