Büyük İzmir (Smyrna) yangını 1922

Tarihte Neler Oldu | | Ocak 2, 2013 at 5:57 pm

Smyrna kenti Osmanlı İmparatorluğu içindeki başka hiçbir kente benzemezdi. Ilıman iklimi, verimli hinterlandı oradaki en fakir köylünün bile en azından yeterinden fazla meyve, ekmek ve peynire sahip olmasını sağlardı. Kent mimoza, zakkum ve badem ağaçlarının hoş kokularıyla sırılsıklam bir bölgenin kalbinde yer almaktaydı. Türk, Musevi, Yunan, Ermeni ve Avrupalılardan oluşan nüfusun bu ihraç limanından olan ticareti İstanbul (Konstantinopl’dan) bile daha fazla idi. Farklı etnisiteler her ne kadar kendilerine ait bölgelerde yaşasalar da ana caddelerde hep birbirine karıştıklarından yerel kıyafetlerin göz kamaştırıcı çeşitliliğiyle bir Avrupalının kendini sürekli bir maskeli baloda yaşar gibi hissetmesine yol açmaktaydı. Kozmopolit ve zengin çoğu insan Türk bayrağındaki ay şeklini mükemmelen tasvir eden kent limanı ile onu çevreleyen, İstanbul’un villalardan bile daha etkileyici iki katlı evlerin civarında yaşamaktaydılar. Hasat mevsimi olduğu için limandaki depo ve antrepolar kayısı, incir, üzüm, nar ile tıka basa doluydu ve dünyanın her tarafından gelen yük gemileri yüklenmeyi beklemekteydiler.

Smyrna halkı dans, kumar ve güzel kadınlarıyla ünlüydü. Çoğu üç dört dili konuşurdu. Kulüpleri, restoranları, yüzen evleri, çay dansları, golf ve at yarışı hipodromları bulunuyordu.

Yine de kent dün ile yarının tuhaf bir karmaşası halinde kalmıştı. Kentin bir ucunda düzenli bahçeleri, Amerikan okulları, onları yapan dolar destekli YMCA ve YWCA ile – Paradiso adı verilen – Amerikan kolonisi yer almakta idi. Bir Amerikalı okul müdürünün eşi ülkesine yazdığı mektupta şöyle diyordu. Burası gerçek Amerika’nın Smyrna’ya kurulmuş bir küçük köşesi gibi. Ancak, Paradiso’nun sakin rutini hemen her gün binlerce yıldır değişmeyen güzergahı içinde doğudan gelen kervanların ağır hareketi ile bozulurdu.

Kentin kederli bir geçmişi vardı. En eski günlerinden itibaren Yunan efsanelerinin beşiği, ve kentin yerlisi Homer’in Odyssey isimli eserine ilham kaynağı olmuştu. Romalıların ele geçirdiklerinde Asya’daki en iyi şehir olarak tanımladıkları bu yer defalarca yıkıldı. Depremlerle, Pers ordusu tarafından, onbeşinci yüzyılın başında da Timurlenk tarafından yakılmış, yıkılmıştı. Son olarak da 1424 yılında Yunanlı ve Ermeniler ana babalarının 1500 yıldan beri yaşadıkları bu topraklarda Osmanlıların gönülsüz köleleri haline gelmişlerdi. Onun da üzerinden 500 yıl daha geçti.

9 Eylül 1922 cumartesi gününün sabahında uçsuz bucaksız liman teknelerle öyle tıklım tıkış doluydu ki bir gemiden diğerine atlayarak limanın bir ucundan bir ucuna gidilebilirdi. Mütevazi yük gemileri, azametli yolcu vapurları, çarpan her dalga ile sallanan Levanten kayıkları ile yan yana dizilmişti. Arkalarında ise dünyanın dört büyük deniz gücüne ait bahriye kuvvetleri bulunuyordu. İki İngiliz savaş gemisi, üç kruvazör ve altı destroyer ile korunmaktaydı. Üç Amerikan destroyeri, üç Fransız kruvazörü ve iki destroyeri, bir İtalyan kruvazörü ve destroyeri. Toplamda yirmi bir parça savaş gemisi.

