Üçüncü Döviz Savaşı (2010 – ) Bölüm-2

Para, Devletler ve Biz | | Ekim 26, 2012 at 4:37 pm

Altın Standardının kalkmasından sonra da dünyanın para sistemi uzun bir dönem önemli bir sapma olmadan sürmüştü. 1950 yılına gelindiğinde ABD’nin resmi altın rezervleri 20,000 metrik tondan fazlaydı. Avrupa ve Japonya ile olan dış ticaretinde verdiği büyük açıklar nedeniyle 1971 yılında başkan Nixon altın penceresini kapattığında ABD’nin altın rezervleri 9,000 tona kadar inmiş, yani 1950 – 1971 arasındaki yirmi yılda 11,000 metrik ton altın büyük ihracatçı birkaç ülkeye gitmişti.

Ayni dönemde Almanya’nın altın rezervleri sıfırdan 3,600 metrik tona yükseldi. İtalya’nın rezervleri de 227 tondan 2,500 tona, Fransa’nın rezervleri 588 tondan 3,100 tona yükseldi . Bir diğer büyük ihracatçı ülke olan Hollanda’nın rezervleri de 280 tondan 1,700 tona çıktı. İhracatçı ülkelerin rezervlerindeki bu artışın hepsi ABD’den gelmemiş, İngiltere’nin de 1950 yılında 2,500 ton olan altın rezervleri de 1971 yılında 690 tona inmişti. Yine de Bretton Woods sistemine göre yapılan otomatik dengeleme sonucu genel olarak ABD’nin altınları ülkeden çıkıp ticari ortaklarına doğru gittiği söylenebilir.

ABD’nin altınlarının sürekli azaldığı 1950 – 60 arasındaki bu altın dönemde Çin henüz daha ihracatçı ülke olmamıştı. Alışveriş dengelerinin altınla değil borç senedi kağıtlar (ya da onların elektronik eşdeğerleri) ile sağlandığı dönem büyük ölçüde yirmi birinci yüzyılın başında olmuştur. Yani Çin bu dönemde sağladığı büyük ticari başarısının karşılığında resmen hiçbir altın almış değil. Ayrıca, ABD’nin para basmasını, veya gelirlerinden fazla harcama yapmasını engelleyebilecek herhangi bir mekanizma da mevcut değildi. O yüzden Greenspan ve Bernanke’nin çok düşük faiz politikaları ile de bu büyük borçlanma ve harcama cümbüşü teşvik edildi ve sürdü.

Altın standardının ya da mali sıkılaştırma frenleri işlevi görecek hiçbir mekanizmanın olmaması, ABD ve Çin’in bu üçüncü döviz savaşı dönemine misli görülmemiş devasa boyuttaki kağıda yazılı borçların tasfiyesinde yol gösterici olabilecek, ellerinde hiçbir pusula ve harita olmadan girmelerine yol açtı.

ABD’nin 1994’den bu yana yaptığı (resmen beyaz saray tarafından hiç dile getirilmediği halde) sıklıkla basında yer alan suçlama esas itibariyle Çin’in ihracatlarını yüksek tutabilmek için parasını manipule ettiği ve değerini ederinden düşük tuttuğu şeklindedir. Öte yandan ihracatları yüksek tutmak Çin siyaseti için bir amaç değil araç konumunda. Çin politikacısının esas amacı (tüm dünyadaki politikacıların bildiği gibi) istihdamdır. Çin’in orta ve güneydeki kırsal bölgelerinden sahil kentlerine kurulan montaj tesisleri ve fabrikalara doğru sürekli akan on milyonlarca gence yeni iş bulmak gerekmektedir. Benzer bir işe ABD’de ödenen ücretin ancak onda biri kadar bir ücretle de olsa taşradan kente doğru akan bu on milyonlarca gence sürekli yeni istihdam sağlamak Çin politikacısının bir numaralı hedefidir.
Yeni gelen işçiler haftada yetmiş saat çalışır, erişte ve pirinç yer, kalabalık işçi yurtlarında kalır, toplu ulaşım kullanır, refahı ve eğlencesi hemen hiç yok veya çok azdır. Ülkede herhangi bir sosyal güvenlik sistemi olmadığından, çok az bir tasarruf yapabilirse eğer, onu da memleketindeki ailesine gönderir. Yine de kırsal bölgede yaşıyan halk açısından bu hayat bir Çinlinin rüyasıdır. Yirminci yüzyılda bir Amerikalı için düzenli bir iş, araba, çocuklar için iyi okullar demek olan Amerikan rüyası her ne ise yirmibirinci yüzyılda bir Çinli için Çin rüyası budur. Kırsal yörelerden göçen bu kesim şüphesiz etrafına baktıklarında gördükleri Mercedes’ler, Cadillac’lar, ve yeni zengin Çinlilerin yükselen lüks apartmanlarını gördüklerinde hayatın yurt ve otobüsten ibaret olmadığını anlamaktadırlar.

