Demokrasi
Sözlük | canakci | Eylül 5, 2013 at 12:56 pmAristo(M.Ö.350) Bundan ikibin beşyüz yıl kadar önce Eski Yunan’da ortaya çıkan bu kavram ile ilgili olarak “En kötü 3 idare şeklinden biridir” demiş. Demokrasi (Demos-Kratos) kavramı etimolojisi itibariyle yönetilenlerin yani “halkın devlet politikasını şekillendirmede hak sahibi olduğu” bir durumu ima ediyor. Cumhuriyet(Res-Publica) da öyle. Aristo’nun en kötü saydığı diğer iki şekil Tiranlık ve Oklokrasi.
Tiranlıkta sandıktan çıkan (veya iktidarı bir başka şekilde ele geçiren) bir diktatör bulunur. O diktatör nereye AVM veya kışla yapılacağına, hangi heykelin ucube olduğuna, kadınların kaç çocuk yapacaklarına, ülkede nasıl giyinilip ne yenilip içileceğine vesaireye dair aklı ersin veya ermesin her ama her konuya karışır. Üniversitelerin adını değiştirip kendi adını verdirtir. Polisiye operasyonlar ve halkın bombalanması dahil tüm harekatları bizzat idare eder. İşlenen her türlü insanlık suçu bürokrasi tarafından örtbas edilir. Başkan’ın adamları hiç kovuşturulmaz. Yani oldukça tanıdık bir idare şeklidir.
Oklokrasi ise halen komşumuz Suriye’de Mart 2011’den beri sürmekte olan akıllara seza bir idare şeklidir ki burada farklı farklı silahlı gruplar kendi bölgelerinde iktidarlarını idrak ederek ve nüfuz alanlarını genişletmeye çalışarak komşu gruplarla sürekli savaşırlar. Öte yandan tüm bu gruplarla birlikte halkını sürekli bombalayarak savaşan ve iktidarını her şeye rağmen korumaya ve sürdürmeye çalışan bir de merkezi hükümet bulunur. Tüm bunlar olur ve ülke bir baştan bir başa viraneye dönerken ülkedki rejimin adı Demokratik Cumhuriyet olarak anılmaya devam eder. Ülkede Oklokrasi veya Tiranlık idaresi bulunduğu asla ileri sürülmez. Çünkü halkla savaşan ve onun üzerinde egemenlik kurmaya çalışan taraflardan hepsi halk için, halk tarafından, demokratik halk cumhuriyeti olmak için çalıştığını ileri sürer.
Eğer Demokrasi söylendiği gibi sahiden “halkın devlet politikasını şekillendirmede hak sahibi olması” olsa bunda ne gibi bir kötülük olabilir?.
Kötülük bu kavramın en ilkel haliyle çok güçlü bir kandırma korkutma kışkırtma sisteminin önünü açmasında. Aristo’nun gördüğü apaçık kötülük iktidara gelen kifayetsiz muhterislerin vatandaşa “Hadi yine iyisiniz… kendi kendinizi ne güzel yönetiyorsunuz” diyerek alay edercesine onlara her türlü kötülüğü onların namı hesabına yapma sahtekarlığına fırsat vermesidir.
Halkın politik iradeye katılımı açısından Avrupa’daki herhangi bir Krallık ile Demokratik Cumhuriyet olarak isimlendirilen herhangi bir rejimi karşılaştırdığınızda ikincisinde halkın iradesini yansıtan hiçbir avantajın olmadığını görürsünüz. Halk kavramının 3 defa vurgulandığı “Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak tanımlanan rejimlerde ise özellikle halk iradesinin neredeyse tamamen yok sayıldığını görüyoruz.
Bir örnek vermek gerekirse Almanya’nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölündüğü soğuk savaş döneminde batı’nın ismi Federal Almanya (BRD), her yıl birçok insanın batıya kaçmaya çalışırken vurulduğu doğu’nun ismi ise Demokratik Almanya Cumhuriyeti(DDR) olmuştu. Günümüzde de mesela en otoriter türden bir rejime sahip Kuzey Kore’nin ismi ‘Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’dir.
Milli iradenin tecelli biçimleri
Eğer bir ülkede bir tür seçimler yapılıyorsa, ve sonuçta bir tür parlamento da varsa işte o ülkede halkın devlet politikasını şekillendirmede hak sahibi olduğu (yani demokratik, halkçı, cumhuriyetçi olduğu) farzedilebiliyor. Oysa bu çok büyük bir sahtekarlık.
Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez bir öğesi midir ? Komünist ülkelerde tek parti var. Komünist partiye herkes üye olabilir. Parti içindeki “seçimlerle” herkesin yükselmesi ve (teorik olarak) en tepeye kadar çıkması mümkün. Tabii bu şans genellikle yüce başkanın bir oğluna ait oluyor o başka. (Başkanın oğlu da halktır, cumhurdur, demostur öyle değil mi?) Komünist olmayan ülkelerde de bir tür seçim oluyor, bir tür parlamento da oluyor. O yüzden en otoriter bir rejim bile kendi politikalarının halk tarafından şekillendirildiği yalanını kolayca ve rahatlıkla ileri sürebiliyor.
Nisan 1924’de “İtalyan halkının milli iradesi” olarak sandıktan çıkan il Duce(Ulu Önder) Mussolini’nin, Mart 1933’de Alman Halklarının milli iradesi olarak sandıktan çıkacak olan Führer (Ulu Önder) Hitler’in, ve 1908 sonbaharındaki seçimle sandıktan çıkacak olan Birleşme(İttihat) ve Kalkınma (Terakki)’cilerin cebren ve hile ile seçim kazanma biçimleri hep biraz şaibeli olmuştur.
Hitler rejiminin “savaş kayıpları hariç” 21 milyon kişinin ölümünden sorumlu olduğu düşünülüyor. 40binden fazla tesiste altı milyon kişinin toplanıp gaz odaları vb şekilde öldürülmeleri Alman halkının milli iradesi miydi?. Böyle bir politikanın halk tarafından şekillendirilebileceğini düşünmek imkansız. Halk aldatılmış, halkın hiç istemediği şeyler devletin başına geçen birkaç kişinin politikasıyla başına getirilmiştir. Onu seçenler de seçmeyenler de dahil tüm halk bu politikaların mağdurudurlar.
Bugün adında “Demokratik, Halk ve Cumhuriyet” kelimelerinin geçtiği ülkelerin hiçbirinde halk devlet politikasını şekillendirmede hak sahibi DEĞİL aslında. Geçenlerde Anayasa Hukuku Profesörü bir milletvekili bu gerçeği “Halk istiyor diye düzen değişmez” diye açıkça ifade ettiği için tartışma çıktı. Oysa bu çoğu zaman açıkça dile getirilemeyen bir dünya gerçeğidir. Düzeni devlet belirler. “HALK İSTİYOR DİYE DÜZENİ DEĞİŞTİREMEZSİN” Devletin düzeni halk istiyor diye değiştirilemez !! Devlet toplumsal iradeden bağımsız kurumsal organize bir hükmi şahsiyettir. Milli İrade (Halk iradesi, ya da Toplumsal İrade) kavramı ise onun haksız eylemlerini meşrulaştırmakta kullanılan fantastik bir metafor.
Temsili Demokrasi ve Sandıkla ilk tanışmamız
Biz tüm bu kavramlar ile bundan sadece yüz küsur yıl önce İttihatçıların hazırladıkları yukarıdaki el ilanı ile tanışmış olduk. Osmanlı Anayasası “Teşkilat-ı Esasi”nin, 29 yıl askıda kaldıktan sonra, 24 Temmuz 1908 tarihinde yeniden yürürlüğe girmesi ve İkinci Meşrutiyetin ilânından sonra derhal seçimlere gidilmişti. Seçimlerin başlıca 2 partisi İttihat ve Terakki ile yine JeuneTurc hareketinin içinden gelme özgürlükçü liberal görüşlü Ahrar Fırkası‘ydı. Bir de küçük İslamcı parti vardı. Seçimleri İttihatçılar kazandı. Seçimlerin ardından oluşan yeni Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908′de çalışmalarına başladı. İşte yukarıdaki el ilanında vadedilen “mükemmel” meclis böyle bir “milli irade” olarak sandıktan çıkmıştı.
Gelgelelim bu meclisin fiiliyle kavli arasındaki tezat şayan-ı ibrettir. Yani söz verdikleri ile yaptıklarının tamamen birbirinin tersi olmasından mutlaka bir ders çıkarmamız gerekir. Oysa biz bu dersi alamadığımız için ondan sonraki yüzyıl boyunca iktidara gelen tüm hükümetlerin de önceden vaadettikleri ile sonradan yaptıkları arasında hep bir uçurum olmuştur.
