Aydınlanma bize ne zaman gelecek?

Zeitgeist / Denemeler | | Ocak 17, 2015 at 11:09 am

Tarihteki ilk dinlerin ve iktidarların ortaya çıkmasından 14. yüzyıl Avrupa’sındaki Rönesansa kadar halklar üzerindeki muazzam baskı ve zulüm artarak sürmüştü. Sürekli ve topyekün savaşlar, katliamlar, kurban ve işkence ayinleri, açlık, yoksulluk ve kölelikler ezici çoğunluk için yaşamı çekilmez hale getirmekteydi. İnsanlar sırtında taşımakta oldukları kandırma, korkutma ve kışkırtma sisteminin ezici ağırlığının farkına ilk defa bu çağda varmaya başladılar ve bu gelişme daha sonraki Akıl Çağı (17.yy) ve Aydınlanma Çağı (18. yy) dönemleri boyunca ciddi gelişmeler göstererek devam etti.

Eskiden birilerinin cadı olduğunu belirleyip ateşte yakılmasına karar verebilen özel uzmanlıklara sahip rahiplerin idaresindeki Engizisyon mahkemelerinin 1200 yıl kadar sürdüğü ve yaklaşık 75 milyon kişinin katlinden sorumlu olduğu hesaplanıyor.

On sekizinci yüzyıl sonlarında hristiyan batı Avrupa dünyasında nihayet aydınların öncülüğünde, din ve saltanat erbabının sınırsız otoriterliğine karşı tabandan gelen bir başkaldırı ortaya çıktı. Giyotinler çalıştı, kralların kafası kesildi. Neredeyse iki yüzyıl süren kargaşa dönemlerinden sonra Avrupa’da artık hiçbir yerde din otoriterliği kalmadı. Hıristiyanlığın dişleri söküldü, tırnakları törpülendi. Tüm servetleri ellerinden alındı. Orduları ve icrai herhangi bir gücü kalmadı. İmparatorlara gelince, onlar da gitti. Sınırsız saltanat gücü hiçbir yerde kalmadı. Yirminci yüzyıl başlarında Orta Avrupa 3. Alman (NAZİ) İmparatorluğu’nun doğmasına ve yarattığı büyük bir çalkantı (2. Dünya Savaşı) sonra yıkılmasına sahne oldu. Doğuda ise Bolşevik isyanıyla devam eden ayaklanmalar orada büyük bir sosyalist saltanatın(SSCB) kurulmasıyla sonuçlanmıştı. O da ancak yarım yüzyıl kadar sürdükten sonra yıkıldı gitti.

AYDINLANMA akımına karşı çok güçlü bir direniş sadece İslam coğrafyasında kaldı gitti. 300 yıl sonra bugün hâlâ tüm İslam ülkelerinde “aydınlanma karşıtlığı” devlet sponsorluğunda yaygın olarak sürdürülmekte. Bunda matbaanın onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar yasak olması ve okuma yazma oranının düşüklüğü de çok etkili olmuştur denilebilir.

Osmanlı Sultanı ile onun bürokratları Voltaire ve Rousseau\’nun aydınlanmacı sözlerine çok büyük öfke duymuşlardı. Bu düşünürlerin devrim yaratan ilke ve düşünceleri Osmanlı halkı üzerinde çok derin bir etki bırakmadı.

Fransız Devriminin ne olduğu konusunda Sultan III. Selim devrin ileri gelen fikir ve devlet adamlarına 100’e yakın rapor yazdırmış. Pek çoğu birbirinin tekrarı olan bu raporların arasında (şimdinin Dışişleri Bakanı konumundaki) Reisülküttap Atıf Efendi’nin 1798 nisanında (yani Fransız İhtilalinin başlamasından 9 yıl, Voltaire ve Rousseau’nun ölümlerinden 20 yıl sonra) kaleme aldığı rapor çok ilginçtir. Fransız devrimini bir “fitne kaynağı”, “fisk ü fücur cümbüşü”(Haddini aşma, hak yolundan ayrılma coşkusu) olarak nitelendiren “muvazenei siyasiye” isimli raporda şöyle yazılmaktadır;

”Voltaire ile Rousseau denmekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar misillû dehrilerin (Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansızların) hâşâ sümme hâşâ Allah’a ve peygamberlere dil uzatmak, her türlü kutsallığı yok etmek, eşitlik ve cumhuriyeti ilan eylemek için karaladıkları eserler çoluk çocuk arasında rağbet bulup dinsizlik ve fesad frengi illeti gibi yayılmıştır” “güya saadet-i kâmile-i dünyeviye’yi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can attılar”(dünya mutluluğunu kazanmak üzere eşitlik ve özgürlüğe can attılar).

“Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter fukaralar peygamberlere sövüp, büyükleri zemmetmek(kötülemek), bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret bir takım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır.

Aslında fitne fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler frengi hastalığı gibi halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı bu tür düşüncelere halkın da rağbet ettiği görülmektedir. İşte bunların etkisinde kalanlar bir kaç yıl önce bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, her yerde kafadarlar sağlayarak “İNSAN HAKLARI” dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip milletleri, hükümdarların aleyhine kışkırtmışlardır.”

Hürriyet, eşitlik, adalet, kardeşilik gibi sloganlar Osmanlı topraklarında hiçbir zaman ciddi bir taban tutamadıysa da JeuneTurc (Jön Türkler) hareketinin iktidar olmasını sağladı. Daha sonra imparatorluğun dağılmasıyla yine asker ve imam kaynaklı küçük otoriter cumhuriyetler ve krallıklar ortaya çıktı. Din ve asker baskısına dayalı otoriter saltanatlar hepsinde sürdü. İslam coğrafyasında kurulan ülkelerin hiçbirinde aydınlanma gerçekleşmedi. İktidarlar halkın gerçek istek ve ihtiyaçlarını (hürriyet, eşitlik, adalet) dikkate alma gereğini hiç duymadan saltanatlarını sürdürdüler. Kağıt üzerinde “laiklik” olsa da küçük yaştan itibaren halka zorunlu din koşullandırması yapma ve dini esaslara göre hayatı denetleme alışkanlığı sürdü. Kağıt üzerinde “insan hakları” sözleşmesini imzalamış olsalar da iktidar sahipleri İnsan Hakları’nın tüm maddelerini açıkça çiğneyen yasalar yapma yürütme ve yargılama alışkanlıklarını sürdürdüler.

Freedom House raporuna göre halen tüm İslam ülkeleri “ÖZGÜR OLMAYAN ÜLKE” statüsünde bulunuyor. Sömürücü ekonomik kurumlar hepsinde çok yaygın. Paylaşımcı müesseseler ise çok yetersiz. O nedenle dünyanın en fakir ülkeleri halen İslam ülkeleri durumunda. Her yıl milyonlarca müslüman ülkelerindeki iç çatışmalar ve fukaralık dolayısıyla vatan topraklarını terkedip (genellikle gayrimüslim ülkelere) göç etme ve sığınma çabası içinde bulunuyor. Halkın mutlu ve mesut yaşadığı hiçbir İslam ülkesi yok.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.