İnsan Hakları

Sürekli Söyleşi | | Mayıs 12, 2012 at 6:47 pm

– İnsan hakları denince her nedense benim aklıma öncelikle Thomas Paine’in “”Rights of Man”” isimli kitabı geliyor.

– Erkek / herif hakları gibi bişey değil mi o?

– Hayır. 1791’de yazılan bu kitap 1951’de MEB’in o meşhur klasikleri arasında “İnsan Hakları” adıyla türkçeye kazandırılmış.

– Madem öyle adı niye “Human Rights” değil de “Rights of Man”?

– O zamanlar Man deyince “Ademoğlu” (yani insan) kasdediliyor. Yani kadınlar henüz toplum mühendisleri tarafından siyasi ve sosyal bir sınıf olarak oluşturulup (böl ve yönet tekniğiyle) erkeğe karşı kullanılmaya başlanmamış. Erkek kendi türünün tek siyasi temsilcisi, ailesinin reisi, savaşa o gidiyor, parayı o kazanıyor. Dikkat edersen kitabın yazıldığı fransız ihtilalinin ilk yıllarında krala ve mütegallibe (asilzade) sınıfına karşı ayaklanan sans culottes (baldırı çıplaklar) da onları giyotine gönderen asilzadeler de hep erkek. Siyasi gücü olan Marie Antoinette gibi birkaç kişiyi saymazsan bu mücadelede kadın diye birşey hiç yok. Kadının mütegalibe (devletçiler) tarafından icat edilip kullanılmaya başlanması (feminizm) ondan bir yüz yıl kadar daha sonradır.

– Nasıl yani?

– Kadın hakları prensip olarak “devletçi” olmak zorunda olan bir hareket. Yasama, yürütme, ve yargının (yani devletin) birey karşısında elini güçlendirmeye yarıyor. Bireyi kadın, erkek, çocuk diye bölüp birbirine karşı kullanmak ve zayıflatmak için icat edilmiş ince bir oyun.

– Thomas Paine bunları mı anlatıyor?.

– Yok. Söylediğim gibi O zamanlar daha henüz feminizm diye birşey bilinmiyor. Kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları diyerek insan haklarını sulandıran şeyler yok. İnsan hakları daha henüz yeni icat edilen bir kavram. İngiltere’de bir köylü çocuğu olarak doğan Paine gemi tayfalığından ve maliyeye girip 11 yıl vergi memurluğu yaptıktan sonra istifa edip ABD’ye gidiyor ve orada ordu hizmetine giriyor. 1787’de tekrar avrupa’ya dönen Paine iki bölüm halinde yazdığı ve birinci bölümünü 1791’de yayınladığı kitabında cumhuriyet yönetimini savunarak İngilizler’i monarşiyi yıkmaya çağırıyor. Özde devletçi bir insan. Tek istediği devletin biraz daha halka yakın durmasından ibaret. Halkın eğitilmesini, yoksullara yardım edilmesini, işsizlere devletin iş alanları açmasını, emekli aylığı verilmesini ve gelire göre artan oranda vergi alınmasını istiyor. Bu tür son derece sıradan istekleri yüzünden İngiltere’de vatana ihanetle suçlanan Paine, bu arada Fransa’da Ulusal Meclis’e seçilmiş. O sırada ihtilalin çoktan başlamış olduğu Fransa’ya gidip meclis çalışmalarına katılıyor. Monarşinin kaldırılması yönünde oy kullanan Paine kral XVI. Louis’in idamına karşı çıktığı için Maximilien Robespierre yönetimi sırasında gözden düşüp bir yıla yakın süre hapsediliyor. Hapisteyken yazdığı Age of Reason (1794, “Akıl Çağı”) adlı kitabında da Tanrı’ya inandığını, ama yürürlükteki dinsel uygulamalara karşı olduğunu belirttiği için dinsizlikle suçlanıyor. Common Sense (Sağduyu) isimli eseri ise ABD’nin ve amerikan devriminin babalarından sayılmasını sağlamıştır. Amerikan anayasasının haklar bildirgesindeki bazı cümleler onun cümleleridir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesindeki birçok madde onun savunageldiği haklarla ilgilidir.

– Pardon bu bildirge tam olarak neydir???

