Anarşizmin Temel Kavramları ve Toplum
Zeitgeist / Denemeler | canakci | Nisan 20, 2015 at 2:58 pmAnarşist düşünceyi oluşturan otorite, dogmatizm, federalizm, eşitlik, adalet ve özyönetim gibi temel kavramları birbirinden ayrı ayrı ele alarak açıklamaya çalışmak, şüphesiz oldukça zor bir uğraştır. Böyle bir çabanın zorluğunun ilk nedeni, anarşist düşüncede, bu kavramların birbirleri ile bir diğeri olmadan açıklanamayacak derecede karşılıklı bağımlılık içinde olmasıdır. Bu nedenden ötürü, temel kavram olan “özgürlük’ kavramı etrafından ele alınmış bütün diğer kavramlar, sonuçta bizi bu ilk kavramın tekrarlanması noktasına geri götürebilmektedir.
Özgürlük kavramı, İnsanın gelişimi ya da Bakunin’in deyimi ile “insanın insanileşmesi” ile gerçekleştirilebilecek bir amaç olarak anarşist düşüncenin merkezinde bulunur: bu tanımlanışıyla özgürlük kavramı, evrim kavramıyla sıkı bir ilişki içindedir.
Özgürlük kavramının hemen ardından gelen kavram ise, bu özgürlüğün toplumu oluşturan bütün bireyleri kapsayacak genişliğe ulaşması için gereken, eşitlik ve adalet kavramlarıdır. Anarşizmin amacını özetleyen bu belirttiğimiz kavramların zıtları da anarşist düşüncede oldukça önemli bir yer tutarlar: Özgürlüğün engelleyicisi olarak baskı, baskının kaynağı olarak otorite, otoritenin düşünsel boyutunun ifadesi olan dogma, otoritenin ekonomik gücünün kaynağı olan mülkiyet. Son olarak anarşizmin önemli diğer kavramı; inşa edilmesi amaçlanan özgür bireylerden oluşmuş toplumun bir daha “efendiler”in eline geçmesini engelleyecek tek araç olarak: görülen federalizmdir.
Anarşist düşünürler, fikirlerini açıklarken sürekli olarak ideallerinin temeline özgürlüğü yerleştirir ve bu ideali gerçekleştirmek üzere gereken diğer kavramları, bu merkez kavrama eklemlemeye başlarlar. Özgürlük kavramı bu silsile içinde zorunlu olarak eşitlik, adalet, anti-doktrinizm ve anti-otoriterizm gibi bir dizi kavramı bünyesinde toplar. Birçok araştırmacının anarşizmi incelerken otorite ya da daha basit bir kavrayışla devlet karşıtlığını anarşist düşüncenin ana özelliği olarak göstermeleri, bir ters okumanın işareti olarak algılanmalıdır.
Anarşist düşüncede, “geleceğin toplumu nasıl bir toplum olmalıdır” sorusuna verilen ilk cevap “özgürlük” olmuştur. Anarşistlerin özgürlük kavramına verdikleri bu büyük rağmen, yine anarşistler tarafından, kavramın açık bir tanımlaması hiçbir zaman yapılamamıştır.
Bakunin’in aşağıda verdiğimiz sözleri, aslında bütün anarşist düşünürlerin özgürlük kavramına yaklaşımlarının bir özeti niteliğindedir. “Ben özgürlük derken kelimenin gerçek anlamını hak eden tek özgürlüğü kastederim; herkesin gizli bir yetenek biçiminde sahip olduğu her türlü maddi, entelektüel ve ahlaki gücün tam gelişmesiyle ortaya çıkan, bizim kendi doğa yasalarımız tarafından çizilmiş olanlardan başka sınırlama tanımayan özgürlüğü”.
Yukarıda verdiğimiz sözler bize, anarşistlerin özgürlük kavramına yaklaşımlarının üç ana noktasını vermektedir: Özgürlüğün insan türünün bir özelliği olduğu, bu nedenle sadece doğa tarafından sınırlandırılabileceği; insanın “gelişmesiyle” birlikte özgürlüğün de geliştiği ve özgürlüğün bölünemez olduğu.