İttihatçı ilk iktidar yüzünden başımıza gelenlerin kısa özeti sıra ile şöyle.
31 Mart ayaklanması
İktidara gelmelerinin hemen ardından (daha sonra Hitler’in de çıkartacağı Ermächtigungsgesetz gibi) kanun gücünde kararname ve torba yasa çıkarma yetkisi) gibi yetkiler aldılar. Bir yandan ekonomide ve bürokraside hızla kadrolaşırken, öte yandan silahlı tetikçileri vasıtasıyla siyasi rakiplerini yok etmek üzere suikastlara giriştiler. Osmanlı Hürler Partisi Ahrar Fırkası’nı destekleyen bazı aydınlar ve siyasetçilerin İttihat ve Terakki fedaileri tarafından öldürülmesi, İstanbul’da büyük protesto gösterilerine yol açtı. Bir hafta sonra da bazı askerî birliklerin ve medrese öğrencilerinin katıldığı bir ayaklanma başladı. İsyan, Rumî Takvim’e göre 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) başladığı için bu ayaklanma tarihe 31 Mart Ayaklanması olarak geçmiştir.
İsyancılar İttihat ve Terakki’nin asıl güç merkezi olan Selanik’ten getirttiği ve 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’a girmeye başlayan Hareket Ordusu’na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular.
İttihat ve Terakki yönetimi, II. Abdülhamit’i bu ayaklanmadan sorumlu tutarak tahttan indirip yerine yaşlı şehzade V. Mehmet Reşat’ı (Sultan Reşâd adıyla) geçirdi. Suikastlarla zayıflattığı halde o sırada hâlâ en büyük siyasi rakibi konumundaki Liberal Ahrar fırkasının önemli kişilerini de (hiç ilgileri olmadığı halde) sanki 31 Mart olayında payı varmış gibi göstererek tamamen tasfiye ettiler.
Ayasofya Meydanı’nda Sultanahmet Adliyesinin önünde, Beyazıt Meydanında, köprübaşında, Beşiktaş’ta camii önünde, Kasımpaşa’da divanhane önünde ve Sirkeci İstasyonu önünde kurulan idam sehpalarında ittihat ve terakki muhalifi gazeteciler başta olmak üzere 13 kişi asıldı. Böylece “şeriat isterük” derken aslında belki de sadece ittihatçıların bu halkları hiçe sayan, adalet duygusundan yoksun, yağmacı, vurguncu ve otoriter iktidar biçimine bir son verilmesini, onun yerine gerçek adaletin ve meşruiyetin getirilmesini isteyen İslamcılarla birlikte liberal özgürlükçü muhalefet hareketi de tamamen sindirilmiş oldu.
Karşısında artık ne bir padişah iradesi, ne de dinci veya özgürlükçü bir muhalefet hareketi kalmamış olan Genç Osmanlı’lar bu defa kendi aralarında iç mücadelelere, suikast ve tasfiyelere giriştiler.
Bab-ı Âli Baskını ve iktidara el konuşu
23 Ocak 1913’te, Balkan Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanacağının anlaşıldığı günlerde Bulgar orduları Edirne ve Çatalca önlerindeyken yapıldı. İttihat ve Terakki Fırkası’nın önde gelen ismi Binbaşı Enver(31), yanında çalıştığı Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın makamını, yanında fırkanın tetikçilerinden Yakup Cemil ve adamları olduğu halde bastı. Baskında Nazım Paşa öldürüldü. Daha sonra Sadrazam Kamil Paşa’nın makamına giden baskıncılar, sadrazamı da silah zoruyla istifa ettirdiler. Tarihimize Bab-ı Âli Baskını olarak geçen bu olaydan sonraki 11 Haziran 1913 günü ittihatçı sadrazam Mahmut Şevket Paşa göreve gelişinin beşinci ayında suikastla öldürülünce Talat, Enver ve Cemal Paşa’nın 3 paşalı iktidarı kuruldu.
Bir postanede küçük bir memur, ya da küçük bir askeri birliğin komutanı olmanın üzerinde hiçbir bilgi beceri, tecrübe veya özel yeteneğe sahip olmayan üç sıradan insan Tacik kökenli binbaşı Enver(31), Pomak kökenli telgraf memuru Talat(39), ve albay Cemal(41) aniden Padişah yetkileriyle donatılınca imparatorluk için felaketler de ardı ardına kapıyı çaldı. İhtirasları aklına galip gelen bu kişiler sadece 5 yıl kadar süren iktidarları döneminde savaş açtıkları ülkelerin ordularıyla giriştikleri tüm savaşları kaybettiler.
