Bizi kim birbirimizle konuşup anlaşamaz hale getirdi? – II
Sözlük | canakci | Aralık 13, 2011 at 1:35 pmBir zamanlar, “”yok aslında birbirimizden bir farkımız, ama biz Osmanlıyız”” diye bir reklam vardı. Buradaki anlam zenginliğini hala tam çözememişimdir. Çünkü Osmanlı aşırı hiyerarşik ve askercil bir toplumdu. Kozmopolitliğin ötesinde her sivilin(tıpkı askerler gibi) toplumdaki yerini ve statüsünü belirleyen bir kıyafetle dolaşması esastı. Yani gerçek anlamda sivil kişi pek olmadığından hitap da öyle gelişigüzel yapılamazdı. Mesela, padişaha yazılacak yazıda ilk sayfa onu yere göğe koymayan yüceltici övgü cümlelerinden oluşmalıydı. Padişahın ise başkalarına hitabında genellikle aşağılayıcı ifadeler kullandığını (örneğin fransız kralına yazdığı “Sen ki Fransuvasın..” hitaplı mektup) hepimiz ilkokul tarih kitaplarımızdan biliyoruz.
Hitap şekli içinde gizli bir aşağılama yeralması
Osmanlıda herkes öncelikle tanrının, ondan sonra padişahın ve daha sonra da (silsile-i meratiple) daha bir sürü insanın kulu idi. Tanrı ise pek ortalıkta dolaşmadığından, esas olan “kula kulluk yapmaktı” kuşkusuz. Toplumda ne kadar yüksek mertebede olunursa öbürlerine de o kadar yukarıdan bakma ve diğerini aşağılayıcı ifadelerle hitap etme geleneği vardı. Karşısındakine yukarıdan bakan bir hitap şeklini tutturamayan bir kişi, diğerinin kendisini aşağılamasına yol açmış olurdu.
Cumhuriyetten sonra bu konuda bazı değişiklikler önemli oldu kuşkusuz, ancak özde ne değişti tam olarak bilemiyorum. Mesela halka eğitim veren kişi “hoca” yerine öğretmen(örtmenim, örgetmen) oldu. Öğretmen Atatürk ile bu meslek oldukça prestijli bir statü ile yeni bir konumda sıfırdan başlatıldı. Ancak, 60’ların başlarında ne olduysa oldu. öğretmen gözden düştü. Öğretmene hoca denmeye başlandı. 60’lı yılların ikinci yarısında bir öğrenci profesöre “”hocam”” dediğinde profesör bu hitabı hala hoşnutlukla karşılardı. Ancak, öğrenci bunu doçente ve asistana da söylediği gibi birbirine de söylemeye başladı. Hatta müsdahdem ile öğrenci de birbirine karşılıklı olarak hocam diye hitap etmeye başlayınca ülkede herkes “hocam” oldu. Sokakta, otobüste herkes birbirine hocam demeye başladı. Tabii artık bir noktadan sonra işin iyice tadı kaçmış, aynı dönemde ilim ile bilim de birbirine karışmıştır. Medrese tipi fıkıh öğretimi ile pozitif bilimlerin öğretimi sanki aynı tarzda şeylerdir gibi ele alınmaya başlandı. Üniversiteler islami referansı olan öğretim üyleriyle dolduruldu.
Hoca (hodja, khwaje, hogea, hodza, chotzas) dediğinizde dünyada akla sadece bir tek kişi gelir. Yani aslında uluslararası ünvana sahip tek hocamız Nasreddin (Nasrudin, Nasredin, Nasruddin, Nasr eddin, Nastradhin, Nasreddine, Nastratin, Nusrettin) den başkası değildir. Bu zat hacca gitmiş, düşük rütbeli bir din görevlisi(molla gibi) olarak bilinmektedir. Müthiş espri yeteneğinin yanı sıra en önemli özelliği popülizmin(halkçılığın) bilinen ilk kahramanı olmasıdır. Yani bu kişi hep halkın yanında, yönetici elit’in ise karşısındadır. Tüm ortadoğu yöresinde yaşamış hem acem, hem arap, hem türk ırkındandır. Kendisi bu coğrafyadaki ülkelerin tümünde bir milli kahramandır, anekdotları dilden dile dolaşır durur.
