… sülük …
Hikayeler / İnsanlık Halleri | Tanıl Ünlü | Ocak 7, 2012 at 5:54 pmi.
Gecenin çok geçi veya sabahın çok erkeni -adını nasıl koymak isterseniz işte tam o saatte- bindiğim bir uçağın, rahatsız ve dar koltuğundayım. Havalandıktan kısa bir süre sonra yorgunluktan göz kapaklarım ağırlaşıyor, kendimi huzursuz bir uykuya bırakıyorum.
Uzun bir süre uçak motorunun bitmek bilmez gürültüsü ve yüzüme vuran günün ilk ışıklarıyla uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyorum. Vücudum, bacaklarım ve kollarım sonu gelmez bir yolculuğa çıkmış dervişler gibi. Her biri bir diğerinden bağımsız, bir uçak koltuğunda asla bulamayacakları huzurun peşinde bir o yana, bir bu yana sürükleniyorlar.
Kollarımın o sonu gelmez gibi gözüken yolculuğu, beklenmedik bir keşifle noktalanıyor: Parmaklarım sırtımda iri bir ceviz büyüklüğünde bir şişlikle karşılaşıyor. Uyku mahmurluğuyla bir süre -ne kadar, hiçbir fikrim yok- o şişlikle oynadıktan sonra, sırtımda o boyutta bir şişlik olmaması gerektiğini hatırlıyorum. (Sırtımda aslında hiçbir boyutta şişlik olmaması gerekli, fakat uykuyla uyanıklık arasında yarı kapalı zihnim, henüz önüne serilen verileri tutarlı bir biçimde işleyecek durumda değil).
Telaşla uyanıyor, yeniden şişliği yokluyorum. Hala orada, inkar edilemez bir gerçeklik olarak yerinde duruyor. Sol tarafta, sırtımın sol yarısının ortasına yakın bir yerde. Kaburgalarımın hemen altında, biyoloji derslerinden hatırladığım kadarıyla sol böbreğimin biraz üstünde. Neredeyse tişörtümün dışından bile fark edilebilecek boyutlarda kocaman, yuvarlak bir çıkıntı. Vücuduma bitişik, ama sanki vücudumdan farklı bir kıvamı var gibi.
Elimi belimden içeri soktuğumda şişliğin üstünün cildimle örtülü olmadığını anlıyorum. Şişlik sıcak, ıslak ve onu vücudumdan ayıran net sınırlara sahip.
Ne olduğunu anlamak için hızla uçağın küçük tuvaletinin yolunu tutuyorum. İçecek ve yiyecek servisine başlamak üzere olan hostesler, daracık koridordan geçebilmem için söylenerek servis aracını geriye doğru çekiyorlar.
Tuvalete girdiğimde hışımla tişörtümü üstümden sıyırıyorum. Aynadan sırtıma baktığımda, derin bir dehşet duygusu sarıyor içimi. Karşıma çıkan görüntü içimde tahammül edilmez bir kusma isteği uyandırıyor, hızla dizlerimin üzerine çöküp, öğürerek bir akşam önce yediklerimi çıkarıyorum.
Negatif basınçla işleyen sifon, yeşil dereotu artıkları, kısmen sindirilmiş mercimek taneleri ve sarı safradan arta kalanı temizlerken, bir az önce gördüğüm iğrenç görüntüyü inkar eden zihnimi cevapsız bırakmamak için yeniden ayağa kalkıp, aynanın karşısına geçiyorum. Hayır, değişen bir şey yok, o orada, sırtımda hala.
İğrenç bir sülük yapışmış vücuduma.
ii.
Sonunda mantığım devreye giriyor. Sırtımı iyice aynaya yaklaştırarak dikkatle incelemeye başlıyorum bu davetsiz misafiri. Çevresindeki cildimin aldığı koyu renge bakılırsa, sülük bir hayli zamandır orada. Onca zamandır besleniyor kanım ve canımla. İnceledikçe, tanıyorum onu artık bir parçası olduğu bedenim kadar.
Gövdesinin daha küçükçe kısmı; ön tarafı. Ağız emicisiyle cildim arasında vücuduma yapışmasını sağlayan mührü duruyor. Elimle sülüğü cildimden biraz çekince, o mühür aracılığıyla yalnız vücuduma yapışıp kanımı emmediğini, aynı zamanda vücuduma doğru bir sıvı salgıladığını anlıyorum. Sıvı kanımın pıhtılaşmasını engelliyor ve zihnimi uyuşturuyor. Çoktandır tutarsız kararlar alıyor olmamın, çektiğim huzursuzluk ve uykusuzluğun sebebi o sıvı olmalı.
34 parçadan oluşan gövdesinin daha geniş arka kısmında, uğraş vermeden sahip olduklarını sindirmesini sağlayan bağırsakları var. Görmesem de biliyorum, bağırsaklarının içindeyse onun hazmını kolaylaştıran, benimse kanımı zehirleyen milyon çeşit mikrobu var.