Özgürlüğün insan türünün içgüdüsel bir özelliği olduğu yaklaşımı, anarşistlerin bu kavramı, sosyolojik bir içerikten çok antropolojik bir içerikte ele alıyor göstermektedir; ancak insanın gelişimi ile birlikte özgürlüğün de gelişeceği tezi, bizi özgürlüğün doğuştan insanda nüve halinde var olduğu ve bunun gerçekleşmesinin toplumsal yaşam yolu ile gerçekleştirilebileceği noktasına götürür. Bakunin’in özgürlüğü içgüdüsel bir nüveye dayandırarak tanımlaması, büyük oranda özgürlüğün vazgeçilmezliğine vurgu yapmak için kullandığı bir söylem tarzı olsa gerek. Çünkü aynı Bakunin, ileride açıklayacağımız gibi, özgürlüğün ancak toplumsal bir devrimle gerçekleştirilebileceğini en hararetle savunan anarşist düşünürdür. Ayrıca Bakunin’in bireysel ve toplumsal özgürlüğü ayrılamaz olarak nitelemesi, kavramı sosyal bir kavram olarak ele aldığını göstermektedir.
Ancak özgürlük konusunda Rudolf Rocker’in yaklaşımı, bizi oldukça net bir noktaya ulaştırabilecek bir niteliktedir: Özgürlük, sürekli olarak genişleme ve türlü türlü yollarla daha geniş çevreleri etkileme eğiliminde olduğundan, kesin bir kavram değil, yalnızca göreceli bir kavramdır. Anarşistler için, özgürlük soyut felsefi bir tanım değil, her insanın kendisine doğa tarafından bağışlanan tüm güçleri, kapasite ve yetenekleri tam olarak gerçekleştirebilmelerinin ve toplumsal birer değere çevirebilmelerinin hayati maddi imkânıdır.
Rocker’in belirttiği gibi anarşistler, özgürlüğün, insanın ve toplumların gelişimine bağlı olarak bütün diğer kavramlar gibi değişim içinde olduğunu savunmaktadırlar. Ancak bütün bu değişebilirliğine karşı anarşistlerin özgürlüğü basit, ama etkili bir biçimde tanımladıkları görülmektedir: Özgürlük, bireyin gelişiminin dıştan gelen bir baskı ile engellenmemesidir.
Anarşistlerin özgürlüğü bireyden hareketle tanımlamaya çalışmalarının asıl nedeni, “genel” denilen şeyin anarşistler için sadece bir soyutlama olmasıdır; yönetenlerin bir aracı olan bu tarz soyutlamalar, bireysel veya gerçek olan her şeyin, aslında olmayan bir “genel” için inkârının bir aracından başka bir şey değildir. Bu nedenle özgürlük, bölünemez bir bireysel ve toplumsal hak olarak el alınmalıdır.
Bireysel özgürlük anarşistlerce temel alınmasına karşın, bu özgürlük çift yönlü olarak işleyen bir sürecin temel taşı görevini de yürütür; toplumsal özgürlüğün inşası ve bu özgürlüğün devamlılığının sağlanması. Bakunin bunu şöyle açıklamaktadır: Benim kastettiğim özgürlük, her bireyin tek tek sahip olduğu özgürlüktür; bu özgürlük, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bitmez: aksine o noktada olumlanır ve oradan sonsuzluğa uzanır. Benim kastettiğim özgürlük, herkesin özgürlüğü aracılığıyla her bireyin sınırsız özgürlüğüdür.
Bakunin, özgürlüğün bireysel olduğunu, ancak toplum içinde sağlanabileceğini savunmaktadır. Özgürlüğün var olabilmesi, ancak bireyin içinde yaşadığı toplumun onayı, aynı zamanda o toplumun da özgür olmasıyla mümkündür; işte belki de anarşizmi ütopik kıldığı iddia edilen noktalardan biri de budur. Ancak bu, pür bir özyönetimci yaklaşımdan başka bir şey değildir. Toplumun demografik toplamının belirli bir ahlaki ve kültürel düzeye yükselmiş olması, bireysel özgürlüğün garanti altına alınmasının şartıysa bu önkoşul oldukça güçlü bir toplumsal gelişmişliği gerektirir ki, bu en azından bugün birçok yazar tarafından mümkün görünmemektedir.
Kropotkin’in bu konuda ortaya attığı “sivil toplum örgütleri” yoluyla özgürlüğün gelişebileceği tezi, hem ütopik olmak suçlamasını bir nebze hafifletecek hem de özgürlüğün sosyal yönüne vurguyu arttıracak farklı bir açılım yaratmaktadır.