Kente akan bu nüfusa iş bulunamadığında neler olacağını Çin Komünist Partisi’nin liderlerinden iyi hiç kimse bilemez. Çin tarihini incelediğimizde periyodik olarak çöküntüler olduğunu görürüz. Özellikle 1839 – 1979 arasındaki 140 yıllık dönemin neredeyse tümü kargaşayla geçmiştir. 1839 – 1860 arasında Afyon Savaşları ile başlamış, 1850 – 1864 arasındaki Taiping Ayaklanması, 1899 – 1901 Boksör Ayaklanması, 1912’de Çing Hanedanının Çöküşü, 1920’lerin mahalli diktatörler ve gangsterler dönemi, 1930’ların başında milliyetçiler ile komünistler arasındaki iç savaş, Japon İşgali ve İkinci Dünya Harbi (1931 – 1945), Komünistlerin iktidarı alması 1949, Uzun Yürüyüş (1958 – 1961), Kültür Devrimi (1966 – 1976), sonunda Mao’nun ölümü ve dörtlü çetenin düşüşü (1976).

Tüm bu olaylar kronolojik tarihte sadece kayda değer noktalar olmaktan öte, iç harp, dış harp, yaygın kıtlık, kitle tecavüzü, terör, kitle halinde göç ve ilticalar, yolsuzluklar, suikastlar, devletçe el koymalar, politik infazlar, politik merkezlerin etkili olamaması ve hukukun üstünlüğünün sağlanamaması dönemleri olmuştur. 1970’lere gelindiğinde Çin kültür ve medeniyeti politik, ahlaki, ve fiziksel bir çöküntü halindeydi. Halk ve komünist parti istikrar ve ekonomik gelişmeden başka hiçbirşey istemez hale gelmişti. Liberal demokrasi ve medeni haklar henüz bekleyebilirdi.
O yüzden 1989 yılındaki TienAnMen gösterilerinin şiddetle bastırılmasının batıyı şok edişi kadar Çin’li liderler için de endişe verici olduğunu anlamak gerek. Çinli liderler açısından TienAnMen, sadece on yıl kadar sürmüş olan bir istikrar ve gelişme döneminden sonra Çin’i yeniden kaos’un eşiğine getiren bir olaydı. Çinli liderler bilmekteydiler ki Taiping ayaklanması hayal kırıklığına uğramış tek bir öğrencinin yüzünden çıkmış ve kısa sürede imparatorluğun tüm güney yarısını kaplayarak yirmi milyon kişinin öldüğü bir iç savaşa yol açmıştı. Çin tarihi bir sosyal ağın oluşması için internete gerek olmadığının ispatıdır. Çin’de ağızdan ağza iletişim ve dazibao dedikleri büyük karakterli posterler ayni derecede etkilidir. Çinli liderler şunu da anlamışlardı ki TienAnMen protestolarını ateşleyen esas şey demokrasi yanlısı duygusallıklar değil, siyasi liderlerin 1980’lerde başlayan enflasyonla mücadele için ekonomiyi soğutma önlemleri ve bunun sonucu ortaya çıkan gıda fiyatlarındaki ve işsizlikteki artışa işçi ve öğrencilerin öfkeleriydi.