Eskiden hitaplarda en çok kullanılan “bey, beyamca, beyefendi” cumhuriyet devrinde büyük ölçüde kalktı. Efendi, beyefendi sözleri aslında kölelik düzeni ile çok yakından ilgili bir kavram. Efendi diye köle sahiplerine deniyor. Bunda da genellikle en az iki düzey söz konusudur. Efendilerin ve kölelerin bol olduğu bir ortamda sıradan bir köle sahibi efendi(yani master, maître, meister) oluyor. Ancak herşeyin sahibi olan tanrı ve yeryüzünde onu temsilen yaşayan insanlara efendi denemiyor. Onlara haşmetmeap(lord, seigneur, herr) gibi şeyler deniyor, ve etraftaki tüm insanlar(köle sahipleri dahil) bu haşmetmeapların(sultanların) kulları olduğundan yaşam ve ölümleri bu lordların iki dudağının arasındadır. Daha sonraki devirlerde tanrısal yüceliklerin, kutsal üstünlüklerin ve köleliğin resmen ilgası ile bu terime de birşeyler olmuş. Sözcükler dillere göre farklı yönlere gitmiş. Almancada en yüce efendinin konumunu ifade eden “”Herr”” ayağa düşmüş, herkese denen bir sözcük haline gelmiş. “Meister” ise daha çok bir ustalık ifadesi ile Herr’in üstüne yükselmiş. Mesafeli durduğunuz sıradan bir kişiye “Herr” der iken “Meister” diyeceğiniz kişi bir ustalık sahibi olmalıdır. İngilizcede ve fransızcada herkese saygılı hitap ifadesi bay(mister, monsieur) olurken Efendi(master, maître) bulunduğu yerin bir tür yöneticisi, usta, şef, hoca konumundaki kişi olmuş.. Bu anlamda hoca kılıklı, kalıplı kıyafetli, ustalık sahibi kişilere “”efendi”” denmesi normal. Ancak apartmanlarda kapıcılara “”efendi”” denir oldu. Bu da Atatürk’ün ünlü “”köylü milletin efendisidir”” sözüne nazire ile “”kapıcı köylüdür”” önermesinden kaynaklanıyor. Şehirli için birine köylü demek onu aşağılayıcı bir hitap..
Bugün gösterişsiz bir tevazu hitabı olarak “efendim” kullanılıyor. Birebir yakın ilişkilerdeki anlamı ile mesafeli duruş veya bir topluma hitap ederkenki kullanımları farklıdır. Yakın ilişkilerde bu hitap eski yüzyıllardaki köle efendi ilişkisini çağrıştırır. Bu sözcük kendini aşağılama, köle sınıfına indirme anlamına gelmese de bugün batıda artık kullanılmamaktadır. Orada kimse kimseye durup dururken efendim anlamında “milady, milord, messire, master” demiyor artık. Bunu orada sosyal sınıf ayrımcılığının bu kadar belirgin işaretlerine pek gerek kalmadığı anlamında yorumlayabiliriz. Efendim(master) lafını bugünkü ingilizcede ancak çocuklar okulda “hocam, örtmenim” anlamında kullanabilir ama yetişkin insanlar asla kullanamaz. Onlar birbirine saygılı bir hitap için ancak “sir, mister” gibi şeyler söyleyebilirler. Bunları sinema ve TV filmlerinde sıklıkla “efendim” diye türkçeleştirenler çok yanlış yapmaktadırlar. “efendim” sözcüğümüzün tam karşılığı “”milady, milord, messire, master”” gibi sözcükler ingilizcede artık antika olmuştur. Ancak tarihi filmlerde geçebilir. Biz ise “efendim” sözcüğünü hala çok sıklıkla kullanmakta isek bu durum bilinçaltında bizim bu yönetme, yönetilme olayına hala çok fazla takmış kompleksli bir durumda olduğumuzu (bunu bir obzesyon haline getirdiğimizi) gösterir..
