Devlet nedir, ne değildir

Sözlük | | Haziran 11, 2013 at 6:13 pm

Osmanlı Devleti’nin sembolü haline gelen Osmanlı Arması 19. yüzyılda İngiltere Kraliçesi Victoria tarafından tasarlanarak Sultan Abdülmecid‘e hediye edilmiş.

Devlet hakkında iyimser görüşe sahip hemen herkes onu bir sosyal hizmet kurumu olarak tanımlamaktadır. Kimileri onu sosyal hedeflere ulaşmakta özel sektöre karşı bir denge unsuru olarak düzenlenmiş, (çoğu zaman amaçlarında pek etkili olamasa da kaynak rekabetinde ona galip gelen) samimi bir teşkilat olarak görür. Bazıları da ona ilahi bir güç atfederek onu toplumun tanrılaşmış aşkın hali olarak tanımlıyor.

Demokrasilerin yükselişiyle birlikte devletin toplumla özdeş biçimde tanımlanması yaygınlaşmış, ancak öte yandan “hakimiyet milletindir, bu devlet bizim kendimizin” şeklindeki ifadeleri de sıklıkla işitmeye başlayınca bu yaklaşımın aklın ve ahlakın tüm temel ilkelerini çiğneyen, akla ziyan bir nitelik kazandığı da artık açıkça görülmeye başlanmıştır.

Faydalı iştirak terimi olan “BİZ” politik hayatın gerçeklerinin üstüne ideolojik bir kamuflaj örtmeyi mümkün kılmaktadır. Eğer biz devletsek hükümetsek (yani hakimiyet milletindir ise) o zaman “”devletin bize yaptığı herşey haklıdır, hiçbirşey zalimce olamaz, ve biz bunların hepsine kendimiz zaten gönüllüyüz”” olmuş oluyor. Oysa bu hakikatin üstünü örtmek için uydurulmuş bir sahtekarlıktan başka birşey değildir.


Mesela eğer hükümet büyük bir iç borçlanma yapmışsa ve bu borç alacaklı guruba ödenmek üzere bir grubun vergilendirilmesi ile karşılanacak ise buradaki asıl gerçeğin üstü “”biz kendi kendimize borçluyuz”” şeklinde örtülebilir oluyor.

Devlet birini askere aldığında, ya da hükümete muhalefet etiği için hapse attığında “”o bunu sanki kendi kendisine yapmış”” gibi oluyor ve burada karşı çıkılması gereken bir münasebetsizlik yokmuş gibi değerlendirilebiliyor.

Bu mantığa göre (halkın demokratik oylarıyla seçilerek iktidara gelmiş olan) Nazi hükümetinin katlettiği Yahudiler katledilmemiştir (hükümet kendileri olduğuna göre), belki kendi kendilerini öldürmüşlerdir. Hükümetin onlara yaptığı herşey onların kendi rızalarına göredir….

Böyle bir açıklama mantıklı sayılamayacağına göre Devlet (Kamu) biz değildir. Biz de kamu değiliz. Devlet, ortak sorunlarımızı çözmek üzere “”insan ailesinin bir araya gelmiş bir hali”” DEĞİLDİR. . Ondan çok başka bişeydir

Kısacası, devlet belirli sınırları olan bir coğrafyadaki “”güç ve şiddet kullanma tekelini korumak isteyen”” bir organizasyonun (ya da pejoratif adıyla bir çete veya çeteler birliğinin) adıdır. Bir toplumda açıkça, resmen çalıştığı halde gelirini gönüllü bağış ve ödemelerden değil de sürekli olarak cebir ve şiddet yoluyla (icbarla / zorla) elde edebilen tek örgüttür.

Toplumdaki diğer tüm kişi ve kurumlar gelirlerini mal ve hizmet üreterek ve barışçı bir şekilde diğer insanlara satarak kazanmak zorunda oldukları halde Devlet gelirlerini icbarla hapis ve icra tehdidiyle süngüsünün gücüyle toplar.
Gelirlerini toplamak için güç ve şiddet kullanan devlet kendi tabiyetinde olan bireylerin diğer tüm hareketlerini (hayatlarını ve yaşam tarzlarını da) kendi isteğine göre dikte etme, denetleme düzenleme faaliyetleri içindedir.
Tarih boyunca yeryüzünde var olmuş tüm devletleri gözlemlemek bu iddiayı doğrulayacaktır. Ama devletlerin ne olup ne olmadıkları ile ilgili kafa bulanıklığını yaratan hava o kadar uzun süredir var ki bunu açıklamak gerekiyor.

