2027 Yılının Anıları
Gelecek De Gelecek | Cetin Altan | Mart 21, 2015 at 2:39 pmÜlkemizde onlarca değişik gazetede çok sayıdaki köşe yazılarının yanı sıra Roman, Öykü, Şiir, Deneme, Oyun, Mizah, Anı, Gezi, Çocuk, Çeviri alanlarında çok ilginç eserleri bulunan Çetin Altan’ın bu eseri ilk olarak 1985 yılında Güneş gazetesinde 10 günlük bir yazı dizisi olarak yayınlanmış. Çetin Altan 1927, oğlu 1950, ve eserin ağzından yazıldığı torunu da 1977 doğumludurlar. Gününden yaklaşık yarım yüzyıl sonrasını öngören bu futuristik romanını günümüzden resim ve bilgilerle ilustre ederek size sunuyoruz. Bu yazıdaki resimler ve yazıları hariç tüm bölümler söz konusu eserden alıntıdır.
AYDA 2 BİN DOLARDAN AŞAĞI GEÇİM ZORLAŞTI
Açık denizlerde giden bir geminin su üstü lombozundan dışarıya baktığımız zaman, geminin nereden nereye gitmekte olduğunu kestirebilir misiniz? Ufuk hep aynı ufuk, su yığınları hep aynı su yığınları gibi görünür. İnsanlar da, kendi yaşam bölümlerine rastlayan toplumsal değişimlerin gerçek boyutlarını tam olarak bir türlü algılayamıyorlar. Caddeler hep aynı cadde, kıyılar hep aynı kıyıymış gibi geliyor onlara..
Ben 1977’de doğmuşum, babam 1950’de, dedem 1921’de, benim elli yaşının İstanbul’u aynı mı? Benim çocukluğum da dâhil, ne kıyıları ta Hopa’dan İskenderun’ a kadar dolaşan altı sıralı otobanlar vardı, ne Moda’dan Pendik’e kadar gözün alabildiğine uzanan plajlar, ne de Haliç kıyılarının Santa Lucia ya taş çıkartan, müzikli, rengârenk ışıklı, Yüzergezer kafeteryaları… Hele
Beyoğlu’yla Tünel çevresi, kirli, sönük, yaygaralı bir köstebek yuvası sıkışıklığındaydı…
Şimdi ise oraları, İstanbul tarihini gerçek ölçüleriyle yansıtan ve on beş milyonluk görkemli metropolde, ortaçağdan kalma oyuncak bir Ceneviz kentini, günün görünmez konforlarıyla sergileyen, enfes bir eğlence ve yüzlerce minik otel sitesi… Haliç’e bakan yamaçlarla, Boğaz ve Marmara’ya bakan yamaçlar da, birbiri üstüne yığılmış betonlardan önemli ölçüde arınıp yer yer yeşil alanlarla kaplandı… Eskiden oralarda oturanların mirasçıları şimdi Boğaz’ın Kavaklar’dan sonraki bölümündeki koruluk villalarda oturuyorlar…
İstanbul’un ağırlığı Karadeniz’le Büyükçekmece’ye doğru kaydıkça, eski İstanbul derlendi toparlandı, sakinleşti, yeryüzünde eşi menendi bulunmayan, canlı bir müze-kent oldu… Eyüp’ten Yedikule’ye, Yedikule’den Sarayburnu’na, Sarayburnu’ndan Bebek’e, Bebek’ten Kâğıthane’ye çevrelenen bölüm, yılda otuz milyonluk bir turizm değirmeninin odağı…
Nelerin değişmediğine gelince… Benim çocukluğumdaki gecekonduların sedirli-minderli dünyasında bazı önemli rötuşlar oldu ama ne piyano ne keman girebildi oralara… Sadece başörtüler yarı yarıya azaldı. Eskiden arsa boşluğuyla kuytu sokak aralarında kesilen kurbanlar da şimdi belediyelerin yaptırdığı özel kuruluşlarda kesiliyor… Flört artık o mahallelerde dahi ayıp sayılmıyor. Eski erkek erkeğe kahvelerinde, kızlı-erkekli gruplara rastlamak fazla yadırganmıyor… Bekâretin önemi de genel kanının yargısından çok, eşlerin kendi anlayışları içinde değerlendiriliyor.
Yaşam düzeyine gelince… Ayda iki bin dolardan aşağıya geçinme olanağı kalmadı İstanbul’da… İşsizlik sigortası ise beş yüz doları aşamadı… Alavere dalavereyle yuttur gitsin anlayışı tümden kaybolmadıysa, da, turizmin getirdiği evrensel ölçüler yüzünden bir hayli törpülendi. Telsiz telefonlu gezginci ustalar, içini atölye durumuna soktukları kamyonetlerle, dükkanlarda çalışmaktan daha çok para kazanıyorlar…
Zaten bana sorarsanız en büyük devrimi ne uydulardan alınan TV programları, ne pıtrak gibi her yeri sarmalayan video kameraları yaptı. En büyük devrimi telsiz telefon yaptı. Herkes iç cebinde her an dünyanın her yerinden aranabileceği bir telsiz telefon taşıyor… Telefon numaraları, aynı zamanda o numara sahibinin bankadaki hesap numarası.. Beş milyar kanallı uluslar arası bir merkeze telefon edip de, o akşam Azor Adaları’na gitmek istediğini söylediğin ve uçaklarla otellerde bir haftalık yer ayrılmasını rica ettiğin zaman, merkez elektronik beyin, bankadaki hesabını hemen inceleyip, durum uygunsa, sana bir kod numarası söylüyor ve sen o numarayı havaalanındaki görevlilere açıklayarak, bilet almadan uçağa biniyor, sana ayrılmış yere oturarak Azor Adaları’na gidiyor ve yine aynı kod numarasıyla Azor Adaları’ndaki havaalanının turizm bürosundan otelinin adresini alıyor ve yine aynı kod numarasıyla otelde bir hafta yiyip içip kalabiliyorsun… Dönüşte de evinde yapmış olduğun harcamaların faturasını buluyorsun…
Kimse kimseyi de kolayından dolandırmıyor. Örneğin kimse kimsenin telefon numarasını kötüye kullanmıyor… Çünkü telefon numaraları kimlik kartlarında da yazılı ve kimlik kartları mağazalarda, istasyonlarda, hava alanlarında, otellerde elektronik bir aygıtın testinden geçiyor… O aygıtları atlatma ve kendi telefon numaranla kendi banka hesabın yerine, başkasının telefon numarasıyla, başkasının hesabını kullanma olanağın yok… Kimlik kartında bir sahtecilik yapılmışsa, test makinesi kimlik kartını yutuyor. Ve derhal güvenlik örgütüyle tüm dünyadaki güvenlik görevlilerinin bellekli telefonlarına geçiriyor…
Böyle bir sahteciliğin cezası, bir yıllık kazancının yarısı… Cezayı ödeyinceye kadar da yeni bir kimlik kartı alamıyor ve felç oluyorsun. Aynı suçu bir daha işlersen, kimlik kartının üstüne yargı kararıyla test makinelerinin saptadığı görülmez bir damga basılıyor ve telefon numaranı kullanarak sağlayabileceğin olanaklar kısıtlanıyor. Aynı suçu üçüncü kez işlediğin zaman ise ıssız bir adaya sürülüyorsun.
O ıssız adalar geçen yüzyılın cezaevlerinden çok daha korkunç. Çünkü ne yöneticiler, ne de gardiyanlar var… Ne yiyip ne içecek ve ne giyeceksen, kendin üretmek zorundasın. Ve korunmasızsın. Cinayet suçu suç sayılmıyor o adalarda…
Geçen yüzyılın ceza düzeni suçluları yeniden topluma kazandırma amacını giderdi. En azından böyle söylenirdi. Şimdi ise suçlular bir kez daha topluma kazandırılmak istenmiyor. Buna karşılık ölüm cezası yok ve yalan yanlış suçlamalarla kişileri güme götürmek kolay değil… Gerçi cinayetlerde azalma yerine artma oldu ama bunların çoğu ya cinnet cinayetleri ya da sadik zevklerin cinayetleri… Onların suçlularının da yüzde doksanını psikiyatri kliniklerine koyuyorlar… Trafik kazaları ise, arabalara takılan elektronik güvence aygıtları sayesinde kalmadı gibi bir şey.. Buna karşılık iki kişilik özel helikopterde bazı belalı sakatlıklar oluyor…
2000 yılından bu yana denizcilik aldı yürüdü İstanbul’da… Marmara, hatta Karadeniz neredeyse kotra, motor, deniz uçağı, tekneli helikopter, şarpi, yat, yelkenli gölü oldu… Denize doğru bu yoğun açılma iş alanlarını da genişletti. Adam başına yılda balık tüketimi elli kiloya çıktı. Marmara kıyıları özel ıstakoz tarlalarıyla dolu.. Lahmacunla kebapçı dükkânları gitgide kıyı mahallere doğru çekilmekte…
Bir başka yenilik de plaj sinemaları… Kumsal ve deniz aşkı yaşayanlar suların ortasından otomatik olarak çıkan, yirmi metre yüksekliğinde ve otuz metre genişliğindeki dev ekranlarda pornoyla karışık serüven filmleri izleyerek, aşkın tadını bir kat daha koyulaştırıyorlar… Bütün harcamaları uluslararası reklam şirketleri ödüyor… Bazı ekranların ayrıca, antenleri de var… Film artisti olma özlemini gidermek isteyenler, belirli bir ücret karşılığında bu ekranlarda kameralı telsiz telefonlar aracılığıyla skeçler oynuyorlar…
Kabaran turist dalgalarıyla, yeni seks dalgaları da yaygınlaşmakta.. Bazı videokaset kulüpleri müşterilerinin kendilerine bıraktığı özel yaşam kasetlerini, aynı konuda kendilerine bırakılmış başka kasetlerle yirmi dört saatliğine değiş tokuş ediyorlar…
Bu değiş tokuşlarda birtakım sürprizler de olmakta… Bir İtalyan çifti kendi kasetlerini bırakıp bir başkasının kasetini almışlar. Meğer kaset İtalyan kadının ilk kocasıyla olan sevişmesine aitmiş… Yeni koca bir hayli bozulmuş ve sürprizin kasıtlı olarak düzenlendiğini düşünerek kulübü dava etmeye kalkmış…
TV’deki ajans haberlerinde, İtalyan kadının, her iki kocasıyla ilgili kasetlerindeki durumu, karşılaştırmalı olarak yayınladı ve dünya kamuoyunun da katıldığı bir açık oturum düzenlendi…
Dünyanın neresinde olursanız olunuz, bulunduğunuz yerden bu tür TV tartışmalarına kameralı telsiz telefonunuzla katılabiliyorsunuz. Sadece bu isteğinizi yirmi dört saat öncesinden dünya programlarını izleyen uluslar arası bir büroya bildirmeniz ve numaranızı kaydettirmeniz gerekiyor. Sıra size geldiği zaman TV spikeri numaranızı çevirip sizi görüntüye alıyor ve düşüncelerinizi yayınlıyor.
Dünya kamuoyu, TV’deki tartışmalar sonucunda. İtalyan kadının ilk kocasını daha çok sevmiş olduğu yargısına vardı. İkinci koca da, karısının eski kocasıyla olan ilişkisinin kendisine kasıtlı olarak verildiğini kanıtlayamadı. Kendi kaseti de eski kocaya gittiği için mahkeme durumu eşit değerde gördü. Davayı reddetti.
Yetmiş yedi yaşındaki babam ise, dünya kamuoyunun aksine, kadının ikinci kocasını daha çok sevdiğinde inatlaştı ve torunlarıyla inceden inceye uzun bir tartışmaya girdi…
Torunlar, dedelerinin eski teknikle yeni teknikleri birbirine karıştırdığı için böyle inatlaştığı yargısına vardılar…
Eski tekniklerle yeni teknikler arasındaki farklar da gerçekten bir hayli garip… Belirli bir seks eğitiminden geçmişler, göz göze bakma yönteminden küçük parmaklarla birbirine dokunma yöntemine kadar, vücutlarının hemen her bölümünü kullanarak da, ortak orgazma yönelebiliyorlar ve bazen bu yöntemlerin tümünü aynı anda kullanabiliyorlar. Ancak böylesi bir yoğunlaşma, bazen “zevk ölümlerine yol açıyor…
Bu konuda din adamları arasında da çeşitli görüşler savunuluyor… Hoca, papaz ve hahamların katıldığı bir TV açık oturumunda “zevk ölümleri’nin eski Mısır, İskenderiye ve Roma uygarlıklarından bu yana var olduğu açıklandı ve ancak üç büyük peygamberin bu ölümleri durdurabildiği belirtildi.
