6-7 Eylül Olayları
Tarihte Neler Oldu | canakci | Mart 7, 2012 at 5:59 pm1955 yılında “Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atıldı” şeklindeki yalan haberle başlayan olaylar. olayları düzenleyenlerin, kimsenin öldürülmemesi yönündeki telkinlerine rağmen, 6 eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9 saat süren olaylar boyunca ve sonrasında (aralarında iki ortodoks papaz da olmak üzere) 13 ile 16 arası Rum ve en az bir Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiş, 32 Rum da ağır yaralanmıştır. Fiziksel zarar, 4.348 Rum’a ait işyeri, 110 otel, 27 eczane, 23 okul, 21 fabrika ve 73 kilise ve mezarlıklar ile rumlara ait 1000’in üzerinde evin tahrip edilmesi ya da yakılması şeklinde ortaya çıkmıştır. (yunancası Σεπτεμβριανά)
Ekonomik zarar, Türk hükümeti’ne göre 69,5 milyon Türk lirası, İngiliz diplomatik kaynaklarına göre 100 milyon İngiliz Sterlini, Dünya Kiliseler Birliği’ne göre 150 milyon ABD doları, Yunan hükümeti’ne göre ise 500 milyon Amerikan doları olarak hesaplanmıştır. Demokrat Parti Hükümeti zarara uğrayıp, zararını tescil ettirenlere toplam 60 milyon türk lirası cıvarında bir tazminat ödemiştir.
DP hükümeti suçu solculara (Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi) atarak işin içinden çıkmak istemiş, 27 Mayıs ihtilalinden sonra kurulan Yassıada Mahkemelerinde ise olayın DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes’in provokasyonu sonucu olduğu idiası ortaya atılmış, ancak en sonunda olayın tamamen bir derin devlet Özel Harp Dairesi (Ergenekon) Operasyonu olduğu açıkça ortaya çıkmıştır..
Bu olaylar sonucunda oluşan göç dalgası ile Türkiye’de yaşayan rum azınlığın neredeyse tümü ülkemizi terk etmiştir.. 1924 yılında 200.000’i bulan İstanbul’daki rum nüfus, 2005 yılında sadece 1500 kişiye düşmüştür.
Türkiye’nin Kristal Gecesi
Beyoğlu İstiklâl Caddesinde Türk bayrağı asarak önlem almış olanların dışında ve daha önce tertipçiler tarafından işaretlenmiş tüm dükkanlar yerle bir edilmişti. Örgütlendirilmiş ve kışkırtılmış çapulcu kalabalıklar tarafından taksim, arnavutköy, ortaköy, karaköy, eminönü, sirkeci, gedikpaşa, çarşıkapı, kumkapı ve bakırköy de aralarında olmak üzere 52 yerde birden aynı anda çıkarılan yangınlarla tarihi, ulusal, kültürel ve sanat varlıkları bir gecede yakılıp kül edildi; yıkıldı, yağmalandı. istiklal caddesi baştan ayağı tek bir dükkan kalmamacasına yağmalanmıştı. yollar boydan boya kırılıp dökülmüş, parça parça edilmiş eşyalarla doluydu. ellerine kazma, kürek, balyoz ne bulmuşsa kırılıp dökülecek rum, ermeni evi, işyeri arayan grupları şehrin dört bir yanında sabaha kadar terör estirdi. tünel’deki embros, apoyevmatini, tahidromos gibi rumca yayın yapan gazetelerin idarehaneleri; patrik’in tarabya’daki evi ateşe verildi. rum ve ermeni hastanelerine bile saldırılarak yangınlar çıkarılmış, gayri müslim mezarlıkları açılarak cesetler sokaklarda sürünür olmuştu.
Planlı bir etnik yok etme
Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgahlanan 6-7 eylül olayları, cumhuriyetin vitrininde duran büyük şehirlerdeki etnik unsurlarının da son bir hamleyle yok edilmeleri girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in kadim halklarından kurtulma için bir fırsat olarak kullandı. Olayları “komünist tahriki” diye sunmakla da dış tepkileri önlemeye çalıştığı gibi ve sosyalistlere yeni saldırı bahanesi yaratarak bir taşla bir kaç kuş vurmaya çalıştı. Bu olaylar tüm sonuçlarıyla TC’nin temel devlet politikalarına hizmet etti. Öyle ki 1960 darbesinde dp hükümetinin yargılanmasında bile işe yaradı..
Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir bomba atıldığı haberinin 6 eylül günü saat 13 ajansında radyodan okunması, ve bu haberin “İstanbul Ekspres” adlı akşam gazetesinin saat 16-17 arasında yaptığı 2. baskısında duyurulmasıyla “start” almış oldu. İstanbul ekspres, MİT mensubu Mithat Perin’ın çıkardığı DP yanlısı bir gazetedir.
Beyoğlu İstiklâl Caddesinde Türk bayrağı asarak önlem almış olanların dışında ve daha önce tertipçiler tarafından işaretlenmiş tüm dükkanlar yerle bir edilmişti. örgütlendirilmiş ve kışkırtılmış çapulcu kalabalıklar tarafından Taksim, Arnavutköy, Ortaköy, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Gedikpaşa, Çarşıkapı, Kumkapı ve Bakırköy de aralarında olmak üzere 52 yerde birden aynı anda çıkarılan yangınlarla tarihi, ulusal, kültürel ve sanat varlıkları bir gecede yakılıp kül edildi; yıkıldı, yağmalandı. İstiklal Caddesi baştan aşağı tek bir dükkan kalmamacasına yağmalanmıştı. Yollar boydan boya kırılıp dökülmüş, parça parça edilmiş eşyalarla doluydu.
Ellerine kazma, kürek, balyoz ne bulmuşsa kırılıp dökülecek rum, ermeni evi, işyeri arayan gruplar şehrin dört bir yanında sabaha kadar terör estirdi. Tünel’deki Embros, Apoyevmatini, Tahidromos gibi rumca yayın yapan gazetelerin idarehaneleri; Patrik’in Tarabya’daki evi ateşe verildi. Rum ve Ermeni hastanelerine bile saldırılarak yangınlar çıkarılmış, gayri müslim mezarlıkları açılarak cesetler sokaklarda sürünür olmuştu.
Milli Eğitim Bakanlığının resmi verilerine göre, İstanbul’da ilk, orta ve lise derecesinde 32 rum ve 8 ermeni okulu tahrip edilmişti. İstanbul’da 74 kilise vardı. 70’i aynı zamanda yakılıp yıkılmıştı. Kiliseler dışında bir havra, 8 ayazma, 2 manastır, 3 bin 584’ü rumlara diğeri ermeni ve musevilere ait 5 bin 538 gayrimenkul tamamen yakıldı.
İzmir’de Yunan Konsolosluğu ile fuardaki Yunan Pavyonu ve Yunan Kilisesi tamamen yakıldı. Sahildeki iki rum motoru batırıldı. Ankara’da ve diğer bazı taşra kentlerinde ise her nasılsa kalmış olan rum ve ermenilerin kilise ve işyerleri de bu kıyımdan nasiplerini aldılar. Asıl büyük yıkımın yaşandığı İstanbul ise tarihinin en büyük toplumsal felaketlerinden birini yaşamaktaydı.
15 ekim 1955 tarihi itibariyle 4 bin 333 kişinin toplam 69 milyon 578 bin 744 TL zarar gördüğü beyan edilmişti. Oysa bu rakamın gerçeğin çok küçük bir kısmı olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Bir tek kilisedeki tahrip edilip yağmalanan antika sanat eserlerinin değeri bile bu kadar edebilir. Gazeteci Haşim Akman’ın dediği gibi “tahrip edilen malların değeri gerçekten de inanılmaz boyutlardaydı”, ama İstanbul’un 500 yıllık çok kültürlü yapısına düşen bomba, hiç bir şeyle kıyaslanamayacak ölçüdeydi.”
O sıralarda DP İstanbul milletvekili olan Aleksandros Haçopulos, TBMMde yaptığı konuşmada polisin tahrip ve yağma yapanları koruduğuna örnekler verirken Büyükada’ya polisin gözleri önünde kayıklarla gelen 200-300 civarında kişinin rum ev ve işyerlerini tahrip ettikten sonra yine polisin gözleri önünde ellerini kollarını sallayarak adayı terk ettiklerini belirtmektedir. Kendi evi de saldırıya uğrayan Haçopulos olayı şöyle anlatıyor.