İttifak ülkelerine durup dururken savaş açılıyor
2 Ağustos 1914 günü dört hükümet yetkilisi Enver, Talat, Sait Halim Paşa ve Halil Bey gizlice, (hatta Sultan Reşat’ın ve diğer kabine üyelerinin dahi haberi olmaksızın) Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamışlar, 4 Ağustos 1914 günü de ansızın ve fiilen ittifak ülkelerine savaş açılarak ikinci dünya savaşına dâhil olunmuştur. Yani hiçbir yabancı ülke kendisine saldırmadığı halde iktidar yetklisi bu üç paşanın “bir koyup üç alma hevesiyle” kimseye danışmadan, yetkilerini aşarak ve gayrimeşru bir şekilde ittifak ülkelerine durup dururken savaş açmalarıyla cehennemin kapıları açılmıştır.
Dünya harp tarihinde benzeri bulunmayan hesapsızlık
29 Aralık1914 -3 Ocak 1915 arasında yazlık kıyafetlerle gönderildiği Sarıkamış’ta 90bin kişilik ordu kaybedildi. 5 ocak 1915 günü ise Hafız Hakkı Paşa’nın verdiği geri çekilme emri ile (Rusları gafil avlamak sevdasıyla başlanan) Sarıkamış Harekatı kendiliğinden sona ermiş oldu. Daha sonra bir alman generali Sarıkamış harekâtını “çabukluğu ve kesinliği ile Dünya Harp Tarihinde benzeri bulunmayan bir askeri felaket” olarak nitelendirecektir. 1933′de yapılan Genelkurmay açıklamasına göre kayıplar 109.274 kişi. Yine ayni genelkurmayın 2007′de internet sitesine koyduğu bilgi notuna göre ise tek kurşun atmadan 60bin asker şehit olmuş. Kimi zaman 60 kimi zaman 90bin olarak da telaffuz edilen (ve en az karşısındaki Rus ordusunun tamamının büyüklüğü kadar olan) bu kayıplar yönetimin basiretsizliği sonucu bir defada verilen muhtemelen en büyük kayıp olarak tarihe geçmiş olmalıdır.
Yabancı komutan idaresinde günde bin şehitle 8 ay süren savaş
Mart-Aralık 1915 tarihleri arasında alman general Otto Liman von Sanders’in başkomutanlığında 250 günde 250 bin Osmanlı gencinin kaybedildiği Çanakkale Savaşları yapıldı. Her iki tarafa da herhangi bir askeri yarar sağlamayan bu manasız savaş aralık ayında müttefik donanmasının geri çekilmesiyle durdu. Ayni donanma 13 Kasım 1918 günü geri dönüp bu defa hiç savaşmadan boğazlardan geçerek İstanbul’u işgal etti. Çanakkale savaşları ve müttefik donanmasının geri çekilmesi üç paşa cuntasının zalim iktidarını 3 yıl daha uzatarak Osmanlı halklarından en az 3 milyon kadarının daha hayatına mal oldu.
