Alşimi, Ekonomi ve John Maynard Keynes
Para, Devletler ve Biz | canakci | Ocak 8, 2015 at 11:06 amAlşimi; dört bin yıla ve üç kıtaya yayılan, başlıca hedefi felsefe taşını bulmak olan bir felsefi gelenektir. Büyü, din, maneviyat, mitoloji alanlarındaki bilgeliklerden yararlanan bu gelenek keşfedilecek bu taşın yardımıyla adi metalleri gümüş ve altın gibi soy metallere dönüştürülebilecek, gençleşme ya da ölümsüzlük vadeden hayat iksirinden de üretilebilecekti. Felsefe taşının vadettiği şey her türlü ihtiyaç maddesi değil altın (para) olacağına göre taş sahibinin kazanacağı sınırsız zenginlik de çalışıp üreten insanların sırtından olacaktı doğal olarak. Din ve devlet sahiplerinin her daim en büyük hayali yaratıcı, üretici insanların sırtından sınırsız güç, zenginlik ve güzeliklere sahip olmak olmuştur. Sıfırdan karşılıksız para üretebilme hayali eski Alşimistler tarafından hiçbir zaman başarılamamış olsa da bugünün makroekonomistleri ve kamu bankacıları tarafından artık başarılmış durumdadır. Ulu hakanların ve imparatorların sponsorluğunda on sekizinci yüzyıla kadar süren bu mesleğin günümüzdeki başarıya ulaşmış temsilcileri olarak Keynes’çi makroekonomistleri ve ekonomi yüksek bürokratlarını gösterebiliriz. Tabii yoktan üretilen paranın bedeli yine de en sonunda çalışıp üretenler tarafından ödenmek zorundadır.
İnsanoğlu son yüzyılda üzerinde çalıştığı hemen her bilimsel alanda (belki bir tanesi hariç..) olağanüstü ilerlemeler kaydetmiştir. Mesela matematik ve fizikte bilim insanları o denli uzmanlaştılar ki yüz milyonlarca mil uzaktaki Satürn gezegeninin aylarından birine paraşütle inebilen Cassini uzay aracını bile gönderebildiler. Oysa zavallı ekonomi biliminin emekçileri bu türden kayda geçebilecek hiçbir başarıya imza atamadılar.
Eğer NASA mühendislerinin tahmin konusundaki hünerleri şimdiki en üst düzey global makroekonomistlerimizin boyutunda olsa idi sonuç mutlaka çok farklı olurdu. Cassini o zaman sadece Saturn gezegeninin yörüngesini kaçırmakla kalmaz fırlatma sırasında yere doğru yönelir yer kabuğunu delip geçerek magma’nın derinliklerinde bir yerlerde patlardı.
2007 yılında son üç nesil boyunca gerçekleşen dünyanın en büyük ekonomik felaketi dişlerini göstermekte iken pek az ekonomist ufukta pusuya yatmış herhangi bir belanın bulunduğuna dair bir fikre sahiptiler. Krizin üzerinden üç yıl geçtikten sonra da ekonomistler hala aklı başında insanlara gülünç gelen çareler öneriyorlar. Diyorlar ki borç krizinin aşılabilmesi için daha fazla borçlanama yapmamız ve zenginleşebilmek için daha fazla harcama yapmamız gerekmekteymiş.
Bu kadar zayıf bir vizyona sahip olmaları ve buldukları çözümlerin amaçlananın tamamen tersine etki göstermesi bu ekonomistlerin çoğunun aslında bilimlerinin nasıl çalıştığı hakkında hiçbir fikri olmamasından.
Kavram kopukluğu nerdeyse üniversal olarak kabul gören John Maynard Keynes’in teorilerinden kaynaklanıyor. Bu çok akıllı İngiliz yirminci yüzyıl akademikeri ekonomileri neyin geliştirdiği konusunda çok aptalca bazı fikirler geliştirdi. Becerdiği numara aslında basit olan bir şeyi bize umarsız derecede karmaşık gösterebilmekten ibaret.
Keynes’in zamanında fizikçiler de kuantum mekaniği diye bir şey yakalamışlar onunla cebelleşmektedirler. Buna göre dünyada tamamen birbirinden farklı iki seri fizik yasası hüküm sürmektedir. Biri proton ve elektronlar gibi çok küçük partiküller için olan fizik yasaları ve diğeri geri kalan her şey için geçerli olan fizik yasaları.
İşte Keynes de son derece sıkıcı olan Ekonomi disiplinini biraz şenlendirmek için olsa gerek, buna benzer bir görüş ileri sürdü. Mikro düzeyde (bireyler ve aileler için geçerli olan) ekonomi yasaları ve makro düzeyde (uluslar ve hükümetler için geçerli olan) ekonomi yasaları.
Keynes bunu ortaya attığında dünya o zamana kadar gördüğü en büyük ekonomik gelişme döneminin sonuna gelmişti. Yani on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başı itibariyle batı medeniyeti o güne kadarki tarihinde hiç görmediği yükseklikte bir ekonomik gelişme ve refah dönemi yaşamıştı. Bu zenginlik ve gelişmenin merkez üssü ise kapitalizm çarklarının serbestçe döndüğü, devlet müdahalesinin neredeyse hiç olmadığı, bireysel hak ve özgürlüklerin tercih edildiği ABD bulunmaktaydı. Öte yandan, serbest piyasa kapitalizminin merkeziyetçi güç ilişkilerini zayıflatıcı özelliği katı güç ilişkilerinin yerli yerinde durduğu dünyanın geri kalan kısmının çoğu için bir tehdit oluşturmakta idi.