İngilizcede ve bazı diğer dillerde ikici tekil şahıs için tekil çoğul ayrımı da yok. Almancada var. Japoncada bu herbiri ayrı bir hiyerarşik kademeye tekabül eden şekle sahipmiş. Ezici çoğunluğu ingilizceden çevrilen sinema TV filmlerinde çevirmen illaki (filmin aslında olmayan) bu hiyerarşik ayrımı türkçede getirmek zorunda kalmaktadır ki, bu da başlıbaşına tatsız bir durum…
Mektuplarda yakından tanıdığımız kişilere “sevgili” diye hitap etmemiz (ingilizcedeki “Dear” gibi) olağandır. Ancak bu hitap şekli daha mesafeli olduğumuz(örneğin bir forumda uzaktan tanıdığımız) birine karşı “Sevgili X” diye kullanılırsa hemen “Darling” şeklinde algılanıp cinsel yöne çekilecektir. Eğer muhatabınız bir hanımsa hemen sizi “Taciz” suçlamasına maruz bırakabilir. Eğer tersine ifadeyi kullanan hanım, muhatap erkekse bu defa etraftakiler “N’oluyoruz” yapar. Eğer heriki taraf da erkek ise o zaman “eşcinsel” iması sözkonusu olabilir. Bu ifade şekli eğer cinsel tarafa çekilmez ise bu defa da “küçükseme” olarak algılanmalıdır. Şimdi “bu nasıl oluyor” diyeceksiniz.
Bize en küçük yaştan itibaren belletilen en önemli etik kuralın “küçüklerimizi sevmek, büyüklerimizi saymak” olduğunu biliyorsunuz. Bu durumda mesafeli olduğunuz veya tanımadığınız birinin her türlü sevgi imasından korkmanız gerekir. (“”Eniştem beni niye öptü”” durumu) Eğer size yöneltilen bu sevgi cinsel içerikli değil ise o zaman mutlaka sizi “küçükseme” anlamını taşır ki doğal olarak buna da kızarsınız. Kızmalısınız yani….
“evladım, yavrum, canım” lafları da böyledir. Duyduğunuzda eğer içinizden “canın çıksın” diye karşılık vermek geliyorsa bunda sonuna kadar haklısınız..
Mesafeli olduğunuz kişilere karşı resmi hitap şeklinde “Sayın” ifadesini kullanmanız gerekiyor. Bu hitap şeklinin resmi kişilere, yüksek bürokratlara ve politikacılara karşı kullanılması bir tür mecburiyet. Eğer kişinin ismini “Sayın” demeden kullanırsanız size çok kızar, kinlenir, “haddini bil” gibi sözler eder. Hakaret davası bile açabilirler. Öte yandan bazı kişilere karşı da (Örneğin Sayın Apo) kullanıldığında suç olabilir ve bu yüzden hüküm giyebilirsiniz. (Ayniyle vakidir)
Kısacası kimin Sayın olup kimin olmadığı kamu tarafından belirlenmektedir. Bazı kişileri saygıdeğer bulmasanız da “sayın” diye hitap etmeniz, bazılarına ise etmemeniz zorunlu oluyor.
Yakın ilişkilerde abi/bacı(abey, ağabey, abla), beyaz yakalılar arasındaki formel ilişkilerde “”bey”” resmi hitap şekli olarak kaldı. Bay, bayan(Mr. Mrs, Mss gibi) mektup zarflarından çıkmadı. Günlük hitaplarda kullanamıyoruz. Asker kişiler arasında kumandan, kumandanım yasak edildi. Yerine “”komutan””(komutanım) geldi. Osmanlı zamanında istediğinin kellesini alabilme yetkisiyle siviller için en ürkütücü yücelikte bir mevki olan “paşa”lık makamının son dönemde çocuklara bile verilebildiği tarih kitaplarımıza geçmiş. O yüzden sivil hayatta sadece çocuklara karşı (el bebe gül bebe beslenmesi gereken kişi anlamında) kullanılıyor. (örneğin paşa çayı çok açık olur). Feodal dönemden kalan bir ünvan da “ağa”lık. Halen bazı yörelerimizde önemli bir prestij veya makam ünvanı olarak geçerlidir. Öte yandan şehirde Ağa hitabı köylülük(efendi gibi) ima ederken “Aga” şeklinde kulanıldığında ise “çingene” demek yerine kullanılabiliyor.
Birader(brother) küçük, Abi(abey, ağabey) büyük erkek kardeşdir. Yani birader doğrudan küçüksemek için kullanılabildiği gibi “Abi” de resmi makamı olan birinin makamını gayriresmi hüviyete çekerek küçüksemek için kullanılabilir. Örneğin kendini önemli bir mevkide sayan bir bürokrat sizden “”abi, usta, amca, dayı”” gibi bir hitabı duyarsa kendini şamar yemiş gibi hisseder. “Haddini bil” der. İşinizi yapmaz. (Çünkü vatandaş bürokrata, bürokrat da allaha karşı sorumludur. Siz bir vatandaş olarak dilekçenizin sonunda “rica ederim” de diyemezsiniz mesela. Haddiniz(boyunuzun yüksekliği) buna yetmez. “Gereğini Arz” etmeniz gerekir.