Şüphesiz ki istihdam yaratma ABD için de önemlidir. 2001 yılındaki iktisadi durgunluk GSYİH ve endüstri üretimi, istatistiksel bakımdan incelenirse hafif olarak nitelendirilebilir. Ama işsizliğin artışı ani ve şiddetli olmuştur. 2000’deki 5.6 milyondan 2001 sonunda 8.2 milyona fırlamış, büyümeye devam ederek 2002 sonunda 8.6 milyona çıkmıştır. Oradan sonra çok yavaş olarak azalmış 2005 sonunda 7.2 milyon işsiz olmuştur. 2007’deki resesyon dönemine gelindiğinde ABD hala bu çok yüksek olan işsizlik bazıyla uğraşmakta idi. Krizin gelmesiyle işsizlik fırlayarak 2009 ekim ayında 15.6 milyona ulaştı. Bu sayıya yarı zamanlı veya eksik çalışanlar eklendiğinde toplam sayı 2009 sonu itibariyle 25 milyona çıkmaktadır. Bu 25 milyon Amerikalının her birinin bir adı, suratı, ailesi vardır. İstatistiklerle konuşanlar bunu “2002 sonundaki %6.0’dan 2009 sonunda %9.9’a çıktı” şeklinde ifade ederler, ama gerçek 25 milyondan fazla kadın ve erkek işsiz sayısını telaffuz etmek durumun mahiyetini daha iyi açıklar. Amerika’nın işsizlerine can havliyle iş yaratması gerekiyordu.

Bu insani trajedi durumu bir süre Greenspan ve Bernanke’nin “kolay para” siyasetleri ile kredi kartı harcamaları, ev ve şirket hisse değerlerinin artması, her gelene peşinatsız ipotekli gayrimenkul satışı gibi uygulamaların yarattığı öfori ile maskelenerek durum idare edildi. Çinlilerin para üzerindeki manipülasyonu ve Amerikalıların 2004 – 2005 yılları arasındaki iş kayıplarından şikayetler olsa da kolay paranın yarattığı görünür (ama sürdürülemez) zenginlik bu şikayetleri bastırdı. 2007’de müzik aniden durduğunda ve Amerika 2008 paniğine doğru sendelediğinde Çin’li politika yapıcıların saklanabileceği bir yer kalmadı.


Şimdi ABD’li siyasetçiler Senatör C. Schumer başta “”Çin parasının düşük kurdan işlem görmesi birçok Amerikan şirketinin batmasına yol açarak, işçilere, ailelere ve orta sınıfa büyük zarar vermektedir”” şeklinde açıklamalarla 2008’den bu yana ayağa kalkmış durumdalar. Ama döviz kuru ile istihdam arasında bir ilişki olduğunun kanıtı yok. Kuzey Carolina’lı bir mobilya üreticisi de bir Çinli meslektaşı gibi ayda 118 dolara çalışmaya razı olabilir mi? Kurları yukarı çekip, Yuan’ın değerini tam iki kat arttırsak mesela olsa 236 dolar o zaman Carolina’lı mobilyacı ayda bu paraya rekabetçi bir çalışmaya razı olacak mı?. Eğer olmayacak ise sorunu kurları arttırarak (Yuan’ı revalüe ederek) çözmek mümkün değil demektir. O zaman soruna böyle bir teşhis koymak demagojiden başka bir şey değil.

ABD başkanı G. W. Bush da bunun farkında idi. Çeşitli diğer konularda, İran’ın nükleer silah geliştirmesi olsun, Kuzey Kore ile olan ilişkiler olsun, ABD şirketlerinin Çin’deki yatırımları konuları olsun Çin ile ABD’nin mutlaka iyi geçinmesini gerektiren karşılıklı bağımlılık konuları mevcuttu. O yüzden 2006 yılında her iki taraftan da bakan düzeyinde yetkililerin katıldığı bir Stratejik ve Ekonomik Diyalog (S&ED) kurulu oluşturuldu. Hem ekonomik hem de dış ilişkiler konularıyla ilgili üst yetkililerin bir araya geldiği bu kurulun toplantıları Obama hükümeti sırasında da aynen sürdürüldü. Yirmi birinci yüzyılda ulusal politikaların jeopolitik ve finansal yönlerinin birbirine kaçınılmaz biçimde bağlı olduğu açık bir şekilde kabul edilmekteydi.