Kropotkin de Bakunin gibi özgür bir toplumun sosyal bir devrim ile gerçekleştirilebileceğini savunmaktadır. Ancak O, Bakunin’den farklı bir yaklaşım geliştirerek, böyle bir sosyal devrimi beklemeden, anarşist ideallerin sosyal yaşam içinde otonom örgütlenmeler yolu ile gerçekleştirilebileceğini de savunmaktadır. Kropotkin’e göre bu örgütler, sivil toplum örgütleridir. Sivil toplum örgütleri yerine “hükümet dışı örgütlenmeler” terimi Kropotkin’in yaklaşımını daha iyi açıklamaktadır. O’na göre bu kuruluşların en temel özelliği, hükümet dışı olmaları ve gönüllülük esasına göre kurulmuş olmalarıdır. Kropotkin, aynı örgütlerin insanda doğal olarak varolan dayanışma duygusunun bir kanıtı olarak da savunmakta ve yaygınlaştırılmasını önermektedir.
Kropotkin’in, Bakunin gibi, insan toplumlarının insani gelişme yolunda gittikçe özgürleştikleri ve insanlığın genel bir evrim süreci içinde olduğu fikrini savunmaktadır. O’na göre insan toplumlarının özgürleşmesi, bu toplumları oluşturan çeşitli grupların otonom örgütlenmelerini gerçekleştirmeleri ile mümkün olacaktır. Aslında Kropotkin’in bu tezi, Proudhon’dan beri hemen tüm anarşistlerce savunulan “toplumun mümkün olduğunca bağımsız komünler yoluyla örgütlenmesi” fikrinin bir tekrarıdır.
Anarşistlerin özgürlüğün sağlanması yönündeki temel yaklaşımı şu şekilde özetlenebilir: Özgürlük, insanın kendisini geliştirip her alanda daha üstün bir düzeye yükselmesi için, insanın bu evrimsel ilerleyişini engelleyecek her türlü kurumun ve aracın ortadan kaldırılması ve insanlara kendilerini geliştirmeleri için gereken hayati ihtiyaçlarının karşılanması ve boş zamanın yaratılmasıdır.
Bakunin, anarşist düşüncedeki özgürlükle eşitlik ve adalet kavramları arasındaki zorunlu ilişkiyi şu sözlerle açıklamaktaydı: Bir tek kişinin özgürlüğü ancak herkesin eşit olmasıyla elde edilebilir. Özgürlüğün hem ilkesel hem de olgusal olarak, eşitlik aracılığıyla gerçekleşmesi adalettir.
Anarşist düşünürlere göre özgürlük, ancak ve ancak adalet yolu ile gerçekleştirilebilir. Bireysel olarak ele alınabilecek özgürlüğün bütün topluma yayılması, ancak bütün toplum üyelerinin benzer şartlara sahip olması ile gerçekleştirilebilir ki bu, güçlü bir toplumsal adaleti zorunlu kılar.
Anarşizmin ortaya çıktığı dönemdeki belirgin toplumsal adaletsizlik, anarşist düşünürlerin bunu basit, ama etkili bir tepside ideolojilerinin ayrılmaz kriterlerinden biri haline getirmelerine neden olmuştur: toplumsal adalet olmadan bireysel özgürlük olamaz. Toplumsal adaletin en önemli fonksiyonu, insanların birbirlerinin özgürlüğünü engelleyecek biçimde mücadeleye girmelerini gerektirecek bir toplumsal düzene izin vermemesi, yani bütün toplumun eşit koşullara sahip olmasını sağlamasıdır.
Anarşistlerin bu temel yaklaşımları, onları genel sosyalist akım içinde değerlendirmemizin en önemli nedenlerinden biridir. Çünkü özgürlüğü ve adaleti amaçlayan birçok akımdan farklı olarak anarşist hareket, özgürlüğün gerçekleşmesinin toplumsal adaletin sağlanması yoluyla toplumsal adaletin sağlanmasının ise toplumda varolan bütün ayrıcalıkların ortadan kaldırılması ya da başka bir ifadeyle sınıfsız bir topluma geçilmesiyle mümkün olacağını savunmaktadırlar. Bu nedenle toplumsal adalet kavramına eşlik eden kavramsa şüphesiz “eşitlik”tir. Ancak anarşistler bu eşitliğin “herkese emeğine göre” ilkesine göre oluşturulabileceğine karşı çıkmaktadırlar. Kropotkin’e göre, her şeyin sanayi içinde bir ağ gibi birbirine girdiği, her üretim dalının öteki üretim dallanın yardımına gereksendiği günümüz koşullarında, herkesin payını çıkarmak, hesaplamak olacak şey değildir. Eşitliğin sağlanması için, anarşistlerin önerisi herkese ihtiyacı olanı sağlamaktır. Eşitlik, ancak insanlar arasındaki doğumla veya sonradan kazanılan bütün ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilecektir.