Bu gemilerin orada bulunmalarının bir tek amacı vardı. Kendi vatandaşlarını korumak. Barış antlaşmalarının Paris’te henüz hazırlanmakta olduğu bu safhada müttefik güçlerin ortak kararı ise hiçbir surette Türkiye’nin iç işlerine karışmamak doğrultusunda idi.

10 Eylül günü Mustafa Kemal kente girdi. Üzerindeki üniformada hiçbir rütbe işareti yoktu. Hemen doğrudan rıhtımda bulunan ve bir yunan bayrağının bir halı gibi yere serilmiş olduğu Yunan hükümet binasına doğru yürüdü. Yanına geldiğinde ise Mustafa Kemal “bu bayrak bir ülkenin egemenliğinin sembolüdür” diyerek üstüne basarak içeri girmeyi reddetti.

Kaybedilen Cennet – Smyrna 1922: Giles Milton


Orada burada devam eden sokak çatışmaları ve her iki taraf mensuplarınca gerçekleştirilen aşırılıkların yanı sıra yağmacılık yaygınlaşmıştı. Ülkenin harap edilmiş iç kesimlerinden kente doğru akmakta olan binlerce yunan sığınmacının yarattığı gerilim yükselmekte idi. Yiyecek az, kalacak yer ise yoktu. İçinde sadece kaçarken kurtarabilmiş oldukları her şey bulunan kıymetli bohçaları ve saplantı haline gelmiş olan Osmanlı katliamı korkusu ile erkek, kadın, çocuk hepsi sokakta uyumaktaydılar. Aç ümitsiz ve çoğu zaman hasta halde idiler.

O akşamüstü Mustafa Kemal çoğunluk yabancıların bulunduğu bir otele girdiğinde personel kendisini tanımamış ve garson kendisine hiç boş masa olmadığını söylemişti. Derken bir Türk aniden kendisini tanıdı ve ayağa fırlayıp ona kendi sandalyesini verdi. Orada Mustafa Kemal – büyük taarruzun başlamasından bu yana ilk içkisini içerken – kadehini zafer şerefine kaldırıp, komşu masada bulunan Yunanlılara şunu sordu; Kral Konstantin hayatında hiç buraya gelip bir rakı içmiş midir?. Onların “hayır” anlamında başını sallamaları üzerine de “O zaman niye Smyrna’yı almak istedi ki? demiş.
Bu olayın olduğu pazar günü Mustafa Kemal orduya bir genelge yayınlamış ve savaşçı olmayan herhangi birine karşı saldırıda bulunan herhangi Türk askerine idam cezası verileceğini duyurmuştu. Bu vaat tarihe en boş vaatlerden birisi olarak geçti.

Ayni gün sadistliğiyle ünlü Türk komutan Nurettin Paşa Yunan Piskopos Krisostomos’u çağırtıyor. Piskopos odaya girdiğinde ona bir dosya gösterip, suratına tükürüyor ve kendisinin Ankara’da bir mahkeme tarafından ölüme mahkum edildiğini bildiriyor. Geriye sadece senin hakkında halkın vereceği karar kaldı. Şimdi artık gözümün önünden çekil” diyor. Yaşlı adam merdivenlerden inmekte iken de general Nurettin balkona çıkıyor ve oradaki güruha “ona haddini bildirin” diyor.

Piskopos’un generalin makamına teslim edilişi 20 fransız askerinin eşliğinde bir jest olarak yapılmış. Kendilerine verilen emir kesinlikle hiçbir şeye karışmamaları şeklinde. Oradaki güruh Fransız askerlerin gözü önünde Piskoposun gözlerini çıkartıyor, burnunu ve kulaklarını kesiyor. Vücudunu parçalara ayırarak linç ediyor. Fransız devriyeler bu vahşet karşısında öfkeden titriyorlar ve müdahale etmek istiyorlar, ancak Fransız subay kendisine verilen emir muvacehesinde kendi askerlerini silah çekerek dizginliyor ve müdahale etmelerine engel oluyor.
Piskoposun yetkililerin gözü önünde katledilişi oradaki güruh tarafından kendilerine verilen bir “cinayet ve yağma yapma izni” gibi algılanıyor.