Babam geçen yüzyılın sonunda dedemin, seks yaşamlarının akıl almaz boyutlara ulaşacağı konusundaki öngörülerini anlattı. Dedeme göre İnsanların beyinlerini kullanma oranları yükseldikçe, seks ilişkilerinde de telepatinin etkinliği artacak ve galaksiler arasında dahi birbirini tanımayanlarm çıldırtıcı aşk yaşamları olacakmış…
2027, dedemin öngörülerinden henüz çok uzak… Belki de daha on bin yıl beklemek gerek dedemin öngörülerinin gerçekleşmesi için…
Rahmetli zaten ya geçmişte ya gelecekte yaşar, anı ise çokçası canı sıkılarak geçirirmiş. Bıraktığı notlardan da günlük yaşamı pek değerlendirmediği, çalışmadığı zamanları ya konuşmak ya onu bunu kızdırmakla yok edip götürdüğü anlaşılıyor. Bir kez olsun ne ata binmiş, ne tenis oynamış, ne kayak, ne denizaltı avı yapmış, ne tatile çıkmış. Yazıp söylenmekle körletip yitirmiş yaşamını… Şimdi sağ olsa kim bilir ne yapar belki de deniz dibi lokantalarından Ay’a nasıl gidip gelindiğini yahut yanardağların içine nasıl inip çıktığını anlatırdı. Belki de yoksul mahalle kebapçılarında rakı içerek şiir okumayı yeğlerdi. Rahmetlinin her ne kadar çalışma disiplini keskinse de, avareliğe de bir hayli yatkınlığı varmış herhalde.
Babamın onun hakkında anlattığı olmadık serüvenler biraz bunu gösteriyor… Dedemin dedesi ise, daha onun okula bile başlamadığı yaşlarda, böyle giderse kaz çobanı olacağını söylermiş…
2027’de şimdi hepsi ne kadar uzak ve karanlık bir boşlukta… 2077’de herhalde bizim torunlar da beni böyle görecekler…
BELÇİKA KRALININ SEVİŞMESİNİ TV’DE İZLEDİK
Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini yüreğinin ta kökünde duymak için, elli yıllık bir yaşam bölümünü gerilerde bırakmak gerekiyor galiba… “Yılsayaç”ların hepsi –ki benim gençliğimde onlara hala daha takvim denilirdi- 2027’yi gösteriyor. Elektronik cep defterinin üstündeki elektronik saatlerin göbeğinde 2027. Alanlardaki, istasyonlardaki gökdelenlerin tepesindeki, uydulardan TV reklamı yapan, koskocaman ekranlı elektronik saatlerin üst, yahut alt köşelerinde 2027… Denizaltı lokantalarının projektörleri içinde yüzen uskumrularla lüferlerin dahi kıpırtılı kuyruklarında neredeyse 2027’yi göreceğim…
Bir dostum ultra modern bir ayna armağan etti. Dedemin ninesinden kalma eski zaman konsollarının üstündeki, çerçevesi ceviz oymalı, antika aynaların bir kopyası aslında. Ama yine de ultra modern bir ayna… Çocukluğundan başlayıp çeşitli yaşlarında çekilmiş fotoğraflarının slaytlarını, tarih sırasıyla ultraviyole ışınlı bir projeksiyon makinesinde aynaya yansıtırsan, ayna doğduğundan bu yana yüzünün nasıl değiştiğini, kendini seyrederken usul usul sana göstermeye başlıyor…
Sağlık yahut gençleşme enstitülerinin hepsinde var bu aynalardan. Yaşlanmakta olan suratından sıkılmışsan, aynada birbirinin içinde eriyerek yer değiştiren eski yıllara ait görüntülerinden beğendiğin birini, iki saat içinde yeniden yüzünde gerçekleştiriyorlar…
Üç gün önce yetmişindeki dostlardan birine rastladığın zaman, üç gün sonra aynı dostu otuz beşinde de görebileceğini unutmamak gerek…
Geçen yüzyılın sonlarına doğru estetik operasyonlar epey yaygınlaşmıştı. Ünlü sahne sanatçıları, devlet adamları, zamparalığa doymamış moruklar, kulak arkalarından, saç diplerinden, ense köklerinden derilerini çektire çektire “her dem taze” kalmaya çalışırlardı. Çekik gözlü Japon kızları gözlerini yusyuvarlak, karga burunlu çıtı pıtı ahular da burunlarını yontucu elinden çıkmışçasına hafif kalkık yaptırmaya daha yüz yıl öncesinden başlamışlardı…
Yedi yaşında mıydım neydim; ilkokul birinci sınıfa gitmeye hazırlandığım günlerdi. Şimdi ellisinde olduğuma göre, 1984 falan…
Dedem hepimizi cümbür cemaat yemeğe götürmüştü. O yıllardan aklımda kalan en rüzgârlı anılar, dedemin o gürültülü patırtılı lokanta yemekleridir. Olmadık zamanlarda çıkagelir, birbirinden kopuk dünyaları, hiç kimsenin gerçek yaşamının farkında değilmişçesine, arabasına doldurur, zamanın deniz kıyısı lokantalarına götürerek, kocaman masalar kurdururdu. Ve yemekte sadece kendisi konuşurdu. Sonra Yine herkesi birbirinden kopuk dünyalarına bırakarak tüyüp giderdi… Rahmetli, her tanıyanın kendisine göre yorumladığı garip bir adamdı. Genel kanı, ne zaman ne yapacağının pek kestirilemeyeceği türden, kendine göre zeki ama huysuz bir adam olduğu doğrultusundaydı.
O gün de yine babamı, beni, babamın birkaç arkadaşını toparlayıp bir yerlere götürmüştü. Sanki dede değil de, babamın iki yaş büyüğü yahut küçüğüydü. Kelleşmeye başlamış kafası, takma dişlerinin dudakları kıyısında derinleştirdiği çizgilerle, masadaki konuşmasını kesmeden, kendisine selam verenlere, ağız mitralyözünden fırlattığı sözcükler ortasında herkes önce, onun yaşıyla tavrı arasındaki farkı yadırgar ama sonunda ona alışıp kendini yadırgamaya başlardı… O yemekte de rakısına zamanında gelemeyen buzun nedenini, lokanta sahibiyle garsonlarının çocukken kelebek koleksiyonuyla uğraşmamış olmalarına bağlıyor ve avucunun tersiyle arada bir masayı tokatlayarak, “Kelebek koleksiyonu yapmadan yetişenler eşek sevmekle kadın sevmek arasındaki lezzet karışıklığının sıkıntısını, bizim rakının gelmeyen buzuna kadar yansıtırlar,” diye bağırıyordu.
Sofradaki hanımlar kıkırdıyor, erkekler kah kah kah gülüyorlardı. Ben ne dediğini hiç anlamıyordum ama söyledikleri de hep aklımda kalıyordu… Kelebek koleksiyonu… Eşek sevmek… Kadın sevmek… Arasındaki fark… Ve rakının gelmeyen buzu… Yedi yaş çocuğu, anlamasa da unutmaz böyle sözleri.”
Derken dedem, yanındaki genç hatunun hafif havaya kalkık burnunu iki parmağıyla kıskaçlayıp “Öyle değil mi güzel kız?” dedi.
Bir Çığlık koptu.
Babam ayağa fırladı. Öteki konuklar da ayağa fırladılar; Dedemin eli yanına düştü. Kız, iki avucunu yüzüne kapatmış. “Burnum burnum, “ diye bağırıyordu.
Dede, alttan mı, üstten mi olduğu kestirilemeyen bir ses tonuyla, “O kadar da sıkmadık yahu,” diye savunma yapmaya çalışıyordu.
Herkes eğilip kızın yüzüne baktı. Demincekki o kalkık burun, üstüne basılmış çürük hurma gibi kızın dudakları üstüne uzayıp yapışmıştı. Bir ay öncesi yapılmış bir estetik operasyon, dedemin bir içtenlik hamlesiyle uzanıveren iki parmağının kıskacına dayanamamıştı.
Yemeği zehir zıkkım olan kızı hemen evine taşıdılar. Dedem, yarattığı facianın ikinci sahnesinde de rol alıp gençlerle birlikte kızı evine kadar götürmeye pek yanaşmadı. Babam ise ortalığı yatıştırmaya dönük yapay bir soğukkanlılıkla, dostlarını yalnız bırakmıyormuş gibi, lokantanın kapısına kadar gitti, hemen bir taksi durdurdu, hepsini bindirdi, sonra da dedemin yanına esnek adımlarla geri döndü. O sırada dedemin buzu da gelmişti. Karşılıklı kadeh tokuşturarak, burun üstüne bir yığın söz ürettiler.
Ertesi gün de baba–oğul sanırım ortak bir buket gönderdiler kıza…
Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini yüreğinin ta kökünde duymak için elli yıllık bir yaşam bölümünü gerilerde bırakmak gerekiyor…
1984… İlkokula başladığım yıl… Bazen çok uzaklarda gibi, ama bazen de, o kadar yakın ki…
Bu yorumları önce dedemden duyardım, sonra babamdan… Şimdi yetmiş yedisinde babam… Bütün ıkınıp sıkınmasına karşın, torunlarıyla bir türlü diyalog kuramıyor ve torunlarının biri iki, öteki üç yaşındaki çocuklarıyla sinemacılık oynuyor.
Evlerin her köşesine açılan uzaktan ayarlanan küçük kameralar yerleştirme modası aldı yürüdü… Yatak odalarından banyolara, tuvaletlere kadar…
Düğmeye bastın mı, kamera her şeyi avuç büyüklüğündeki bir videonun belleğine geçiriveriyor… Sonra da duvar büyüklüğündeki hafif buzlu ekranda, hangi bölümü istersen, göstermeye başlıyor… Babamla torunlarım, bunlarla birbirlerine şakalı sürprizler yapmaya bayılıyorlar…
Politikacılar arasındaki son çekişme konusu da yine bu.. Bazıları ev videolarındaki özel çekimleri, istendiği an, genel TV programlarına verebileceklerini söylüyorlar… “Halk her özelliğimizi görüp bilmeli diyorlar…
Bazıları ise özel yaşamla siyasal yaşamın bu kadar birbirine karıştırılmasının halkı şaşırtacağı ve olumsuz düşüncelere yol açacağı kanısında…
Gelişmiş ülkelerde ise, siyasal yaşama atılanların her özelliğini çekip göstermeyi üstlenmiş büyük video firmaları var.
Seçmenler alabildiğine eğleniyorlar bunları seyrederken…
Uydular aracılığıyla bazı programları buradan da izleyebiliyorsunuz. Geçenlerde eski Belçika kralının banyodaki bir sevişmesini verdi TV… Gülmekten hepimiz geberdik… Bir babam pek hoşlanmadı filmden ilkel ve kaba buldu.
Bir bakıma haklıydı da… Kral önce eski yöntemle sevişmeye kalkıyor, ancak kocaman köpüklü banyoda, en denk gelecek pozisyonu bir türlü bulamıyordu. Ya kendisinin kafası suyun içine batıyor, ya sevgilisinin başı suyun içinde zorlanarak boğulur gibi sesler çıkarıyordu. O yüzden çiftin bacakları da birbirlerine bir türlü kaynaşamıyordu. Kral da sonunda modern aygıtlarla sevişmeyi yeğliyordu.
Modern aygıtlarla sevişme yeni bir yöntem değildi, ama teknoloji sayesinde çok geliştirilmişti. Sevgililer birbirlerinden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, kullandıkları aygıtların telsize bağlı frekanslarından birbirlerinin titreşimlerini aynen duyabiliyor ve birbirlerini telsiz ekranında da görerek konuşabiliyorlardı…
Her ne kadar firmalar, sattıkları aşk aygıtlarına ait özel frekansların başka aygıtlarınkiyle asla karışmayacağına dair güvence veriyorlarsa da, bazen dalga boylarında yine karışmalar oluyor ve bazen bir pilot, düşkünler yurdundaki seksenlik bir kocakarıyla, on beş yaşındaki bir kız, hastane morgundaki bir din görevlisiyle sevişmek çaresizliğinde kalıyordu…
Eski Belçika kralının ise sevgilisiyle banyodayken böyle bir araç kullanmasını babam ilkel ve kaba bulmuştu.