Stratejik ve Ekonomik Diyalog aslında kurulan çift taraflı ve çok taraflı diğer beş altı forumla birlikte yeni başlayan döviz savaşının idaresi için dizayn edilmişti. Kur manipülasyonu suçlamalarıyla ortaya çıkan gerginliklerin tırmanmasını engellemekte de yardımcı oldu. Ancak, sorunun ortadan kalkmasına yarayacak hiç bir şey yapılamadı. Çin Devlet Başkanı Hu ile ABD başkanı Obama’nın zirve toplantıları da oldu. Ama ne zirveler, ne de S&ED görüşmeleri sorunun çözümünde önemli bir gelişme sağlamadı.

ABD şimdi Çin’i revalüasyona zorlamak konusunda G20’den yarar beklemektedir. Bunun arkasında hem ABD’nin kendisiyle ayni şekilde düşünen ülkeleri yandaş yapma gayreti, hem de Çin’in ABD görüşü yerine küresel bir görüşe daha fazla itibar edeceği inancı yatmaktadır. Yakın dönemde alınan neticelerin gerisinde de S&ED toplantılarından çok gelecekteki G20 toplantılarının payı bulunmaktadır. 15 Haziran 2010 da Yuan’ı 6.83 yapan revalüasyon da, 25 Haziran 2010’da yuan’ı 6.79 yapan revalüasyon da Toronto’daki G20 liderler zirvesi öncesine denk gelmektedir. Henüz ortada bir çözüm yok ama 2012 yılında hem Çin’de hem de ABD’de yeni başkan seçimleri olacak olması iç politik güçlerin yeni uluslar arası gerginlikleri arttırma riskini de birlikte taşımaktadır.

ATLANTİK CEPHESİ


Atlantiğin iki yakasındaki dolar ve euro arasındaki ilişki karşılıklı çatışmadan çok, kodependans (yani marazi bir karşılıklı duygusal bağımlılık) esasına göre anlaşılabilir. Çünkü ABD ile Avrupa’nın sermaye piyasaları ve bankacılık sistemleri arasındaki birbiriyle olan bağlantıların derecesi ve boyutu dünyadaki diğer herhangi iki finansal ilişkiden çok daha yüksektir. Bu karşılıklı bağımlılık durumu 2008 eylül’ünde Lehman Brothers yatırım bankasının iflasının hemen ertesinde bütün açıklığıyla ortaya konmuştur. İflas başvurusu her ne kadar ABD federal mahkemelerinde görülmüşse de iflasın en büyük mağdurları ve en fazla zarar gören taraflar avrupa’da Lehman’ın Londra’daki üye ve aracı şirketlerinin yatırım fonları arasından çıkmıştır. 2010 aralığında FED acil durum ödünç verme ve kurtarma operasyonlarıyla ilgili bilgileri yasa gereği olarak açıkladığında 2008 paniği sırasında ortaya çıkan Atlantik aşırı fiyasko daha da büyüdü.
2011 yılı başlarında euro – dolar paritesi aşağı yukarı tam 2007’de olduğu yerdeydi. 2007 ocağında 1.30 dolar değerinde olan euro dört yıl sonra 2011’de de 1.30 dolardan satıldı. Ancak bir stabilite olduğu sanılmasın. İkisi arasındaki ilişki çok istikrarsızdı. 2008 temmuzunda 1.59 olan kur, 2010 haziranında 1.10 dolar olmuştu.
Dolarla euro ayni gemideki iki yolcu gibi anlaşılabilir. Herhangi anda yolculardan biri üst güvertede dolaşmakta iken diğeri altta kalmıştır. Herhangi an yer değiştirebilirler ve, biri yukarıdayken öbürü aşağıda kalabilir. Ama sonunda her ikisi de ayni gemide olup ayni destinasyona doğru ayni hızda seyretmektedirler. Günden güne olan inip çıkmalar kısa vadeli arz talep durumlarını yansıtan teknik faktörlerdir. İflas veya çözünme endişeleri kurtarma paketleri ile çözülür. Tüm bu yolculukta aslında dolar ve euro ayni gemide gitmekte olduklarından geminin boyutları ötesinde birbirinden uzaklaşmaları ve ayrılmaları mümkün değildir.