Eşitlik kavramı, anarşizmde, özgürlüğün sağlanması için zorunlu olarak gerçekleşmesi gereken bir şart olarak ele alınmaktadır. Anarşist düşünceye göre, insanların özgürlüğünü engelleyen egemenlik ilişkileri belirli bir eşitsizlik durumuna işaret eder, bu nedenle insanların özgür olabilmeleri için öncelikle sosyal, ekonomik ve entelektüel olarak eşit olmaları gerekir. Bu gerekirlikler silsilesi ise mevcut egemenlik ilişkilerine dayalı sistemin yerine, bireyler ve gruplar arası eşitliği temel alan bir sistemin geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bakunin bu konuda şöyle demektedir: Ben ekonomik ve sosyal eşitliğin inanmış bir savunucusuyum; bu eşitlik olmaksızın, yalnız ulusların refahının değil, insanların özgürlüğünün, adalet içinde yaşamasının, saygınlığının ve zenginliğinin de yalandan başka bir şey olamayacağını bilirim.
Görüldüğü üzere anarşist düşüncede eşitlik, bireysel özgürlüğün bir diğer gereğidir. Eşitlik, bireyler arası olmaktan öte bir anlam taşımaktadır; eşitlik, bireylerle birlikte toplumsal gruplar ve uluslar arası bir anlamı içermektedir. Bakunin’e göre, ekonomik ve sosyal açıdan alttakiler ve üsttekiler şeklinde bir ayrımın yapılabileceği toplumlar eşit olmadıkları gibi, bu toplumu oluşturan bireyler özgür de değildirler. Çünkü bir grubun veya sınıfın egemenliği, zorunlu olarak bu gruba dâhil olamayan diğer bireylerin sömürüsünü gerektirir ki, bu ise ancak bu insanların baskı altına alınması ile gerçekleştirilebilir.
Özgürlük için, eşitliğin gerekliliği anarşistlerce bir başka açıdan şöyle savunulmaktadır; insanın entelektüel gelişimini sağlaması için öncelikle maddi yaşam standartlarını geliştirmesi gerekir. Bireyler arası eşitlik sağlanıp, her bireyin yaşaması için gereken maddi koşullar sağlanmadan bireyin entelektüel konulara eğilmesi beklenemez. İnsanın özgürleşmesi ise, ancak kendisini entelektüel, sosyal ve kültürel alanlarda mümkün olan en son noktaya kadar geliştirmesiyle gerçekleşebileceğinden, ilk olarak, bu gelişmeyi engelleyen maddi eksikliklerin giderilmesi gerekmektedir. Ancak anarşistler, salt ekonomik eşitliğin sağlanmasının savunucuları değildirler. Onlara göre ekonomik eşitlik, sadece özgürlüğün bir koşuludur; ancak ekonomik eşitlik direk olarak özgürlük sonucunu vermez. Rocker bunu şu sözleriyle savunmaktadır: Tek başına ekonomik eşitlik toplumsal kurtuluş değildir. Marksizm ve diğer tüm otorite yanlısı Sosyalizm ekollerinin anlamadığı da budur. Hapishanede, manastırda veya kışlada bile, içerideki herkes aynı ikametgâha, aynı yiyeceğe, aynı üniformaya ve aynı görevlere sahip olduğundan kişi oldukça yüksek derecede bir ekonomik eşitlik bulur. Peru’daki antik İnka devleti ve Paraguay’daki Cizvit devleti her sakinine eşit ekonomik standart getirmişti, ama buna rağmen buralarda en rezilinden despotizm hüküm sürüyordu ve insan, yalnızca kendi hayatı üzerinde kendisinin en ufak etkisi olmayan, yüksek bir iradenin otomasyonu haline getirilmişti.
Anarşizmde eşitliğin sağlanmasının aracı, egemen grupların elinden ekonomik, yönetsel ve entelektüel gücün alınarak, topluma yayılması olarak görülmektedir. Anarşistler, bu güçler belirli bir grubun elinde kaldığı sürece özgürlüğün gerçekleşemeyeceğini sık sık vurgularlar.