2000 yılını düşünüyorum. Üçüncü Boğaz Köprüsü henüz yapılmamıştı. Yirmi üç yaşındaydım. Nişanlıydım. İki kişilik helikopterler şimdiki kadar yaygınlaşmamıştı. İstanbul plajları yeni yeni dünyanın turizm gündemine giriyordu. Geçen yüzyılın ikinci yarısında kente akan köylülerin üçüncü kuşakları can havliyle yabancı dil öğrenmeye vurmuşlardı kendilerini. Geçinme sıkıntılarından zengin olma özlemlerine doğru kanat çırpmalar başlıyordu. Köylü kalanlarla köylülükten kurtulanlar su ile zeytinyağı gibi birbirlerinden iyice kopuyorlardı.
Eski alışkanlıklarla politikada ön almak isteyenler, hangi bölümü tutacaklarını şaşırmışlardı. Yoksul görünenlerden gizli zenginler, zengin görünenlerden de gizli kokozlar hızla ortalığı kaplıyordu. Geçen Yüzyılın ortalarında bir avuç azınlığın tekelinde olan tatil keyfi, yeni yüzyıla girerken neredeyse nüfusun yarısını sarmalıyordu.
Ve ben, bakteri enerjisi dalının hem Amerika’da, hem Sovyetlerde çift doktora yapmış biyokimyacısı, gitgide kaybolmakta olan düzyazı anlatımına, bir hobi olarak ağırlık vermeye sürükleniyordum. Yazmak artık arkaik bir uğraş olsa da, kimseye göstermeden her sabah birkaç saat, görüp yaşadıklarımı kâğıtlara dökmeden edemiyordum.
Yazdıklarımın ne belgesel, ne de bilimsel hiçbir değeri olmadığını biliyordum. Mikrofilm arşivleri, benim yazdıklarımdan çok daha zengin, çok daha geniş açılı, çok daha objektif bir repertuara sahipti.
Ben sadece benim gözlüklerimden bana yansımışları, kendi koşullanma ve yorumlarımın sübjektif süzgeçlerinden geçirerek, kendi dilimde dalga geçiyordum… Sözün kısası, kaybolmakta olan eski bir alışkanlığı kendi yaşamımın bir köşesinde sürdürüyordum.
Torunlarım 2077 yılında ellisini geçmiş olacaklar… Şimdi ellisinde olan dedelerinin yazılarını okurlarsa, belki biraz eğlenirler. Nasıl ki ben de, ‘elli yıl’ önce dedemin yazdıklarını karıştırırken, adamın nelerden habersiz olduğuna gülüp şaşıyor, şaşıp gülüyorum…
Babam ise, hala babasını yere göğe koymuyor. “Şimdi sağ olsa, 2027’yi kim bilir nasıl yazardı?” diyor… Torunları bıktılar onun bu baba öykülerinden. Zavallı ihtiyara takılıp duruyorlar:
“Dede, senin baban sağ olsa şimdi uzayda ev kurmaya gider miydi?”
Babam ise kendi kuşağının üslubuyla, “Ulan piç kuruları,” diyor, “eğer o uzayda ev kurmaya gitmese, sizler geleceğin içinde bu kadar çabuk arz-ı endam edemezdiniz…
UZAYDA BAŞLAYAN DİYALOG VE TEK BIR SÜPER DÜNYA
2027 yılındaki en çarpıcı değişikliklerden biri de, herkesin bulunduğu her yerdeki seçime katılabilmesi… Ancak bu katılma sayısı, yılda onu geçemiyor. Diyelim bir İstanbullu günübirliğine Brüksel’e gitti. O gün de Brüksel’de belediye seçimleri var. İstanbullu günübirliğine gittiği Brüksel’de oyunu kullanarak belediye seçimlerine katılabiliyor. Yeryüzünde yaşayan herkesin cebinde taşıdığı telsiz telefonun numarası, aynı zamanda hem banka, hem de kimlik kartının numarası olduğu için, dünyanın neresinde bulunursan bulun, oradaki seçime katılma işlemi gayet kolay oluyor. Hangi partiye yahut hangi kişiye oy vereceksen, TV’lerde durmadan ilan edilen seçim kompüterlerinin telefon numarasını çeviriyor, kendi kimlik numaranı söylüyor ve oyunu kimin için kullandığını açıklıyorsun.
Seçim kompütürü aynı zamanda uluslar arası kimlik kompütürüne de bağlı olduğu için, hemen senin dosyanı tarıyor ve henüz bir yıl içindeki seçime katılma hakları dolmadıysa, oyunu değerlendiriyor. Seçimin bittiği an, seçimlerin de sonuçları açıklanıyor.
Havada uçarken yahut açık denizlerde giderken yahut bir uzay gezisine çıkmışken oy kullanmak istiyorsan, nerenin seçimi için oy kullanıldığını da ayrıca belirtiyorsun…
Benim çocukluğumdaki, yani geçen yüzyılın sonundaki çift süperli dünya, büyük oranda tek bir dünyaya dönüştüğü için, süper bir dünyanın üyesi olmayı kabul etmiş devletlerin vatandaşları, bütün bu haklardan yararlanabiliyorlar…
Son yapılan anlaşmalara göre, gelecek yıl Sovyet vatandaşları Amerika’dayken Amerikan seçimlerine, Amerikan vatandaşları da Sovyetlerdeyken Sovyet seçimlerine katılabilecekler… Bu yoldan devletlerin birbirinin seçimlerini etkilemeye kalkmasında da bir sakınca görülmüyor, çünkü kim seçilirse seçilsin, süper dünyanın otomatizasyona dayalı üretim biçiminde hiçbir değişiklik olmuyor. Önemli kararlar ise zaten tüm dünya yöneticileri ve tüm dünya kamuoyuyla birlikte alınıyor…
Henüz süper dünyanın üyesi olmayan ülkeler de var. Bunlar, birbirleriyle didişmekten henüz usanmamış, donatımsız, küçük toplumlar… Gerçi onlar da büyük oranda süper dünyanın olanaklarından yararlanıyorlar ama ortak dillerden birini konuşma olanağına tam erişemedikleri için kendi yerel ve geleneksel düzeylerinin dışına kolay kolay çıkamıyorlar… Örneğin onların telefon, banka ve kimlik kartı numaraları, uluslar arası merkezlere kayıtlı değil. O yüzden de diledikleri yerlere, diledikleri gibi gidip gelemiyor, başka yerlerdeki seçimlere kanlamıyorlar. Tabii başkaları da onların seçimlerine katılamıyor.
Bütün bu değişmelerde en büyük pay, uzayla diyalogun artık başlamış olmasında…
2000’lerde uzaydan gelen sesler yakalanmaya başlamıştı. Ancak bu seslerin anlamı bir türlü çözülemiyordu… Şimdi çözülüyor ve hemen yanıtlanıyor… Ayrıca sesler görüntüye de çevriliyor…
Daha geçen yüzyılda bilimkurgu edebiyatına merakın genişlemesiyle, “zaman tüneli” diye düşsel bir tez atılmıştı ortaya… Bu teze göre, geçmişte yaşanılmış zamana da, gelecekte yaşanılacak zamana da gitme olanağı vardı…
Şimdi bu düşse tez, büyük ölçüde bir gerçeklik kazanma döneminde…
Evreni oluşturan elementlerin değişmez bir sayıda olması, geçmişin de, geleceğin de kilit noktası…
Diyelim elinizde değişik boy ve renklerde yüz elli bardak var. Her bir masaya yüz elli bardağı dilediğiniz biçimde yerleştirmek koşuluyla, on masada birbirinden değişik yerleşimler yapabilirsiniz. Yüz masada da yapabilirsiniz. Peki, bir milyar masada? Peki, yüz milyar masada?
Peki, yüz trilyon masada?
Masaların sayısı sonsuza çıktığı zaman, masaların üstüne yerleştirilen değişik boy ve renklerdeki yüz elli bardağın da yerleşimlerinde, tıpatıp birbirine benzeyen durumlar ortaya çıkar…
Evrende mekân sonsuz, elementler ise değişmez bir sayıdadır.
Şayet bir masa bundan iki bin yıl öncesiyse ve elementlerin o çağda birbirleriyle yarattığı kompozisyon, o masanın üstüne yerleştirilmiş değişik boy ve renklerdeki bardaklara benzetilirse, uzayda bardakları yine aynı biçimde yerleştirilmiş bir yığın masaya daha rastlanacaktır…
Arzın yaşadığı iki bin yıl öncesinin sonsuz kopyaları dolaşıp durmaktadır evrende… Tıpkı iki bin yıl sonrasının kopyaları da dolaştığı gibi…
Uzayla başlayan diyaloglar bu gerçeği doğrulayacak yönde…
İlk gelen mesajların çözümü şöyle:
“Bin yıllık geçmişiniz ve bin yıllık geleceğinizle birlikte sizleri şimdilik elli bin aynada birden izliyoruz… Teknik düzeyimiz, uzayda her anınızın sadece elli bin kopyasını bulacak kadar… Kendimizin ise beş yüz bin kopyasını bulduk… Bu kopya yaşamlarla alışverişe girmek üzereyiz… İster geçmişte olsun, ister gelecekte olsun hangi anımızı görmek istiyorsanız, size yansıtabiliriz…
Mesajların çözümünden sonra aynı anlatım biçimiyle uzaydaki dostlardan iki yüzyıl önceki Washington’la Moskova’nın kopyaları istendi. Ve işte mucize o zaman oldu. İki yüzyıl önceki Washington’la Moskova’nın tüm ayrıntılı kopyaları sesli ve renkli olarak Arz’a yansıtıldı. Bunlar daha önceden çekilmiş filmler değildi. Halen uzayın bir yerlerinde yaşanmakta olan yaşamlardı. Ve aynı gezegende değillerdi. Birbirlerinden de habersizdiler… Bizimki gibi aynı gezegene rastlamış başka kopyaların bulunduğu da bildiriliyordu.
Bu gelişim, çift süperli dünyayı, süper bir dünya durumuna getirmenin ilk adımı oldu. Gerçi halk yığınları henüz bu yeni döneme tam bir uyum sağlamış değiller, ama koskoca dünyada tek bir ülke gibi sadece bir tek telefon numarasıyla dolaşıp durmak da hoşlarına gidiyor…
Biz şimdilik bu gelişmeleri sadece TV ekranlarından izleyebiliyoruz. Kimimiz inanıyor, kimimiz inanmıyor…
İstanbul’un kırsal kesim geleneklerinden henüz arınmamış bölümü, büsbütün mistik bir fanatizme doğru kaydı… Onlar, uzayla uğraşanların belasını aradıkları kanısındalar. Ne var ki, son kuşak, çocuklarına çok söz geçiremiyor, örneğin artık flörtleri önleyemiyorlar. Geçim sıkıntılarından kurtulmak için uluslar arası ortak dillerden en az birini öğrenmek gereğine inandıkları ve buna da canla başla çalıştıkları halde şimdilik tam bir başarıya da ulaşmış görünmüyorlar. Uzmanlar hayvan kökenli protein tüketiminin artmasıyla, başarı oranında da bir hızlanma olacağını haber veriyor ve balık tüketimindeki olağanüstü artışı çok olumlu bir işaret sayıyorlar…
Babam, torunlarıyla tartışırken, “Sizin şimdi yaşadık1arınızı, bilimsel bir sürpriz olarak görmeye gerek yok, biz bunun sonunda böyle olacağını daha gençliğimizde biliyorduk,” diyor…
Bizim çocuklar da, “Dede, zaten sen her şeyi, yetmiş yedi yıl önce daha doğarken öğrenmişsin,” diye dalga geçiyorlar onunla…
Geçen gün babamla üçüncü Boğaz köprüsünün üstünden geçiyorduk. Birden Birinci köprünün yapıldığı yılları anımsadı…
Türkiye’nin karga avlayarak kalkınabileceğini resmen iddia eden adalet bakanları bile varmış o yıllarda…
Babam, “Oğlum, toplumlar sisli sabahlar gibidir,” diyordu. “Hem sabahın aydınlığını görür, hem de henüz dağılmamış sisler yüzünden güneşi göremezsin… Bugün de yoksul mahalleleri, uluslar arası eğitim kompütürlerini diledikleri gibi kullanabiliyorlar mı? Sevişmeleri dahi gönülsel ve fiziksel bir bütünleşmeye henüz ulaştıramadık… “
Babam yetmiş yedi yaşında ama hala daha aşk dünyasından elini eteğini çekmiş değil… Geçenlerde Pekin’e kadar gitmişti. Orada tanıştığı Komorlu Müslüman bir melez hanımla döndü İstanbul’a… Uzakdoğu aşklarıyla Afrika kıyısı aşklarının boyut farklarını konuşuyorlarmış…
Yaşam ortalaması yüz yirmi yaşa doğru çıkınca, seksenlik zamparalar da her yeri kaplamaya başladı…
Kadınlar ise işi altmış, altmış beşe kadar götürüp sonra da sakin bir yaşamı yeğliyorlar… Erkek azgınlığı, kadın azgın1ığından yirmi yıl daha öne geçmiş durumda…
Üç-beş yıla kadar bu farkın da kapatılacağı belirtiliyor.