“.. Evimin yanında polis karakolu bulunmaktadır. Bizi tanırlar, anne ve babamı bilirler. Tahripçiler evin içine giriyor, ev tamamiyle tahrip ediliyor ve evimin önünde duran silahlı jandarmalar hiç müdahale etmiyor. Bu hadisede diyebilirim ki evim değil, tahripçiler muhafaza edilmiştir. Babam ve annem 80 yaşındadır. Yataktan aşağı atılmış ve gece yarısı, yatakları dahil her şeyleri tahrip edilmiştir. Başbakanlık müsteşarı Salih Korur evimin halini gözleriyle görmüştür. …
Sarf ettikleri cümleler de şunlardır; “Kırın, yıkın, mebusun evini. Bedavadan para alıyor.”
Bir iktidar partisi milletvekilinin evinin, yaşlı ana-babasının jandarma ve polisin gözleri önünde geceyarısı saldırıya uğraması, diğer insanların ne gibi bir şiddet ve kıyıcılıkla karşı karşıya kalmış olduklarını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.
Bir başka tanıklık 6-7 eylül olaylarındaki kontrgerilla tertipleyiciliğine sivil bir gözlem getirmektedir. Evini yağmalanmaktan türk bayrağı çekerek ve Türk’müş gibi davranarak kurtaran Sarkis Varbed anlatıyor :
“Gece saat bir. köşe başında düdük sesi duyuldu. bir de baktık bir subay. Yanlarında askerler. Yağmacılar kaçmaya başladı, kimin elinde bir makine, kiminin koltuğunda bir halı, gardıroplar kırılmış, buzdolapları sokağa atılmış. Yığın yığın kırık dökük eşya bütün sokağı kaplamış. elimde kahve fincanı var. Bir subay geldi. ‘kahvenin tadını çıkaracak yeri ve zamanı çok iyi seçmişsin. Her türk sizin gibi olmalı. Ama artık kahvenizi içerde için, Çünkü askeriye bu işe müdahale etti’ dedi. Tabii dedim, “Türk subayına saygımız sonsuz.”
Fener patrikhanesi Saint Sinod Meclisi adına başbakan Adnan Menderes’e 15 eylül 1955 günü bir mektup gönderen Ortodoks Rum Patriği Athenegoras olayları şöyle anlatmaktadır;
“Muayyen bir program ve plan mucibince teşkilatlandırılmış bir sevk ve idare tahtında hazırlanmış bulunan halk kitleleri şehrin muhtelif noktalarında gece vakti ve aynı zamanda ve bir emirle hareket ederek emirlerine amade her türlü vesaiti nakliye ve her türlü tahrip edici alet ile, asayişi muhafazaya memur olanların gözleri önünde, dehşet verici savletle ırkımıza karşı tecavüze girmişlerdir. Asırların emaneti, insaniyetin malı ve bütün memleketimizin medârı iftiharı olan medeniyetin eserleri tahrip edilmiştir. Adedi 80’i bulan kilise ve ibadehânelerimizin 70’i müthiş tahribata mâruz kalmış, kısmı âzamı ateşe verilmiştir. Mukaddes kilise eşyası ve evâni tahrip edilmiştir. Kıymeti biçilmez tarihi sanat eserlerimiz tahrip edilmiştir. İbadethanemizin mukaddesatı utandırıcı bir şekilde kirletilmiş, talan ve yağma edilmiştir. İstimzar ve yağma her tarafta sürdürülmüştür. patrikhanelerdekiler de dahil olmak üzere ölülerin mezarları açılmış, henüz defnedilen ölüler parçalanmıştır. Ölülerin kemikleri istirahatgahlarından çıkarılarak etrafa atılmış ve ateşe verilmiştir. Her tarafta ruhaniler aranmış, bulunanlara işkence edilmiş, ölümle tehdit olunmuş, hatta bir tanesinin canına kıyılmıştır.”
Çok sonraları resmi kayıtlarda 3 ölü 30’da yaralı olduğu açıklandı. Basın üzerindeki resmi ve gayrı resmi sansür, mezarların açılıp ölülerin bile caddelerde sürüklendiği bu olaylarda gerçek insan kaybının verilmediğini gösteriyor. Buna rağmen birçok gazete “bazı küstahların linç edildiğini” yazmaktaydılar.
