Kapitalizm vs Sosyalizm

Sözlük | | Mayıs 6, 2012 at 4:02 pm

Kapitalizm, hür teşebbüsçü (özel girişimci) sistem olarak da anılabilir. Üretim, dağıtım, ve değişim araçlarının özel mülkiyetini ve kapital (anamal / sermaye) sahiplerinin rekabetçi koşullarda kar amacıyla kendi mülklerini işletme ve idare özgürlüğüne sahip olduğu bir ekonomi sistemini ifade ediyor. Bu sistemde üretim ve dağıtım araçlarına yatırım ve bu araçların mülkiyeti esas itibariyle özel kişi ve kuruluşların kontrolundadır. “Kapitalizm” kavramı ilk olarak rönesans sonrası ve endüstri devriminin başlamasıyla birlikte avrupa ülkelerinin deniz aşırı ülkelerde sömürgeler edinmeğe ve, büyük kentlerde küçük sanayi üretimlerine başladıkları 17nci yüzyılın ortalarında olmuştur. İlk merkezi İngilteredir demek hatalı olmaz.

Esas üretimin tarım ve hayvancılık olduğu eski çağlarda bilinen en önemli üretim araçları sadece “toprak” ve “insan” idi. Bunlara sahip olanlara kapitalist değil “feodal” diyoruz. Kölelik kalkmış dahi olsa bir feodal toprak sahipliği üzerinden orada yaşayan tüm insanlara hükmedebilme gücüne sahiptir. Köylünün ne yapıp yapmayacağı, karşılığında ne alacağı gibi konular üzerinde hiçbir pazarlık şansı olmaz. Feodal ile köylünün ast üst ilişkisi köle sahibi ile efendisi arasındakinden hiç farklı değildir. Bir feodalin şehirli sanayici versiyonuna ise kapitalist demekteyiz..

İnsanların sahip olmak ya da tüketmek istedikleri her türlü şeyin sağlanıp hazır edilmesine yönelik tüm çalışmalara endüstri (sanayi) diyoruz. Özellikle üretim kasdedilir ve tabii ki üretim insan hayatının ve refahının temelidir. O halde endüstriyel üretim herşeyin temelidir. Zenginliği de, ekonomiyi de , parayı da hiç yoktan var eden, olmazsa olmaz birşeydir.

Üretimin yapılabilmesi ise üretim araçları dediğimiz hammadde, toprak, makina, bina, işgücü bilgi gibi birçok faktörün biraraya getirilmesini gerektirir. İşgücünü de satın alınabilen bir mal olarak düşündüğümüzde kapitalist çalışan insanlara hükmedebilen herşeyin hakimi bir güç haline geliyor. Sanayi devrimi geldiğinde ortaya çıkmaya başlayan fabrikaların sahipleri ile onların çalışanları arasında işte böyle bir ilişki düzeni oluşmuştu. İşçinin neleri yapıp karşılığında ne alacağı tamamen patronun (yani kapitalistin) kontrolunda idi. İngilterede devletin çıkardığı ilk çalışma yasaları da (poor law) çok zalimce sermaye sahibinin haklarını kollar nitelikte olduğundan ilkel kapitalizmin aslen emek düşmanı, zalimce ve istismara dayalı olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.

Kapitalist ülkelerde de sosyalist ülkelerde de halk hala devleti 'olumlu' ve 'vazgeçilmez' bir faktör olarak görmektedir.


Kapitalizm kavramının esas önem ve anlam kazanması da bunun tek alternatifi gibi (çalışan sınıfların politik bir hareketi olarak) 18nci yüzyılda ortaya çıkan, ve 19ncu yüzyılda gelişip serpilen “sosyalizm” sayesinde olmuştur.

Bu teze göre “Mademki üretim, dağıtım, ve değişim araçlarının özel mülkiyeti özel kişi ve kuruluşların kontrolunda olunca patron kişiler çoğunluk durumunda olan emekçileri istismar etmektedirler o halde buna hemen bir son verilsin. Üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistlerin elinden alınsın işçiye verilsin. İşçi fabrikanın asıl sahibi, en has ortağı olsun. Üretimin kazançları (katma değer) tüm çalışanlar arasında paylaştırılsın”… Sahi öyle mi..?

Üretim faktörlerinden “emek” dışındaki hepsini yoksayma iddiasındaki bu görüş nüfusun büyük kısmını oluşturan cahil “çalışanlar” açısından ilk bakışta çok cazip görüldü. Bu fantastik sosyoekonomik sistem dünya halkları arasında çok revaç buldu ve uygulamaya geçti. Dünyanın bazı ülkelerinde tüm üretim araçları halk adına kamulaştırıldı. Hemen hemen tüm dünya ülkelerinde ekonomik girişimlerin en azından bir kısmı halk adına işletilen devlet tekelleri konumuna geldiler. Patronların yerine devlet bürokratları geçti. Bu durum 1980’lerden sonra kısmen tersine dönse de halen büyük ölçüde devam etmektedir.