Olabilir. Geçenlerde otuz beşinde gösteren ve o yaşta olduğuna yemin billâh eden bir hanımın gerçekte seksen beşinde olduğu kanıtlandı… Sevgilisi ise, “O benim için herkesten daha genç,” dedi ve evlendi kadınla…
Estetik operasyonlardan geçmiş kadınlarla erkekler arasında, yaş kandırmacasıyla yaş aldanmacasına artık çok sık rastlanıyor… Bilimciler elli yıla kadar, gençlikle yaşlılık arasında aşırı bir ayrım olmayacağını söylüyorlar… İnsanlık arayıp durduğu ölümsüzlüğü sonunda bulacak mıdır nedir?
ÇAGA UYUM SAGLAYAMAYANLAR ÇOK
Geçen yüzyılın başında Fenerbahçe’den Pendik’e doğru uzanan bağlık bahçelik köşklerin çamları, atkestaneleri, cevizleri, çınarları, ahşap damların tepesinden bakardı. Geçen yüzyılın sonuna doğru ise birinci Boğaz köprüsünün yapımıyla, eski köşklerin bağlık bahçelik arazileri büyük değer kazandı. Yap-satçı diye adlandırılan inşaat girişimcileri, köşk1erin ikinci, hatta üçüncü kuşak sahiplerinden, buraları yeni yapacakları otuz-kırk daireli apartmanlardan yüzde kırk, yüzde elli oranında paylar vererek ele geçirmeye başladılar. Bağlar, sebzelikler, meyvelikler, çiçek tarlaları, bostan kuyuları ve yüz yaş çevresindeki cihannümalı ahşap köşkler, buldozerlerle dümdüz edildi. Bu genel köşk kırımından canlarını kurtarabilen çamlar, akasyalar ve cevizler ise birden ortaya çıkıveren gökdelen yavrularının diplerinde pek küçümencik kaldılar.
Şimdi oralarda yapılar yeniden bahçelenip villa tiplerine dönüşüyor ve ağaçlar, yüz yıl öncesinde olduğu gibi, tarihsel bir deneyin öcünü çoktan unutmuşçasına rüzgârlarda salınarak yeniden damların tepesinden bakmaya başlıyor.
Konut sıkıntısı tam çözümlenmiş değil, ama akıl almaz bir gelişim gösteren teknoloji sayesinde ulaşım sorununun hemen hemen ortadan kalkmış olması, kentlerle kırsal kesim arasında ayrım bırakmadığından ve yarısı yerin altında bir milyon insanı barındırabilecek yapı-kenimg border=”0″ src=”https://liberteryen.org/wp-content/resim/flyingroadster.jpg” width=”300″ height=”200″tlerin gerçekleşmesi eli kulağında olduğundan, eski sıkıntılarla sıkışıklıklar hızla azalmada…
Yapı-kentler, hastanelerinden lokantalarına, aile konutlarından iş bürolarına, helikopter alanlarından cenaze kurumlarına kadar bir kentte ne varsa, hepsini içinde barındıran, bin metre boyunda elli bin metre karelik yapılar. Çevreleri de alabildiğine yeşil alan…
Bunlardan üç-beş tane yaptığın zaman, eski kentler hemen boşalarak canlı bir müzeye dönüşüyor ve turistlere otel-eğlence yeri oluyor…
New York, Londra, Paris, Viyana, Moskova, Tokyo, büyük ölçüde yararlanmaya başladılar yapı –kentlerden…
İstanbul için de bazı projeler var ama henüz yapımına geçilmedi.
2027 yılının karşımıza diktiği en keskin sorun toplumun önemli bir bölümünün henüz çağdaş teknolojiye uyum sağlayamaması. Bu bölüm dededen, babadan ne görmüşse onu sürdürmekte direniyor ve süper dünya üyeliğinin sağladığı nimetlerden bir türlü yeterince yararlanamıyor.
En yararlanamadıkları alan da, uluslararası bilgi bankası. Kent kitaplıklarıyla ev kitaplıklarının tarihsel önemi dışında bir değeri kalmadı. Evdeki bilgisayarın üç-beş tuşuna basarak uluslar arası bilgi bankasından her istediğini görüntülü olarak elde edebiliyorsun… Bu yöntem sayesinde dünyadaki okulların da programlarında bir bütünleşme olmaya başladı. Günde iki saatliğine okula giden öğrenciler, gönüllerinin çektiği alanda yapacakları araştırmalar için uluslar arası bilgi bankasından yararlanıyorlar. Bu araştırmaların önem derecesi okul öğretmenleri ve eğitim kompütürleri tarafından değerlendiriliyor. Gerekli aşamaya ulaşan öğrenciler ise, uluslar arası kurumlardan hemen iş önerisi alıyor ve daha okulu bitirmeden evlerinde çalışmaya ve para kazanmaya başlıyorlar.
Toplumun eski alışkanlıklarından kurtulamayan bölümü ise, bu yeni yönteme ayak uyduramadığı için birçok bölgede geçen yüzyılın eğitim sistemi hala sürüp gitmekte. Ne var ki, eski sistem yeterince kazanç sağlamaya yetmiyor. Kol gücünün ise üretimde hemen hiçbir rolü kalmadı. Kaç yüzyılın emekçi sınıfı hızla tarihe karışıyor.
Ve bazı toplumların süper dünya koşullarına uyum sağlayamayan bölümleri, gerek evrensel, gerek yerel sorunların en başında geliyor. Şimdilik işsizlik sigortalarını fazla yükseltmemek ve böylece toplumun süper dünyaya yeterince uyum sağlayamayan bölümlerine iktisaden baskı yapmak politikası güdülüyor ama gerek yerel, gerek evrensel muhalefet buna hışımla karşı çıkıyor.
Dünyadaki tüm olanaklardan yararlanmanın insanları daha hızlı geliştirebileceğini savunuyor onlar. Ve İstanbul’da beş yüz dolar olan işsizlik sigortalarının dört katına çıkarılmasını istiyorlar.
Ancak yapılan araştırmalar, kazanç grafiği ile dünya nimetlerinden yararlanma grafiğinin at başı gitmediğini gösteriyor. Gerek müzik, gerek spor, gerek uzay gezilerindeki artış oranı, kazançlardaki artışla aynı hızda değil. Buna karşılık kumar ve içki tutkusundaki artışlar büyümede.
Geçen yüzyı1lardaki sermaye-emek çelişisi, gitgide yaşamasını bilenlerle bilmeyenler çelişisine dönüştü. Bu çelişinin kaç kuşakta ortadan kalkacağı ise tam hesaplanamıyor. Eski tuvaletlere alışık olanlar, elektronik tuvaletlerden hoşlanmıyorlar. Banyo zevki de beklenen gelişimi tam gösteremiyor. Hele mutfak konusunda yemek çeşitleri sadece bir avuç azınlığın dünyasında artıyor.
İki kuşak önce köylü olan bir lazer mühendisi, “İnanın” diyordu, “tüm yaşamını en ileri teknoloji üstüne kurulu ama ‘mutfak’ dediğin zaman, yoğurtlu kebaptan vazgeçemiyorum. Dün sabah Sidney’de Hint Okyanusu kıyılarından getirilme bir çeşit karides tadında özel yosun ograten yedim, doğrusu sahanda yumurtanın yerini tutmadı.”
Oysa elektronik mutfakların en mütevazısında bile on beş dakikada sofraya konan elli çeşit değişik yemek var. Bir düzine depoya gerekli malzemeleri koydun da, genel listenin ibrelerini, istediğin yemekleri; üstüne getirdin mi, on beş dakika içinde fırın kapaklarının ışıkları yanıyor ve mutfağa ısmarladığın yemekleri otomatik olarak alıyorsun… Yapılan bir istatistiğe göre elli çeşidin en çok on ikisi kullanılıyormuş bizde.
Kültür koşullanmaları kolayından değişmiyor. Sadece buluğ yaşındaki genç erkeklere ilk aşkı tattırmak isteyen kadın sayısı bunun dışında. Geçen yüzyılda erkeklerin genç kızlara olan düşkünlüğü şimdi kadınların bakir gençlere olan düşkünlüğüyle adeta yer değiştirdi. Otuz beşinde, kırkında bir yığın kadın, dostlarının, yakınlarının genç oğullarına ilk aşk deneyimi tattırmak için sıraya giriyorlar.
Salon dedikoduları arasında, kadınların tekrarlamaktan en hoşlandıkları övünmelerden biri de şu:
“Bundan on yıl önce ona ilk erkekliği ben tattırmıştım, uğurlu gelmiş olacak ki, şimdi uzay gemilerinde yerçekimsiz aşk uzmanlığı ediyor ..”
Dedemin, geçen yüzyılın ilk yarısında göçüp giden babaannesi ise, uzun zorlamalardan sonra kocasıyla nasıl seviştiğini şöyle anlatmış:
“Bizim zamanımızda öpüş möpüş gibi edepsizlikler yoktu. Biz kollarımızı gözlerimizin üstüne koyarak sırtüstü yatardık. Hepsi bundan ibaretti işte.”
Dedemin dedesi ise, oğlunun nişanına karşı çıkıp bozmuş nişanı. Nedeni de, kız tarafının nişan törenini danslı yapmak istemesiymiş. O dönemlerde takvimler 1932’leri gösteriyormuş. Şimdiyse yıl 2027 ve ben artık ellisindeyim. Gelecek yüzyıllarda neler olup biteceğini ise asla kestiremiyorum.
DİLEDİĞİ DÜŞÜ GÖRME OLANAĞI: “REVOMETRİ”
İçinde bulunduğumuz 2027 yılı için “kritik çağın başlangıcı” diyorlar. Uzayda doğup yeryüzüne hiç inmeden uzayda yirmi yaşına basmış olan 10 genç ilk kez, ikinci uzay kuşağını evrene getirecekler. Bu aşamanın “dünyadan kopuk dünyalılar” dönemini açacağı söyleniyor.
Olaya “dünyadan kopuk dünyalılar dönemi” açılacak da ne olacak, diye bakanlar da var. Ancak “canlı”nın uzayda bakteri düzeyinde saklı tutulduğu ve gezegenlere göktaşlarıyla inerek ortamı uygun buldukları takdirde “insanı” beş milyar yıllık bir süreç sonunda oluşturdukları hesaba katılırsa, uzay insanlarının bin yıldan kısa bir sürede yeryüzüne egemen olacakları ve bizim bildiğimiz insanlarla hiç ilgisi olmayan “yeni dönem insanları”nı yaratacakları iddia ediliyor.
“Yeni dönem insanları” nın beyinsel gücü, hiçbir koşullanmayla yozlaşmamış olmanın da verdiği bir açıklıkla, tüm doğa olaylarının nedenini ve gerçeğini kendiliğinden bilen ve bunlarla bir bütünleşme gösterebilen özellikte olacak.
Parapsikolojiyle metapsişiğin bütün gizlerine beyin hücrelerinin niteliği içinde çözümlenmiş olduğu gelişmiş beyinler dönemine girilecek böylece… Bu beyinler bugünkü bilimlerin hiçbirine gerek duymadan, hepsini çok aşamalı olarak kullanabilecek yeni bir insan düzeyini gerçekleştirecekler…
Bu yeni varsayımlar ister istemez şu soruyu getiriyor akla:
“Peki, eski tür insanlar ne olacak?”
Onlar da bildikleri gibi yaşamayı daha bir zaman sürdürecekler ve sonra silinip gidecekler.
2027 yılına “kritik çağın başlangıcı” denmesinin ikinci nedeni, dünyanın merkezindeki enerjiden yararlanma olanaklarının günlük yaşama geçmeye başlamış olması. Minicik bataryaların tıpkı radyolar gibi dalgalar aracılığıyla yerçekimi gücünden dolmaya başlaması, neredeyse saat sorunu… Hem yeryüzü, hem de güneş enerjisi ortak olarak kullanıldığı zaman, daha kestirme bir anlatımla, gezegenlerin enerjisi telsiz yöntemiyle bataryalara aktarıldığı zaman, uzayın gidilemeyecek yeri kalmıyor. Günlük yaşam pratiğinde ise böylesi bir enerji bolluğu, insanlar arasında binlerce yıldan beri özlemi çekilen sonsuz bir tüketim eşitliğini sağlama evresini açıyor.