Öte yandan ABD Atlantik cephesindeki döviz savaşında tam angaje bir durumdadır. Amacı da Euro’yu aşırı güçlendirmek olmayıp parçalanıp dağılmasını önlemektir. Euro AB üyeleri tarafından otuz yıl süren tartışmalar, on yıl süren yoğun teknik çalışmalar ve planlamalardan sonra parasal yaratıcılığın gerçekleştirdiği kendi başına küçük bir mucizedir. İkinci dünya harbinden sonra barışı koruma amacıyla geliştirilen Avrupa Projesinin başlık taşıdır.
Onaltıncı yüzyılın ortalarında, rönesansın sonundan başlayarak Avrupa dörtyüz yıl boyunca savaşlar ve çok büyük acılar çekmişti. Reformasyon, karşı devrim, otuz yıl savaşları, İngiliz devrimi, Ondördüncü Louis’nin savaşları, yedi yıl savaşı, Fransız devrimi, Napolyon savaşları, Fransa-Prusya savaşı Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Yahudi Soykırımı(Holokost), Demir Perdenin çöküşü ve soğuk savaşın nükleer terörü. Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde tüm avrupa’da milliyetçi iddialara ve askeri avantaj iddialarına alaycı bakılmaya başlanmıştı. Eski etnik, milliyetçi ve dini ayrımlar yerli yerinde durmakla birlikte birleştirici bir güce, savaşı imkansız değilse de göze alınamaz hale getirecek şekilde tüm ekonomileri birbirine bağlayacak bir şeye ihtiyaç duyulmaktaydı.

1951 yılındaki Kömür ve Çelik Topluluğu ile başlayarak Avrupa çeşitli şekillerdeki serbest ticaret bölgeleri, ortak pazarlar ve mali sistemlerle ilerledi. 1992 yılında Hollanda’daki ayni isimli kentte görüşülüp imzalanan Maastricht Anlaşması ile politik bir birlik olan Avrupa Birliği haline geldi. Bu da nihai olarak 1999 yılında ortak para birimi olan Euro’nun yaratılmasını sağladı. Euro yeni oluşturulan Avrupa Merkez Bankası tarafından çıkartılmakta idi ve 2011 yılına gelindiğinde 17 üye ülkenin ortak parası haline gelmişti.

Daha en baştan itibaren araştırmacılar bu parayı benimseyen üye ülkelerin farklı kamu maliye siyasetleri ile tek merkez bankasının desteklediği tek dövizin bağdaşmasının imkansız olduğu uyarısını yapmaktaydılar. Geçmişlerinde savurganlık, borçla iflas ve devalüasyon sabıkaları olan Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerle Almanya gibi ihtiyatlı bir yaklaşımı olan ülkelerin ortaklığı tuhaf bir durumdu.

En baştan beri ortada olmasına karşın genel düzenin sahip olduğu arızaların ortaya çıkması on yıl sürdü. Yiyici hükümet mensupları, dalavera uzmanları, Wall Street’in vur- kaç türev piyasaları, Brüksel’deki taammüden kör AB yetkililerinin oluşturduğu zehirli karışım Yunanistan gibi ülkelerin Maastricht sözleşmesinde öngörülen sınırların çok ötesindeki bütçe açıkları ve borçlanma seviyelerini sürdürmelerini, gerçek maliyetleri geçmiş yıllara ve bilanço dışı sözleşmelere yüklemeleri imkanını sağladı. Öte yandan yatırımcılar Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İrlanda gibi hükümetlerin milyarlarca dolarlık riskli borçlarını Almanya gibi kredibilitesi yüksek ülkelerden çok az yüksek olan faiz oranlarıyla kredilendirdiler. Bu durum hükümet yetkililerinin yanıltıcı açıklamaları, beceriksiz kredi değerlendirme kuruluşlarının verdikleri hatalı reytingler, ve yatırımcıların euro bölgesindeki bir devletin asla iflas edemeyeceği hüsnükuruntusu nedeniyle mümkün olabildi.

2010 yılında avrupa’daki devlet borçları krizi kısmen de bankalar, borçlular ve bürokratlar arasında oluşan yeni antant’ın ürünüydü. Bankalar avrupa’da hiçbir devletin iflasına izin verilemeyeceği inancıyla devlet tahvillerini güvenli sayarak satın alıp, faizlerini kar hanesine yazdılar. Hükümet yetkilileri ise geniş ölçüde kamu sendikalarının yararına, ancak sürdürülemez olan harcamaları sürdürmeye ve karşılığında hazine bonoları çıkarmaya devam ettiler.