Adaleti çiğnemek ve yasal şiddet kullanımı halen
devletin tekelinde bir hak olarak görülmektedir.

DEVLET ASLINDA NEDİR?

İnsanoğlu dünyaya çıplak gelir. Doğanın kendisine verdiği kaynakları (mesela sermaye yatırımı yaparak) kendi isteklerinin tatmini ve hayat standardının yükseltilmesi için kullanabileceği yer, biçim ve mekanlara dönüştürmesini öğrenmek üzere aklını kullanmaya gerek duyar.

İnsanoğlunun bunu yapabilmesinin tek yolu kendi aklını ve enerjisini kaynakları dönüştürmekte kullanması (üretim) ve elde ettiği ürünlerini başkalarının ürünleriyle takas etmesidir. İnsan şunu da keşfetmiştir ki, karşılıklı rızaya dayalı alışverişler ile her iki tarafın da üretkenliği ve hayat standardı muazzam bir şekilde artmaktadır. O halde insanın hayatta kalması ve servet kazanmasının tek doğal yolu aklını ve enerjisini bu üretim ve değiş tokuş işlerinde kullanması olmaktadır.

Bunu önce üretimi için gerekli doğal kaynakları bulmak ve daha sonra da (Locke’un deyişiyle) kendi emeğiyle karıştırarak dönüştürüp kendi bireysel malları haline getirmek suretiyle yapmaktadır. Birey bu şekilde elde ettiği ürününü daha sonra benzer biçimde başka ürünleri elde etmiş olan insanlarla değiş tokuş eder. Dolayısıyla, insanın doğasının gerektirdiği sosyal yöntem “mülkiyet hakları” ve bu hakların karşılıklı olarak takas veya hediye edilebildiği bir “serbest pazar” olmaktadır.

Bu yol sayesinde insanoğlu A’nın kıt kaynaklara B’nin sırtından sahip olabilmesi için birbirleriyle savaşmak zorunda olduğu cangıl metotlarından kurtularak, kaynakların çok fazlalaşmasını sağlayan uyum içinde karşılıklı üretim ve değiş tokuş yöntemini geliştirmeyi öğrenmiştir.

Ünlü Alman sosyolog Franz Oppenheimer servet kazanmanın birbirinden bağımsız iki yolu olduğuna işaret etmiştir;

– Birincisi “ekonomik yöntem” olarak nitelendirdiği üretim ve değiş tokuş,
– İkinci yol ise “politik yöntem” olarak nitelendirdiği başkalarının sahip olduğu mal ve hizmetlere güç ve şiddet kullanarak el koyma yöntemi.

Birinciye göre çok daha basit olan bu ikinci yöntemde karşılıklı rıza gerekmeden, tek taraflı olarak hırsızlık ve gasp yoluyla bir el koyma söz konusudur.

Açıktır ki insanların hayatta kalmak ve servete ulaşmak için barışçı bir şekilde kendi akıl ve enerjisini kullanarak üretim yapması “doğal” olan yoldur. Ayni şekilde açıktır ki ihtiyaçlarını zorlayıcı zulüm ve sömürü ile başkalarının sırtından karşılamak doğa hukukuna aykırıdır. Asalaklıktır, çünkü toplam üretimi arttırmak yerine azaltıcı bir yoldur. Politik yöntem üretimin asalak ve tahripkâr bir birey ya da gruba hortumlanmasıdır. Bu hortumlama yöntemi sadece üretimden aldığı payla değil, üretici bireylerin kendi hayatta kalma düzeyinin üzerinde bir üretimi gerçekleştirme şevklerinin kırılması dolayısıyla da yıkıcıdır. Soyguncu uzun vadede kendi tedarik kaynağını küçültür veya yok eder. Hatta bu davranışı ile kısa vadede bile kendi gerçek insan doğasına aykırı bir davranış içindedir.

Şimdi, esas soruya daha bütüncül bir cevap verebilecek durumdayız. Devlet nedir?

Devlet Oppenheimer’in deyişiyle yukarıda açıkladığımız “politik yöntem”in organizasyonudur. Yani belirli bir coğrafyada sürdürülecek yağmacı proseslerin sistemleştirilmiş halini temsil eder.