Buna ilave olarak, kapitalist gelişmenin zenginlik ve fukaralığın göze batan örnekleriyle birlikte ortaya çıkmış olması da sosyal bilimciler ve ilericiler için serbest piyasa kapitalizmine göre daha eşitlikçi olduğuna inandıkları alternatifleri arama konusunda bir arayış içine sokmuştu.
Görünüşe göre hiç de adil olmayan bu piyasa düzenine modern bilimin rehberliğini sunma arayışı içinde olan Keynes farkında olmadan da olsa ekonomik faaliyetlerin eğer merkezden planlanırsa daha iyi olacağına inanan merkezi otoriteler ve sosyal ütopyacılara bir korunak sağlamış oldu.
Keynes’in görüşünün merkezinde “hükümetlerin zor zamanlarda parasal genişleme ve büyük bütçe açıkları yaratarak serbest piyasalardaki volatiliteyi giderebileceği” fikri bulunmaktaydı.
Keynes’in müritleri (Keynes’çiler deniyor) 1920’ler ve 1930’larda ilk ortaya çıktıklarında aralarında Ludwig von Mises gibi ekonomistlerin bulunduğu “Avusturya Okulu” ile çatıştılar. Avusturya’cılara göre bolluk sırasında yapılan hataların ardından (bu hataların telafisi için) mutlaka ekonomik durgunlukların (resesyon) gelmesi zorunlu idi. Onlara göre hükümetler yapay düşük faiz hadleri ile ekonomiyi “canlandırma” yaptıklarında piyasalara yanlış sinyal göndermiş olmakta, bunun sonucunda da yapay bir bolluk manzarası ortaya çıkmakta idi.
Özetlemek gerekirse Keynesçiler ekonomik daralmaları gidermek, Avusturyacılar ise yapay bollukların önüne geçmek arayışı içindedir.
İki tarafın piyasa üzerindeki hesaplaşmasında Keynes’çiler anahtar bir avantaja sahiptiler. Acısız çözümler sunması bakımından politikacılar hemen Keynesçiliğe sarıldılar. Keynes’in savunduğu para politikalarıyla vergileri arttırmadan, kamu hizmetlerinde kısıtlamaya gitmeden, işsizliği azaltma ve gelişmeyi teşvik etme vaadi bir bakıma tıpkı diyet ve jimnastik yapmadan kilo vermeyi vadeden mucize zayıflama programları gibiydi.
Akla yakın olmamakla birlikte bu tür ümitler daima rahatlatıcıdır ve bir siyasi kampanya için kesinlikle caziptir. Keynes’çilik hükümetlere sanki onlar bir matbaa makinesinin pırpır etmesiyle insanların hayat standartlarını yükseltebilme gücüne sahipmişler gibi davranma imkanı verir.
Devletçi peşin hükümlülük nedeniyle Keynes’çilerin Avusturyacılara göre hükümet tarafından yüksek ekonomik makamlara atanma şansı çok daha fazlaydı. Bunun sonucu olarak da maliye bakanı, hazine genel sekreteri gibi makamlara en çok eleman gönderen üniversiteler daha prestijli oldu, daha öne çıktı. Kaçınılmaz olarak ekonomi departmanları bu fikirleri savunan profesörleri tercih eder oldu. Avusturyacılar gitgide gerilere düştü, önemsiz hale geldiler.
Benzer şekilde en çok ekonomist çalıştıran büyük finans kurumları da Keynesyen dogmaya ilginlik oluşturdular. Büyük bankalar ve yatırım kuruluşları Keynesyen gevşek kredi, kolay para ortamında daha karlı oluyorlar. Hükümet politikalarının yatırımları desteklemesi gerektiği inancı da havai yatırımcıların girişkenliğini arttırmaktadır. Onlar da doğal olarak böyle bir görüşü destekleyen ekonomistleri işe alırlar.
Keynesyen prensiplere sadık, karşılıklı birbirini tatmin eden ve hayranlık oluşturan, eski kafalı sıkıcı rakiplerine göre de böyle parlak avantajlara sahip olan bir üst düzey ekonomistler ordusu ortaya çıktı.
Bu üst düzey ekonomik analizciler Büyük Buhranı (1929) sona erdirenin de Keynesyen politikaların uygulanması olduğu fikrini de dua gibi pompalayıp durdular. Dediler ki “devletin ikinci dünya savaşını yürütmek için gereken büyük harcamalar dâhil yaptığı canlandırıcı harcamalar eğer olmasa idi o büyük ekonomik uçurumdan asla çıkamazdık.
Bu analizde tabii eksik olan kısım tüm Keynesyen politika araçları sonuna kadar kullanıldığı halde o ekonomik buhranın tarihte görülmüş en şiddetli ve en uzun süren buhran dönemi olduğudur. Bu Keynes’çi devlet müdahalelerinin buhranın sebebi mi çaresi mi olduğunu aklı başında hiçbir ekonomist tartışmaya değer bulmamıştır.