– Medeni insanın ahlakıdır. Vicdanıdır. Hukuk anlayışının temelidir. Suç ve suçluya iliskin temel bilgilerinin kaynağıdır. Devletlerin ve dinlerin insanları kandırma, korkutma, kışkırtma ile istismar etmek üzere geliştirdikleri tüm mekanizma ve uygulamalara karşı bireyleri savunmak amacıyla medeniyetin geliştirebildiği en etkili şeydir.

– Nasıl geliştiriliyor?

– Bazıları bu bildirgenin kökenlerini taa Magna Carta’ya(1215) kadar götürür ancak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilk olarak resmen yayınlanışı 10 aralık 1948.. Bazı kurallar belirleniyor ve 30 madde halinde sıralanıyor ve ülkelerin devletlilerine deniliyor ki ; Bak arkadaş “”vatandaşına şu şu hakları tanıyacaksın. Onlara şunu şunu asla yapmayacaksın. Bu konuda garanti vereceksin.””…
Kısaltılmış “evrensel” versiyonu şöyle;

– Kim hazırlamış bunu?….. Peki bütün ülkeler bu bildiriye uyuyorlar mı?.

– Aralık 1948’de BM insan hakları komisyonu bunu böyle 30 madde halinde hazırlayıp genel kurula sunduğunda alternatif bazı yerel bildirgeler zaten mevcut. ABD’nin Bill Of Rights’ı, Fransa’nın La Déclaration des droits de l’Homme et du citoyen’i geçerli durumda. Ama bunu evrensel hale getirme eğilimi ortaya çıktığında birkaç istisna dışında resmen itiraz eden çıkmıyor. İstisnalar SSCB, Güney Afrika ve Suudi Arabistan.

– Onlar niye itiraz ediyorlar?.

– O zaman Güney Afrika’da resmen ApartHeid (Irk ayrımcılığı) var. Zencilere beyazlarla ayni hakları vermek düşünülemez. Suudi Arabistan’da da Şeriat Hukuku var. Şeriat hukuku ile insan hakları birarada imkansız. Sovyet Demirperde rejiminin de insan haklarını uygulaması mümkün değil. Ama tabii o günden bu yana neredeyse 65 yıl geçti. Güney Afrika rejiminin değişmesinde de Sovyet Blokunun çökmesinde de insan haklarını uygulayamamasının payı büyük.

– Peki Suudi Arabistan?

– İslam Kültürünün İnsan Hakları’na karşı özel bir dayanıklılığı var. Çünkü İslam “teslim”den gelir ve bir yerde İnsan Hakları’nın tam bir antitezidir. Allah “çün yarattı ol alemi” dediğinizde inancınız ve tüm hayatınız artık onun bir kulu olmanıza, ve “”onun emrettiği” şeklinde lanse edilen tüm kurallara ölene kadar körü körüne hiç sorgulamadan itaat etmenize dayalı. Sorguladığınızda veya itaat etmediğinizde dinden çıkmış oluyorsunuz.

İslami kurallara (şeriata) uygun olarak oluşturulduğu kabul edilen bir toplum düzeninde insan hakları ile ilgili yukarıdaki 30 temel maddenin 30’u da çiğnenir. Mecburen çiğnenecektir. Çünkü yönetim erki şeriatın kendisine sağladığı fazladan güç ve kontrol imkanından asla vazgeçmek istemez. İslam tarzı yönetim erkinin başındaki kişi veya zümre “tanrı adına” bazı kararları verme yetkisine sahiptir ve bu sayede vatandaşları üzerinde sınırsız bir otoriteye sahip olur. Bu onların asla vaz geçemeyecekleri birşey. O nedenle insan hakları konusunda çok fazla bir uluslararası baskıyla karşılaştıklarında kendilerinin elinde kul icadı değil tanrı icadı olan daha yüce bir bildirge olduğunu bunun “”islam hakları”” diye alternatif birşey olduğunu ortaya atmışlar. Buna göre islam ülkelerindeki iktidarlar vatandaşının başını kılıçla gövdesinden ayırmak, tüm malına el koymak ve her türlü işkence yapmak haklarını koruyabiliyorlar. Tabii böyle komik bir insan hakları bildirgesinin uluslararası zeminde herhangi bir itibar bulması söz konusu değil.