Mesela suç en fazla arada sırada görülen arızi bir durumdur. Asalaklık da daima kısa ömürlüdür. Onun zorlayıcı parazit ömrü mağdurlarının direnmesi sonucu her an sona erebilir. Oysa devlet özel mülkiyetin yağmalanması için yasal, düzenli ve sistematik bir kanal sağlar. Toplum içindeki parazit bir sosyal sınıfın güvenli, emin ve nispeten huzur içinde bir yaşam sürmesini güvence altına alır.

Devlet hiçbir yerde bir sosyal toplumsal sözleşme sonucu ortaya çıkmamıştır. Devletlerin ortaya çıkışı her yerde ve daima bir fetih(gasp) ve sömürü sonucunda olmuştur. Kurulan iktidarın kendini içeriden gelecek ayaklanmalar ve dıştan gelecek saldırılardan korumak ve o bölgede yaşayanları ekonomik olarak sömürmekten başka da ciddi hiçbir amacı yoktur.

Klasik “devlet” paradigması fetihçi bir kabilenin fethettiği kabileyi her zamanki gibi yağmalayıp katletme yöntemi yerine yaşamasına ve üretim yapmasına izin vermek ve o kabilenin arasına onların yöneticisi olarak yerleşmek suretiyle fethedilen kabileden yıllık bir haraç alma yöntemini keşfetmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Söz gelimi bir haydut grubu işgal ettiği dağlık Güney Ruritanya bölgesinde fiziksel kontrolu ele geçirir. Daha sonra o haydut grubunun başbuğu ele geçirdiği gölgede kendini bağımsız ve hükümran Güney Ruritanya hükümetinin Kralı ilan eder. Eğer iktidarını sürdürebilecek güce sahip ise alın işte milletler cemiyetine yeni bir devlet daha kazandırıldı ve eski haydut liderleri de o diyarın yeni yasal soyluları haline dönüştüler.

DEVLET KENDİNİ NASIL KORUR

Devlet bir kere kurulduktan sonra hükümran devletli sınıfının en önemli problemi hükümranlığını sürdürmektir. İşleyiş usulü kuvvete(cebir ve şiddete) dayalı olmakla birlikte uzun vadeli temel problemi ideolojiktir. Demokratik olsun olmasın herhangi hükümetin daima halkın çoğunluk desteğine ihtiyacı vardır. Aktif bir destekten söz etmiyoruz. Tıpkı kaçınılmaz bir doğa yasasına itaat eder gibi, halkın iktidara karşı pasif kayıtsızlığı dahi onay anlamına gelir. Aksi halde az sayıdaki devletli iktidar sahibi halkın çoğunluğunun aktif direnişiyle karşı karşıya kalır ve iktidarını sürdüremez olur.

İktidar sahibi devletliler, bürokrat ve soylular ekonomik olarak halkın üretim fazlasıyla geçindiklerinden nüfustaki payları çok fazla değildir. Ancak, genellikle iktidar sahiplerinin halkın içindeki önemli gruplardan satın aldığı bazı müttefikleri de bulunur. İktidarın temel görevi daima vatandaşların çoğunun en azından boyun eğmiş bir kabul içinde olmasını sağlamaktır.


Kuşkusuz, desteği güvence altına alabilmenin yolu da sağlanacak ekonomik menfaatlerdir. Örneğin bir Kral’ın kendi başına hükmetmesi mümkün değil. İktidardan minimum paylar verdiği hükümet üyeleri, bürokratlar, ve müesses nizamın soyluları onun yanında durur. Yine de hükümetin ateşli yandaş kitlesi içinde bu grubun sayısı çok azdır. Hükümetin imtiyaz sağladığı, teşviklerle alım gücünü desteklediği kitlelerin sayısı da yeterli olmaz. Çoğunluğun ideolojik olarak hükümetin iyi, akıllı, ya da en azından vazgeçilmez olduğuna ikna edilmesi gerekir. Halkın arasında belirli bir çoğunluğa ulaşacak bir biçimde bu ideolojik görüşlerin teşvik edilmesi aydın ve akademiker’lerin sosyal görevidir. Toplumun geniş kitleleri kendi fikirlerini üretemediklerinden ve bu fikirler arasında özgürce yorumlama yapamadıklarından kitleler aydınlar tarafından üretilen ve yayılan fikirleri pasif olarak izlerler. O yüzden aydınlar toplumun görüş biçimlendiricileridir. Devletin esas ihtiyacı da görüş biçimlendirmek olduğundan devlet ile aydınlar arasındaki kökü çok eskilere dayanan işbirliğinin kaynağı ortaya çıkar.