Belirli grupların elinde toplanan ekonomik ve entelektüel birikim onların gücünün temelini oluşturur; ki bu güç, diğer grupların baskı altında tutulmasını sağlayarak bir kısır döngü oluşturur. Gruplar bu gücü kullanarak birer otoriteye dönüşürler ve insan özgürlüğünün engelleyicisi durumuna gelirler.
İstisnasız bütün anarşistler otoriteye karşı tavır almışlardır. Anarşistlere göre otorite, baskıyı zorunlu kılar ve insanları belirlenmiş kalıplar içinde tuttuğu için gelişimlerini engeller. Bu nedenle anarşist düşüncede otorite kavramına eşlik eden diğer kavram, otoritenin zorunlu kıldığı “kölelik”tir.
Kısaca otorite, sosyal bir yapı içinde kendini gösterir ve kendi araçlarını yaratır. Bu nedenle mücadele ettikleri kapitalist toplumlarda varolan ekonomik sistemden, sosyal tabakaların ilişkilerine kadar bütün toplumsal yapı anarşistler tarafından, otoriter bir anlayışın dizaynı gibi algılanır.
Anarşistler otoriteyi tanımlarken onun sınırlarını belirleyerek yola çıkmışlardır. Otoritenin ayırt edici özelliği, sınırlandırıcı etkisi değildir. Bakunin, bu çerçevede insanların karşısındaki doğal sınırlandırıcıları şöyle ele almıştır: Nedir otorite? Kendini fiziksel ve toplumsal dünyalardaki olguların zorunlu olarak dizilişleri ve art arda gelişlerinde ortaya koyan doğal yasaların kaçınılmaz gücü mü? Gerçekte, bu yasalara karşı çıkmak yalnız yasaklanmış olmakla kalmaz, olanaksızdır da. Onları yanlış anlayabilir ya da bilmeyebiliriz, ama onlara itaatsizlik edemeyiz; çünkü bu yasalar varlığımızın temelini ve zeminini oluşturur; bizi sarıp sarmalar, içimize nüfuz eder, tüm hareketlerimizi, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi düzenler; onlara itaatsizlik ettiğimizi düşündüğümüzde bile yalnızca onların ne kadar kadiri mutlak olduklarını kanıtlarız.
Görüldüğü gibi doğal yasaların sınırlandırmaları otorite kavramı içine dâhil edilmemektedir. Bu yasalar tanındıkça, insanların bu yasalara karşı güçsüzlüğü bir nebze de olsa azalabilir, ancak hiçbir şekilde insan bu doğal sistemin bir parçası olmaktan ileri gelen belirlenmişliklerin dışına çıkamaz. İnsanın biyolojik kökeni onun en temel sınırlandırıcısıdır, ancak bu bir dışarıdan dayatma değil bir varoluş koşulu olduğu için, kölelik olarak nitelendirilemez. Bakunin bunu şöyle açıklamaktadır: Evet bizler, bu [doğal] yasaların mutlak köleleriyiz. Ama böylesi bir kölelikte aşağılama yoktur. Dahası bu, aslında kölelik de sayılmaz. Çünkü kölelik, dışsal bir efendinin, itaatle yükümlü olduğumuz dışımızdaki bir yasa koyucunun varlığını gerektirir.
Oysa bu yasalar bizim dışımızda değildir; içimizdedir, varlığımızı, fiziksel, entelektüel ve ahlaki tüm varlığımızı oluşturur.
Aslında anarşistlerin doğaya ve dolaysız olarak doğal yasalara karşı bu yaklaşımı, dönemlerindeki aşırı pozitivistlere karşı bir ifade olarak da ele alınabilir. Anarşistlerin bu yaklaşımı, “bilmek yönetmek içindir” şeklinde formüle edilmiş ve doğaya hükmedilmesi gereken bir dış varlık olarak bakan anlayışın köklü bir reddedilişinin formülasyonudur. Çok sonraları anarşist hareketin çevreci hareketle çok kolay bir biçimde ilişki kurmasının teorik zemini belki de anarşizmin bu ilk düşünürlerinin fikirlerinde aranmalıdır. İnsanı doğanın rakibi değil parçası olarak ele alan bu anlayış, günümüzde oldukça yaygınlaşmış ve çağdaş kapitalizme karşı en güçlü eleştirilerin temellerinden birini oluşturmuştur.