İstanbul İHD şubesinin “Utandıran Tarih” isimli fotoğraf sergisinin açılış kokteylinde gazeteci Hıfzı Topuz o yıllardaki sansürü anlatırken; “6-7 eylül tahribatı ile ilgili resim yayınlamak yasaktır; zarar görenlerin istekleri, talepleri şeklinde haber yazılamaz; Beşiktaş’ta çuval içinde üç yanan insan bulunmuştur, bunun haberinin yapılması yasaktır; vb” gibi yasaklamalarla karşılaşmış olduklarını anlatmaktadır.
6-7 eylül olaylarındaki gözle görülür ilke, tüm görgü tanıklarının da belirttikleri üzere polislerin ve saldırganların “cana bir şey gelmeyecek, yalnızca kırılıp dökülecek” demeleridir. Bu da hedefin ve yöntemin dikkatlice seçildiğini göstermektedir.
7 eylül günü İstanbul, Ankara ve İzmir’e sıkıyönetim ilan edildi. “Örfi İdare Kumandanlığına” 3. ordu müfettişi korgeneral Nurettin Aknoz atanmıştı. 10 eylül’de sıkıyönetim mahkemeleri çalışmaya başladı ve haklarında soruşturma açılan 3 generale işten el çektirildi.
Sıkıyönetim ilanı görüşmelerinde “güvenlik kuvvetlerinin zafiyeti ve vaktinde önlem almaması” konusundaki eleştirileri cevaplayan başbakan yardımcısı Fuad Köprülü, “..bu hadiseden hükümet önceden haberdardı. Ona göre bazı tertibat da almıştı. Fakat hadisenin günü ve saati belli değildi.” diye savunma yapar. Ancak onun “haberimiz vardı” deyişi, işi “komünistlerin yapacağını biliyorduk, ama gününü saatini bilmiyorduk, bombalama olayı da vesile oldu” gibi devlet senaryosuna uygun bir açıklamadan ibarettir..
Olay kitlesel bir şiddet gösterisi ve yıkım olarak tezgahlanmışken, sonuçlarından bir başka türlü de yararlanmak için DP hükümeti, “İstanbul’un ve esas olarak memleketin esas itibarı ile bir komünist tertip ve tahriki ile ağır bir darbeye maruz kaldığı..” yolunda alelacele bir bildiri hazırlayarak sorumluluğu hiç ilgisi olmadığı halde dönemin ünlü solcu ve komünistlerinin sırtına yıkmaya çalıştı.
Sıkıyönetim yargılamalarında olayın sanıkları olarak Aziz Nesin, Hasan İzzettin Dinamo, Dr. Müeyyet ve Can Boratav, Dr. Hulusi Dosdoğru, Dr. Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Faik Muzaffer Amaç, Aslan Kaynardağ, İlhan Berktay gibi isimleri görmek oldukça dramatiktir.
Sorumluluğu komünistlere yıkma işi o kadar acemice tezgahlanmıştı ki, olaydan 6 ay önce ölmüş biri ile o anda doğuda askerliğini yapmakta olan bir başkası da sanık olarak gösterilmişti. Aylarca harbiye hücrelerinde tutulan sanıklar sıkıyönetim mahkemesinde yargılandıktan sonra beraat ettiler.
Fakat daha da dramatik olanı gerçekten ilgileri olmadığı halde türk sol’unun 6-7 eylül olaylarına bakışıdır. İşin altındaki devlet provokasyonunu, ırkçılık ve şovenizmi göremeyen türk sol’u olaylarda “bir halk hareketi, başkaldırı” keşfetmeye çalışmıştır.
Olayların tanığı olma sıfatıyla İHD İstanbul Şubesi’ndeki “Utandıran Tarih” isimli sergiye çağırdıkları eski TKP’li Metin İlkin’in “6-7 eylül’ü milli bir hareket olarak görmediğini”, “Olaylarda göze çarpan bir şey vardı, o da servet düşmanlığı. Bu servet düşmanlığı da çok doğal bir şey” dediğini aktarıyor.