Devletin aydınlara olan ihtiyacı açıktır, ancak onların neden devlete ihtiyaç duydukları pek o kadar açık değil. Kısaca şunu söyleyebiliriz ki serbest piyasa içinde aydınların geçim kaynağı pek güvenceli değildir. Kitleler genel olarak entelektüel konularla pek ilgilenmediklerinden, halk kitlelerinin değer ve tercihleri onlara güvenli bir geçim kaynağı veremez. Oysa devlet, aydınlarına devlet aparatının içinde güvenli bir liman, sürekli bir gelir ve bir prestij zırhı sağlamaya hazırdır. Çünkü aydınlar ve akademikerler bir parçası haline gelecekleri hükümet devletlileri için sağlayacakları önemli işlevler karşılığında cömertçe ödüllendirilirler.

Devlet ve onun aydınları ve akademikerleri tarafından iktidarın hükümranlığına destek sağlamak üzere oluşturulan argümanlar şu şekilde özetlenebilir:

a) Devletin egemenleri büyüktürler, ve akıllı insanlardır. İlahi bir hükümranlık hakkına sahip soylu kimselerdir. Bilimde uzman olup, hükmettikleri iyi ama daha basit halka göre her şeyi daha iyi bilirler.

b) Hükümetin yıkılması halinde (maazallah) ortaya çıkabilecek tarifsiz kötülüklerin karşısında onların iktidarı vazgeçilmez olup, hükümranlıkları mutlak surette gereklidir.

Kilise ve devletin işbirliği bu ideolojik aygıtların en eski ve en başarılı örneklerinden olmuştur. Çünkü bu şekilde hükümdar ya tanrının kutsadığı bir insandır, ya da çoğu şark despotluklarında olduğu gibi tanrının ta kendisidir. Bu durumda hükümranlığa yapılacak herhangi başkaldırma da bizzat tanrıya küfür gibi sayılmaktadır. Devletin ruhban sınıfı iktidar için gerekli halk desteğini ve hatta bizzat hükümdara tapılmasını sağlamak için çalışmakta ve gerekli entelektüel işlevi yerine getirmektedir.

Bir diğer başarılı aygıt ise halk arasında diğer herhangi yönetim (veya yönetimsizlik) alternatifinin çok korkunç olacağı korkusunu yerleştirmek. Halka mevcut yönetimin müteşekkir olunması gereken çok mühim bir hizmet sağladığı, halkı bireysel katiller ve yağmacılardan koruduğu bilgisi işlenir. Gerçekten de devlet halk üzerindeki kendi beslenme tekelini korumak için arızi ve münferit yağmacılıkları en minimumda tutmaya gayret eder. Devlet kendi ayrıcalık imtiyazlarını korumakta daima kıskanç olmuştur. Ama özellikle son yüzyıllarda devletler halklarının yüreğine öteki devlet yönetimlerinden olan bir korkuyu salmakta çok başarılı olmuşlardır. Küresel olarak dünya belirli devletler arasında bölüşülüp parsellenmiş durumda olduğundan devletlerin temel doktrinlerinden biri kendini hükmettiği topraklarla özdeşleştirmek olmuştur. İnsanlar çoğunlukla vatanını sevdiklerinden ülkeyi ve milleti devletiyle özdeşleştirmek insanlardaki vatanseverlik duygusunu “devletin” yararına devşirmek imkanı vermektedir.


Sözgelimi, Ruritanya’ya Valdavya tarafından bir saldırı gerçekleşirse Ruritanya devleti ve aydınlarının birinci görevi Ruritanya halkını saldırının ülkedeki iktidara(devletlilere) değil de kendilerine yapıldığına ikna etmektir. Böylelikle aslında ülkelerin devletlileri arasında olan bir savaş halklar arasındaki bir savaş haline dönüştürülmüş olur. Halklar da (devletlileri sanki halkı korumaya çalışıyormuşlar yanılgısı içinde) kendi devletlilerinin savunmasına koşarlar. “Milliyetçilik” olarak tanımlayabileceğimiz bu olay batı medeniyeti içinde sadece son yüzyıllarda gerçekleşebilmiştir. Ondan önce savaşlar çeşitli asılzade grupları arasında ve halklarından bağımsız bir şekilde yürütülmekte idi.