En sinsice olanı da Brüksel’deki bürokratların yaklaşımıydı. Eğer avrupa’daki devlet borçları krizi kendi kendine çözülürse herkes Euro projesini övecek, eğer çözülmezse o zaman da Brükselle daha fazla entegrasyon, yani Brüksel’in güçlenerek işlere daha da fazla müdahale etmesi söz konusu olacaktı. Düşüncesizliklere gözünü kapamakla Brüksel kendisi açısından hiç kaybı olmayan bir durumu yaratmıştı. Eğer Euro başarırsa övgü alacaklar, eğer zora düşerse de güç kazanacaklardı. Euro’yu zorlayan durum çabuk geldi.

Avrupa bankaları sadece devlet borçlarına değil, Fannie Mae gibi kuruluşların WallStreet tarafından yapılandırılıp çıkartılan ipotek teminatlı ürünlerinden gelen borç yükümlülüklerine de gark olmuş bir durumda idi. Bu borçlar ABD kaynaklı tecrübesiz yerel bankerlerin çıkarttığı, ve batmadan önce Lehman Brothers gibi yatırım bankalarınca yeniden ambalajlanarak milyarlarca dolarlık paketler haline getirilmiş borçlardı. Global finans sisteminin içindeki gerçek zayıf halka konumunda olan Avrupa bankaları aslında Citigroup, Goldman Sachs ve diğer kurtarılan Amerikan finans ikonlarından daha zayıftılar.

2010 yılına gelindiğinde Avrupa devlet borçları çapraz mülkiyetli borçlardan oluşan karmaşık bir ağ halinde idi. 236 milyar euro’luk Yunan borcunun 15 milyarı İngiliz, 75 milyarı Fransız ve 45 milyarı Alman kuruluşlarına idi. 867 milyar euro’luk İrlanda borcunun 60 milyarı Fransızlara, 188 milyarı İngilizlere ve 184 milyarı Almanlara idi. 1.1 trilyonluk İspanyol borcunun 114 milyarı İngilizlere, 220 milyarı Fransızlara, 238 milyarı Almanlara idi. İtalya, Portekiz ve diğer yüksek borçlu euro üyeleri için de bu düzen geçerliydi. Avrupa ülkeleri arasındaki borç büyüklüklerinin anası ise İtalya’nın Fransa’ya olan 511 milyar borcuydu.

Bu kamu borçları emekli sandıkları ve vakıflar dahil çeşitli kuruluşlara olmasına rağmen çok büyük kısmı diğer ülkelerin bankalarına olan borçlar idi. Amerikan FED’inin 2008 yılında gizli bir Avrupa kurtarması yapmasının nedeni budur. FED bunu gizli tutmaya çalışmış ancak 2010 yılında bir yasa gereği bu kurtarma açığa çıkmıştı. ABD’li vergi mükelleflerinin sırtından ödendiği için FannieMae ve FreddieMac tahvilleri sahiplerinin hiç kayba uğramamasını sağlayan gizli kurtarmanın da 2010 yılında euro krizi kritik bir noktaya eriştiğinde Almanya ve Fransa’nın çevredeki Yunanistan, İrlanda ve Portekiz gibi ülkelerin kamu borçlarına hemen arka çıkmasının da aslı budur. Her üç kurtarmanın da gerisinde Avrupa bankacılık sisteminin iflas etmiş olduğu gerçeği yatar. Yunanlı emeklilerin ve İrlanda bankalarının subvanse edilmesi çürümüş koca bir yapının çöküşünü görmekten kaçınmak için ödenebilecek ucuz bir bedel olmuştu.

Ancak, Avrupa devlet borçları krizi meselesinde Avrupa kendi başına değildi. Hem ABD hem de Çin her ikisi de farklı ama sonuçta kendi menfaatlerinin gereği Avrupa kurtarmalarına destek verdiler. Avrupa ABD açısından devasa bir ihraç pazarıdır. Güçlü bir euro sonuçta Avrupa’nın ABD makinaları, ilaç, uçak, yazılım, tarım ürünü, eğitim ve her türlü mal ve hizmetlerine olan iştahını sürdürmesini sağlayacaktır. Euro çökerse dünyanın bu iki üretim devi arasındaki ticaretin de çökeceği anlamına gelir. Ayni şekilde bir Avrupa devletinin iflasına izin verilirse bu o ülkeyle birlikte (yatırımcıların euro cinsinden olan tüm yatırımlarını terk etmek istemeleri sonucu) Avrupa bankalarının ve euro’nun da çökmesine yol açabilirdi. Bir Avrupa devletinin ekonomik iflasının ABD’li ihracatçılara sonuçtaki maliyeti çok büyük olabilirdi. Tüm Avrupa birbirine bağlıydı ve batamayacak kadar da büyüktü. ABD hükümetinin FannieMae gibi ihraççı kuruluşları, ve takas piyasalarını destekleyerek yaptığı kurtarmalar aslında euro’nun değerinin desteklenmesi yolunda gösterilen çok aşamalı ve yıllara yayılan bir gayretin eseridir.