Bizim Türkiye henüz bu yeni buluş ve aranışlarla fazla sarmaş dolaş değil, ama süper dünya teknolojisinin akıl almaz atılımları, her toplumun üstüne bereketini yağdırıyor. Binlerce yıllık insan düşünce ve öngörülerinden özellikle bir tanesi kesinkes doğru çıktı. O da teknolojideki değişimin toplumları da değiştirdiği doğrusu.
Geçen yüzyılda bizim gibi toplumların en büyük sorunu kalkınma sorunu idi. Benim ilk anılarımın uzandığı 1984-85 yıllarında, “Şöyle mi kalkınalım, böyle mi kalkınalım” tartışmaları” gazeteleri, kitapları, dergileri, TV programlarını kaplar giderdi.
Bugün ise sorun artık kalkınma değil, gelişim… Mevcut olanaklardan yararlanarak yaşamasını becerenlerle beceremeyenler. Ve bu farklılaşmayı giderme, geçen yüzyılların zengin yoksul farklılaşmasını gidermeye çalışmaktan daha da zor görünüyor.
Zor görünüyor, çünkü teknik olanakların konforunu kullanmayı kıvıramayanlar, bunun yarattığı tepkilerle fanatikleşiyor ve bağnazlığa kayıyorlar. Gerçi süper dünyanın yarattığı teknik yoğunlaşmalar önünde politik bir güç oluşturamıyorlar ama en azından kamu hizmetine sunulmuş teknik olanakları kırıp dökmeye teşne duruyorlar. Son zamanlarda en çok işlenen suçlar bu tür suçlar. Metroların hava hatlarının, istasyonların asansör düğmelerini kırmak, antiseptik ışınlarla aydınlatılmış tuvaletleri parçalamak, kamu taşıtlarının döşemelerini kesip yırtmak, vitrin camlarını taşlamak, araba yakmak. ..
Bütün bu saldırganlığın temel nedeni, toplumdaki değişime uyumsuzluk. Aynı olanaklardan diledikleri kadar yararlanma hakları olmasına karşın, yine de genişleyen konfor ve olanaklarla dövüşe tutuşuyorlar. Yirmi dört saat içinde yakalanamayan suçlu yok gibi, ama suçlular ne kadar yakalansa, suç işleme eğilimi azalmıyor.
Son umut yeni bulunmuş bir aygıtta…
Kol saatine benzeyen ve kola takılan bir aygıt bu. Uykudayken dilediğin düşü görme olanağı sağlıyor. Aygıtın üstündeki kadranda çeşitli bölümler var; “Üstünlük”, “Çocukluk”, “Duygusal Mutluluk”, “Serüven”, “Seks” gibi… Aygıtın ibresini bu bölümlerden hangisine getirirsen, sezilmeyen bir titreşimin vücuda yaydığı değişik dalgalar, beyne kadar uzanarak, istenilen düşü görmeyi sağlıyor…
Normal düşlerde her gece kendi kendimizi mağara dönemlerinden kalma bir savunma saldırganlığını sürdürebilmek için hipnotize ettiğimizden, uygarlık ne kadar ilerlerse ilerlesin, saldırganlıklarımızdan vazgeçemiyoruz.
Daha doğrusu gelişmiş kişilerin düşlerinde, kendilerini saldırganlığa koşullamaları daha az oluyor. Doğa programlamasına çevrenin ağır bastığı kişiler onlar. O ölçüde gelişmemişlerse, doğa programlamasına daha çok tutsaklar. Çevrenin gelişimine uyum sağlayamamaları ve çeşitli saldırganlıklarla kendi doğal yapılarını savunmaya çalışmaları da bundan. Yeni bulunan “Revometri” aygıtı sayesinde, her gece gördükleri doğal düşlerinden ve dolayısıyla kendi kendilerini saldırganlığa hipnotize etmekten kurtulurlarsa, çevreye kolay uyum sağlayacakları ve teknolojik konfordan daha kolay yararlanabilecekleri umut ediliyor.
Şimdiye kadar yapılan anketlerde “Revometri”nin en çok kullanıldığı konu “üstünlük” düşleri… Uzaktan uzağa sevişmeyi dahi gerçekleştiren “teleseks” aygıtlarının çıkmasından sonra, seks doyulmazlıklarında bir durulma oldu. Her ne kadar seks aygıtları her çifti, ötekinden değişik bir frekansa göre ayarlanmışsa da, birçok kadınla erkek, aygıtını bir sürprizli rastlantıya bırakarak giriyor yatağa… Birbirini hiç tanımayanların, birbirinden uzak olarak aniden sevişmeye başlamalarındaki heyecanın çok daha başka olduğu söyleniyor…
Babam da aynı kanıda. Bizim çocuklar ise bu tür aşk oyunbazlıklarını tutmuyorlar ve dedelerine hafiften takılıyorlar, “Dede, her gece aygıtını şansa bırakıyorsun galiba,” diye…
Babam da, “Tanıdıkların vermediği zevki, ola ki tanımadıkların verir” diyor…
“YALAN”IN BİTİŞ DÖNEMİ
2027 yılının aydın kesimi, çocukluğumun, hatta gençliğimin aydınlarından ne kadar daha değişik konuları harmanlıyor.
Çocukluğumun aydınları, eski imparatorluğun “Münevver tabaka hazineden geçinir” koşullanmasından bir türlü kendilerini kurtaramamışlardı, Bu amaca ulaşmanın yöntemleri üstünde tartışır dururlardı. Ve toplum, halk, vatan, devlet gibi politika edebiyatında nirengi taşı olan kutsal sevgiler tekelini kendi egemenliklerine almaya yahut kendi egemenliklerinde tutmaya çalışırlardı. Emeği, emek borsasında değerlendirme çabalarının ne kadar doğal bir hak olduğunu da pek algılayamazlardı.
Gençliğimin aydınları, “kutsal sevgiler” demetinden “evrensel ölçüler” gerçeğine doğru açılmaya başlamış aydınlardı. Onlarda “yerel”le “evrensel” arasında nasıl bir sentez oluşturmak gerektiğini bir türlü saptayamamanın sıkıntısını yaşadılar…
İnsanlığa çok pahalıya mal olmuş olan “iki süper” ayrımının, uzay’la daha çok bütünleşme sonucu “süper bir dünya” anlayışına ulaşmasıyla, aydınların eski konuları da gündemlerden birer birer düşüp gitti.
Şimdilerin aydın kesimleri daha değişik konular üstünde yoğunlaşıyorlar. Örneğin bunlardan biri “yalan” konusu…
Uyku dâhil, kişilerin her anının nasıl geçtiğinin kolayca saptanabileceği bir teknolojiye ulaşılmasıyla, “yalan,” işlevini yitirmeye ve ortadan kalkmaya başladı.
Kimse, o gün nerelere gittiğini, kimlerle konuştuğunu, ne yaptığını kimseden saklayamıyor. Daha doğrusu yirmi dört saatinin hiçbir dakikasını kimseden saklayamıyor. Evrensel ordinatörlere bağlı kişisel telsiz telefonlar, birer kimlik denetimcisi gibi sahiplerinin yaşam grafiğini her an evrensel merkeze aktarıyor. Telefonun çalışmasını engellediğin an da, evrensel merkez o telefon sahibinin telefonunun devre dışına çıkardığı “kuşkulu süre” olarak kayda geçiriyor. O nedenle de kimse evrensel merkezdeki bilgisayar dosyasına “kuşkulu süre” kaydını düşürmek istemiyor. Herhangi bir kovuşturmada “kuşkulu süre”nin savunmasını yapmak çok zor…
Böylece süper dünya üyesi toplumların tüm bireyleri, teknik bir denetim ağı içindeler ve hangi zaman parçasını nasıl kullandıkları hakkında yalan söylemeleri kolay değil.
Günün aydınları bu tür bir düzenlemenin, insanlığa yararlı mı, zararlı mı olduğunu tartışmadalar.
Zararlı olduğunu savunanlar şöyle diyorlar: “Kişi yaşamının kendine özgü küçük bir bahçesi olmalı. Her anı sürekli denetim altında bulunan bir insanın özgürlüğünden söz edilemez. Bu tür bir denetimin ‘yalan’ı ortadan kaldırdığı iddiası ise doğru değildir. Evrensel denetim merkezi, yargıç kararı olmadan, kimsenin elektronik dosyasını kimseye açıklamadığından, herkes yine o gün kullandığı zaman parçalarının hesabını kendine göre vermekte, çevresindeki kişileri canı istediği zaman bal gibi atlatmaktadır. ‘Yalan’ aynı zamanda düşsel yaratıcılığı da bileyen bir egzersizdir. İnsanoğlu yalan söyleyebilecek bir düş gücüne sahip olduğu için insanlık bugünkü aşamalara erişmiştir. Öteki yaratıklar ise, böyle bir güce sahip olmadıklarından, oldukları yerde kalmışlardır.
Yararlı olduğunu savunanlar da şöyle demekteler:
“Doğa analitiği yalan üstüne kurulmamıştır. İnsanlığın ilerlemesi yalan söyleme becerisine sahip olmasından değil, tam tersine, doğruları yalanlardan ayıklama beyinselliğine sahip olmasındandır. Ve sonunda yalanı ortadan kaldırmaya yönelerek, doğruları, safsata ve hurafelerden ayıklamak için zaman yitirmekten kendini kurtarmak istemiştir. Ayrıca teknolojinin sağladığı bu olanak sayesinde, suçluluk kimsenin yanına kar kalmamakta, suçsuzlar da çeşitli ayak oyunlarıyla, gerçek suçluların kurbanı olmamaktadırlar. Kişi, her anını herkese açıklayabilecek gücü gösterebildiği ölçüde, bunu saklamaya çalıştığı ölçüden çok daha özgürdür. Çünkü birincisinde yalanın yakalanması kaygısı ve baskısı yoktur. İkincisinde ise vardır. Kaygıyla baskı da, kişisel özgürlüğün en yıpratıcı mikrobudur… Bugünkü aydın kesimin en çok üstünde durduğu konulardan biri bu işte…
Bir başka konu, kişinin sağlıklı organlarını, çok daha büyük olanaklar sağlasa da, biyonik organlarla değiştirip değiştirmemesi sorunu…
Örneğin biyonik bir göz, doğal bir gözden yüz kat daha güçlü olabiliyor. Kişi, kendi sağlıklı organından vazgeçerek böyle yapay bir organı kullanmayı ne kadar yeğlemeli?
Sağlıklı organları biyonik organlarla değiştirmeye karşı olanlar, biyonik organlarının verdiği üstünlüklerden yararlanmak isteyenlerin bunu bir gösteriş olarak yaptıklarını ve bu gösterişin de her gösteriş gibi ilkel bir doyumsuzluktan kaynaklandığını söylüyorlar.
Karşı olmayanlar da diyorlar ki:
“Organları sakatlananlara tanınan bir hak, neden böyle bir sakatlığa uğramamışlara tanınmasın… Neden sakatlığa uğramış ve biyonik organ kullanmaya başlamış biri, sakatlığa uğramamış birinden daha üstün görünsün? “
Tartışmaya felsefe boyutlarında, doğaya denk düşme yahut ters düşme iddiaları da bol bol karışıyor…
Bir başka konu da bitkiler dünyasıyla ilgili…
Bitkilerin algılama güçlerinin, sanıldığından çok daha aşamalı olduğunun kanıtlanmasından bu yana, bitki yaşamlarının insanlarınkinden çok daha olumlu bir model oluşturup oluşturmadıkları tartışılıyor… Ve bütün bu tartışmalar gelip yine eski zamanlardan kalma bir düğümde buluşuyor:
“İnsanlar daha önceki çağlara oranla şimdi daha mı mutlu, yoksa daha mı mutsuz?”
Babam çok kestirmeden bakıyor bu olaya:
“İnsan yaşamı, eskisine oranla üzüyorsa, hiç kuşkusuz mutluluğun arttığını gösterir bu,” diyor, “yoksa insanlar mutlu olmadıkları bir dünyada daha uzun süre kalmak için canlarını dişlerine takarak, böylesine uğraşırlar mıydı?”
Torunları da, nasılsa bu konuda dedelerini onaylıyorlar. Torunlarının çocukları ise, bu kadar üst düzey konuşmalara katılacak entelektüelliğe henüz erişmediler… Biri iki yaşında, öteki üç… Onlar konuşmaların en alevli yerinde, büyük dedelerinin dizlerine tırmanarak kulağına, “Çişim geldi,” demekle yetiniyorlar.