Ben de kendisiyle bir görüşme yaptığımda eski KKE’li ve anti-faşist Yunan direnişçilerinden Manolis Glezos’dan benzer bir anekdot dinlemiştim. 1960 yılında Atina’da toplanan komünist partileri konferansına, TKP delegasyonundan katılan bir “türk yoldaş”ın (muhtemelen Mihri Belli) 6-7 eylül olaylarını, “Yoldaş.. bu, türk emekçilerin rum ve ermeni burjuvazisine karşı bir isyanıdır.” diye yorumladığını üzüntüyle aktarıyordu.
“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının Türk devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğu yunan makamlarınca o günlerde ortaya çıkarılmıştı. olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi’nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir türk ajanı olan Oktay Engin’in ve Selanik Başkonsolosluğu kavası Hasan Uçar yakalanmışlardı. Konsolosluk yetkilileri dokunulmazlıkları olduğu için yargılanamazken, Uçar ve Engin bir süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildiler. 15.6.1956 tarihinde tahliye olan Engin Türkiye’ye kaçarak Yunan tabiiyetinde olmasına rağmen bakanlar kurulu kararı ile vatandaşlığa alınmış kendisine pek çok olanak sağlanarak korunmuştu. Engin ve Uçar, gıyaplarında yunan mahkemelerince iki-üç yıllık cezalar almışlardı.
1960 darbesinden sonra yapılan “yassıada duruşmaları”nda olay devletin resmi makamlarınca da doğrulanmıştır. 6-7 eylül olaylarının başlamasına “bahane” olarak kullanılan, Selanik’te “Atatürk’ün evinin bombalanması” işinin Selanik Başkonsolosu M. Ali Balin, ve yardımcısı M. Ali Tetikalp tarafından Dışişleri Bakanlığının da bilgisi içinde örgütlendiği; Kavas Hasan Uçar ile Oktay Engin’in eylemi birlikte gerçekleştirdikleri; Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı F. Rüştü Zorlu, İçişleri Bakanı Namık Gedik’in 6-7 eylül olaylarını yaratmak amacıyla bu tertibin içinde oldukları iddiası ile 11 kişi hakkında dava açılmıştır.
6/7 eylül olayları tıpkı ‘koyun” gibi her şeyinden yararlanılan bir olay olduğu için, bombalama olayı da dahil 6/7 eylül hadiselerinden dolayı devrik DP hükümetinin ayrıca yargılanması da ilginçtir.
Olayın bir Derin Devlet Operasyonu olduğu sonunda ortaya çıkıyor
Olanlardan iyice teşhir olan TC devletini aklamak ve sorumluluğu sadece devrik DP hükümetine yıkmak için yapılan yargılamalarda, duruşmalar ilerledikçe devletin perde arkasındaki esas gücünün teşhir olması endişesi ile bu dosya yüksek adalet divanı, tarafından 5.1.1961 tarihinde kapatılarak, sanıklar hakkındaki dava geri alındı. “Bebek, Köpek, Metres” davalarıyla işler sulandırılmaya devam edildi.
Oysa olayların sadece “hükümet provokasyonu” olmayıp daha kapsamlı bir Genelkurmay hazırlığı ve devlet politikasının ürünü olduğu 30 yıl sonra “Özel Harp Dairesi” adına bir türk generalinin itirafı ile sahiplenilmiştir. Bomba provokasyonunun sadece hükümetin işi olmayıp “devlete” ait olduğunun maddi kanıtlarından biri de, yaptığı işi bir “kahramanlık” olarak sahiplenen bombacı Oktay Engin’in 16 mart 1978’de ki Beyazıt katliamında Emniyet Müdür Yardımcısı olup daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanı olmuş, daha sonra devlet kademelerinde hızla ilerleyerek 1992’de Nevşehir Valiliği’ne kadar gelmiş olmasıdır.
Olay günlerinde TBMM’den “hemen hemen bütün evlere girenler şu cümleyi kullanmışlardır; “Korkmayın sizi asıp kesecek değiliz. buna dair emir vardır. Yalnızca evlerinizi tahrip edeceğiz.” Bu emri verenler vardır. Kimlerdir ?. Bu iş hangi teşkilatın mahsulüdür?” sorusunu soran ve “Sayın arkadaşlarım teşkilat tertipliydi, muazzamdı.” tespitini yapan Haçopulos’a yanıt 37 yıl sonra emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’ndan gelmiştir.
