Men-i Müskirat ve Prohibition
Tarihte Neler Oldu | canakci | Eylül 4, 2011 at 10:59 amMüskirat kutsal kitapta “şarap” olarak geçen ve yasaklanan ancak daha sonra anlam genişlemesine uğrayarak “yenilmesi ve içilmesi sarhoşluk veren her türlü şeyleri” genel olarak tanımlayan arapça kavram.
Men-i müskirat her türlü alkollü içkinin üretim, satış ve tüketiminin yakalanıp cezalandırılması ve engellenmesi anlamında. .
Dinen yasaklanan ve menedilmesi emredilen bu şeylerin fiilen yasalarla da men edilmesi bizde ilk olarak 14 Eylül 1920’de tam da Kurtuluş Savaşının en kritik günlerinde olmuş. Kuşkusuz ki o sıralarda bu yasanın ele alınışının kaynağında ABD’de ayni konudaki bir anayasa değişikliğinin (16 ocak 1919) gerçekleşmiş olması yatıyor.
Aslında ABD dünyadaki özgürlükçülüğün kalesidir ve anayasası bireyin (başkasına zarar vermeyen) her türlü hareketinde özgür kalmasını öngörür. Ama işte “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” deniyor ya, Mississipi gibi eski köleci eyaletlerin devletlileri başta olmak üzere bu konuda sürekli bastırıyorlar. İngilizcedeki “prohibition” sözcüğü daha genel anlamda her türlü yasaklama anlamında olmakla birlikte kendi başına kullanıldığında 1919-1933 arasında süren bu “alkol yasağı” dönemini akla getirmektedir. Bizdeki men-i müskirat yasası aynen ABD’de o dönemde sözkonusu olan yasal uygulamayı örnek almıştır.
Millîci güçlere karşı, Anadolu’nun farklı bölgelerinde iç ayaklanmaların birbirini izlediği en kritik günlerde, (1920’nin mayıs ayında başlayıp aralıklı olarak süren görüşmelerle 14 Eylül’de ve sadece bir oy farkla) yasalaşan kanun teklifi, Birinci Meclis’in gündeminde önemli bir yer teşkil etmişti. ‘Men-i Müskirat Kanunu’, ülke genelinde içki yapımını, satışını ve tüketimini yasaklıyor; aksi davrananlar için, “Dayak, hapis ve para cezası” olmak üzere, çeşitli yaptırımlar öngörüyordu.
İçki yasağı konusunda Meclis’e ilk yasa teklifini meclis’teki muhalif grupta yer alan ve daha sonraları, Mustafa Kemal Paşa’nın muhafızı Topal Osman tarafından öldürülecek olan Ali Şükrü Bey yapmış. Teklif şöyle;
“Dinimizce tahrim edilmiş (haram kılınmış) olan sarhoş edici içkilerin halkımız arasında kullanılıp gidişinden dolayı doğan fenalıkların haddi hesabı yoktur. Halbuki, kendi dinleri men etmediği halde, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti, hususî bir kanun ile, milletini bu beladan kurtarmıştır. Biz de Amerika’dan ibret alıp, onu örnek edinmeliyiz. Bunun için de, Osmanlı memleketlerinde her türlü içkilerin yapılmasını, ithalini, satılmasını ve kullanılmasını kat’î surette men etmeliyiz. Bu memnuiyeti (yasağı) dinlemeyip müskirat (içki) yapanlar, satanlar veya içenler görülürse, bunları derhal yakalayıp haddi şer’î ile (şeriata göre, verilen ceza, 80 değnek vurulması idi) veyahut ağır para cezası ile cezalandırmalıyız.”
Ali Şükrü Bey’in teklifi Meclis’in özellikle muhafazakâr kesimi arasında büyük taraftar topladı. Daha sonra Çorum Milletvekili Haşim Bey ve Bolu Milletvekili Nuri Bey de aynı konuda birer yasa teklifi verdiler. Teklifler, birleştirilerek görüşülmek üzere, kurulan komisyonlara havale edildi. Ali Şükrü Bey ve Nuri Bey, içkinin toptan yasaklanmasını isterken, Çorum Milletvekili Haşim Bey teklifinde gayrimüslimlerin yasa kapsamına girmemesini, yoksa yasanın Devletler Hukuku’na aykırı olacağını belirtiyor, bunun yanı sıra, o yıllarda alkollü içkiler inhisarını (tekelini) elinde bulunduran Düyûnu Umumîye yetkilileriyle de bu konuda bir görüşme yapılmasını istiyordu.
