Lübnan – Beyrut / 3
Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | Gokhan | Temmuz 11, 2011 at 7:45 pmHİZBULLAH BÖLGESİ VE DİĞER BÖLGELER
Sabah çok da yorgunluk hissetmez bir şekilde uyanıyorum. Gün ışımış, etraf aydınlık. Tek tük korna sesleri geliyor ana caddeden. Mehmet’lerle saat 9,30 da buluşacağız. O saate kadar bir çay ya da kahve içerim. Saat 8 olmadan önce hazırlanmış bir şekilde çıkıyorum odadan. 2 kat aşağı inip otel çıkışına ilerliyorum. Cam kapı kilitli. Etrafta birilerini arıyorum. Çıt yok. Resepsiyona geri dönüyorum, ama içerisi boş. Asansör ve merdivenlerin yan tarafında bir televizyon var. Küçük ve eski tip televizyonlardan. Üzeri tozlanmış. Televizyon burada ise çevresinde oturacak bir yerler olmalı diyerek bakınıyorum diğer taraftaki karanlık koridora. Herhangi bir yer görünmüyor. Diğer tarafta ise bir boşluk var. Apartmanlar arasında kalmış bir boşluk. Üzeri çeşitli paçavralarla kaplanmış. Bir çatı edasıyla kaplıyor boşluğun üst tarafını yırtık çarşaflar. Boşlukta ise plastik sarı bidonlar var. Oturacak ya da yatacak bir yere benzemiyor. Balkona geri dönüyorum çıkış ümidimi kaybederek. Saat 9 da tekrar deniyorum çıkmayı. Yerden poşet içinde lavaşları alan otel sahibi açıyor kapıyı. Günaydınlaşıp uzaklaşıyorum otelden. Hamra caddesinde bir kafede güne kahve ile başlıyorum. Vakit gelince Mehmet ile Ayşe’nin kapılarını çalıyorum. Çıkıyoruz hep birlikte otelden.
Bugün 23 Nisan ve neşe doluyor insan. Etraftakiler ise sabahın bu saatinde de neşeli görünmüyor. Mehmet’le bayramlaşıyoruz ve hep beraber koyuluyoruz yollara.
Hama ve Parlamento Meydanı gibi turistlere yönelik yerler dışında her tarafta askerlere rastlamak mümkün. Tekli ve ikili şekilde sık aralıklarla bekliyorlar. 2-3 sokakta bir zırhlı araçlar bekliyor. Top taşımıyorlar, ama ağır bir makineli silah başında bekliyor bir asker. Genellikle cep telefonlarını karıştırıyorlar beklerken. Şehirdeki bu güvenlik önlemlerinin olası bir İsrail saldırısı olduğunu düşünüyorum. Ama Mehmet o olasılığın yanında buradaki halkın da birçok gruba ayrılmış olduğunu söylüyor. Ana grup olarak yer alanlar Hıristiyan ve Müslümanlar. Ayrıca bu dini bölünme haricinde de değişik mahalleler var. Ermeni mahallesi gibi. O nedenle askerler sık aralıklarla bekliyorlar şehri. Dışa karşı çok da etkili bir ordu değilmiş Lübnan ordusu. 2000’li yıllarda İsrail Hizbullah’ı aramak için ülkeye giriş yaptığında karşı koymamış. Zaten askerlerin kararlı bir duruşları yok. İşte dur dediler duruyorum edasındalar. Türk askerine nöbet tut diyeceksin de şehirde yaka paça açık gezecek ve oturduğu yerde nöbeti sırasında cep telefonunu kurcalayacak. “Kararlı Türk Ordusu” tanımlamasının ne anlama geldiğini de tersini görerek öğrenmiş oldum. Halbuki sadece övgü için kullanılan bir tanım olarak düşünüyordum bu terimi. Lübnan askerinin bir diğer görevi de sanırım turizm rehberliği yapmak. Kısıtlı olanaklarla anlaşma imkanına ve bilmediğimiz yerleri gösteremeseler de güler yüzle yaklaşıyorlar yabancı turistlere. Yol sorduğumuz üç askerlik bir grup anlamamalarına rağmen nereden olduğumuzu soruyorlar. Türkiye deyince “Murat Alemdar” olduğunu zar zor anladığım bir şeyler söylüyorlar. Mehmet yetişiyor imdadıma. Arapçada P harfi olmadığı ve zor söylendiği için Polat’ı Murat yapmışlar, diyor. Kurtlar vadisinin bu bölgelerde çok sevildiğini söylüyor.
Bugün Müslüman mahallelerini görmek için tepelere doğru yürüyeceğiz. 1990’ların sonlarında biten İsrail savaşının izleri her yerde görülüyor. Hemen hemen 2 binadan biri yıkık ya da üzerinde top mermisi izi taşıyor. Ayrıca bu yıkık binalarda şarapnel ya da ağır makineli tüfeklerin neden olduğu hasarlar da mevcut. Duvarlar elek gibi, delik deşik. Daha önce gördüğümüz yeni yapılanmaya başlamış Beyrut’un tersine yerleşim yerleri daha eski. Bir tepeye doğru uzanan bir yoldan tırmanmaya başlıyoruz. Yokuşun başında her iki tarafında Hizbullah tarafından yerleştirilmiş siyah uyarı bayrağı olan ve bir kişinin resminin bulunduğu bir geçit oluşturulmuş. Burası sınırmış. Kızılderililerin ormanları kafatasıyla ya da çeşitli kemiklerle işaretleyerek sınırlarını belirlemeleri gibi burada da siyah bayraklar Hizbullah bölgesine girişimizi haber veriyor bize. Buralarda da resmi yerlerin önünde ve sokak aralarında askerler duruyor. Ama daha az sıklıkta. İç taraflara ilerliyoruz. Ara sokaklarda pazarcı teyzeler yerde bağdaş kurup oturarak maydanoz, nane gibi otlardan satıyorlar. Bir demet maydanoz alıyoruz. Oldukça iri yaprakları var.