Kullanacağınız hitap sözcüğü karşınızdakini küçüksemenin ve dolayısıyla kendinizi yükseltmenin hala en önemli enstrümanıdır…. Osmanlıdan bu yana pek az değişmiştir.
Çalışmak mı Vuruşmak mı?
Almanya’da yaşayan türk genci Türkiye’de iş bulur ve gelir çalışmaya başlar. İlk çalışma gününün sonuna doğru eşi almanyadan telefon eder.
– Nası gidiyor?
– Es ist kein Arbeit, nur Kaempfen. (Bu “”çalışma”” değil “”vuruşma””)
Gencin bilemediği şey Türkçede “çalışma” ile “”vuruşma””nın zaten aynı kökten geldiği ve asya türkçesinde çalma ile vurma’nın aslında eşanlamlı olduğu, yani ekmek parası için “çalışma”nın aslında ekmek “kavga”sı olduğu gerçeğidir.
kapıyı çalma = kapıya vurma,
müzik çalma= davula, tefe, zillere vs. vurma
yoğurt çalma = kaşığı yoğurda vurarak yapılır
çalma çırpma= vurgun
kara çalma= kalemi, fırçayı vurarak yapılır
Çalışma sözcüğü aslında çalmanın müştereken yapılanı oluyor. (karşılıklı veya birlikte çalma. vuruşma, vurgun) Yani, sevme-sevişme, gülme-gülüşme, dövme-dövüşme gibidir..
Daha uzaktan irtibatlı olan “konma-konuşma, gitme-gidişme, düzme-düzüşme” gibi şekilleri de var.
Çalışma sözcüğü daha sonra anlam çeşitlenmesine uğramış hava, su ve ateş gibi birbirine hiç irtibatsız bir dolu kavramın eşseslisi haline gelmiş. Çalışmaktan sözedildiğinde hangi kavramın kasdedildiği ancak konuyu bilirseniz anlaşılabilir..
çalışma(ders)= study(ing.) etüd, kafayı vurup çalışma, hafızlama (eskiden saman çuvalı gibi içine çok sığsın diye sıkıştırılarak birbirinin kafasına vurarak yapılırmış). Yani illaki müştereken yapılıyor. O yüzden çocuk çalışacam dediğinde annesi daima “”kiminle”” diye sorar.
çalışma(iş)= work(ing.), iş işleme, vuruşma, birlikte veya karşılıklı çalma, müştereken vurgun yapma.
çalışma(alet)= operation(ing.), cihazın işlemesi. saatin çalışması= dişlilerin tik tak birbirine vurması..
yapmaya çalışma= try(ing.) deneme, sınama-yanılma, her atış başarılı olmayabilir. Vuruşun birkaç atıştan sonra gerçekleşmesinin beklendiği kasdedilir.
çalışma= exercise(ing.), egzersiz. Vuruş üzerinde uzmanlaşma uğraşı..
Sorunlu kavram ve sözcüklerimiz
Kimi zaman sözcüklerimiz, kimi zaman kavramlar baştankara, bazılarını da biz kullanmasını öğrenememişiz. Sayısız örnek üzerinden birkaç tanesini size anlatmak isterim;
Ağ : Bu sözcük ingilizcede balık ağı ve file gibi belli bir disiplin içinde insanların ördüğü “Net” sözcüğü ile örneğin örümceğin ördüğü “Web” sözcüklerinin her ikisi için birden kullanılan tek sözcük olmuştur. İnglizcede internetin fiziksel kısımları için “Net” virtüel kısımları için “Web” kullanılır. Bizde de Net = Şebeke veya net , Web = Ağ olarak kullanılmış olsaydı LAN(Local Area Network), WAN terimlerine de yerel ağ, uzak ağ falan denmemiş olurdu. Şimdi herikisi birbirine karışmış halde. ( TDK web karşılığı olarak ne ilginçtir ki “web” kelimesini önermiştir.. Oysa türkçede “w” harfi yasaklı durumda.)