Amerikalı bir misyonerin eşi olan ve oradan son anda kaçabilenlerden Anna Birge kendi evine taarruz edilişini ve yağmalanışını dehşet içinde izlemiş. Ondan sonra Türkler (onun anlattığına göre) en dehşet verici yağma, tecavüz ve öldürmelerine başlamışlar. Kalabalık güruhlar dükkanlara dalıyorlar ve tamtakır bırakıncaya kadar yağmalıyorlar. Amerikan Kız okulunun öğretmenleri okulun önünde caddede askerlerin sivilleri öldürdüğünü, evlere girdiklerini, aileleri öldürüp sokağa attıklarını görmüşler. O akşam gün battığında caddelerde cesetlerle dolmuş.

Birkaç saat içinde bir İngiliz evine sığınmış bulunan yirmi kadına oradan çıkarılarak tecavüz ediliyor. Bir Amerikalının mezarı açılıyor, ceset çıkartılıp parçalanıyor. Türkler sistematik olarak insanları evlerinden çıkartıp, kızlara tecavüz edip, adamları öldürmeye başlıyorlar. Bunun üzerine hayatta kalan bütün Yunanlı ve Ermeniler sanki içgüdüsel olarak rıhtıma doğru seyrediyor, birer sığınmacı haline geliyorlar. Binlercesi limanın kıyısında yığılıyor. Yüzlercesi suya düşüp veya atlayıp yüzüyorlar, ama kurtuluşa değil. Çünkü savaş gemilerinin aldıkları hoşgörüsüz tarafsızlık ilkesi gereği hiç kimse gemilere alınmıyor.

Büyük yangın, daha doğrusu birçok noktada birden ayni anda çıkan yangının başlangıcı 13 Eylül Çarşamba gününden önce değil. Alevleri ilk görenlerden birisi Amerikan Kız Kolejinin Müdürü Miss Minnie Mills. Şöyle anlatıyor;

Öğle yemeğinden hemen sonra okulun hemen yakınında yangın başladı ve hızla yayıldı. Bir Türk subayının bir eve elinde benzin veya petrol tenekesiyle girmesinden hemen sonra birkaç dakika içinde evin alevler içinde kalışını kendi gözlerimle gördüm. Okulumuzun kızları ve öğretmenleri de normal asker üniformalı, hatta bazıları da subay üniformalı Türklerin elerindeki ucunda halı bulunan uzun sopaları sıvı bulunan tenekelere batırdıktan sonra evlere girişlerini ve evlerin tutuşmasını kendi gözleriyle bizzat gördüler. Yangın okulumuzun hemen önündeki caddenin karşısında bulunan evde (ermeni mahallesi) başlatılmıştı ve caddede bulunan sıradan her üçüncü veya beşinci ev tutuşturuldu. Bölge Türk mahallesinin uzağındaydı ve rüzgar (çok hızlı esmese de) Türk tarafından Hıristiyan mahallelerine doğru esmekteydi. Sanki rüzgarın uygun hali kollanıp beklenmiş gibiydi.

Yakın Doğu Yardım Organizasyonu Direktörü Mr. Jacquith sahildeki binalara da petrol atan Türkler görmüş. Kızılhaç teşkilatından bir binbaşı Davis de yangın güzergahındaki evlere ve caddelere dıştan petrol serpilişini görmüş. Mrs Birge ellerinde teneke bulunan Türklerin evlere girdiğini ve hemen sonra evlerin tutuştuğunu gözleriyle görmüş.
Hapse atılanlar arasında işgalcilerle ilişkisi bulunduğu iddiasıyla Türklerin kara listesinde bulunan Socrates Onasis isimli İzmirli bir tüccar bulunuyordu. Socrates’in kardeşi Alexander alenen idam edilmiş, kız kardeşi ise içine doldurulan 500 kişiyle birlikte ateşe verilen bir kilisede yok olmuştu. Sokrates ise o sırada henüz on altı yaşında olan enerjik oğlu Aristotle’ın gayretleri sayesinde kurtuldu. Söylendiğine göre Aristotle bir Türk generali ve Amerikan başkonsolusu ile onlara o sırada çok kıt bulunan viskilerden bol miktarda temin etme karşılığında babasının özgürlüğünü satın almakta etkili olmuştu.

