Sevişelim mi?
Hikayeler / İnsanlık Halleri | Tanıl Ünlü | Kasım 3, 2011 at 6:59 pm
Normal bir gün değildi o Cumartesi.
Normalde Devlet Senfoni Orkestrasının konserlerine Cuma akşamları giderdim. Gecenin devamını İstiklal’de bir barda getirmek için. Normalde orkestranın çalacağı eserin ne olduğuna önceden bir bakmış olurdum. Salonda berbat bir sürprizle karşılaşmamak için. Ve normalde konserin başlamasına kısa bir süre kalana kadar fuayede oyalanır, ancak ikinci gong sesini duyduktan sonra büyük salonda boş bulduğum bir yere otururdum. İkinci balkondan aldığım bilet cebimde, salonun ön koltuklarında yer ayırtıp gelemeyecek kadar parası bol olanların veya devletin bol keseden dağıttığı bedava biletlerin değerini bilmeyenlerin kaçırdıkları büyük keyfi, son damlasına kadar sömürmek için.
Ön sıralarda boş kalan koltukları değerlendirmek. Bu benim bana ait olmayan bir şeye sahip olmakta gidebildiğim en uç noktaydı. Mümkün olduğunca orkestraya yakın. Müzik aletlerinin her birinin sesini birbirinden ayrı duyabileceğim kadar, kontrbasların yaydığı titreşimleri kemiklerimde hissedeceğim kadar, şefin hızlı soluk alıp verişlerini, ayağını yere vuruşunu duyacak, arada geciken kemanları şefle birlikte ayıplayacak kadar müziğin içinde. Bu halimle ancak gerçek bendim.
Ama o Cumartesi sabahı kendimi konserin başlamasına on dakika kala, ikinci balkondaki koltuğuma yerleşmiş, elimdeki programdan biraz sonra başlayacak eserin kime ait olduğunu okurken buldum kendimi.
Lanet bir Brahms eseri ve Brahms beni her seferinde uyutur. Brahms’ın bu lanet özelliğinin sırrı üzerine düşünerek veya belki ağırlaşan göz kapaklarımı açık tutmak çabasıyla geçecek bir yetmiş dakika beni bekliyor. Dedim ya, normal bir gün değildi o Cumartesi.
Tüm bunların sebebi yanımda oturan kız arkadaşım. İlk kez onunla beraber bir konsere gidiyoruz ve ona salondaki boş koltuklardan faydalanmayı teklif edemem bile. Salondan iki bilet almaya bütçemin yeterli olmayışına, bir haftadır ailesiyle geçirdiği sömestr tatilinden döndüğü sabah konsere gitme teklifi ondan geldiği için çalacak esere hiç bakmamış olmama hayıflanıyorum sadece.
Ama neyse ki, o tüm bu küçük aksilikleri unutturacak kadar güzel.
“Programda Brahms’ın 1. numaralı piyano konçertosu ilk sırada. Solist bir Avusturyalı’ymış. Horlarsam dürt beni” diyorum.
“A, neden Brahms sevmez misin?” Horlarsam dürt beni diyen birine ne gereksiz bir soruydu bu böyle.
“Nefret ederim. Üzerimde garip bir etkisi oluyor o adamın, uyutuyor beni. Müziği anlamsız geliyor bana. Her dinlediğimde aklımda bir soru takılıp kalıyor: E, sonuç? Ne anlatmak istiyorsun?”
“Klasik müzikte söz olmaz ki, nereden bileceksin ne anlatmak istediğini?” A, ah… Hadi cevap ver bakalım.
“Aslında pek öyle değil” diye cevaplıyorum. “Söz olmasa da, müziğin anlatmak istediğine dair bir fikir oluşur zihninde, hissedersin. Kimi zaman eserin adı da bir fikir verir, bestecinin hayatı hakkında bildiklerinden ve o anda hissettiklerinden bir duygu ve düşünceler bütünü oluşur zihninde. Ama esas sırrı çalan ezgi, orkestranın hareketleri verir.”
“Brahms sır vermiyor mu sana?” Sır mı dedim? Anlam demek istemiştim. İçimden seni ne kadar çok seviyor olsam da, cevaplayacağım son sorun bu olacak güzellik diyorum:
“Brahms sır vermiyor, hayır. Belki de bahsedeceği bir sırrı olmadığı için. Ama bana sorarsan orkestra eserleri yazacak kadar büyük bir besteci değildi. Sıkıcı bir yaşam sürdü, sıkıcı eserler vermesine şaşmamak gerek. Milliyetçi, muhafazakar bir kişilik, büyük bestecilerin çoğunun tersine. Bismarck hayranı bir militaristten daha ne beklenebilir? Hayatında çılgınca bir olay yaşamamış, aşık olduğu hiçbir kadınla sevişmemiş bile. Clara Schuman’a aynı evde yaşamış, aşkından dibi düşmüş, ama kadının iffetine zarar gelmesin gibi salakça toplumsal kaygılarından onunla sevişmemiş bile. Bence gerçek bir sanatçının, hatta gerçek bir insanın yaşamı üzerine toplumsal kaygılar, kurallar bu kadar hakimiyet kuramamalı. İnsanoğlunun, sırf keyfi öyle istediği için yaşadığı anları olmalı.”