Amplifikatör : Amlikatör, Anfi, Amfi, Amfikatör, Amplifikatör = Amplificateur(fr.), Amplifier(ing.) Türkçesi Yükselticidir. Sinyal yükselteci. Bu kadar karışıklık niyedir?
Amyant : Ev eşyalarında sıklıkla kullanılmıştır. Asbest kanserojen olduğu belirlenerek temas edilen eşyalarda kulanımı yasaklanmış bir maddedir. Amyant asbest yerine türkçe icat edilmiş karşılıktır. Amyant asbestten başka birşey değildir.
Anahtar: Şalter, Almancadan (Schalter) gelmiş. Ancak aynı anlamda ingilizceden gelen “Sviç”, fransızcadan gelen “komütatör”, farsçadan gelme “anahtar”, öztürkişçe “açkı” sözcükleri hep birlikte kullanılıyor. Fiil hali için yerleşik bir terim yok. Şalt veya anahtarlama gibi kullanılabiliyor. Anahtar sözcüğü aynı zamanda ingilizcede “Key”(Alm. Schlüssel) anlamında kullanıldığından ifade sorunu yaratıyor. İngilizcedeki “switching” ve “keying” sözcüklerini yerli yerince türkçeleştirmek imkansız.
Bilgi :İngilizcedeki knowledge, information, data sözcüklerinin üçünün de yerine sadece bu sözcük kullanıldığından ifade karışıklığı yaratıyor. Veri, enformasyon, malumat sözcüklerinin yerli yerinde kullanılması sorunu çözebilir.
Bilgi Toplumu: Bu sözcük de muazzam bir kavram karışıklığına yol açmaya adaydır. Çünkü terimin aslı olan “information society” kavramı enformasyon üretimi, tüketimi ve alış verişi dolayısıyla biraraya gelip özel kültür oluşturan insanları kastetmekte iken “toplum” sözcüğü ülke, millet, devlet bazında ele alınınca tümüyle kavram karışıklığı yaratmaktadır. Karışıklığı daha da arttırmak üzere politikacılar tarafından “Bilge devlet”, “bilim toplumu” gibi anlamsızlıklar da şimdiden üretilip devreye sokulmuş durumda.
Bilgisayar: Ne sayar? Computer. “Compute” yapan alet. compute’ün türkçesi yok. Sayan alet Counter=Kontür olmuş. Calculator= Hesap makinesi. Bilgisayar=Enfokontür mü?..
Eleman : Bu sözcüğün insanlar için kullanılışı yanlış olmuştur. Kimyadaki asıl madde “element” , elektronik komponent yerine “devre elemanı” hatalı değildir.
Halkçılık : İyi birşeydir. Popülizm ise kötü birşey. Oysa Halkçılık = Popülizmdir. Aynı şekilde milliyetçilik = nasyonalizmdir. Askercillik = militarizmdir.
Kontrol : Önceleri almanca Kontrolle ‘deki gibi “muayene” anlamıyla gelmiş. Oysa bugünkü teknolojide sıklıkla ingilizcedeki “control” yerine hatalı olarak kullanılınca karışıklığa neden olmaktadır. “kontrol altına alma, kontrolu kaybetme” şeklindeki kullanılışı ingilizceden gelmedir.
Mika : Çeşitli plastik maddelerin (Örn. PP, PVC, PC gibi) şeffaf ve sert olanlarına mika denmekte. Aslında mika, topraktan çıkan bir mineraldir. Çok yüksek sıcaklığa dayanması en önemli özelliklerindendir.
Naylon : Birçok plastik çeşidi (özellikle PE) hatta tüm plastik çeşitlerini “naylon” olarak isimlendirildiği görünmekte. Öyle ki, plastik yerine neredeyse naylon kelimesi kullanılıyor. Aslında naylon, birçok çeşidi olan özel bir plastik çeşididir. Genellikle tekstil sanayiinde kullanılır. Daktilo ve yazıcı şeritleri genellikle naylon (nylon)’dan imal edilir.