Olayların “Türk Gladio’su” olarak tabir edilen “(Ö.H.D.) Özel Harp Dairesi ”nin “muhteşem bir örgütlenmesi” olduğunu övünerek itiraf eden general Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na şunları anlatmaktadır;
“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’deki kıbrıs harekâtı. eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi?
Harekât başlamadan önce özel harp dairesi devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi, ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al.
-Pardon paşam anlamadım. 6-7 eylül olayları mı?
-Tabii. 6-7 eylül de, bir Özel Harp işiydi, ve muhteşem bir örgütlenmeydi. amaca da ulaştı… Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
-E, evet paşam!”
Generalin 6-7 eylül olaylarını 1974’de kıbrıs’ın işgali hazırlıkları anlatırken hatırlaması rastlantı değildir. Çünkü 6-7 eylül olayları ile “Kıbrıs Sorunu” arasında görülenin dışında çok daha yakın bir bağlantı vardır. General Yirmibeşoğlu’nun bahsettiği “Özal Harp Dairesi”nin Kıbrıs’taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955’e dayanır. Kıbrıs Türkleri içinde “Volkan”, “9 Eylül” gibi kontrgerilla örgütleri bu tarihlerde örgütlenmiş, 1958 yılında ise bizzat Türk generallerinin örgütlediği “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı” adıyla merkezileştirilmişlerdi. 1974 işgaline kadar geçen süre içindeki “Özel Harp Dairesi”nin çalışmaları bu kanaldan yürümüştür.
1950’li yıllarda bir ingiliz sömürgesi olan Kıbrıs’ta, bağımsızlık mücadelesi yükselmekte, ve bağımsızlık mücadelesini daha çok yunanlı yurtseverler üstlenmiş bulunmaktaydılar. “bağımsız kıbrıs”ın sonuçta Yunanistan ile birleşmesine kesin gözüyle bakan TC, bunu önlemek için Kıbrıs bağımsızlık mücadelesine karşı, sürekli olarak ingiliz yönetiminin yanında yer aldı. Sorunu Birleşmiş Milletler’e taşımadan kendi inisiyatifinde çözmeye çalışan İngiltere Başbakanı Eden’in önerisi ile taraflar, 29 ağustos 1955’de Londra’da düzenlenen bir konferansta bir araya geldiler.
İngiltere, Türkiye ve Yunanistan dışişleri bakanları Mc Millan, Stefanapulos ve F. Rüştü Zorlu’nun katıldıkları Londra konferansı başarısızlıkla sonuçlandı. Yunanistan adanın bağımsızlığını ve “Self Determination”(kendi kaderini tayin) hakkının tanınmasını istiyordu. İngiltere ileri tarihlerde anayasal bir özerklik vermeyi öneriyor; TC ise Kıbrıs’taki statü değişikliklerine karşı çıkarak tek değişikliğin adanın Türkiye’ye verilmesi olabileceğini savunuyordu. Zaten tıkanmış olan konferans o sıralarda Londra’da görüşmelerde bulunan TC Dışişleri Bakanı Zorlu’nun Selanik olayını kınayarak ayrılmasıyla kesilmişti.
Zaten 6-7 eylül olaylarından önce de Kıbrıs bahanesiyle Rum halkına karşı legal provokasyonu devlet destekli bir dernek olan “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” yürütmekteydi. Dernek yargılamalara konu olmuş, zaten paravan olarak kullanıldığı için “feda” edilmiştir. Devlet, Kıbrıs bunalımı karşısında Türkiye’deki Rum nüfusu “rehine” olarak kullanacağının işaretini vermiş; dahası Kıbrıs’ı kaybetme olasılığına karşı içerdeki rum ticaret ve kültürünü tasfiye ederek etnik homojenleşme yolunda keskin bir adım daha atmıştır.