Akşam üstüne kadar hafif malzemeden yapılma binlerce ev kül olmuş, yangın şiddetini arttıran rüzgar sayesinde sahile doğru kaçmakta olan on binlerce sığınmacıyı da denize doğru arkalarından kovalamıştı. Herşeyin üstünde yanan ceset kokusu sinmişti. Gece yarısında da sahilin cephesindeki sırada bulunan tüm evler hepsi birden alev aldı. Kalabalıklar suyun kıyısına doğru sığmaya ve sığınmaya çalışırken King George V isimli savaş gemisinin kaptanı Bertram Thesinger hayal edilebilecek en korkunç çığlığı duyduğunu söylüyor. O sırada hala Toronto Star gazetesinin muhabiri olan Ernest Hemingway bunu şöyle yazar. “Biz limandaydık ve onlar da hepsi rıhtımdaydılar, ve gece yarısı çığlık atmaya başladılar.

Iron Duke isimli gemiyle İzmir’e gelmiş olan Daily Mail muhabiri Ward Price ise şöyle yazdı. “Denizin yüzeyi yanan bakır gibi parlamaktaydı. Yirmi ayrı volkanın fışkıran alevlerinin dilleri burularak yüz fit yukarıya yükselmekteydi. Yunan kiliselerinin kuleleri, camilerin kubbeleri ve evlerin düz çatıları bir alev perdesinin gerisindeki silüet olarak seçilmekteydi.

Sahile yığılmış olan binlerce Rum ve Ermeni’nin oluşturduğu kalabalık şimdi o kadar sıkışmıştı ki bir adam öldüğünde ayakta kalmaya devam etmekteydi. Hala canlı olanlar için çok aykırı bir işaret denizden esintiyle gelen müzik sesiydi. Rutinin dışına çıkmama kararlılığındaki İngiliz donanmasının bayrak gemisinin güvertesindeki bando hafif akşam yemeği parçalarını çalmaya devam etmekte idi.

Tarafsız kalmaları yönündeki kesin emirlere karşın müttefik donanmasının gemileri ertesi gün kararlarını tersine çevirdi ve rıhtımdaki kadın ve çocukları almak üzere ellerindeki tüm filikaları kıyıya gönderdiler. Sadece Iron Duke gemisi iki bin sığınmacıyı aldı. Aslında tüm donanma gemileri ellerinden geleni yapmalarına rağmen kurtarılabilenlerin sayısı yine de acınacak derecede az kalmıştı. Yangın kentin geri kalanından yukarıdaki Pagus dağının(Kadifekale) yamaçlarında bulunan Türk mahallesinin haricindeki tüm kente yayılmaya devam ederken virajlı, dar asma ağaçlarıyla çevrili labirent halinde tırmanan sokakları ve tarihi çeşmeleriyle bu bölge felaketten hiç etkilenmemiş olarak kaldı.

İzmir’in uzun ve ızdıraplı tarihinin bu karanlık anlarındaki bir huzurlu vaha’nın da merkezinde bu arada aşık olmuş olan Mustafa Kemal bulunuyordu.

Karargahını İzmir’e kurmasından hemen sonra kendisiyle görüşmek istediğini bildiren bir genç kız emir erinin yanından geçip doğrudan Mustafa Kemal’in ofisine girmişti. Çalışmasının sekteye uğratılmasına öfkelenip tam ona bağırmak üzereydi ki onun sıradan bir köylü olmayıp ağırbaşlı, ama zarif giyimli, başı açık ve iyi eğitimli bir hanımefendi olduğunun farkına vardı.