Bakunin otorite konusunda bir diğer yanlış anlamayı ortadan kaldırmak için şu açıklamayı yapmaktadır: Ben, özel bir alanda uzman olan bir insanın otoritesi önünde, bu otorite bana, yalnızca ve yalnızca kendi aklım tarafından dayatılmışsa, eğilirim. Çünkü bilirim ki, tüm ayrıntıları ve pozitif gelişmeleriyle, insan bilgisinin herhangi büyük bir parçasını kavrama yeteneğim sınırlıdır.
İnsanın bütün bilgilere tek başına sahip olamayacağı fikrinden hareketle savunulan bu otorite türü de anarşistler tarafından oldukça farklı bir biçimde yorumlanmaktadır. Çünkü tek tek bireylerin sınırlılıklarından kaynaklanan uzmanlaşmanın bir sonucu olan bu durum, anarşistlerce kabul edilmesine rağmen, bunun dogmatizm ve entelektüellerin-teknokratların yönetimine yol açabileceğine de sık sık dikkat çekilmiştir.
Otoriter bir yapıyı belirlemenin en basit yöntemi, bu yapının bir dayatma yoluyla gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğidir. Bireysel rıza yerine gücün etkisi ile gerçekleştirilen her uygulama, anarşistlere göre, otoriter ve bu nedenle köleleştirici bir uygulamadır.
Anarşist düşünürler, otoritenin insanlar üzerindeki köleleştirici etkisine dikkat çekmekle beraber, otoritenin olmadığı bir toplumun hangi ilkelere göre oluşturulması gerektiği konusunda tezler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Anarşistlere göre, otoritenin oluşmasını engelleyerek insanların özgürlüğünü güvence altına alabilecek tek sistem toplumun federatif ilkelere göre örgütlenmesidir.
Toplumun federal bir sistem şeklinde örgütlenmesi önerisi, anarşistler arasında oldukça eski bir düşüncedir. Bu düşüncenin eskiliği toplumsal sistemin merkezinin komünler olması fikrinin doğal bir sonucudur. Federatif örgütlenmeyi zorunlu kılan komün örgütlenmesi, ilk olarak Proudhon tarafından “atölyelerin karşılıklı örgütlenmesi’ şeklinde ortaya konmuştur.
Federatif örgütlenmenin en önemli amaçlarından biri, komünlerin ürünlerinin toplum içinde dolaşımın sağlanması yoluyla ekonomik merkeziliğin ortadan kaldırılması, Kropotkin’in ifadesiyle “ekonomik desentralizasyon’un sağlanmasıdır. Bu yolla kapitalist sistemden farklı olarak, ekonomik üretim sonucunda oluşan değerin belirli toplumsal grupların elinde toplanarak, bunun bir güce dönüşmesinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır.
Bu ilkenin ikinci önemli amacı ise, komünlerin ve onları oluşturan bireylerin bağımsızlıklarının sağlanmasıdır. Ekonomik sistemde belirli bir grubun kesin kontrolünün varlığı durumunda, bu grubun bütün sosyal yapıyı da kontrolü altında tutacak güce sahip olabileceği ihtimali oldukça güçlü bir ihtimaldir. Egemen gruplar, ekonomik üretimi ellerinde tutuklan ölçüde, bireyleri de kontrol altında tutabilmektedirler; çünkü yaşamak için ihtiyaç duyulan bütün mal ve hizmetler, günümüzde bölünemez bir sistem tarafından üretilmektedirler.
Federal yapılar, anarşist düşünürler tarafından merkezi Yapıların tam tersi olarak tanımlanmış ve öylece kullanılmıştır, Merkezi yapıların yerine konabilecek toplumsal yöntemi, merkezi yönetimlerin en belirgin özelliği olan Yukarıdan aşağıya doğru ilerleyen işleyişi tam tersi bir biçimde sağlayabilecek olan federatif örgütlenmeleridir. Bu örgütlenme, Bakunin’in sık sık yinelediği gibi, yukarıdan aşağıya bir dayatma ile değil, aşağıdan yukarıya gönüllülük esasına göre oluşturulacaktır. Bakunin’in sıkça kullandığı “aşağı” ve ‘’yukarı” terimleri belirli bir hiyerarşik ilişkiyi işaret etmek yerine basitle karmaşık olanı, özelle genel olanı, coğrafi olarak dar olanla geniş olanı işaret etmektedir.