Teklifi inceleyen Adalet Komisyonu, olağanüstü şartlardan doğan Meclis’in görevinin, olağanüstü şartlarla sınırlı olduğunu vurgulayarak, konunun daha sonra ele alınması gerektiğini öne sürdü.
Sağlık Komisyonu, yasanın kabul edilmesini isterken, bir de ek öneri getirdi: Suçu ikinci kez işleyenlerin, Belediye Temizlik İşleri’nde 2-10 gün süreyle çalıştırılması da karara bağlanmalıydı. Ayrıca Sağlık Komisyonu, bu suçu işleyenlerin devlet memuru olmaları halinde, memuriyetten atılmalarını da savunuyordu.
Şer’iye Komisyonu ise, yasanın içeriğini tümüyle değiştiren 9 maddelik yeni bir yasa taslağı öneriyordu.
Maliye Komisyonu’nun raporunda ise, Düyûnu Umumî’ye gelirleri arasında bulunan içki vergisinin dış borçlara karşılık, devletçe taahhüt edildiğini, bu nedenle ithal ve imalinin yasaklanamayacağı vurgulanıyor, bu yüzden içkiye ağır vergiler konulmak suretiyle mücadele etmek gerektiği ileri sürülüyordu…
Yasa teklifi komisyonlardan geçtikten sonra, 17 Mayıs günü Meclis gündemine alındı. Konuşmacılar yasa teklifini savunurken, bazı genç milletvekillerinin kullandıkları deyimler, sert tartışmalara yol açtı. Bir milletvekili, yasadaki ‘meydan dayağı’ önerisine itiraz ederken, “Serseri Kanunu’ndaki darp cezası gibi…” sözler ağzından dökülünce, muhafazakâr milletvekilleri birden ayaklandılar.
Ortamın gerginleşince de, başkan, görüşmeleri erteledi. Bu tarihten sonra, tam 6 toplantı ve 7 celse yapılmasına rağmen, görüşmeler tamamlanamadı. Böylece görüşmelerin hızlandırıldığı 13 Eylül gününe gelindi.
13 Eylül 1920 günü, Vehbi Bey’in başkanlığında toplanan Meclis’te söz alan Maliye Vekili Ahmet Ferit (Tek) Bey, ‘İçkinin kendisini değil, vergisini savunacağım diyerek başladığı konuşmasında, bu yasa kabul edildiği takdirde, devletin yılda 1 milyon lira gelir kaybına uğrayacağını, zaten bütçenin de 20 milyon lira açığı olduğunu belirtti.
Daha sonra yasanın uygulanma sorununa değinen Ferit Bey, şunları dile getirdi: “Sınırlama gerçekle bağdaşmıyor; yasak uygulanamayacak, sonuçta iktisadî ve malî zararlarla karşılaşılacaktır.”
“Hükümetin istemesine rağmen, ülkede idarî ve ahlakî inzibat iyi değildir,” diyen Ferit Bey, ülkede sadece 2.200 polis bulunduğunu, 321 kilometrekareye bir polis düştüğünü ve bunlarla içki yasağını uygulama imkanı olmadığını vurguladı. Ferit Bey’in karşı önerisi de, bu tekliften vazgeçmek; ama içki tüketimini azaltmak için de, vergileri artırmak yolundaydı…
Söz alan Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey ise, Amerika’nın yanı sıra, dinlerinin yasaklamamasına rağmen, Rusların da içki yasağı uygulandığını belirterek, bir hükümet memuru için, ‘Uygulama imkânı yoktur’ demenin zül olduğunu söyleyerek, “Tatbik edemeyen çekilir” dedi. Bu sözler üzerine ortalık karıştı. Ahmet Ferit Bey, “Bendeniz şimdi çekilirim” derken, hazır bulunanlar arasından, Ali Şükrü Bey’e destek verici sözler yükseldi.
Ali Şükrü Bey, bundan da aldığı cesaretle, “Ben kanun tatbik edemem diyen bir hükümet, bence hükümet mevkiinde durmaya layık değildir” deyince, Meclis sıralarında gürültü arttı.
Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in, herkesi sükûta çağıran konuşmalarından sonra, oturuma devam edildi. Ali Şükrü Bey de, konuşmasına devamla, “Yasak konulmazsa, hazine-i maliyeye bir milyon lira girecek. Gerçi istatistik yapmadım. Fakat bir arkadaşımın söylediği tabii doğrudur. Memlekette 120 milyon kilo meşrubat sarf olunuyormuş. 120 milyon kilonun Rum ve Ermenilerin cebine verdiği para, bu 1 milyon ile kabil-i kıyas mıdır?” dedi. Yeterlilik önergesinin kabulünden sonra, 14 Eylül 1920 günü devam edilmek üzere, görüşmelere ara verildi.
14 Eylül günlü toplantıda, söz alan Bursa Milletvekili operatör Emin Bey, yasak kapsamı içine bira ve şarabın da girip girmediğini sordu. Teklif sahibi Ali Şükrü Bey “Bizim teklif ettiğimiz madde (…) her şeye, hatta esrara da şamildir. Bunun içine afyon da dahildir” dedi. Bunun üzerine, Burdur milletvekili İsmail Suphi Bey, “… her şey dahildir diye, haşhaş tarlalarını sökecek miyiz?.. Düzeltin rica ederim…” diye itirazını bildirdi.
Konu tartışıldı; söz alan operatör Emin Bey anlaşmazlığa tıbbî açıdan açıklık getirdi. Emin Bey, tıpta afyonun kullanıldığı birçok alan bulunduğunu, yasaklanması halinde, eczanelerin kapatılması gerektiğini söyledi. Sonuçta, afyonun yasak kapsamından çıkarılmasına karar verildi. Daha sonra teklifin 3. maddesinin görüşülmesine geçildi. Madde, içki içtiği görülenlerin, ya 80 sopa ile cezalandırılacağını veyahut 50 liradan 250 liraya kadar nakit para cezasına mahkûm edileceğini öngörüyordu.
İçki yasağına uymayanlara verilmesi öngörülen bu cezaların türü ve ölçüsü de, milletvekilleri arasında tartışmalara yol açtı. Dayak cezasının, suçluların sağlık durumları açısından uygulanmaması ya da ölçüsünün azaltılması gerektiğini savunanlar olduğu gibi, bu tür bir cezanın insanların izzet-i nefis ve haysiyetleriyle oynamak olacağını savunanlar da çıktı.
Görüşmelerin tamamlanmasından sonra oylamaya geçildi. Oylama, ortaya ilginç bir sonuç çıkarttı: Yasayı kabul edenlerin sayısı 71 idi; ama red oyu verenler de aynı sayıdaydı. Ancak, celseyi yöneten başkanın oyu iki oy sayıldığından ve başkan Vehbi Efendi de bu yasaya olumlu baktığından, ‘Men-i Müskirat Kanunu’ 14 Eylül 1920 gün ve 22 sayı ile yasalaştı. Kanun özetle şu hükümleri içeriyordu:
“Memaliki Osmaniye’de her nevi müskirat imali, ithali, füruhtu (satışı) ve istimali (kullanılması) yasaktır. Aykırı hareket edenlerden, müskiratın beher kıyyesi (okkası) için, 50 lira para cezası alınır ve elde edilen müskirat imha olunur.”
“Alenen içki içenler veya gizli olarak içip sarhoşluğu görülenler ya haddi şer’î (80 değnek) veya 50 liradan 250 liraya kadar para cezası veyahut 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”
“Resmi sıfatı olanlar da memuriyetten çıkarılır ve bu husustaki hükümler kabilî itiraza istinaf (bir üst mahkemeye başvurma) ve temyiz değildir.”
“Mevcut içkiler için iki ay süre verilmiştir. Yoksa alet edevat gibi, bunlar da müsadere edilecektir. Tıpta kullanılacak ispirto için, ayrıca düzenleme getirilecektir.”