– Sen en başta dedin ki “”bu bildirge devletlerin ve dinlerin uyguladıkları mezalimlere karşı bireyleri savunmak üzere geliştirilmiş en etkili şeydir””. Bu durumda şeriat batağına batmamış durumdaki (laik) tüm ülkelerde insan haklarının iyi kötü işlediğini kabul edebilir miyiz?..

– Hayır.. Edemeyiz… Dinin iktidar olduğu ülkelerde “allah” adına işlenen tüm cürümler Laik ülkelerde de “devlet” adına aynen işlenebilir.

– Nasıl?.

– “”Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü”” diye bir ifade duydun mu hiç??

– Duymaz olur muyum hiç. Hergün birkaç defa duyuyorum.

– Bu ifade “laikçi otoriter” bir rejimin amentüsüdür.. Teokratik bir rejimde önce Allah vardır. O tüm alemi (insanlarla birlikte) yaratmıştır. Uludur, hikmetinden sual olunmazdır, herşeye kadirdir felan.. Allah öyle kutsal bir yüceliktir ki. Ona iman edeni ihya eder. İnkar eden ise iflah olmaz.

İşte laik bir rejimde onun yerini “devlet” kavramı alır. . Yani dünyada önce devlet vardır. Halkı ve ülkeyi o yaratmıştır. Ülke de halk da o kutsal devletin malıdır. Herkes ve herşey o devlet tarafından, devletine hizmet etsin diye yaratılmışlardır…. Bireyin çoğul hali olan halk da, ülke de devletindir. Teokratik bir rejimde Allah’ı inkar etmek veya onun yerine bir alternatif sunmak (şirk koşmak) nasıl “katli vacip” kılan büyüklükte bir günah ise otoriter devlette de devletin otoritesinden sual etmek aynen öyle bir suçtur. Devlet o vatandaşını anında “katli vacip” bir iç düşman olarak ilan edebilir.

– Peki bildirge bu yüceliklere ne yapabiliyor?.

– Aslında bildirge “Allah” karşısında da “Devlet” karşısında da acizdir. Yani hiçbir kimse bir kağıda birkısım maddeler yazıp bununla allahın emirlerini veya devletin hikmetinden sual olunmazlığını falan kontrol altına alınabileceğini düşünmemiştir. Bu konu ilk olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ele alındığında da hiçkimse devletlerin ve allahın gücünü böyle bir kağıda yazılan maddeler ile sınırlamak gibi bir düşünce sergilemiş değil. Bildirge zaten bir uluslararası anlaşma niteliğinde de değil. Ülkelerin kendi halkları ile ilişkilerinde uyulması gereken kuralları ortaya koyuyor. Ülkeler “egemen” oldukları için bu bildirge de onlara sadece “tavsiye” kılavuz niteliğinde. Resmen bir yaptırım gücü yok.

– Yine de etkili olabiliyor mu?

– Evet. Ülkelerin bu konudaki durumlarını sürekli gözetleyen, denetleyen kurumsal yapılar oluşturulmuş . Savaş suçları için ayrı, bireylere karşı işlenen suçlar için ayrı mahkemeler kurulmuş. Kişi kendi insan haklarının çiğnendiğini, ülkesindeki hiçbir adalet kurumunun da gerekeni yapmadığını düşündüğünde gidip bir uluslararası mahkemeye (AİHM) bavurabiliyor.

– Peki mahkeme devlet aleyhine karar verebiliyor mu..

– Tabii.. davaların çoğunda devlet mahkum oluyor. Bürokrasisi biraz fazla, yargı süreci çok uzun ve sancılı, ama sonunda en azından bir adalet hükmü umudunun sürmesini ve bireyin dünya adalet sistemine olan güveninin tazelenmesini sağlıyor. Üstelik bu bildirge 65 yıl önce hazırlandığı haliyle insan hakları konusunda devletlere çok fazla taviz veren, otoriter hükümetlerin insan hak ve özgürlüklerini resmen çiğneyebilmesi için pek çok açık kapı bırakan bir metin. AİHM de aslında o metnin cevaz verdiği bazı önemli haksızlıklara hiç karışmıyor. Yine de şu anda Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde aleyhinde en fazla karar alınan ülke. Devletimiz yaşam hakkı, mülkiyet hakkı gibi temel hakların ihlalinde açık ara en önde gitmektedir. Yine de listede olmayan diğer arap ve islam ülkelerine göre insan hakları bakımından daha iyi bir durumda sayılırız.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.