Arada, bir el arabasında kahve içiyorum. Araba el arabası ama tesisat tam. Kömür ateşi var ocakta. Bakır bir cezvede Türk kahvesi yapıyor satıcı bana. Bardağımı alarak devam ediyoruz yola. Sokaklar biraz eski de olsa evler diğer taraflara göre daha sağlam görünüyor. Kaybolacak kadar çok yol bulamadık. Bir tepeden aşağı doğru indiğimizi ve aşağıda Parlamento Meydanının olduğunu gördüğümde çok sevinmedim. Çünkü daha yürümeye başlayalı 2 saati bulmamıştı ki sol tarafta gördüğüm inanılır gibi değildi.
Parlamento Meydanı hafifçe aşağımızda dururken sağ tarafımızda mezarlık vardı. Yüksek bir duvarla çevrili bir mezarlık. İnanılmaz olan ise duvardan hayat bulmuş bir ağaç. Kökleri duvarı çevrelemiş. Kendisi ise duvardan çıkarak yukarı doğru bir sütun gibi uzamış. Yeşil yaprakları duvarın boyunu geçtikten sonra ortaya çıkmış. Duvarın diğer tarafından bakan bir kişi bu ağacı normal bir ağaç sanabilir. Ancak bu taraftan görülen, bu güne kadar gördüğüm en güzel görüntülerden biri. Kaç fotoğrafını çektim bilmiyorum. Ama görüntülerin buradaki etkileyiciliği verebileceğini sanmıyorum. O nedenle mümkün olduğu kadar çok kalıyorum yanında. Arkadaşlarım iyice görünmez olunca ağaçla vedalaşıp inmeye başlıyorum yokuşu.
Döndük dolaştık, meydana tekrar ulaştık. Bu sefer sahil tarafına yürüyelim diyoruz. Hem de otobüs garajını bulur Amman’a kalkacak otobüslerin saatini öğreniriz diyoruz. Ama yine terminali göremeden geçip gidiyoruz bir yerlere doğru.
Bir caddeden karşıya geçince Ermeni mahallesine ulaşıyoruz. Her dükkanın ön tarafında, vitrinde görülecek şekilde “1915’i unutma” ilanları asılı. 1915’in 95. yılı. Sanki yeterince bölünmemişiz gibi, biraz daha bölünmenin yarattığı huzursuzlukla bakıyorum 95. yıl ilanlarına. İnsanlardan çekinmiyorum. Görünüş ve davranışları rahatsız etmiyor. Sanki biri getirip bu ilanları asman lazım demiş, onlar da ilanları asmışlar gibi bir hava var etrafta. Ermeni mahallesinin bittiğini anladığımız kavşakta bir sirk kurulu.
Ermeni mahallesi sonrasında sanayi mahallesine girdik sanırım. Ama ne sanayi. Her yer göz alabildiğine tamirci dükkanlarıyla dolu. Denize 200 metre içeriden paralel giden caddede yol boyunca araba tamiri yapılıyor. Lüks arabalara, özel servisler yerine buralarda bakım yapılıyor ya da tamir ediliyor. E, o kadar çok araba görünce bu kadar çok dükkanın olmasını garip karşılamamalıyım.
Denize ulaşmak çabasıyla yönümüzü denize çeviriyoruz. Aslında denize yakın bir yol daha var ama o tam şehirlerarası yol görünümünde. Sanayiden sıkılınca o yolda yürümeyi göze alıyoruz. Kaldırımları var ancak etrafta deniz de dahil hiçbir şey yok. Deniz ile yol arasında vaktiyle fabrika oldukları belli olan yıkıntılar var. Şehre dönmeye karar veriyoruz. Mehmet ile Ayşe maydanozlarını şişe sularıyla yıkayarak yemeğe başlıyorlar. Bir yaprak da ben alıyorum.
Dönüş yolunda denize ulaşamadan otobanın bir yerinde sıkışıyoruz. Geri dönsek çok uzak görünüyor geldiğimiz yerler. Kaldırım var ama bitiyor ve doğrudan doğruya otoban oluyor kaldırım. Yaya yolu yok. Ne yapacağımızı düşünürken kornalar arasında “servis” adı verilen bir otobüs duruyor önümüzde. Korna cümbüşü ile atladık otobüse nereye gittiğinin önemi olmadan. Elbet denizin bir kenarından geçecekti.
Ama olmadı. Şehrin içerlerine doğru ilerledik. Ermeni mahallesinden farklı bir yola döndü. Güzel bir şehir turu oldu. Epey sonra bir meydanda indirdi, son durak olduğunu belirterek. “Cola” imiş geldiğimiz yerin adı. Otobüsten hevesimizi alamamış olacağız ki Cola adı verilen meydandan bir minibüse atlıyoruz, Saida bağırışları arasında. Yoldan müşteri toplayan adama Ayşe “Sidon” diye soruyor. Muavin evet diyor, Sidon, Saida. “Orayı görmek istiyordu Ayşe” diyor Mehmet.