Gayrimüslim vatandaş mülkünü bırakıp ailesiyle meçhule gönderiliyor
Bu savaş sürmekte iken Mehmet Talat diğer paşa Enver’in de teşvikiyle 24 Nisan, 1915 tarihinde Osmanlı imparatorluğu dâhilinde faaliyeti olan tüm Ermeni siyasi kuruluşlarının kapatılmasını ve üyelerinin tutuklanmasını emreden bir genelge yayınladı. Gerekçe olarak da bunların faaliyetlerinin kökü dışarıda olduğunu ve düşman Rus kuvvetleriyle işbirliği içinde cephe gerisinde ayaklanmalar düzenlediklerini belirtti. Bu genelgeye dayanılarak 24/25 Nisan 1915 günleri İstanbul’da içlerinde siyaset ve din adamları, doktorlar, yazarlar, gazeteci, öğretmen ve hukukçuların da bulunduğu 235 – 270 ermeni kanaat önderi aydın insan (gerekçesiz olarak) tutuklandı. Bundan haftalarca öncesinden Van vilayetinde ermeni’lerin toplu olarak öldürüldüğü çeşitli olaylar yaşanmış olmasına rağmen esas olarak bu olay ermeni katliamının başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Daha sonra Mehmet Talat 1 Haziran 1915 tarihinden 8 Şubat 1916 tarihine kadar yürürlükte olacak bir de Tehcir Yasası genelgesi yayınlamıştır ki bu yasa daha sonra kimi akademisyenler tarafından “Ermeni Soykırımı” (veya Sözde Ermeni Kırımı) olarak nitelendirilecek olan olayların esas yürütme aracı olarak tanımlanmaktadır. Çünkü buna göre asırlardır bu topraklarda vergi vererek ve askerlik hizmeti yaparak yaşamış olan kadim Osmanlı halklarından çok sayıda aile bu genelgeye göre tüm mallarını mülklerini burada bırakarak kendi öz topraklarından sökülüp, yanlarına hiçbirşey alamadan ve yayan yürütülerek hiç bilmedikleri uzak ülkelere göçe zorlanmışlar ve bu arada tamamına yakını ölmüş veya öldürülmüştür.
Dünyada bunların bir adı var
Bir ülkedeki iktidarın kararlarıyla (doğrudan veya dolaylı sonucu olarak) gerçekleşen her türlü ölüm dünyada Demosid olarak adlandırılmaktadır. Devletlerin savaşlarda öldürdükleri, yargılayıp idam ettikleri insanlar ya da, askerlerin bir askeri hedefe karşı yapılan silahlı saldırıyı bastırma doğrultusundaki hareketleri sonucu gerçekleşen her türlü sivil ölümleri demosid sayılmaz.
Politik bilimci R. J. Rummel tarafından hazırlanan rapora göre dünyada sadece 20nci yüzyılda 262 milyon insan bu şekilde kendi devleti tarafından öldürülmüştür. Mao’nun sorumlu olduğu Çin Halk Cumhuriyeti (1949-87) döneminde bu sayı 76 milyon 702 bin, Stalin’in sorumlu olduğu SSCB döneminde 61 milyon 911bin, Hitler’in sorumlu olduğu Nazi Almanya’sı döneminde 20 milyon 946 bin’dir.
Raporda Talat’ın sadrazam ve dahiliye nazırı olduğu (1909-1918) döneminde Osmanlı devletinin kendi halkından öldürdüğü insan sayısı 1 milyon 883 bin kişi olarak kayda geçmiştir. 1919 – 1923 arasındaki kuvvayı milliye döneminde ise bu sayı 878bin olarak verilmektedir. Yani Osmanlı devletinin 1909 – 1923 arasındaki 14 yıl süren son döneminde kendi halklarından (tamamına yakını gayrimüslim olmak üzere) öldürdüğü veya ölümüne yol açtığı toplam insan sayısı 2milyon 761bin kişi olup savaş kayıpları bu sayının dışındadır.
İttihatçı paşalar iktidarının bir tür “sandıktan çıkmış oldukları iddiasıyla” rejimin halkın devlet politikasını şekillendirmede söz sahibi olduğu bir DEMOKRASİ olduğu (yani halkın kendi kendisini öldürttürmeye ve mallarını yağmalatmaya karar verdiği) söylenebilir mi?. Nasıl bir zihin bunları yapanları “özgürlük ve bağımsızlık kahramanı” ilan edebilir?.
İlkesizlik, başarısızlık ve insanlık suçlarının ödülü Başbakanlık oluyor
Mehmet Talat 1917 yılında Osmanlı’nın 280′inci Sadrazamı oldu. Onun Sadarete gelmesinden itibaren yokuş aşağı gidiş daha da hızlandı. Bir sürü cephede birden verilen savaşların hepsi kaybedildi. Osmanlı ordularının ikisi de İngilizler tarafından bozguna uğratıldı. Kudüs ve Bağdat düştü. Filistin’de İngiliz hücumu karşısında hezimete uğrayan ve 1 Ekim’de Şam’ın düşmesi üzerine, Talat Paşa hükümeti 5 Ekim’de İngiltere ile ateşkes sağlamak için ABD’nin arabuluculuğuna başvurdu. 14 Ekim 1918′de istifa etti. Mondoros Mütarekesi 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmış, 13 Kasım 1918 günü Osmanlı’nın başkenti İstanbul müttefik orduları tarafından işgal edilmiş ve 6 Ekim 1923’e kadar işgal altında kalmıştır.