Ve kendi kişiliklerini ortaya koyarak büyük dedeyi, babalarına gereğinden fazla kaptırmayı engelliyorlar.
YOKSULLARIN AZINLIĞA DÜŞME ÇAĞI
Yıl 2027. Elli yaşındayım. Bakteri enerjisi dalında uzman bir biyokimyacıyım. Görünürde hiçbir sorunum yok. İki oğlumdan biri yirmi beş, öteki yirmi sekiz yaşında. Bizim sülalenin bütün çocukları gibi ben de erken evlendim. Karım 1917’de Amerika’ya sığınmış Beyaz Ruslardan bir ailenin Amerikalı olmuş ikinci göbek torunuydu. San Francisco’da doktoramı yaparken tanışmış, sevişmiş, evlenmiştik, Sonra çalıştığım üniversite beni Moskova Üniversitesi’nde bir tez geliştirmeye gönderdi. Orada da İkinci bir doktora tezi hazırladım ve biraz da şaka olsun diye iki kez doktor oldum. Yeryüzündeki bakterilerin çoğalma enerjisinden evrensel enerji merkezine aktarılan enerjinin, daha önce hangi mikro frekanslar içinde relöve istasyonlarında stabilize edilebileceğine ait bazı araştırıların bir bölümü benim. Moskova’daki çalışmalarım ise uzay bakterileriyle ilgiliydi. Yaptığım araştırmalarla bunların kullanımından sağlanan yararlar karşılığında, banka numarama durmadan işlenen değerin parasal karşılığını tam bilme olanağım yok… Sanırım ki, parasal açıdan özgürlüğüm sonsuz… Bilimcilerle sanatçılar herkesten önce kavuştular bu özgürlüğe… Biri bir kompozitörün bestesini ıslıkla çalsa, üstündeki telsiz telefon, hemen onun karşılığını evrensel ordinatör aracılığıyla kompozitörün hesabına geçiriyor… Islığı çalan da yeni besin maddelerinin günlük yaşama aktarılmasında uğraşan bir uzmansa, onun çalışmaları da nerelerde değer yaratıyorsa, onlar da onun hesabına saniyesinde geçiyor. Hiçbir işe yaramayanların da işsizlik sigortaları olduğundan, insanlık için parasal sıkıntılar bitti gibi bir şey… Sadece bu Yeni boyutlu evrensel yaşam düzeyine uyum sağlayamayanlar, ruhsal açıdan zorlanıyor…
Karımla çok mutlu yıllar geçirdik. Sonra yeni tip bir helikopterin denenmesi sırasında yitirdik onu. Kendisi aerodinamik mühendisiydi ve aerodinamik biçimlerdeki statik ölçülerin kompüterler aracılığıyla kendilerini bulundukları ortamlara göre değiştirip optimale ayarlanmaları diyalektiğinde büyük buluşlar yapmıştı.
Dedemin ölümünden sonraki ikinci büyük acım onunki oldu… Bir daha da evlenmedim.
Bugün oturduğum ev çocukluğumdakinden bir hayli değişik.. Çalışma masam, dilediğim an dünyadaki bilgi bankalarından istediğim bilgiyi alabileceğim, dünyadaki bilimsel çalışmaları, TV’ programlarını dakikası dakikasına izleyebileceğim ve bulunduğum yerden dilediğim tartışmalara katılabileceğim ekranlar, düğmeler ve mikrofonlarla dolu…
Ayrıca evi gün ortasında gece, gece ortasında gündüz yapma olanakları var.
Mutfak düzeni ise iki yüz elli tür yemeğe göre düzenlenmiş ultra modern bir otomatiklikte…
Dünyanın çeşitli bölgelerinde, Okyanus adalarında ve kutuplarda, böyle daha altmış üç evim var… Hepsinin bakımı evrensel araştırma merkezince yapılıyor, bana ait harcamalar da hesabıma geçiriliyor… Dilediğim zaman dilediğim yere uçabilir, dilediğim kadar kalabilirim orada…
Çocuklarım, babam, torunlarım da bütün bu olanaklardan yararlanabilir. Kaldı ki, oğullarımdan biri, yıldız pinponu şampiyonu… Eski dönemler olsa benim kazancımın beş katı kazancı olurdu…
Öteki de, lazerli aynalar uzmanı. Lazerli aynalar saç sakal tıraşı için kullanılan aynalar… Her bireyin, onun formüle ettiği aynalardan birini kullanışında, hesabına durmadan değer aktarılıyor… Kim bilir belki de eski ölçülere göre en zenginimiz odur…
Bazen ikisi de kendi aralarında dalga geçerler. Yıldız pinponu şampiyonu olmak mı daha önemli, yoksa lazerli aynalar uzmanı olmak mı diye…
Yıldız pinponu elektronik teleskoplarla bakılan herhangi bir yıldıza, vurmak için gerekli tüm hesapları en hızlı yapma yarışması… Ve bizimki bunda dünya şampiyonu… Henüz keşfedilmemiş bir yıldızı en geç elli saniyede soyut olarak ilk vuran hala o… Kompütürleri kullanma becerisiyle, kullandığı formüllerden insanlığın sağladığı yarar, milyar dolarla dahi ölçülemez…
İkisi de evli… İkisinin de birer oğlu var… Bir kız çocuğundan yoksunluk aramızda konuşmadığımız bir konu…
Babama gelince… Onun geçen yüzyılda yazdığı kitaplarla, anılarının ünü, kendi gençlik düşlerini çok aşan düzeylerde… Bu olanaklarla ne yapacağını tam kestiremediğinden ya film seyrediyor evde, ya torunları toplayıp ultra modern oyuncaklarla oynuyor… Bazen de hepimizi toplayıp geçen yüzyıl modeli çiftliğine götürüyor…
Süper dünya dönemi, tuhaf bir tepkiyle, geçmiş çağlarda yeniden yaşama özlemini kamçıladı insanlarda… Ulaşım sorunu diye bir sorun kalmadığı için çeşitli bölgeler çeşidi yüzyılların yaşamını yansıtan bir garip lunaparka dönüştü…
Dileyen 17. yüzyıl, dileyen 18. yüzyıl dönemine göre düzenlenmiş bir bölgede ya bir konak ya bir çiftlik alıyor ve canı istediği zaman, oralara gidip görüntü olarak da olsa, o çağları yaşıyor…
Babamın da Bursa yöresinde, geçen yüzyıla göre düzenlenmiş koca bir çiftliği var… Koyunlar, inekler, tavuklar, ördekler, faytonlar, at arabaları, ağıllar, ahırlar… Gerçi çiftliğin tüm üretim ve tüketimi bilgisayar”larla yürütülüyor ama dışarıdan bakılınca tam 20. yüzyıl çiftliği… Bağlıbahçeli ve bostan kuyulu…
Her türlü üretimin robotlara bırakılması sonucu, insanlığın üreticilikten, yaratıcılığa atladığı şu dönemlerde, yeryüzünün herkes için görkemli bir oyuncak cenneti olmaya başlaması, İnsanları gerçekten mutlu etti mi acaba?
Örneğin ben mutlu muyum?
Mutsuz değilim ama incecik birtakım sızılar var içimde… Zaman zaman büyüyen ince sızılar… Karım sağ olsaydı diyorum bazen, dedem sağ olsaydı… Arkasından kendimin de bir gün silinip gideceği geliyor aklıma… Babamın kaybolacağı günü ise hiç düşünmek istemiyorum…
Yeryüzünün bu aşamadaki düzeyine ayak uyduramayanlar, kendi mahallelerinde eski usül okul, bakkal, küçük esnaflık ve elden alınıp verilen paralarla hala sürdürüyorlar dededen-babadan görme yaşamlarını… Gerçi onların da kimlik kartı numaraları ile telsiz telefon ve banka numaraları aynı ama özellikle evrensel bankaları hiç kullanmıyorlar… Telefonlarını da komşularını tavlaya çağırmak, bazen de başka yerlerde iş tutmuş çocuklarıyla konuşmak için kullanıyorlar…
Bazıları onların bizlerden daha mutlu olduğunu söylüyor. “Çekişmeli dedikoduları, aile içi kavgaları daha ballı börekli onların,” diyorlar. Ben sanmıyorum.
Tümörlerle damar hastalıklarının geçen yüzyıldaki ölümcüllüğü hemen hemen önlendiği halde, oralarda hala bu tür hastalıkların sakıncası sürüyor…
Şimdi ise insanlık için en üstesinden gelinemeyen hastalık, uzay gribi… Uzayla olan ilişkilerin Yoğunlaşması sonucu, uzaydan gelen birtakım bakterilerin yol açtığı gripler, önlemi alınıp aşısı bulununcaya kadar, binlerce insanı yok ediyor …
Ve mezarlıklar ne kadar park gibi düzenlense. yakılmalarını isteyenlerin külleri ne kadar güvercinliklere benzeyen seramik anıtların üstüne fotoğraflı seramik yuvacıklarına konsa da ölüm tüm dehşetiyle yine ölüm…
Mutluluğun boyutları arttığı ölçüde onun da dehşetinin boyutları artıyor…
Bu dengeyi insanlık henüz bozamadı…
Belki bir gün bozacak…
Belki de hiçbir zaman bozamayacak…
Belki de mutluluk arttığı ölçüde, ölümün de dehşeti arttığı için, insanlar yan bilinçlerinde eski mutsuzlukların özlemini çekecek…
Belki de yeni dönemlere uyum sağlamamakta direnenler, içgüdüsel olarak biliyorlar bunu… Kim bilir?
FALCILIK EN GELİŞMİŞ DÜZEYİNİ YAŞIYOR
İnsanın da, insanların da ne olup ne olmadığının çok daha keskin çizgilerle belirlenebildiği bir döneme girilmesi, eski yüzyıllardan arta kalmış bir yığın uyduruk tavayı hızla üfleyip dağıtıverdi.
Şu sırada yeryüzünde yaşamakta olan sekiz milyar insandan hemen hemen her birinin yaşamı, olanakları, ruhsal portresi, geçmişi ve hali tüm ayrıntılarıyla biliniyor…
Az da olsa hala daha izbelerde hayvanlarla birlikte yatıp kalkanların bulunması, artık yoksulluk sorunu değil… Diledikleri an diledikleri düzeydeki bir yaşama hemen geçebilirler. Bir telefonla ne istediklerini, planlama merkezine bildirmeleri yeter de artar bile… Ama istemiyorlar işte ve onların izbelerde hayvanlarla yatıp kalkmaları çok daha pahalıyla mal oluyor başkalarına. Ve artık biliniyor ki, insanların alışkanlıklarını, dış zorlanmalarla değiştirmek, onlara mutluluk vermiyor. Esas olan, onların yaşam biçimlerini roda değiştirmek değil, yaşadıkları yaşam biçimine tutsak olmadıklarını onlara anlatmak ve bunu sağlamak .. , Alışkanlıklardan kopmanın ne kadar zor olduğunu, yaşamda konfor kullanmanın bazen insanlara ne kadar itici geldiğini, artık herkes görüntülü belgeleriyle biliyor ve bunu bildiği ölçüde de, kendi eski alışkanlıklarından daha üst ölçülere tırmanmanın sınavını vermeye yöneliyor…
Geçen yüzyılın başında alaturka helâdan alafranga helâya geçiş, büyük kentlerde iki kuşak almış…
Bugün ise eski yaşamlarını sürdürme direncindeki bölgelerde alaturka helâların sayısı hala daha çok kabarık…
Falcılık ise eski çağlara oranla en gelişmiş düzeyini yaşıyor… Bunun bir nedeni de, elektronik falcılığın dünyada yaşayan bireylere uzaydaki ikizleriyle, geçmiş ve gelecek zamanlardaki yaşantılarından haber verme iddiası… Ve bir uygar insan uzayda, geçmişte ve gelecekte kimlerle sevişiyorsa, yaşadığı anda da onun dünyadaki ikizini bulmanın kendisini mutlu edeceğine inanıyor…
Milyarlarca insan, falcılar arası merkezlerden, başka zamanlarda ve başka kentlerde seviştikleri kişilerin, dünyadaki ikizinin bulunup bulunmadığını sorup durmakta…
Her saat, her dakika yüz binlerce insana, başlıca bir yaşamdaki aşklarının, dünyadaki ikizi bulunuyor… Daha önce sevişmiş olduklarına inananların, yeniden buluşmaları ise, bekledikleri mutluluğu her zaman vermiyor.”