Varlık vergisi’yle birlikte ekonomik etkinliklerinin büyük kısmı Türk burjuvazisi tarafından ele geçirilen gayrimüslimler; 6/7 eylül’le birlikte yalnız ekonomik yaşamdan değil, sosyal ve kültürel yaşamdan da tamamen tasfiye edilmişlerdir.1950’li yıllarda 800 veya 1 milyon civarında olan rum ve ermeni nüfusu, bu korku ve terör ortamı nedeniyle yaşanan göçler nedeniyle bugün 1650 kişiye kadar düşmüş durumdadır. General Yirmibeşoğlu’nun “amacına da ulaştı” dediği şey bunlardır.
6-7 eylül’de içe, Kıbrıs’ta dışa doğru gelişmenin bir iç bağlantısı vardır; 1964 bağımsız Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşme politikasının ağırlık kazanmasına karşılık; İstanbul’da Rum ve Ermeni’lere ait gayri menkul ve vakıf mallarının alınıp satılmasına konan ambargoyla; 1974’de Kıbrıs’ın işgal edilmesiyle İstanbul’da kalmakta direnen rumların da mal mülklerini bırakarak Yunanistan’a göç etmeleri ile sürmüştür.
Olaylarda “sanık” olarak yargılanmış olan Hulusi Dosdoğru’ya göre;
“6-7 eylül olayları, ne bir komünist kışkırtması, ne de nasırına Kıbrıs olayları nedeniyle basılan halkın kendiliğinden reaksiyonudur. 6/7 eylül 1955 olayları, adı demokrat “demirkırat”, toy, fanatik, sorumsuz bir yönetimin İstanbul – İzmir metropollerinin her köşesindeki rum azınlığa karşı, baştan sona sistemli, planlı, programlı tertip ve kışkırtmaları ve illegal uzantılarıyla kopartılmış bir toplu yıkım ve kırım kasırgasıdır.”
Tanık olduğu 6-7 eylül olaylarını “gül sancısı” adlı romanında işleyen anap milletvekili Yılmaz Karakoyunlu , aktüel dergisinin yaptığı bir röportaja verdiği yanıtlarda asıl amacın “Osmanlı’dan beri iktisadi hayatı elinde bulunduran azınlık sermayesinin Türk kesimine transferi” olduğu görüşündedir;
“Hadiselerin başlangıç itibariyle bir tertip olduğu ortadadır. Nitekim o tarihte Atatürk’ün evine bomba koymak suretiyle bu heyecanı yaratan insan bugün Nevşehir valisidir. Bir mürettip. Bugün devletin tertibinden sorumlu bir makamın sorumlusudur! Bu da az buz bir iş değildir. Ben o arkadaşımızı tezyif etmek için söylemiyorum. O bir görevdi, yerine getirildi. Tertibin oluğunun en güzel örneğidir.
…
Hadise, sadece bir sermaye transferi anlamı da taşımaz. bir sermayeyi, bir varlığı yok etmektir. Örneğin varlık vergisi’nde öyle değildir. Sizden zorla vergi almaya kalktım. Evinizi sattım, ben ucuza aldım. mal benim aktifime geçti. Burada öyle değil. Her şey payimal edildi, perişan edildi, talan edildi. Yani fiziki olarak sermaye tahrip edildi. Ama kabul etmek zorundayız ki o hadiseden sonra anadolu’dan İstanbul’a gelmiş, palazlanmış esnaf, ticaret hayatının da sahibi olmuştur. 6-7 Eylül hadisesinde tahrip edilen kadronun yerini dolduranlar, bugün Türk iktisadi hayatında önemli isimler olmuşlardır.”
Mete Tuncay, 6-7 eylül olaylarını “İstanbul’da imparatorluk kültürünün sona ermesi ve taşralaşmanın başlaması” olarak nitelendirmektedir.
“Azınlıkların bir rehine gibi, mal gibi, milli alacaklara karşı rehin tutulmasını hangi ahlaka sığdırabiliriz?” diye sorulmaktadır.” Milli Ahlâka herhalde. Kıbrıs’ta ele geçirilemeyenlerin bedeli ödetilen rumlar ve diğer ‘gâvurlar’ oldu.
Yunanistan, Ermenistan, İsrail veya diğer ‘gâvur’ milletlerle çıkacak gerginliklerde bedel ödetilecek gruplardır hâlâ azınlıklar.” (kaynak: indymedia)