Adı Latife idi. Zengin bir armatörün 24 yaşındaki kızıydı. Kısa boylu, yuvarlak yüzlüydü, zeki bakan iri gözleri ve hoş tınılı bir sesi vardı. Anne babası Biarritz’de tatildeydiler. Ama o modern Türkiye’nin kahramanını kutlamak için ülkeye dönmeye ısrar etmişti. Boynunda içinde onun resmini taşıdığı bir madalyonu vardı. Mustafa Kemal’e bunu taşımasında sakınca olup olmadığını sorduğunda “niye olsun, bundan gurur duyarım” cevabını almıştı.
Latife şimdi bir teklifte bulundu. Ailesinin şehrin bir dış mahallesinde büyük, harika, konforlu – ve boş bir evi vardı.

Bornova’nın güzel bahçeleriyle bilinen yamaçlarında bulunuyordu. Malikanenin elemanları ve hizmetçileri de mevcuttu. Bu boş villayı komutanlığına karargah yapabilirdi. Birkaç dil bilen kendisi de memnuniyetle elinden gelen her yardımı yapacaktı.

Mustafa Kemal bu teklifi tereddütsüz kabul etti. Bağ ve bahçelerle çevrili evi de çok beğendi. Hepsi bir yana bu kız vardı ve onu şimdiden arzulamaktaydı. Bir iki günün içinde kıza aşık oldu.

Büyük yangının ilk gününde Bornova’da içinde hafızası çok güçlü birçok muhabirin de misafir olduğu bir parti verilmişti. Latife misafirleri mor salkım, yasemin ve güllerle kaplı veranda merdivenlerinin başında asalet ve zerafetle karşıladı. Hatırlayanlar kendisini siyahlar içinde narin bir hanımefendi, Mustafa Kemal’i de beyaz belli sıradan bir Kafkasya tipi gömlek giymiş olarak anlatıyorlar. Yemekten sonra o ve Latife veranda’nın üstünde misafirleri ile birlikte ayakta durmaktalar iken aşağıda dış çizgisi gri donanma gemileri ile çizilen içi ise harlı bir fırın gibi alevler içindeki Smyrna yanmaktadır.

Mustafa Kemal, alevleri işaret ederek; “Bu Türkiye’nin Hıristiyanlardan, yabancılardan ve vatan hainlerinden temizlenişinin, Türkiye’nin Türklerin oluşunun bir işaretidir” der.

Mustafa Kemal son misafir de evi terk edinceye kadar o akşamın esas gayesine gelememiştir. Kadınları – özellikle de kendisine açıkça tapanlarını- birer eşya gibi gören bu adam bu kızın kendisine karşı koyduğu rezerv karşısında tedirgindir. Öpmesine izin vermiştir ancak hepsi bu. Mustafa Kemal kendisiyle niye yatmadığını anlayamamaktadır. Latife’nin daha sonra arkadaşlarına anlattığına göre o Kemal’e kendisini sevdiğini, kendisiyle evlenmekten mutlu olacağını, ancak modern ve özgürlükçü bir hanım olarak asla kendisine metres olmayacağını söylemiştir. Mustafa Kemal kızar, köpürür. Evlilik nedir ki? der. Pis, sakallı bir imam tarafından söylenen birkaç anlamsız söz. Bunun çok mu fazla önemi var?. Belli ki vardır. Çünkü eylül sonunda İzmir’i terk ettiğinde Latife hala bir bakire, ve Kemal de ona çok kızgındır.