Ve çiftler yeniden falcılara koşup inceden inceye sormaya başlıyorlar:
“Benim başka yaşamlarımda yaşadığım aşkın kadını, gerçekten şimdi şu yanımdaki kadın mı?”
“Benim kaybolmuş aşklarımda tanıdığım erkek gerçekten şu yanımdaki erkek mi?”
Falcılar yeniden kimlikleri saptıyor, yeniden burçların titreşimlerini ölçüyor ve bazen bir yanılgıya düştüklerini kabul ediyor, bazen de yanılgıyı reddederek kuşkuları gidermeye çalışıyorlar …
Eskiden seviştiklerine İnananların yeniden karşılaşınca bir kez daha doludizgin bir aşk yaşamaya kalkmaları da, az rastlanan bir olay değil…
Ruhbilimciler, eskiden seviştiklerine inanmış olmanın, çiftlerdeki bazı frenleri kaldırdığı ve ilişkilerde daha sıcak bir içtenlik sağladığı kanısındalar.
2027 yılının süper dünyası insanların zorunlu olarak istemedikleri bir yaşam türüne itilmelerine karşı… Kim hangi tür bir yaşamı yeğliyorsa, kendini hangi tür yaşamda daha mutlu hissediyorsa, onu yaşamak hakkına sahip… Nasıl ki değiştirmek hakkına da sahipse…
İnsanın evrendeki enerjiyi dilediği gibi kullanma becerisini elde ettikten sonra, üretimi elektronik aygıtlara bırakarak, üreticilikten yaratıcılık düzeyine atlaması, bütün bu olanakları sağlamasına yetmekte…
Yaratıcılık da ayrıca bir avuç çok gelişmişin tekelinde değil… İsteyen istediği alandaki yaratıcılığı özgürce denemekte… Ve yaptığı aşamalarla kazandırdığı yenilikler, hemen evrensel kompüterlere geçmekte…
Sadece üç-beş gün önce bir hanımın yeni bir buluşu dünya kamuoyunun da onayıyla yok sayıldı.
Hanım, küçük lazer dopingleriyle, kelebeklerin uçuş menzillerini birkaç yüz metreden birkaç bin kilometreye çıkarabildiğini söylüyordu ve gece kelebekleri üstünde yaptığı bir gösteriyle de başarısını kanıtlıyordu.
Bir beyaz zehir uzmanı, bu buluşun insanlığa yarar değil, zarar getireceği görüşünde olduğunu bildirdi.
Birkaç bin kilometre uçan kelebekler, eroin yahut kokain kaçakçılığında çok rahat kullanılabilirmiş… Polen tozları yerine beyaz zehire bulanmış on bin kelebek, iki bin kilometrelik bir alanda uyuşturucu postacılığı yapabilirmiş…
Kelebeklerin uçuş menzilini büyütme başarısını göstermiş olan hanım, bu görüşe karşı çıktı:
“İnsanoğlunun yaratıcılığı bu tür bağnaz iddialarla kösteklenemez. Kelebeklerin birkaç yüz metre yerine birkaç bin kilometre uçtukları zaman, uyuşturucu kaçakçılığı yapacakları öngörüşü, tüm ulaşım mühendisliğini de kapsamı içine alabilir sonunda… Suç işlenebilir varsayımıyla bir buluş engellenemeı. Bu mantıkla, insanlığın ilerleme olanağı kalmaz…
Beyaz zehir uzmanı, suç ortamlarını kaldırmak ve suçluları saptamakla görevlidir, insanların yeni buluşlarını rafa kaldırtmakla değil,” dedi…
Peki, siz bu buluşu hangi amaçla yaptınız?”
Kadın:
“Her buluşta mutlaka bir amaç aranmaz,” dedi. “Ama benim bir amacım vardı. Bir doğa programlamasının insan iradesiyle nasıl değişebileceğini bir kez daha ortaya koymak istedim…
“Neden bunu peygamber böcekleri üstünde değil de, kelebekler üstünde denediniz?”
“Kelebeklerin uçuş menzili çok daha kısaydı.”
Sadece o kadar mı?”
“Kelebekler daha şiirseldiler…”
“Uçuçböcekleri de şiirsel, ama siz onlarla değil, sadece kelebeklerle ve özel olarak da gece kelebekleriyle ilgilendiniz…
“Neyi değiştirir ki bu?.
“Çok şeyi. Sizin yönteminizle gece kelebekleri iki bin kilometreyi ancak altı günde uçabilir
“Tutun ki öyle…
“Ve gece kelebekleri sadece yedi yahut sekiz gün yaşarlar…
“N e olmuş yani?”
“Olanı şu… Uyuşturucu kaçakçılığında kullanılan kelebekler, gidecekleri yere vardıklarında yaşamları da sona ereceği için hem kolay toplanacak, hem de hiçbir aygıt denetimine girmeyeceklerinden suç kanıtı olmayacaklar… Siz aslında bilimsel bir aşama yapma iddiasıyla, böcek radarlarını atlatacak bir yöntem geliştirmek istediniz sayın bayan…
Küçük lazer dopingleriyle gece kelebeklerini iki bin kilometreye uçurmayı başarmış olan hanım, bu sert suçlamalar karşısında tartışmayı uzatmadı.
“Ben bir bilim insanıyım, sizin gibi bilim düşmanlarıyla tartışma düzeyine inemem. Siz yakın galaksiler arası gezilerden dönenleri de kim bilir hangi karalamalarla suçlayacaksınız… İnsanlık gerçek özgürlüğüne sizlerden kurtulduğu zaman kavuşacak,” dedi…
Konu dünya kamuoyunda oylamaya sunuldu. Oylamadan önceki tartışmalarda kadının özellikle gece kelebekleri üstünde çalışmış olması ve bu kelebeklerin de yedi-sekiz günden fazla yaşayamaması, bir hayli kuşkulu bulundu. Bilimciler de dünya kamuoyunun eğilimini dikkate alarak şöyle bir öneri getirdiler:
“Gece kelebeklerinin iki bin kilometre bir uzaklığa uçmasını sağlayan buluş ilginçtir. Ancak bunun şimdilik bazı sakıncaları olabileceği de düşünülmektedir. O nedenle buluşun, sahibi adına kayda geçirildikten sonra, iki yıl için uygulama dışı bırakılması ve yok sayılması daha uygun olacaktır…
Öneri dünya kamuoyunun çoğunluğunca kabul edildi. Buluşun sahibi hanım ise gözyaşlarını tutamayarak ekranlardan ayrıldı…
Hanımdan yana olanlar, gece kelebekleri biçiminde elektronik uçurtmalar uçurarak, kararı protesto eden bir gösteri yaptılar…
Yetmiş yedi yaşındaki babam, kadından yana çıktı. Çocuklar ise karardan yana çıktılar. Babam onları gericilik ve bağnazlıkla suçladı. Çocuklar da dedelerinin her zaman olduğu gibi, yine eksantiriklikten kendini alamadığını ileri sürdüler…
BİR BAŞKA KENT OLDU İSTANBUL
Efsaneler dönemi de hesaba katılırsa, yedi bin yıllık. İstanbul kenti, 2027 yılında da, tarihinin yine ilginç bölümlerinden birini yaşıyor.
Bir yanda çağın getirdiği her türlü yeniliğe uyum sağlayarak, yaşamı ta iliğine kemiğine kadar değerlendire değerlendire yaşayanlar; bir yanda bu uyumu bir türlü sağlayamadıkları için yaşamasını beceremeyenler… Yani Fatih’ten bu yana, su altından usul usul yürüyüp gelmiş olan bir kültür çatlaması, tüm boyutlarıyla ortaya çıkmış durumda… Şu farkla ki, teknolojiyle bütünleşemeyenlerin, daha önceki çağlarda olduğu gibi toplumsal gelişmeyi köstekleyip tıkayabilecek bir etkinlikleri yok. Üstelik her yeni yetişen kuşakla, biraz daha eriyip azalmaktalar… Ne kimse onların özel dünyalarındaki özgürlüğe karışıyor ne de kimse için onların yaşam yorumlarını benimseme zorunluluğu var… Ordinatörlü bir eğitim düzeniyle, bir yaratma ve çok üst düzeylerde bir geçinme düzenini kabul etmedikleri oranlarda, gezilere çıkamıyor, helikopter sahibi olamıyor, ultra modern eğlenme ve dinlenme olanaklarından yararlanamıyor, kısacası dünyayı gerektiği gibi kucaklayamıyorlar.
Boğaz’ın üstündeki üç köprüyle, denizin altından geçen metrolu iki büyük tüp tünel, günlük yaşam içinde kıtalardan kıtalara akışı bir hayli kolaylaştırdı…
Eski bağnazlıkların öcü çıkarılıyormuşçasına, İstanbul sadece geçmiş çağların en görkemli aynasını oluşturan bir kent değil, aynı zamanda alanlar, anıtlar ve plajlar kenti…
Konuşulmayan dil yok gibi İstanbul’da… Eski alışkanlıklarıyla yaşayıp giden bölgelerde dahi hırslı bir İngilizce öğrenme seferberliği var…
Benim çocukluğumda her önemli günde çelenk konulan Taksim’deki bağımsızlık anıtı, 2000’lerin hemen başında, alanın genişletilerek modern mimarinin görkemli yapılarıyla çerçevelenmesinden sonra, o kadar ufak durmaya başladı ki, onu, devrim müzesine kaldırıp Yerine metal bölümlerinde değişik ışınların oyuncaklaştığı, elli metrelik bir uygarlık anıtı diktiler…
O sıralarda Justinyanos’un mezarı da, Teodora’nınkiyle birlikte Ayasofya’nın içinde bulundu…
Galata Köprüsü hemen hemen yine aynı… Trafik yoğunluğu Haliç’in altından geçen metrolarla tüp yollara çekildiğinden, köprü, ilk kuruluşundaki yaya/tablelar keyfinin güzelliğini yaşıyor yeniden…
Sadece dört köşesinde dört ışıklı anıt yükseliyor… Anıtın biri, köprünün ilk projesini çizmiş olan Leonardo da Vincinin anıtı. Öteki, kenti Bizans’tan alan sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa’nın anıtı. Üçüncüsü, bağımsızlık savaşından sonra kente ilk giren komutan Refet Paşa’nın anıtı, dördüncüsü de Yahya Kemal’in anıtı…
Dünyayı saran şarkılardan birçoğunun güftesi, bizim eski ozanların şiiri…
Yeryüzü müzikçileri arasında bizim ozanların şiirlerini bestelemek modası aldı yürüdü… Bizim müzikçiler de son yıllarda Eskimo şiirlerini besteliyorlar… Buzullar yalnızlığının elektronik çınlamalarla anlatımı, 2027’lerin pop müziğinde bir doruk sayılıyor…
Birkaç ay önce Chicago’daki gökdelenlerin helikopter alanlarında “Bitmemiş Senfoni” çalındı. Orkestradaki enstrümanların her grubu ayrı bir alana yerleştirilmişti. Orkestra şefi ise lazer ışınlarından oluşturulmuş bagetiyle, özel olarak atılmış yapay bir uydudan yönetiyordu orkestrayı.“
İstanbul’da henüz böyle konserler verilemiyor. Daha doğrusu, göksel konserler İstanbul’un arkaik atmosferine uymuyor.
Buna karşılık, Sarayburnu’ndaki altmış metrelik Nefi anıtının arkasında. Topkapı Sarayı’na doğru tırmanan yeşil terasta, beş yüz kişilik bir orkestra ve bin kişilik bir koroyla Itri Dedenin besteleri çalınıyor…
Allı pullu turist gemileri, İstanbul’ a gelişleriyle gidişlerini, denizlerden bambaşka duyulan bu konserlere denk düşürmeye çalışıyorlar…
Sade İstanbul değil tüm kıyılar, yirmi kilometrelik büyük limanlar yanında, mıncık mıncık yat limanlarıyla dolu…
2000’lerden sonra öylesine bir deniz düşkünlüğü başladı ki bizim toplumda, hani neredeyse nüfusun yarısı denizlere taşındı… Hele kadınlar, kendilerini bir acayip vurdular denizciliğe… Frikya dönemindeki kadın amiraller dönemi sanki geri gelmiş gibi…
Geçmişin karanlıklarında kalmış üç büyük yaşam eksikliğinin, doya doya acısı çıkarılıyormuş gibi; denizin, aşkın ve şen şarkıların…
Eski alışkanlıklarını bir türlü değiştiremeyenler, bu yeni yaşam üslubunu da bir türlü içlerine sindiremiyorlar. Ve deniz sevgisini kendi argolarında aşağılayıcı bir küfür olarak kullanıyorlar:
“Ulan buraya bak, deniz kıyısı çocuğu,” gibi…
“Tohumu denizde atılmış bilmem ne veren,” gibi…
“Teknede teknelenen kaltağın tıngırtı bezi yosundan olur,” gibi.