Sülüğün varlığını keşfettikten sonra, neden yıllardan bu yana giderek zayıflıyor ve güçten düşüyor olduğuma bir anlam veriyorum artık. Avurtlarım görünür hale geldikçe ben, o şişip semiriyordu. Hatırlıyorum birden bunun da ona yetmediğini ve sülüğün her geçen gün benden daha fazlasını istediğini. Yine anlıyorum ki orada olduğu sürece o, mecburum onu beslemeye. (Çünkü sülük hakları sözleşmesine, adıma imza atılmış bir kere).
iii.
Birden sülük canıma tak ediyor. Öfkeyle koparıp atmak istiyorum onu vücudumdan. Elim sülüğün üzerine gittiğinde bir ses duyar gibi oluyorum:
“Sakın koparma onu vücudundan” diyor ses, tehdit eder bir edayla ve açıklamaya devam ediyor: Böylesi doğrusuymuş, şifa verirmiş sülükler. Böyle yazarmış tüm bilgelik dolu kitaplarda. Sülüğe el kaldıran erkek, en aşağılık erkekmiş meğer. Bunları söylerken daha az buyurgan, daha ikna etme amacında bir ses tonuyla hitap ediyor.
Onu daha fazla besleyecek gücüm yok, bunu göremiyor mu o ses? İçimden ‘canı cehenneme kitaplarda yazanların’ diyorum. Sese ve sülüğe hiç fark ettirmeden, tırnağımla ön tarafındaki mührü kırmaya, sülüğü vücudumdan koparmaya karar veriyorum.
Başkaları ne derlerse desinler, doğru bildiğimi yapacağım.
iv.
Tüm hırsımla saldırıyorum, canım ne kadar acısa da, kurtulacağım sülükten. Ama o, ayrılmaya hiç niyetli değil bedenimden. Onu koparıp atmaya çalıştıkça, damarlarım yırtılıyor, kanım sıçrıyor tuvaletin plastik duvarlarına. Acılar içinde kıvranırken ben, sülük mührünü geçirdiği yerden milim kıpırdamıyor.
Bu şekilde olmayacağını anlayıp, onu yakmaya karar veriyorum. Cebimden çakmağımı çıkarıp, kısa bir süre sülüğü neresinden yakmamın doğru olacağını düşünüyorum. Kalın gövdesini yakarsam, belki de mührü kendiliğinden vücudumdan ayrılacak.
Ateş üzerine yaklaşınca, sülük kalın ve çirkin bedeninden beklenmeyecek bir çabuklukla kıvrılıyor. Ateş onun ıslak bedenine işlemiyor, benim cildim yanmaya başlıyor. Çevreyi yanmış etimin ve kanımın kokusu sarıyor.
Sülük bir kez daha kıvrılmasıyla, bir seferde içindeki tüm zehri kusuyor bedenime. Sanırım bu, ondan asla kurtulamayacağım konusunda son uyarısı. Yanan, kanayan ve kopan etimin verdiği acıya daha fazla dayanamıyor, şuurumu yitiriyorum.
v.
Bir süre sonra -ne kadar, hiçbir fikrim yok yine ve sakın sormayın bana- tuvaletin kapısının öfkeyle vurulduğunu fark ediyorum. Ancak yığıldığım yerden doğrulurken, tuvaleti saran dumanın tetiklediği yangın alarmının kulakları sağır eden çılgın sesini duymaya başlıyorum. Kapıyı vuranlara her şeyin yolunda olduğunu, tuvaletten çıkmak üzere olduğumu söylerken, bir yandan da elimden geldiğince çabuk, tuvaletin her yerine bulaşmış kan ve kusmuğu temizliyorum.
Yüzüme geçirebildiğim en sakin ve umursamaz ifadeyle çıkıyorum tuvaletten. Kapı önünde beklemediğim bir kalabalık karşılıyor beni. Ne toplum düşmanı bir terörist, ne de sapığım ben, ne bakıyorsunuz yüzüme?
Kötü gözlerle süzen kabin görevlileri ve yolcuların bakışlarına, olabildiğince sakin bir tavırla, neden panik yaptıklarını sorgulayan bakışlarla karşılık vererek, rahatsız koltuğuma dönüyorum.
O gün, o uçak yolculuğunun sonunda kesin olarak anlıyorum; sülük ancak kendi istediği zaman terk edecek bedenimi. Şişman ve mağrur, ancak o gün çekilecek kandıran kitaplar ve aldatan boyalar arasında ona ait yere, kendine yeni avlar bulmak üzere.
Ve yine o gün kesin olarak anlıyorum ki ben, belki de öldüğüm gün olacak o mutlu güne dek sessiz, sülüğe yenik kaderimi seveceğim…