Devletin yüzyıllardan beri kullandığı ve hemen göze çarpmayan bir ideolojik silahı da geleneklerdir. Devletin hükümranlığı ne kadar uzun süreden beri devam etmekteyse “gelenek” (milli ve manevi değerler) silahının gücü de o kadar artar. Atalarımız diye ilahlaştırılanlar da aslında eskiden yaşamış devletlilerden başkası değildir. Şimdiki iktidara getirilen herhangi eleştiri, herhangi şüphe isnadı atalarımızın bilgeliğine hakaret biçimine dönüştürülerek bastırılır.

Bir diğer ideolojik güç de toplumun birlik bütünlüğü yüceltilerek bireye karşı çıkılmasıdır. Çünkü herhangi iktidar ülke çoğunluğunun kabulünü temsil etmektedir. Oysa iktidara karşı herhangi tehlike başlangıçta sadece bir veya birkaç birey tarafından dle getirilebilir. Doğası gereği her yeni fikir, (özellikle de kritik bir yeni fikir) başlangıçta sadece küçük bir azınlığın görüşü olarak işe başlamak zorundadır. İşte o yüzden yeni fikirler daha henüz tomurcuk iken “halkın çoğunluğunun görüşlerine aykırı” olduğu muamelesi yapılarak küçük düşürülür ve yok edilir. “Kardeşlerinin sözünü dinle, toplumun huzurunu bozma” sözleri bireysel muhalefeti ezmekte kullanılan kuvvetli ideolojik silahlar halindedir.

Bu gibi önlemler sayesinde geniş kitleler Kralın aslında çıplak olduğunun farkına varmazlar. Saltanat sevilmiyor bir durumda dahi olsa hükümranlığının vazgeçilmez olduğunu göstermek ve halkın pasif kayıtsızlığını elde etmek zorundadır.

Bunun için en sık kullanılan metotlardan birisi bireysel irade özgürlüğüne karşı tarihselci kaçınılmazcılığı (historiyografik determinizmi) öne sürmektir. (Sözgelimi eğer X Hanedanı başımızda iktidarını sürdürmekte ise bu durum “tarihin değişmez yasalarının, ilahi iradenin, ya da toplumların üretken güçlerinin maddi ve mutlak iradesinin” bir gereğidir. Naçiz bireylerin yapabilecekleri hiçbir şey bu mukadderatı değiştiremez vb.)

Devletler için vatandaşın tarih konularıyla ilgili herhangi komplo teorilerine prim vermemesini sağlayacak telkinlerde bulunmak da çok önemlidir. Çünkü eğer vatandaş resmi tarihi sorgulamaya ve orada gerçekleşmiş büyük kötülüklerdeki devletlilerin gerçek güdü ve sorumluluklarını araştırmaya başlarsa varabileceği sonuçlar devletler için tehlikelidir. Tarihi olaylarda karşılaşılabilecek her türlü zulüm, çıkarcılık, yiyicilik, savaş saldırganlığı gibi durumlar da o yüzden o sırada hükümran konumdaki devletlilerin suçu değil de, gizemli esrarengiz sosyal güçlerin sorumluluğu, ya da dünya düzenindeki aksaklıkların birer sonucu olarak açıklanır. Bir şekilde yayılır ve herkesin sorumluluğu (hepimiz katiliz) haline getirilir ki bu durumda halkın gerçek sorumlulara karşı infial duymalarının önüne geçilebilsin.

Devletin gerçekleştirdiği despotça eylemlere daima kamu yararı (milli menfaatler) olarak bir zırh giydirilmiştir ve onlara ilişkin şikayetlerin üzerine daima “komplo teorileri” tanımlaması yapılarak saldırılması vatandaşın kolayca kandırılmasını ve hükümetin ideolojik propagandasından şüphe edilip kamu düzeninin bozulmamasını sağlayacaktır.
Vatandaşlar üzerindeki devlet iradesini daim kılmakta kullanılan başarısı denenmiş bir gerçek metot da suçluluk duygusunu harekete geçirmektir.