Cuma (15 eylül) gününe gelindiğinde kentte perişanlık ürkütücü bir boyuta ulaşmıştır. Daily Telegraph’ın muhabiri Londra’ya çektiği telgrafta şöyle yazmaktadır;

Smyrna’nın beşte üçü kül olmuş durumda. Bu sabah tüm Ermeni, Yunan ve yabancı mahallelerini küle döndürdükten sonra biterek kendiliğinden sona eren yangın 300bin’den fazla kişiyi de evsiz bırakmış durumda.
Can kayıplarının sayısını hesaplamak imkansız. Çoğu yaralı durumdaki tüm sığınmacıları kurtarma ve taşımakta müttefik donanma gemileri hepsi seferber oldular. Sokaklar cesetlerle dolu. Kemal Paşa’nın verdiği onca güvenceye karşın Türkiye geçmişle hesaplaşmakta.

Mustafa Kemal ‘in yayınladığı bildiriyle şimdi trajedi yeni bir safhaya girdi. Yaşları onbeş ila elli arasındaki tüm Yunanlı ve Ermeni erkekler 30 eylül tarihine kadar anakaranın içi kısımlarındaki çalışma kamplarına sevk edilecekler. Tüm diğer sığınmacılar (yani kadın erkek, her yaştan tüm Hıristiyanlar) da o tarihe kadar sınır dışına geçmeliler, aksi halde onlar da diğerleriyle birlikte toplanarak götürülecekler. O sırada İzmir’deki tek Amerikalı doktor olan Dr. Esther Lovejoy bunun idam kararından farksız bir mukadderat olduğunu söyledi. Aslında ölümden de beterdi. Çünkü bu emir erkekler için kölelik, kadın ve kızlar için ise ondan da daha kötü bir anlam taşımaktaydı.

26 Eylül günü, yani ültimatom süresinin bitmesinden 4 gün önce on dokuz tüccar kent ahalisini tahliye etmek üzere limana geldiler. Dr Lovejoy da rıhtımda yardımcı olmaktaydı. Kurtarıcı gemilere binebilmek üzere rıhtıma gelen çaresiz insan kitlesini ve uzun demiryolu iskelesini hatırlamaktadır. Birçok kadın bebeklerini ve hastalarını sırtlarında taşımaktalardı. Denizde insan ve hayvan cesetleri önümüzde yüzmekteydi. Kalabalık kuyruk dalgalandıkça iskelenin sonuna kadar önlerine 5 farklı çit engelden geçmek zorundaydı. Doktorun söylediğine göre bu çitlerde bekleyen Türk askerleri kaçmak üzere gelen erkekleri yakalamak üzere ararlarken kadınları da ellemek ve soymak fırsatını bulmaktaydılar. Birçok yaşlı kadın ve hamile suya atıldılar. Dr Lovejoy’un özel görevi hamilelerdi. Şöyle anlatıyor; Ben orada beklediğim sırada içeri güçlükle geçebilen bir hamile kadın bu geçiş sırasında orada doğum yapmıştı. Özellikle anlatıyorum. Çünkü bu benim hayatımda gördüğüm en dehşet verici hadisedir.

Geçitteki muhafız askerlerden birisi zengin görünüşlü bir kadın gördüğü zaman alıp bir kenara çeker ve vücudunun her tarafını elleyerek eteğini kaldırır, çoraplarının içine sakladığı bir para olup olmadığına bakar, bulursa alırdı. Bunu bilhassa gözlerimle gördüğüm için söylüyorum. Bu konuda yeminli ifade verebilirim.

Bu son korkunç günlerinde Smyrna – kenti tahliye etmeyenlerin, anakara içlerine götürülüp orada bir yaşayan ölü olmaya mahkum edilecekleri bilindiğinden – hayret verici tezatlar kenti olmuştu. Daha sonra “Grand Rue de Pera (Kordon boyu) hiç beklenmedik görüntülere sahne oldu” diye yazacaktı Marjorie Housepian . “Bir adam mesela sırtında beş tane tabutla koşturmaktadır. Sebebini soran muhabire “Bir katliam yaşanıp da, acil tabut gereksinimi olabilecek yerleri aradığını söylemiştir. Bir başkası rıhtımda yanar durumdaki bir mutfak sobasını (kuzini) taşımaktadır. Türk göbek dansözleri oturmuş ağlıyorlar. Çünkü kendileri oynarken çalan rum bandosu kayıplara karışmış. Türk berberler memnun, çünkü kaçan rum dişçilerden modern dişçi koltuklarını son anda ve yok bahasına satın almışlar.