Var olan dikey yönetsel yapının yerine yatay ilişkilerin konulmasını amaçlayan federatif sistemin tek başına bu hedefi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği ise ayrı bir sorundur. Bu noktada yine aynı soru akla gelmektedir: Bunun tek güvencesi bireylerin tercihleri mi olacaktır? Anarşistlere yöneltilebilecek bu tarz bir soru, anarşizmin temel yasalarından biriyle cevaplanacaktır: Örgütlenmeye dair anarşist yaklaşımın önemli bir parçası da “kendiliğinden düzen teorisi” olarak adlandırabileceğimiz teoridir. Bu teoriye göre ortak bir ihtiyacın bulunması durumunda, bir insan topluluğu, deneme-yanılma, doğaçlama-deneyim yollarıyla mevcut durumdan bir düzen geliştirecektir; bu düzen de, dışarıdan dayatılan herhangi bir otoritenin sağlayabileceği düzenlerden daha uzun ömürlü ve insanların ihtiyaçlarıyla daha yakından ilişkilidir.
Federalizm yoluyla anarşistler, merkezi devletin yerine, erkin tümüyle parçalara ayrılmış ve mümkün olduğunca bireyler ve küçük komünler tarafından ele alınmış olduğu bir sistemi koymayı amaçlarlar. Anarşistler, bu sistemde, yukarıdan aşağıya doğru belirgin bir yönetim hattı veya bunun tersi olan aşağıdan yukarıya bir hat değil, birçok yatay ilişkinin oluşturduğu üst-üste binmiş katmanların ilişkisinin söz konusu edildiği bir yapıyı öngörürler.
Bakunin geleceğin toplumuna ilişkin düşüncelerinde federatif örgütlenme başat yöntemdir, Ona göre yapılması gereken “halkların çıkarları, ihtiyaçları ve doğal tercihleri üzerinde yükselen –bireyin komünlerle, komünlerin bölgelerle, bölgelerin ulusla ve en nihayet ulusun da önce Birleşik Avrupa Devletleriyle, eninde sonunda ise tüm dünyayla özgür federasyonlar oluşturması”dır.
Aslında, federal ilişkiler yoluyla ulaşmak istenilen amaç, oldukça basit bir ilk ilkeye dayanır: Bireyüstü yapıların güçlerinin azaltılması. Bu yolla birey, bir tek gücün mutlak iradesine mahkûm edilmek yerine birçok kısmi güç sahibi yapıyla karşı karşıya kalmakta ve bu durum bireye hareket alanıyla birlikte alternatif çokluğu da sağlamaktadır.
Ancak bu örgütlenmeler, en alttan en üste kadar tamamen gönüllülük ve karşılıklı anlaşmalar yoluyla oluşturulmalı ve anlaşmanın tek taraflı olarak feshi konusunda taraflar tamamen özgür olmalıdırlar. Böyle bir ilişkiler sistemi içinde bireyler ve komünler ilişkileri karşılıklı anlaşmalar yoluyla sağlayacaklarından ve anlaşmaların tek taraflı feshi mümkün olduğundan, birey ya da komün ilişkiden yarar sağlamadığını düşündüğü anda yeni bir ilişki seçeneğini hazır bulacaktır.
Ancak anarşist yazında, böyle bir federatif sistemde, sosyal refahın sağlanmasının hala bir sorun olarak ortada durup durmayacağının net bir cevabı bulunmamaktadır. Soruyu kısaca açmak gerekirse bütün bir federatif yapının global üretiminin dağıtım yöntemi, sadece karşılıklı gönüllü anlaşmalarca belirlendiğinde bu global üretimin sonucu olan kazançta komünlerin inisiyatifinde olacaktır. Bu sürecin sonunda diğerlerine göre daha zengin komünlerle diğerlerine göre daha fakir komünler oluşmayacak mıdır?
Federalizmin anarşistlerce savunulmasının bir diğer nedeniyse, federalizmin birbirinden oldukça farklı kültürel ve sosyal özelliklere sahip grupların tek bir politikaya göre yönetilmesine karşı bir önlem olarak düşünülmesidir.
Anarşistler göre her türlü merkezi yapı bireysel, kültürel ve sosyal farklılıkları yok saymakta ve bu farklılıkları taşıyan birey ve grupların taleplerini göz ardı etmektedir. Bunun engellenmesi ise federatif örgütlenmeler yoluyla birey ve grupların kendi talep ve ihtiyaçları doğrultusunda yaşamalarının sağlanmasıdır.