Eşitlikçi, özgürlükçü ve adil bir düzende yaratıcılığın, kalitenin ve üretkenlikteki yüksek performansın mutlaka ödüllendirilmesi, tersinin ise caydırılması gerekir. Oysa sosyalizasyon bize bunun tam tersini getirmektedir. Kollektifleşen bir üretimde testiyi dolduran da kıran da birdir. En yetenekli insanın bile yaratıcılığı körelir, üretkenliği azalır. Kötülük cezalandırılmaz., yaratıcı katkılar engellenir. Komitacılık, kandırma, korkutma, kışkırtma ve insani zaaflar öne çıkar. Böyle bir düzende testiyi kıran kişi kolaylıkla doldurup getirenden daha makbul hale gelebilir. Hayali varsayımsal değerler gerçek değerlerin önüne geçer. Tüm ölçümler hatalı sonuç verir.

21nci yüzyılda hala insanların önemli bir kısmı sosyalizmin kapitalizme tek alternatif olduğu gibi bir yanılgıya sahipler. Oysa ekonomik ve sosyal sonuçları bakımından bu iki sistem özde birbirine çok benzerler.. Heriki sistem de kolektivisttir, birey ikinci plandadır. İkisinde de kontrol çok büyük ölçüde devletin (kamunun) elindedir. Devlet en önemli ekonomik aktördür. Devlet çok büyük mülklerin bankaların ve paranın sahibidir. Tüm ekonomiye ve ekonomik aktörlere komuta ve hükmeder. Borçlanır, yatırımlar yapar. Monopol şirketler kurar, işletir. Emisyon yapar, faizlerle, kredi hadleriyle, kurlarla oynar. Vergiler ihdas eder. Oranlarını arttırır.. Ekonomiyi sürekli regüle eder. Fonlar kurar, batırır. Yabancı ülkelerle ticari bloklar oluşturur, dağıtır, ambargolar uygular. Üretim faktörlerinin kimini kısar kiminin önünü açar.

Devlet her gün iktisadi kuruluşların neyi nasıl yapıp yapamayacaklarını belirleyen yeni yasalar, regülasyonlar çıkartır. Mevzuatlar oluşturur. Denetler, düzenler. Yoktan hayali paralar yaratabilir veya var olan gerçek kaynakları ekonomiye hiç yaramayacak yerlere gömebilir. Üstelik çoğu zaman tüm bu faaliyetleri kendi alanlarında hiç de ehil olmayan bürokrat ve siyasilerin eliyle yapar. Mesela büyük, çok büyük askeri harcamalar yapıp, savaşlara girişebilir. Devletin bu tür faaliyetleri vergi ödeyen halka işsizlik, fukaralık, hastalık veya ölüm olarak geri dönecektir.. .

Sanki bize bir dikotomi dayatılıyor. Sosyoekonomik düzen olarak kapitalism veya sosyalizmin biri değilse öbürünü (ya da ikisinin hibridini) seçmemiz gerek. Eğer birinden nefret ediyorsak illaki öbürünü seçmemiz gerekirmiş gibi. Oysa bizim herikisinde de sevmediğimiz şeyler hep ayni. Öyle değil mi?.. İnsanın insana kulluğunu sevmiyoruz. Kendi kararlarımızı verebilmek istiyoruz. Birilerinin üretim araçlarının sahipliği üzerinden insanlara hükmetmesi asla tahammül edilemez birşey. Bize hükmeden insan sosyalizmde de kapitalizmde de daima temsili bir bürokrasidir. Bu bürokrasi mal sahibi şahısları(sermayeyi) temsil etttiğinde de toplumu veya çalışanları (emekçiyi) temsil ettiğinde de her durumda ciddi yanlış kararlar verebilmektedirler. Üstelik onların bu yanlışlarının yolaçtığı zararlar daima temsil edilenler tarafından ödenmek zorunda.

İnsanlar eşitlik, adalet, özgürlük gibi şeyler istiyorlar. Kapitalizm veya sosyalizm gözlüğüyle baktığınızda 'ötekinde' tüm bunlar eksiktir


İnsanlar eşitlik, adalet, özgürlük gibi şeyler istiyorlar. Kapitalizm veya sosyalizm gözlüğüyle baktığınızda “ötekinde” tüm bunlar eksiktir. İşin aslı her ikisinde de bunların eksik olduğu. Adalet bir devletin hiç umurunda değildir. Özgürlük konusuna gelince, bir devletin istediği tek özgürlük bürokratın vatandaşa istediğini yapabilme özgürlüğüdür. En yüce devletli gerektiğinde vatandaşın en fazla canına okuyabileni oluyor öyle değil mi?. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin esas fonksiyonu vatandaşın özgürlüklerini kısıtlamaktan başka birşey değil.

ABD son 20 yılda kendi halkına hiçbir faydası olmayan Irak, Afanistan vb savaşlarına 1 katrilyon dolar harcadı. Şimdi doğan her amerikalı bebek mükellef bir ev parası kadar kamu borcu ile doğmaktadır. Çalışacak, üretecek ve ödeyecekler. Tunus, Libya, Sudan Mısır, Suriye vb ülkelerin orduları kendi halklarını bombaladılar, hala daha her gün bombalıyorlar. Ne için, kim için?..Sade insanlar bu bedelleri neden ödemek zorunda kalsınlar ki?.