1 Ekimden önce müttefik gemileri mucize gibi bir iş başararak 180bin kadın ve çocuğu bindirmişlerdi. Mustafa Kemal zaman sınırını 6 ekim tarihine kadar uzatmayı kabul edince buna ilave 60bin kişi daha özgürlüğe kaçabildi.

Bugün bile Smyrna’da kaç kişinin öldüğünü kesinlikle söylemek mümkün değil. Ama Amerikan başkonsolosu George Horton’un tahmini ile an az 100,000 kişinin telef olduğu doğruya en yakın sayı olarak kabul edilebilir.
Şimdi su soru kalıyor: Yangını Türkler bilhassa mı başlattı, yoksa bu Mustafa Kemal’in ısrarla ileri sürdüğü gibi Rum ve Ermenilerin “her şeyi yakıp da bırakmak” siyasetinin bir ürünü mü idi.

Edward Hale Bierstadt’a göre bu suç inkar edilemez biçimde Türklerin mesuliyetindedir. Bierstadt ABD Acil Durum Komitesi yetkili genel sekreteri, olarak yangından sonra kongreden bu konuyla ilgili bir sığınma yasası geçirmiş, The Great Betrayal (Büyük İhanet) isimli bir de kitap yazmıştı. Kitapta yazdıkları Amerikan Devlet Bakanlığını öyle şoke etmişti ki içindekileri yalanlatmak için Washington’un Yakın Doğu masası şefi Allen Dulles ile temasa geçti. İncelemesi sonucunda kitapta yer alan aşağıdaki bölümde anlatılanlar üzerinde Dulles de herhangi bir yanlış veya mübalağa bulamadı ;

“Gerçeklerin kendileri bize neyi gösteriyor?. Yangın Ermeni mahallesinin güney kenarı boyunca dört noktada birden hemen hemen ayni anda başlamıştır. Bölgede hakim olan rüzgarın (imbat) yönü güney batıdan güney doğu istikametinde olup bir saat muntazamlığıyla öğleyin veya saat ikiden gün batımına kadar sürmektedir. Bu bilindiğinden, yangının başladığı noktada öğleyin başlatılacak bir yangının kendi mahallelerini tamamen kül edeceğini, kentin en fakir bölgeleri olan Musevilere ve Türklere ait mahallelere ise hiç dokunmayacağını Rum ve Ermeniler zaten bilebilirlerdi. Rumlar ve Ermeniler böyle bir durumda ileride bir gün geri dönebilmeyi umdukları kendi mahallelerini niye yaksınlar?. Türklerin ise bunu yapmakta bir nedenleri var. Dört gündür kentte sürmekte olan yağma, tecavüz ve katliamların izlerini tamamen yok etmek. Ve dahası, onlara göre Hıristiyanlığın Anadolu’da bulunan bu merkezinin silinmesi, kılıç ve ateşle yok edilip bitirilmesi gerekmektedir. Öyle de yapılmıştır. Smyrna’yı kimin ve neden dolayı yaktığında en ufak bir şüphe yoktur ve hiç olmamıştır. Bütün deliller Türklerin sorumluluğuna işaret etmektedir”.