İçki içen için üreten ve tüketenden daha yüksek ceza öngören bu tuhaf kanun teklifi üzerindeki son görüşmeler yapılırken ve oylama sırasında, Mustafa Kemal, Meclis’te hazır bulunmamıştı. Ama yasanın çıkmasından hiç de memnun değildi. Nitekim yakın çevresinden Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Mustafa Kemal’in, ülkenin içinde bulunduğu kritik ortamda içki yasağı gibi meselelerle uğraştığı için Ali Şükrü Bey’e kızdığını, hatta kendisine, “Memleketin zararına işlerle uğraşıyorsunuz” diye bağırdığını aktarır anılarında…
Meclis’in muhafazakâr kanadı, yasanın çıkmasını sevinçle karşılar. Kütahya Milletvekili olarak ilk Meclis’te görev yapan Besim Atalay’ın daha sonraları anılarında belirttiğine göre, bu kişiler, “Bu kanunu millet öylesine benimseyecektir ki, hasbi olarak (karşılıksız, Allah için) halk buna riayet etmeyenleri kendisi takip edecektir” diyecekti…
ABD’de ise bu içki yasağı (prohibition) yasasının çıkmasında başı çeken Anti-Saloon League diye (1893’de kurulmuş) bir dernek var. Bunlar Saloon denilen ve birleşik devletlerin her tarafına yayılmış olan erkeklerin içki içip kumar oynamak ve aylaklık etmek için gittikleri (kimilerinde fahişelerin de çalıştığı) Saloon denilen yerlere karşılar. Eğer “tüm kötülüklerin anası olan” içki yasaklanırsa kumar ve fuhuşun da yer aldığı “saloon” denilen yerlerin kapanmak zorunda kalacağını düşünüyorlar.
ABD’de 1820’lerde başlayan bir dini canlanma, ve hıristiyanlığın yeniden keşfi dönemi var. İçki yasağını öngören devletçi baskılar da esasen onunla başlamış. Sonunda bu konudaki bireysel özgürlükleri kaldıran anayasa değişikliği nihayet 1920 yılında yürürlüğe girdiğinde (ilki Maine -1846’da olmak üzere) 33 eyalette içki yasağı zaten çoktan yürürlüğe girmiş durumdadır.
Ülke çapında içki yasağının her tarafta birden uygulamaya girmesiyle şehirlerde iki şey hızla güçleniyor. Birincisi bootlegging denilen ilkel yöntemlerle kaçak olarak içki üretimi ve satışı. İkincisi de bunu çok başarılı bir şekilde düzenleyen silahlı organize suç örgütleri. Örneğin Al Capone ve çetesi aslında bu konudaki faaliyetin yürütülmesinde adaleti ve güvenliği sağlamak üzere kurulmuş bir silahlı örgütten başka birşey değildir. Biz suç örgütü diyoruz ama o belediye başkanlarına, emniyet müdürlerine, yargıçlara devletin bir sürü adamına aylık olarak ücret ödemiş, çok sayıda silahlı eleman çalıştırmıştır. Yaptığı iş devletin ve yasaların korumadığı bu faaliyet alanında üretim ve tüketimin huzur içerisinde sürdürülmesi, adalet ve güvenliğin sağlanmasından (yani gerçek bir kamu hizmetinden) başka birşey değildir.
ABD’de içki yasağının tüm ülke çapında yürürlüğe girmesinden sonra ortaya çıkan durum (yasanın çıkması için uzun süre canla başla çalışanlar dahil) hiç kimseyi memnun etmemiş, geri alınması yönündeki girişimler daha ilk günden itibaren başlamıştır. Bazı eyaletlerde yasağın fiilen işlemez hale gelmesi ve yürütmenin durdurulması sonrasında nihayet 1933’de yasağı öngören 18nci anayasal değişiklik 21. değişiklikle geri alınmış, daha sonra da (1966’ya kadar) tüm eyaletlerde içkiyle (alkollü içkilerin üretilmesi, ithali, ihracı, taşınması, saklanması ve satılmasıyla) ilgili tüm yasaklamalar kaldırılmıştır.
Bizde ise Birinci Meclis döneminde ABD’den sonra çıkartılan men-i müskirat kanununun yasal yürürlüğü uzun sürmemiş, 9 Nisan 1924 yılında (ABD’den önce) çıkarılan bir ( 470 sayılı) kanunla kaldırılmıştı.