Birden üreyen denizli küfürlerin yanında domuzlu küfürler de çoğaldı…
“Ulan, senin yedi sülaleni yetmiş bin yaban domuzu şeyetsin, “ gibi…
“Domuz derisinden çeyiz, domuz gerisinden sakız olmaz,” gibi…
“Yüz domuzla zina etmiş orospu dölü,” gibi…
Buna karşılık geçen yüzyılların “Devlet malı deniz, yemeyen domuz tekerlemesi unutulmuş görünüyor. “Gâvurdan dost, domuzdan post olmaz” deyimi ise hala yürürlükte…
Kâğıt helvacılar, simitçiler, şerbetçiler, kestane kebapçılar, binbir gece masallarının görüntüsüne büründüler… Ayrıca kimi saz.. kimi gitar çalıyor.. Kimi türkü söylüyor, kimi de arya…
Babam pek cümbüşlü buluyor bugünkü İstanbul’u… Ve bazen Boğaz köprüleriyle alanların ışıklı anıtlarına bakarken gözleri buğulanıyor… Sanırım azıcık dedem geçiyor aklından, “Keşke o da bugünleri görseydi,” özlemiyle…
YUMURTA ÇOCUKLAR VE ÖLÜ SEVİCİLİK
İnsanlar hangi aşamaya gelirlerse gelsinler, kendi duygusal yapılarından kolay kolay kurtulamıyorlar. Kıskançlıklar, hasetler, kırgınlıklar, kızgınlıklar, böbürlenmeler, hava atmalar yine sürüp gidiyor… Sadece sürtüşme ve dalaşmaların alanları değişti… Benim çocukluğumda insanlar birbirlerini daha çok namussuzluk, kafasızlık ve yeteneksizlikle suçlarlardı; şimdilerde ise zamanı ve mekânı iyi kullanamamak ve yaşamın tadını çıkarmakta karavana atmakla suçluyorlar:
“Kelek, kalkmış Tibet çiçeğinin açılışını görmek için Tibet’e gitmiş. Oysa seraların hepsi o çiçekle dolu… Madem ilginç bir şeyler görmek istiyorsun, hiç değilse Hint Okyanusundaki deniz dibi volkanlarını gidip gör. Ben geçenlerde yeniden gittim görmeye. Volkanların içine saydam asansörIer yapmışlar. On milyon yıllık lavların taşıp açtığı oyuklarla mağaralar, aklın hayalin alamayacağı bir güzellikle dehşette… Okyanusun dibindeki kraterlerden gidilen bir bilinmez suskun âlem… Mağaralar mağaralara, mağaralar da toprak altı gölleriyle nehirlerine açılıyor… Radyumlu suların ürkütücü yakamozlarında hem balık, hem kuş olan, salkım saçak kuyruklu, geniş kanatlı, yeşil gagalı rengârenk hayvanlar Yüzüp uçuyor ve hep bir ağızdan kahkahalar atıyor… Hiçbir telsiz dalgasının erişemediği bu yerlerde, dinlenme otelleri yapacaklarmış. Yaşam dağdağasının dışına çıkmak isteyenlerin gitmesi için… Böylesine yeni keşfedilmiş bambaşka bir dünya dururken, kadı ninemden kalma Tibet çiçeğini görmek için Tibet’e gider mi insan? Nato mermer, nato kafa işte…
Bana sorarsanız psikopatlık da büsbütün azıttı… Geçen yüzyılda eşcinsellik dalgaları bir hayli hızlanmıştı. 2027’lerde eşcinsellik sapık ilişkilerden sayılmıyor artık. Hayvan sevicilik, yontu sevicilik de öyle… Günümüzde en başkaldıran sapıklık, ölü sevicilik… Sık sık genç kadınlarla genç erkeklerin ya cenazeleri çalınıyor ya mezarları açılıyor… Özel olarak yumuşak mumyalanmış ölülerle birlikte yaşamaya kalkanlar bile var… Ajanslar bu tür haberlerle dolup taşıyor…
Neyse ki bu yeni cinnet bize bulaşmadı. Buna karşılık uyuşturucu tiryakiliği geçen yüzyıldaki sigaranın yerini almada… Hafif uyuşturucu artık yasal sayılıyor ama eroin, kokain, morfin ve eter bin başlı bir bela ejderhası… Kaçakçılık çeteleri eskisi gibi büyük kazançlar da sağlamıyorlar bundan, sadece güçlü bir şantaj yaptırımcılığını ellerinde tutuyorlar…
Evlenmelerle boşanmalar, çok yerde kamu denetiminin dışına alındı. Elektronik genel kayıt merkezine sabahleyin evlendiklerini kaydettirenler, akşama boşandıklarını da haber verebiliyor ve ertesi sabah, canları çekerse yeniden evlenebiliyorlar. Doğum yapmak isteyen kadınlar ise sorgusuz sualsiz en üstün itibarı görmekte… Nasıl olsa bebeklerle çocukların bakımı artık hiç kimseye yük değil.
Ayrıca anne rahmi dışında da özel tüpler içinde seri halinde insan üretilebiliyor. İnsanın memeli hayvanlar familyasından sayılmasının sonu geldi gibi… Yumurtalardan çıkan civciv örneği, otuz yıldır insan yavrusu da, bir çeşit yapay yumurtalardan çıkabilmekte…
Bizde yumurta çocukları var ama sayıları çok değil. Özellikle uzay adamı olarak yetiştiriliyor onlar ve yumurta çocuğu oldukları saklı tutuluyor. İş o hale geldi ki, kadınlarla erkeklerden alınan overlerle spermalar, onların ölümlerinden sonra dahi taze tutulabiliyor ve çocuk üretiminde kullanılabiliyor… Böylece on yıl önce ölmüş bir kadınla beş yıl önce ölmüş bir erkeğin, yeni doğmuş bir bebeği olabiliyor.
Bu yöntemle elde edilen çocuklar kendilerine aile aracılığıyla bulaşacak birtakım eski koşullanmaların dışında büyüyorlar. Ve beyinsel açıdan çok daha verimli olabiliyorlar.
Bu nedenle de eski törelere bağlılıklarını sürdüren kıyı mahallelerde, yaşlıların öğütlerine fazla kulak asmayan gençler, “yumurta çocuğu” olarak nitelendiriliyor.
Yapılan deneylerde, gerçek yumurta çocuklarının, birbirleriyle, normal doğmuş insanlarda rastlanmayacak ölçüde iyi anlaştıkları saptandı. Ne kişilik yarışması oluyor aralarında, ne cinsel uyumsuzluk ne de bağnazlık…
Uzmanlar, antropolojik yaklaşımlarla açıklıyorlar bu uyumu…
Yedi milyon yıl önce ilk insan, dört ayak yürümekten vazgeçip iki ayağı üstüne kalktığı zaman, doğayla tersliğe düşmüş. Ayağa kalkan dişilerin de üretim organları yukarı çekilip daraldığından, yüz binlerce yıl boyunca ölüp gitmişler doğum yaparken… Ve sonra ayağa kalkan dişlerlin doğurma süresinde yavaş yavaş bir kısalma olmuş. Örneğin daha önceleri bir yıl olan gebelik on bir aya; on bir ay, on aya; on ay, dokuz aya inmiş. Yani dişiler, bir savunma refleksiyle, erken doğuma yönelmişler. Ancak vaktinden erken doğan bebekler, doğar doğmaz yürüyüp, koşup kendi kendilerini yetiştirme olanağından yoksun kaldıkları için, çaresiz anneleri, daha çok sahip çıkmaya ve bakmaya başlamış onlara… Ne var ki, erken doğum yapan dişinin, güçsüz doğan bebeğine bakma zorunluluğu, bu kez de dişinin avlanmaya gitmesini engellemiş. Ve dişi bir erkeğe muhtaç olmuş… Erkeği kendine bağlı tutup karnını doyurabilmek için de, başlamış kendini her an sevişmeye hazır tutmaya… O yüzden de yılın her gününde sevişmeye hazır olan tek dişi, insanın dişisi… Ancak doğayla çatışma sonunda binlerce yıl sürmüş olan bu değişim, kadın-erkek ilişkilerinde bazı tatsızlıklar yaratmış. Erkek, canını tehlikeye atarak beslenmesini yüklendiği bebeğin kendinden olup olmadığı kuşkularına düşerek huysuzlanır olmuş. Dişi, huysuzluğu yatıştırmak için çeşit çeşit oyunbazlıklar edinmiş. Ve gürültülü patırtılı, yalanlı dolanlı karmaşık bir ilişki ortamında yetişen bebekler de, ister istemez, ruhsal açıdan iyice çarpılmışlar.
“Yumurta çocukların bir açıdan doğaya doğru yeniden dönüş sayılıyor. Onların ruhsal dengesini sakatlayacak ne anne, ne baba, ne de ailelerine ait bir anı var kendilerinde… Uzay kadar doğal hepsi… Birbirleriyle olağanüstü anlaşmalarının nedeni de bu…
Yine uzmanlar, geleceğe dönük hiç tadılmamış mutlulukların ilk çekirdeği olarak görüyorlar onları…
Bu tartışmalarla yorumlar bizde de bollaştı… Bollaştı ama yine de kadınların en çok doğurduğu toplumlardan biri bizimki…
Karnında dokuz ay on gün taşıdığı bebeğini kucağında tutup emzirmek tutkusunun vazgeçilmezliğinden kendini koparamıyor bizim küçük anneler… Babalar da öyle…
Onun için yumurta çocuk yöntemi çok rağbet görmüyor bizde…
Sadece karıkoca kavgalarında sık sık bir tehdit aracı oluyor, hepsi o kadar, Erkeğe kızan kadın başlıyor bağırmaya:
“Nah eşek kafam, keşke senden çocuk yapacağıma gidip bir yumurta çocuk yapsaydım… Ama vallahi koydum aklıma, yenisini öyle yapacağım. Erkek de, “Keşke,” diyor, “anan da öyle düşünseydi de, senin gibi bir cadaIozla evleneceğime bir laboratuar hurmasıyla evlenseydim.”
İstanbul, yedi bin yıllık kent… Yılsayaçlar 2027’yi göstermekte… Elli yaşındayım… ‘Yapılan ortalama hesaplara göre, daha seksen yıl yaşayacağım galiba… Ve kim bilir daha neler göreceğim…
Marmara’yla Boğaz da öyle… Üstelik onlar 3027’yi de, 4027’yi de, 10027’yi de, 20027’yi de görüp gidecekler. Tıpkı yirmi bin yıl öncesini, on bin yıl öncesini, dört bin, üç bin yıl öncesini gördükleri gibi…
Bir nükleer patlamayla dünyanın yok olması? ..
Haydi efendim… Dünya daha elli milyar yıl devam edecek… Ve sonra o da bitecek. Ancak üstünde üremişleri başka gezegenlere gönderip oralarda üremelerini sağladıktan milyarlarca yıl sonra…
Not: Bu dizide öngörülmüş gelişmelerin önemli bir bölümü elbette 2027 yılında gerçekleşmeyecek… Ama gerçekleşmeleri 3027’ye de kesinlikle kalmayacak…
Bir yazarın düşleri, aşsa aşsa ancak yarım yaşamlık minik bir geleceği aşabiliyor. Bin yıllık bir geleceğin ise kim bilir ne kadar gerisinde kalıyor… Fiziksel yaşamın bücürlüğü bir yana, düş boyutlarında uzanabildiğimiz zaman parçası dahi, sonsuza oranla, bir yıldız tozu bile olamıyor. Hiçliğin hiçlikle çarpısından çıkan acıklı bir cücelik…
Buna karşılık geçen yüzyılların “Devlet malı deniz, yemeyen domuz tekerlemesi unutulmuş görünüyor. “Gâvurdan dost, domuzdan post olmaz” deyimi ise hala yürürlükte…
Kâğıt helvacılar, simitçiler, şerbetçiler, kestane kebapçılar, binbir gece masallarının görüntüsüne büründüler… Ayrıca kimi saz.. kimi gitar çalıyor.. Kimi türkü söylüyor, kimi de arya…
Babam pek cümbüşlü buluyor bugünkü İstanbul’u… Ve bazen Boğaz köprüleriyle alanların ışıklı anıtlarına bakarken gözleri buğulanıyor… Sanırım azıcık dedem geçiyor aklından, “Keşke o da bugünleri görseydi,” özlemiyle…