Bir an durdum ve Brahms’ı bir müzisyen olarak fazla yerin dibine batırmamam gerektiğine karar verdim “Hadi, Sezar’ın hakkı Sezar’a. O kadar da hakkını yememeliyim Brahms’ın. Liedleri bir nebze idare eder, kısa bir motife odaklanmış olduğunda besteleri hiç de fena değil. Keşke daha fazla lied, daha az orkestra ve oda müziği eseri yazsaydı diye düşünüyorum.”
Bir an susuyor ve belki Brahms ona da itici geliyor. “Bula bula büyük aşklar yaşamamış bir adamın konserine mi getirdin beni? diye soruyor.
“Bilseydim, hiç şu anda burada olur muyduk?”
“Ama şu aşağı sıralardaki kalabalığa bak” diyor. “Demek ki Brahms hakkında herkes senin gibi düşünmüyor.”
“Ah, onların çoğunun önüne ot atsan ve kültürlü olmak için ot yiyeceksiniz deseler, başlarlar otlamaya. Şu yaşlı adamın haline bak. Müzik dinlemeye hali mi kalmış? Bir de yanındaki kadına. En süslü kıyafetlerini, takılarını ve pırlantalarını çevredekileri sergilemeye gelmiş. Şu hallerine bak, hepsi olduğundan daha farklı bir şey gibi görünmeye çalışıyor. İnsanın konser salonlarında belki de Freud değil Adler haklıydı, davranışlarımızı belirleyen temel içgüdü cinsellik değil, aşağılık kompleksiymiş diyeceği geliyor.”
“Ne var ki bunda?” Belki o da üstüne en şık kıyafetini giydiği için, sözlerimden rahatsız oluyor. “Sen hiç rol yapmıyor musun, başkaları için yaşamıyor musun? Bu çevrendekilere verdiğin değeri gösterir.”
Bir an verecek bir cevap bulamıyorum. İnsanların oldukları gibi olmaları, toplumun onları biçtiği elbise yerine özgür olmalarının belki de tüm sorunları çözecek sihirli değnek olduğuna inandığımı anlatamayacağımı biliyorum. Ne çelişki aslında. İnsancıkların özenle gizlemeye çalıştıkları onların da insan oldukları gerçeği sadece. Tuvalete giden, gaz çıkaran, yağlı yemeklere bayılan, günde yüzlerce kez seks düşünen ama bunu kendilerine bile itiraf edemeyen, basit istekleri ve korkuları olan insanlar olduklarını bir kabul etseler, belki de uğruna savaşacakları hiçbir şey kalmayacak dünyada. Tüm bu huysuzluklarının, birbirlerine eziyet etmelerinin, birbirlerinin kötülüğünü istemelerinin sebebi, kendileri olmamaları.
Ama bunu en yakınımdaki kadına bile anlatamayacağımı, anlatsam da beni anlamayacağını biliyorum.
Havadan sudan sohbet etmeye devam ediyoruz ve görüşemediğimiz bir hafta süresince onu ne çok özlediğimi fark ediyorum. Bir koca hafta oldu, onun sevişmekten de çok tahrik eden tiz çığlıklarını işitmeyeli, bir hafta oldu onun son derece zayıf vücuduna göre hayli iri göğüslerine dokunmayalı. Ve bir hafta çok, çok uzun bir süre.
Göğüslerini hatırladığım sırada içimde bir şeyler kıpırdanıyor, neyse ki orkestranın salona girmeye başlaması aklımdan geçenleri unutma şansı veriyor. Her zaman gereksizliğinden yakındığım bir alkış dolduruyor salonu. Alkışlara katılan kız arkadaşıma dönüp, “daha bir şey çalmadılar ki” diyerek sırıtıyorum.
“Olsun, belki sıkı alkışlarsak, daha iyi çalarlar” diye muziplik sırasının onda olduğunu belli ediyor. Alkışlamaya son verdiğinde, uzanıp elimi tutuyor. Zayıf vücuduna uygun, fazlasıyla ince uzun parmakları, parmaklarıma kenetleniyor. İkinci balkonun en arka sıralarından birinde oturuyor olmanın verdiği rahatlıkla hafifçe eğilip sarı saçlarını kaldırıp, ensesinden öpüyorum onu. Kocaman gözlerini açıp gülümsüyor bana.
Saate bakıyorum ve Brahms’ın beni canımdan bezdirmek için kaç dakikaya ihtiyaç duyacağını sorguluyorum. Sadece on beş dakika sonra bunu başardığında, adamın benim ruhuma ters özel yetenekler donatılmış olduğundan eminim. Hepsi birbirinden de devlet memuru, hepsi birbirinden de sidikli birinci kemanların sesi boğucu bir ses kitlesi olarak ikinci balkona ulaşıyor. Uyku bastırıyor. Sabahın daha on bir buçuğu bile değil.