Hesap verme vakti gelince
Enver, Talat ve Cemal’in sebep oldukları felaketler dolayısıyla Divan-ı Harpte yargılanıp İstanbul’da “Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları” yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada bir Alman gemisine binip 1 Kasım 1918 gecesi ülkeden kaçtılar. Yargılamaları sürdü ve mahkeme 5 Temmuz 1919 tarihli kararı ile Talat, Enver, Cemal, ve Dr. Nazım’ı gıyablarında ölüme,. diğer bakanlar Kurulu üyelerini de on beşer yıl küreğe mahkum etti.
O sırada Almanya’ya yerleşip ev tutarak hiç birşey olmamış gibi yaşamına devam eden Mehmet Talat(Paşa) 15 Mart 1921 günü Berlin’deki evinden çıktığı sırada Sogomon Tehliryan tarafından tek kurşunla başından vurularak infaz edildi. İnfazdan sonra kaçmayıp cesedin üstüne basarak polis gelene kadar bekleyen Tehliryan Türkiye’deki katliamlar sırasında tüm ailesini kaybetmiş bir Ermeni idi ve ilk sorgusundan itibaren cinayeti taammüden (bilerek ve isteyerek) işlediğini belirtmesine rağmen mahkemesi çok kısa sürdü ve daha ikinci gününde “geçici delilik” gerekçesiyle BERAATİNE karar verildi.
Başkomutan vekili ve Harbiye Nazırı İsmail Enver (Paşa) da 4 Ağustos 1922 günü Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Agop Melkovyan komutasındaki Bolşevik Ruslara karşı gerilla harbi yaparken havan topu ile öldürüldü.
Triumvirliğin kaçak üç paşasından en masumu olan üçüncüsü Cemal (Paşa) da 21 Temmuz 1922’de, Türkiye’ye dönme hazırlıkları içindeyken Tiflis’te Karakin Lalayan ve Sergo Vartanyan adlı iki Ermeni komitacı tarafından öldürüldü.
Ülke topraklarının %96.6’sı kaybediliyor
1699’dan itibaren etki alanları ile birlikte yüzölçümü 24 milyon km2’ye, nüfusu 30 milyon’a ulaşan Osmanlı ülkesi 1913’den itibaren, önce Rumeli, sonra da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki kopmalar sonucunda çok sayıda ülkeye bölünmüş, toprakları 30 nüfusu ise 3 kat azalmış, milyonlarca insan gereksiz yere ölmüştür.
Bu günkü Türkiye Cumhuriyeti İmparatorluk dağılınca ortaya çıkan onlarca devletten birisi olup toplam yüzölçümü imparatorluğun sahip olduğu 24 milyon km2’nin yaklaşık 30’da biri olan 814 bin kilometre karedir. O zamanlar %50’ye varan gayrimüslim nüfus şimdi neredeyse tamamen yok hale gelmiştir. 23 Nisan 1920’de kurulan hükümet büyük ölçüde 1908’de kurulan İttihatçı iktidarın bir devamı niteliğinde olup, ayni milliyetçi ve mukaddesatçı siyasetleri sürdürmüştür. 1927’de yapılan sayıma göre ülke nüfusu 13 milyondur. Sonraki yıllarda içinde kalan gayrimüslim nüfus neredeyse tamamen yok olmasına karşın ülkenin nüfusu 6 kat daha artmış, 2012 sonu itibariyle 75 milyon 627 bin olmuştur. Sadece İstanbul’un kent nüfusu ise 2012 sonu itibariyle 13 milyon 854bin’e ulaşmıştır.
Talat ve Enver Özgürlük ve Bağımsızlık Kahramanlarımız ilan ediliyor
Talat’ın naaşı 1943’de Adolf Hitler’in özel emriyle Berlin’den İstanbul’a getirildi ve büyük şereflendirme yapılarak muhteşem bir törenle gömüldü. Enver Paşa’nın naaşı da Süleyman Demirel tarafından Türkiye’ye getirtilerek Enver’in ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996 günü Hürriyet ve İstiklal Kahramanı ilan edilerek Hürriyet-i Ebediye Tepesine gömüldüler. Resmi tarih kitaplarına şan ve şerefle geçirildiler. Abidei Hürriyet şehitlerimiz yapılarak okullara, caddelere isimleri verildi.