Bireyin refah ve mutluluğundaki herhangi artış “vicdansız ihtiras”, “maddiyatçılık”, veya “aşırı varsıllık” olarak nitelenir. “Kar etmek” vurgunculuk, ve sömürücülük “karşılıklı faydaya dayanan alışverişler” ise egoistlik, bencillik olarak nitelenir. Bu nitelemeler daima özel kazançların daha ve daha fazlasının kamu sektörü tarafından hortumlanması gerektiği görüşüne yöneltecek biçimde olur.

Vatandaşta uyandırılan suçluluk duygusu kamuyu bu hortumlamayı daha kolay ve rahat biçimde yapmaya hazır hale getirir. Bireylerin çok kazanma arzusu “egoist ihtiraslar” haline getirildikçe kamu yöneticilerinin halktan daha çok gelir toplaması “asaletli ve yüce amaçlara yönelik” olarak tanımlanır. Böylece, üretken olmayan asalak yağmacılık ahlaken ve estetik olarak bireylerin barışçıl ve üretken çalışmalarının üstünde bir yüceliğe yükseltilmiş olur.

Eskinin kutsal devletinin sahip olduğu haklar şimdiki daha seküler dünyamızda yeni bir tanrının duasıyla kutsanmıştır. Bilim. Devlet hükümranlığı şimdi kendini ultra-bilimsel ilan etmiştir. Uzmanlarıyla, planlamasıyla eskiye göre daha akil(rasyonel) bir düzen olmakla birlikte buradaki akıllar bireyin ve onun özgür iradesinin yararına olan akıllar değildir. Hala kolektivisttir, deterministtir, bütüncül biriktirmelere ve edilgen bir tebanın devletlileri tarafından zorla manipüle edilmesine dayalıdır.

Devletin entelektüelleri tarafından bugün bilimsel argocu dil kullanılarak devlet egemenliğini savunmak için geliştirilen cehalet yanlısı savunmalar daha eski ve basit çağlardaki halk tarafından istihza ve alayla karşılanırdı. Bir hırsızın “yaptığı soygunla aslında mağdurlarına yardım ettiği, yaptığı harcamalarla perakende satışları arttırdığı vb biçimindeki savunmaları aslında aklı başında pek az kimseyi ikna edebilir. Ancak, şimdi bu teoriler üzerine Keynesçi denklemler ve, çarpan etkisine dair etkileyici referanslar giydirilerek maalesef daha ikna edici hale getirilebilmektedir. Bu şekilde her çağda kendine göre yöntemler kullanılarak sağduyuya karşı yürütülen saldırı sürdürülebilmekte ve ilerletilebilmektedir.

İdelojik desteğin Devlet için hayati önemde olduğunu biliyoruz. O yüzden günümüz devletleri kendi faaliyetlerinin haydutlarınkinden farklı olduğunu vurgulamak ihtiyacıyla sürekli “yasallık” kavramına vurgu yapmakta, aklıselime karşı saldırılarını ise aralıksız sürdürmektedirler.

Mencken şöyle yazmıştı;
Ortalama bir insan devletin en azından kendisinin ve arkadaşlarının dışında bir yapı olduğunu, ayrı, kendisinden bağımsız ve düşman bir güç olduğunu, kendisine büyük zararlar verme gücüne sahip olduğunu, ve kendisinin onun üzerinde çok sınırlı bir kontrolu bulunduğunu bilir. Hükümeti soymanın bireyi soymaya göre çok daha önemsiz bir suç olduğunu düşünür. Bunun gerisinde hükümet ve hükmettiği halk arasındaki temel antagonizma yatmaktadır. Halk hükümetin, tüm toplumun ortak işlerini görmek için halk tarafından seçilmiş bir vatandaşlar komitesi olmadığını, tam aksine esas olarak kendi üyelerinin yararı için halkı istismar etmeye yönelik faaliyetler içinde olan, kendisinden bağımsız ve otonom bir kuruluş olduğunu düşünür.

Bir şahıs soyulduğunda değerli bir insan kendi çaba ve tutumluluğunun meyvelerinden mahrum edilmiş olur. Oysa devlet soyulduğunda sadece bazı düzenbaz ve aylak insanların elindeki oynayabilecekleri para biraz daha azalmış olur. Kimse onların bu parayı kazanmış olduklarını düşünmez, aklıbaşında çoğu insan için devletin bu parayı kazanmış olduğu düşüncesi gülünçtür.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.