Yüzümü onun profiline doğru çeviriyorum. Kafamı geriye yasladığım için, fark etmiyor ona baktığımı. Loş ışıkta aydınlanan yüzünde, büyük bir ciddiyetle orkestrayı dinlediğini belli eden bir ifadeyle karşılaştığımda, onun varlığından büyüleniyorum. Hayır, büyülendiğim güzelliği değil, çok farklı bir şey. Yaşamın bu anındaki tezahür beni büyülüyor: Gençlik çağını sürmekte olan Brahms adında bir adamcağızın, yüz elli küsur sene önce bestelediği kısır bir yapıtındaki sırrı, apayrı bir coğrafyada, apayrı bir çağda yakalamaya çalışan yirmi iki yaşında toy bir ruhun yüzünde beliren anlam. Onun varoluşu. Onun varoluşu aracılığıyla orada hissettiğim kendi varoluşum.
Ona dokunmak, yaşadığını hissetmek istiyorum. Usulca, sanki elimin normal seyri bu şekilde olmalıymış gibi elini bırakıp, elimi giydiği diz boyu eteğin sonlandığı yere, sağ dizine yerleştiriyorum. Naylon çorabı içimi gıcıklıyor. İnsan ne demeye bir Cumartesi günü etek ve naylon çorap giyer? Amaç benim etkilemekse, şüphesiz bunu başarmış durumda.
Son sırada ve yalnızız. Yavaşça elim daha yukarıya kaydırdığımda itiraz edecek ve ben itiraz edeceğini biliyorum. Yine de elimi yukarıya doğru kaydırıyorum. Elimi tutup eski yerine döndürerek itiraz ediyor. “Yapma, burada olmaz” diye fısıldıyor kulağıma. Elim yine ebedi istiratgahı olan sağ dizinde.
Yarım saat daha Brahms ile mücadele veriyor, sonunda başımın ani bir düşüşüne engel olamıyorum. Gülüyor halime. “Sen her hafta konsere geldiğinde böyle uyuyor musun?” diye sorduğunda, fısıldayarak hızlıca Brahms’ın üzerimdeki karşı konulmaz etkisini hatırlatıyorum. Bir konser salonu için fazla gürültülü bir kahkaha atıyor ve kulağıma eğilip “çıkalım mı” diye soruyor, “ben de sıkıldım, üstelik tuvalete de gitmem gerek.”
Demek Brahms onun üzerinde de idrar söktürücü etkiye sahip.
Normalde çalan eser sarmasa bile konser salonunu yarıda terk etmediği mi daha önce söylemiş miydim? O Cumartesi gününün normal olmayan olaylar listesine bir de bunu ekleyin. Teklif bana gökten inmiş gibi geliyor. Ama ikinci bölümde çalacak eseri kaçırmamız gerektiğini kapıdan çıkarken fısıldıyorum.
Tuvaletlerin bulunduğu kata indiğimizde, dışarıda kimsenin olmaması dikkatimi çekiyor. Demek ki herkes Brahms’ı seviyor.
Ya da herkes uyuyor.
Ya da herkes çıkış kapısına çok uzak.
Centilmen bir erkek gibi tuvaletin kapısına kadar ona eşlik ediyorum. Bir bardak kahve alıp geleceğimi söyleyerek, yanından ayrılıyorum.
İçeriye girdiğinde, birden, zihnimde çakan bir şimşekle aniden fikrimi değiştiriyorum. Yine çevreme bakıyorum, yaptığımı görecek kimse olmadığından emin, peşi sıra kadınlar tuvaletine giriyorum. İçeride, tavana kadar uzanan aynadan beni gördüğünde yüzündeki şaşkınlık görülmeye değer.
O bir şey söylemek için davranmadan ben atılıyorum: “Sana kahve içmek isteyip istemediğini sormayı unuttum” diyorum.
Sessizce gülüyor, “saçmalama, çık buradan çabuk birisi görecek.”
“Saklanacak bir yer biliyorum” diyerek tuvaletlerden birine yöneliyor, onu da içeri çekiyorum. Parmaklarım, onu uzun parmaklarından yakalıyor, sonra, gözleri kapalı bana doğru yaklaştığını fark ediyorum. Parmaklarından çözülen bir elimi kalçasına sıkıca yerleştiriyor, onu kendime doğru çekiyorum. Göğüslerinin vücuduma teması, tarifi güç bir arzu doğuruyor içimde. En saf haliyle yaşama sevinci bu.
Dudaklarımız buluşuyor bir an, fakat orada kalmaya niyetli değilim, ensesini uzanıyor dudaklarım. Sıcak nefesi boynumda hissediyor, vücudunu vücuduma doğru daha da kuvvetle çekiyorum.
Bir an sonra boşta kalan elimle saçlarına okşarken, cevabını henüz bilmediğim bir soruyu kulağına fısıldıyorum:
“Burada sevişelim mi? Ne dersin?”