Çok sayıdaki görgü şahidinin ifadelerine, ve eldeki onca kanıta rağmen ABD hükümet yetkilileri nezdinde Türklerin suçlanması konusunda bilinçli bir isteksizlik mevcuttu. Resmi çevrelerde basında yer alan bilgilerin “aşırı mübalağalı” olarak görüldüğü ve minimize edilmek üzere aşırı bir gayretkeşliğin yaşandığı görüldü. Edward Bierstadt’a göre bunun nedeni Türkiye ile olan devasa ticari menfaatler idi. Kuşkusuz o sırada Standard Oil, American Tobacco ve Chester Concession şirketlerinin Türkiyede çok büyük girişimleri ve yatırımları söz konusu idi. Ama bir başka neden daha vardı. Savaşın başından beri ülkeler Yunanistan ve Türkiye taraftarları olarak ikiye bölünmüştü. İstanbul’daki güleryüzlü Amerikan yüksek komiseri Amiral Mark L. Bristol ayni zamanda bölgedeki Amerikan deniz kuvvetlerinin de komutanı idi. Amiral Bristol, Mustafa Kemal henüz Smyrna’ya bile gelmeden bahriyeli bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle demişti; “Bence Yunanlıların dünyanın bu bölgesinde herhangi bir şeye sahip olmalarına izin vermek bir felaket olur. Yunanlılar yakın doğu bölgesindeki en kötü kavim.” Tabii bu düşüncede birisi olarak Amerikan Deniz Kuvvetleri komutanına yazdığı telgrafta şöyle diyordu; “Anadolu’dan geri çekilirken hep kendi köylerini yaktıkları göz önünde bulundurulursa Hıristiyanların Smyrna’yı da kendilerinin yakmış olmaları kuvvetle muhtemeldir” diyor ve “Basında yer alan mübalağalı ve endişe verici yazıları dengelemek üzere hadiselerin resmi muhasebesini veren bir karşı açıklamanın bir an önce yapılmasını” tavsiye ediyordu. O güne kadar bu konu hakkında sükunet telkin eden ve aşırı ifadelerde bulunulmamasını isteyen Amerikan hükümeti Bristol’un telgrafını (22 Eylül) aldıktan sonra epey rahatlamış olmalıdır. Amiralin yazısından ilhamla ABD hükümetinin konuya ilişkin yaptığı resmi açıklamada şöyle denilmektedir.

Smyrna’nın Milliyetçiler tarafından işgalinden bu güne kadar vuku bulan tüm hadiseler sırasında olaylara bizzat tanık olan Amerikan subaylarının anlatımlarına göre; kentteki cinayetler bireyler ya da küçük maganda veya asker guruplarınca işlenmiş münferit olaylar niteliğindedir. Katliam niteliğinde kitle cinayetleri olmamıştır. Yangın esnasında limandaki teknelere binme girişimleri sırasında veyahut da rıhtım duvarından denize düşerek boğulanlar olmuştur ancak sayıları azdır. Yangından kaçan çok sayıdaki insanın limanda toplanması üzerine bu kalabalık Türk askerleri tarafından koruma altına alınmış, ancak isteyenlerin limandan ayrılmaları askerler tarafından asla engellenmemiştir. Yangın, cinayet, ve kaza sonucu ölümlerin sayısını tahmin etmek imkansızdır, ancak toplam sayı muhtemelen iki bini geçmez.

1924 yılında açılan bir dava sonucu eldeki delilleri inceleyen İngiliz yargıcın ulaştığı sonuç ise buna göre çok farklıdır. Smyrna’daki yangın sigortalarının çoğu İngilizlerin elinde idi, ancak sigorta poliçeleri düşmanlık ve savaş gibi durumları kapsamamaktaydı. O yüzden Guardian Assurance Company bu maddeye dayanarak American Tobacco şirketinin yanan malları için açtığı 600bin dolarlık sigorta tazminatını ödemedi. Çok sayıdaki görgü tanıkları mahkemeye tanıklık yaptılar. Kraliyet deniz kuvvetlerinden bir binbaşı, İngiltere Başkonsolosu Sir Harry Lamb, tecavüz edilen bir hanımefendi, İzmir İtfaiye Ekibi üyeleri, hepsinin müttefik oldukları bir konu vardı. Yangınlar Türkler tarafından ve kundaklama sonucu çıkarılmıştı. Yargıç kararını hiç tereddütsüz verdi ve suçun Türklerde olduğunu açıkladı. (Kaynak: Lords of the Golden Horn – The Fire of Smyrna)

*******************

Büyük Smyrna Yangınına ilişkin diğer görsel ve videolar için lütfen tıklayınız. (http://levantineheritage.com/fire.htm)

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.