Bu kanun görüşmeleri sırasında bazı vekiller içki yasağının kaldırılmasına karşı çıkıyor, bazıları ise kanunu yetersiz buluyordu. En ilginç diyalog ise Ordu mebusu Hamdi (Yalman) Bey ile Bozok mebusu Süleyman Sırrı Bey arasında yaşanmıştı. Bozok mebusu Süleyman Sırrı Bey, daha önceki kanunda olduğu gibi devlet memurlarının sarhoş olduğu tespit edilenlerin memuriyetten atılmalarını istiyor. Meclis zabıtlarına geçen bir diyalog şöyle;
Hamdi Bey (Ordu) –Memurdan meyhanecilik eden olursa..
Süleyman Sırrı Bey (Bozok)-Onu da siz teklif edin varsa
Hamdi Bey (Ordu)- Var var, mesela Ankara Polis Müdürü…
Dokuz maddeden oluşan ve içki kullanımı ile ilgili hususların 6ncı maddesinde düzenlendiği kanun uzun tartışmalar ile (94 kabül 35 ret ve 5 çekimser oy sonucunda) kabul edilerek yasalaşmıştı. Aslında bu kanun da içkiyi neredeyse yasaklamaktadır. Çünkü sarhoşluğunuz anlaşılmayacak ve meyhane dışında açık alanlarda içki içilemeyecekti. Yani içki içenler (mesela Atatürk) bu kanuna göre her an ceza alabilirdi.
Bu kanuna göre, Türkiye dahilinde ruhsatsız içki imali ve meyhane açılması, alenen içki kullanımı ve sarhoşluk yasaklanmış, alenen içki kullananlar, sarhoş olduğu görülenler ve ruhsatsız içki üretenlere çeşitli cezalar getirilmişti. Meyhaneler dışında ise izin verilen lokantalarda sadece bira ve likör içilebilecekti.
Kanun bir kesim tarafından yetersiz bulunurken bir kesim tarafından da Yeşilay’ın idam edilmesi olarak görülüyordu. Özellikle içki düşmanlığı ile bilinen ve kısa boyundan dolayı halk arasında 35’lik Fahrettin olarak anılan (daha sonraki yıllarda Sağlık Bakanlığı da yapan), Fahrettin Kerim Gökay’ın çıkardığı Hilal-i Ahzar (Yeşilay) adlı gazete tarafından içkinin tekrar yasaklanması istenmekteydi. Çıkardığı gazetenin üzerinde ‘‘ Sıhhi ve ictimai içki düşmanı gazete’’yazmaktaydı. Fahrettin Kerim Gökay’ın düzenlediği tıp kongrelerinde ağırlıklı olarak içkinin zararları konu edilmekteydi. Bu kongreler Atatürk tarafından da desteklenmekteydi.
İçki konusuyla ilgili düzenlemeler sürekli günümüze kadar hep tartışılarak gelmiştir. 1920’den bu yana olan gelişmeler içinde (2005’den bu yana olan) en son dönemin konumu başkadır. ABD’de 1820’lerde başlayan dini canlanmanın bize 21nci yüzyılın başlarında yeniden gelmesi sonucu günümüzde her türlü alkollü içkinin üzerindeki çok yüksek ve artan oranlı vergiler (birada almanya’nın 9 katı) ve men-i müskirat konusuyla görevli olarak ve onu fersah fersah geçecek şekilde oluşturulan yeni kurumlar (TAPDK), ve üretiminden tüketim alanlarına kadar konuyla ilgili sürekli getirilen kısıtlamalar ile çok farklı bir döneme girilmiştir.
Tartışmaların temelinde içki konusunun bireysel bir tercih (yani tamamen bir hak ve özgürlükler konusu) değil de, sanki kamusal siyasi bir sorunmuş gibi değerlendirilmesi yatmaktadır.. Daha da temelindeki esas sorun siyasetçi ve bürokratların yetkilerini çok fazla aşarak, (insanlara neredeyse hiçbir kişisel özgürlük alanı bırakmayacak bir şekilde), yaşam tarzlarına dilediğince müdahale etmeye, denetleme ve düzenleme yapmaya kalkışması, zor kullanması, ve kendini tüm bunları yapmaya ehil ve yetkili görmesidir…
Oysa tarih boyunca bürokrasinin bireysel hak ve özgürlüklere müdahale anlamında gerçekleştirdiği her düzenlemenin sonuçta çok daha büyük toplumsal sorunlara yol açtığı sabittir.