Sosyalizmin hala kısmen de olsa uygulandığı örnekler ortada. Kuzey Kore, Çin vb halen dünyada çalışanlarına en az eşitlik, özgürlük ve refah vadeden ülkeler konumunda. Kapitalizmin yağmurundan kaçanlar sosyalizmle hepsi doluya tutuldular.

Artık bugün eski anlamıyla ne sosyalizm ne de kapitalizm hiçbir ülke için geçerli değil tabii. Aradan geçen zaman içinde sosyalist ülkelerde özelleştirmeler yapılarak üretim araçlarının kontrolu özel kişi ve kuruluşlara geçti, kapitalist ülkelerde de Rotschild’ler, Rockefeller’ler gibi bilinen anlamda sivri kapitalist patronlar neredeyse hiç kalmadı. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki büyük şirketlerin büyük payları halen çok büyük ölçüde emekli sandığı türü sosyal kurumların elindedir. Orada hisse senetleri yolu ile neredeyse tüm emekçiler dolaylı yoldan da olsa sermaye sahibi kapitalistler haline geldiler.

Ama dünyada hiçbir ülkede gerçek “Laissez faire(bırakınız yapsınlar)” yok. Liberal ekonomi, yani gerçek anlamda bir hür teşebbüs dünyanın hemen hiçbir yerinde uygulanamıyor. Hemen her ülkenin devleti halkın parasını ekonomisini ve yaşam tarzını ceberrut bir şekilde elinde tutuyor. Hatta şimdiki bu globalleşen dünya düzeninde artık devletlerin bürokrat ve siyasilerinin kararları sadece kendi ülke halklarına değil diğer ülkelerin halklarına da zarar verir boyuttadır.

Hemen her ülkenin devleti halkın parasını ekonomisini ve yaşam tarzını ceberrut bir şekilde elinde tutuyor.

Yine de ülkeler arasında halkların ekonomik konumu bakımından çok büyük farklar var. En dikkati çekici özellik şu; Bir ülkede din ve devlet ne kadar “büyük, ceberrut, halkından bağımsız, ve halkına istediğini yapabilen buyurganlıkta ise halk o kadar fakir, geri ve çaresiz. Bir ülkede din adamları, siyasiler ve bürokrasinin gücü ne kadar sınırlandırılabilmiş, ekonomi üzerindeki kontrolu kısıtlanabilmiş ise o ülkede halk o kadar ilerlemiş, refaha kavuşabilmiş oluyor.

İnsanlar demek ki aslında ekonomik faaliyetlerinde, birbirleriyle kuracakları “networking”(ağdaşım) faaliyetlerinde, tüm ekonomik faktörlerin arz ve talebinin özgürce birbiriyle buluşmasında ne kadar özgür olabilirler ise o kadar yaratıcı, o kadar üretken ve verimli olabiliyorlar. Oysa devletlerin yasama, yürütme ve yargı faaliyetleri buna engel.

Hiçbir halk devleti sayesinde var olmamıştır. Oysa devletler tüm o devasa ve kahredici güçlerine halkları sayesinde sahipler. Peki devletlerin parayı, ekonomiyi idare etmedikleri, yasama, yürtüme yargı erklerinin olmadığı bir düzen mümkün olabilir mi? Evet artık olabilir !.

Eskiden değildi, ama artık teknolojimiz sayesinde tüm bunlar mümkün hale geliyor. Günümüzde ekonominin en güçlü üretim faktörü bireyin kendi bilgi, beceri ve yaratıcılığı olduğuna göre artık insanlar hayatının sorumluluğunu kişilere, kurumlara devretmek yerine bizzat devralabilir. Feodale, dinci kapitalist, sosyalist devletçiye kimsenin ihtiyacı kalmaz. Para bireyselleşebilir (bitcoin). Kamu mülkiyeti, ile yasama, yürütme ve yargı ceberrutluğu ortadan kalkınca tüm ekonomik faaliyetler, eğitim, güvenlik ve adalet dahil herşey bireysel hale gelir.

Hayır bunun için devrim gerekmiyor. Ezilenlerin ezenlere karşı birleşip ayaklanmaları ve direnmeleri gerekmiyor. Bu biçim bir anarşi daima ezenleri güçlendirme sonucu vermiş. Spartaküsler, Battal Gazi’ler aramıyoruz. Sadece zihinlerimizi değiştireceğiz. Kolektivizme karşı çıkıp, devletçi hiçbir çözüme yanaşmayacağız. İsteyeceğimiz, uğruna mücadele edeceğimiz tek şey de-regülasyon. Mevcut yasaların kaldırılıp azaltılması. Devletin küçültülmesi. Miniminnacık olması. Sürekli küçültülüp cebimize sığacak hale gelinceye kadar buna devam edilmesi. Tek istediğimiz budur. .

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.