Euro’yu desteklemek Çin’in de menfaatine idi. Ama onun bu desteği politik bir gündeme sahipti. Avrupa ABD için olduğu gibi Çin için de devasa bir pazar durumundadır. Bu bakımdan Çin ile ABD arasında hiçbir fark yok. Ancak, Çin’in bankaları Amerika’nınki gibi Avrupa ile iç içe geçmiş bir durumda değil, o nedenle Çin Avrupa’ya nasıl ve ne zaman yardım edileceği konusunda karar verme özgürlüğüne sahip. Avrupa’nın devlet borçları krizi Çin’e döviz rezervlerini ve yatırım portföylerini çeşitlendirme imkanı verdi. Bu sayede döviz rezervlerini dolardan kaçıp euro’ya geçirme ve ABD’nin kendisine vermeyi reddettiği ileri teknoloji sistemlerini elde etme ve Avrupa’dan Çin’e büyük ölçüde teknoloji transferi sağlayabileceği platformlar kurma ve satın alma imkânına kavuştu.

Almanya euro için ABD ve Çin tarafından sağlanan desteği hoş karşıladı. Aslında Çin nasıl yuan’ın zayıf olmasını, ABD nasıl dolar’ın zayıf olmasını istiyorsa avrupa’nın büyük ihraç merkezi durumundaki Almanya’nın da kendi ihracatlarını arttırmak ve döviz savaşlarında bir hamle öne geçmek üzere euro’nun zayıf olmasını tercih edebileceği düşünülebilir. Ama almanya’nın konumu sadece Avrupa dışına değil ayni zamanda AB içine olan ihracatı da büyük olan bir ülke. Avrupa içindeki söz gelimi İspanya’ya yaptığı ihracatta her iki ülke de euro kullandığı için kur mücadelesi söz konusu değil. Eğer euro çökerse, ya da üye ülkeler devalüe olmuş kendi eski paralarına dönerlerse o pazarların da kaybedilmesi söz konusu olur.

Sağduyu gereği Almanya da Yunanistan ve İrlanda gibi euro zinciri içindeki zayıf halkaları desteklemek durumunda. Aslında Almanya’nın başka çaresi de yok. Euro’nun çökmesinin maliyeti kurtarmaların maliyetlerini kat kat geçmektedir. Hatta, Almanya bu ülke borçları krizinden karlı da çıkmıştır. Euro’nun varlığının sürekliliği Almanya’ya Avrupa içinde hakim bir konum kazandırırken küresel piyasada nispeten zayıf euro sayesinde pazar paylarını arttırabilmiştir. Almanya için optimal durum euro’nun Çin ve ABD’ye ihracatlarını kolaylaştıracak kadar zayıf olması ama öte yandan çökmeyecek kadar da güçlü olmasıdır. Çevresindeki tüm krizlere rağmen Almanya 2010 yılında euro’nun bu optimal konumunu yakalayabilmiştir.

ABD, Çin ve Almanya’nın menfaatleri hepsi ayni doğrultuda olduğu için şimdi euro’nun çökmesi artık söz konusu değil. Avrupa’nın bankaları batık kıymetlerle dolu da olsa, çevre ulusları sürdürülemez mali politikalar uygulamakta da olsalar, Seattle ve Shanghai’daki fabrikalar çalışmasını sürdürebilsin diye Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve İspanya halkları tasarruf tedbirleri uygulamak zorunda kalsalar da tüm bunların çözümü ertesi günü bekleyebilir. Şimdilik hiç olmazsa merkez sağlam durumdadır.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.