Receiver : Reciver, Riceyver, Recivır, Riseyvır. İngilizce receiver = alıcı demek. Yani gönderilen herhangi birşeyin alıcı tarafındaki kişi veya alet. . Mektubun alıcısı olabilir, televizyon veya radyo alıcısı da olabilir. Uydu alıcısı demek için önüne mutlaka “satellite” eklenmeli. Türkiyede bu gidişle artık bakkaldan zeytin almak (lihgt zeytin, layt erkek, light=hafif) için de güvercin inglizcesi öğrenmemiz mi gerekecek. Casaba, Sellam, Fısstıc, Bakshi, Ashk, Salash, Qumes, Okuls, Celebek, dı şi, Neshe, Shish, Eskidji, Berdush, radyo beş samır hits sözcükleri sizce ancak hangi dilde olabilir??
Sanal : türkçeye önceleri ingilzcedeki “imaginary, hypothetical” gibi gerçekte olmayan, olduğu hayal edilen, varsayılan anlamlarıyla girdikten sonra bilgisayar devrinde sanal sözcüğü ciddi bir yanlış olarak ingilizcedeki “virtual” anlamına kullanılır olmuştur. Bu da hem öteki kavramları karşılıksız bırakmakta, hem de Virtual kavramının yanıltıcı yanlış algılanmasına yol açmaktadır.
Teyp : Tape=Şerit. Bu terim yanlış olarak önce ses kayıtlı şeritleri çalan cihazlar için daha sonra da görüntü(video) kaydedilen şeritlerin kaydedici(recorder) ve oynatıcı(player) cihazları için kullanıldı. Teyp’in kendisine de bant (band) dendi. Bant terimi de şerit olmakla beraber daha çok soyut, iki yanından sınırlanmış bir alanı tanımlamak için kullanılır (frekans bandı gibi). Şu anda oluşan “Teyp bandı” gibi terimler tam bir kavram kargaşası yaratır durumdadır. Çoktan yerleşmiş olan ve hiçbir sorunu bulunmayan örneğin CD ler için “yoğun teker”, disketler için “tekercik”, e-mail = elmek, modem = çevirge, link = ilişim, joystick = yönetim kolu gibi değiştirilmek üzere yeni ve gereksiz uydurma terimler icat edileceğine sadece hatalı yerleşmiş olduğu için kavramsal sorunu olan sözcükler düzeltilse daha yararlı olmaz mı?
Uydu Fırlatma : Uydu gibi öyle yüzmilyonlarca dolarlık bir elektronik cihaz hiç fırlatılıp atılır mı? Taşıyıcı roketinin(aracın) içine konulup yola çıkartılıyor. Geminin kızaktan indirilmesi ve ilk seferine çıkarılması gibi. Buna “launch” deniyor. Bu sözcük aslında bize “lanse etme, lansman, gibi kullanımlarla çoktan girmiş durumda. A271 uydusu bu pazartesi “lançedilcek” dense komik olur mu?.(Galiba azeriler öyle söylüyor)
Yayın : Neşriyat. intişar = yayılma. dağıtım = distribüsyon basın = press, publication . Aslında basın, yayın, ve neşriyat sözcükleri hepsi kağıt üzerine mürekkeple tab(press) etme ve dağıtma anlamlarını taşımaktadır. Arapçası ve öztürkçesiyle çok fazla tane kelimedir. Ancak, daha sonra ortaya çıkan sesli ve görüntülü yayın (broadcasting) için hiçbir yeni kelime üretilmemiş görsel basın, görsel yayıncılık, radyo-tv yayıncılığı, medya gibi sözcükler kullanılmış, yani broadcasting sözcüğü türkçe karşılığını bulamamıştır. Tabii bu kelimenin türkçesi olmayınca yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan çok sayıdaki türevleri (Narrowcasting, unicasting, multicasting, webcasting, datacasting gibi) diğer sözcüklere de türkçe karşılık bulmakta ve bu kavramların türkçe ile ifadesinde aciz kalmaktayız.
Yüz numara : Fransızcadaki telaffuzları birbirine çok benzeyen “sans numero (numarasız 00)” ve “cent numero (100 numara) sözcüklerinin ayırdına varamayan bir beyzademiz ülkeye döndüğünde “yüz nümeğo” diye konuşmaya başlayarak örnek olur. Böylece 00’ın türkçe adı 100 numara olur.
Aslında bu türden örneklerin sayısı buraya sığdırılamayacak kadar da fazla… Türkçemizin ümitsiz vak’a haline gelmesindeki birinci sorumluluğun okur yazar kesimde ve kamu yetkililerinde olduğunu düşünüyorum.