Anarşistler, örgütsel anlamda otoriterliği federatif örgütlenmeler yoluyla aşmaya çalışırken, bir diğer önemli noktaya daha dikkat çekerler: İnsanlar, sadece yönetsel anlamda değil düşünsel anlamda da köleleştirilmektedir. Bu iki otorite türü birer dogmaya dönüşmekte ve toplumsal sistemde kurumlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Anarşist düşünce her türlü düşünsel baskının aracı olmaları nedeniyle dogmanın reddedilmesi gerektiğini savunur. Toplumların günbegün değişim içinde olduğunu ve toplumlarının geleceklerine ilişkin herhangi bir şablon fikir ortaya atılamayacağını savunan anarşistler için böyle bir uygulama, ancak toplumların ve insanların özgür gelişimlerinin belirli kesimlerce engellenmesi anlamını taşır.
İkinci olarak belirli bir fikrin diğerleri karşısındaki mutlak üstünlüğünü de reddeden anarşistler; dogma, zorunlu olarak bu dogmayı uygulayacak bazı grupları da gerektirir ve bu durumun da egemen grupların oluşmasını sağlayacağını ileri sürerler. Çünkü bir dogmanın varlığı, onun fikirsel güçlülüğünden çok onu savunanların gücünden kaynaklanır. Bu özelliğiyle fikirler birer dini inanca dönüşme eğilimi taşırlar.
Anarşistlerin anti-dogmatik fikirleri, onların bilim ve bilim çevreleriyle ilgili fikirlerinde de belirleyici olmuştur. Anarşistlerin bilim karşısındaki tutumları iki ana başlık altında incelenmelidir. Bu başlıklardan birincisi bilim hakkındaki düşünceler iken, ikincisi bilim adamlarına yaklaşımlardır. Bu şekilde ikili bir tasnif zorunludur. Çünkü anarşistler genel bir kavram olarak, bilime pozitif bir yaklaşım içindeyken, bilim adamlarına yaklaşımları negatif, en iyi düşünceyle nötrdür.
Bilim, anarşist düşüncede oldukça önemsenmiştir; çünkü teorik olara ortaya konulan özgürlük probleminin çözümünde, bilimsel keşif ve buluşların artması yanında, bunların halka açılmasının da etkili olacağı savunmaktadırlar. Anarşistlere göre, doğal ve toplumsal yasalar bir kez bilim tarafından tanınıp oradan da yaygın bir halkçı eğitim ve öğretim sistemi aracılığıyla, herkesin bilincine işlendiğinde özgürlük sorunu tümüyle çözülmüş olacaktır.
Bu açıklama, Bakunin’in halkın cahil olmasının nedenini de açıklamasının belkemiğini oluşturur. Bakunin’e göre bu durumun iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi, hükümetlerin bilimsel bilgileri bilinçli olarak halka açmamaları; ikincisi ise birçok doğal yasanın hala bilim tarafından da keşfedilmemiş olmasıdır.
Anarşistler, bilime karşı pozitif bir yaklaşım sergilemelerine karşın bilim adamlarına karşı kuşkulu bir yaklaşım içindedirler. Bu kuşkulu yaklaşımın temelinde bilim adamlarının topluma karşı ayrı bir elitler grubu tarzında örgütlenmeleri yatmaktadır. Bu durum, birçok yazar tarafından dile getirilen, toplumların bilim adamları tarafından yönetilmesi fikrinin temelini oluşturmaktadır.
Anarşistler bu yönetim şeklinin zararlarını açıklayarak karşı çıkarlar. Bakunin’e göre bilim adamlarından oluşmuş bir iktidarın savunulmasının temel yanlışlığı, bu tarz bir yönetimin sadece topluma karşı değil bilime de karşı olmasıdır. Böyle mutlak egemenliğin sahibi bilimsel bir akademi, en değerli insanlardan oluşturulmuş olsa bile fazla uzun olmayan bir süre sonunda, şaşmaz bir biçimde, hem ahlaki hem de entelektüel açıdan çürümeye mahkûm olur. Bugün bile, kendilerine pek az ayrıcalık tanınmış olduğu halde, bütün akademilerin tarihi bundan ibarettir. En büyük deha bile olsa, bir akademisyen, resmen lisansa bağlanmış bir bilgin haline gelir gelmez, kaçınılmaz olarak aptallaşmaya başlar; kendiliğindenliğini, devrimci cesaretini ve en büyük dehaların karakteristiği olan ve en sarsak dünyaları yıkıp yenisinin temellerini kurmaya davet eden, belalı ve vahşi enerjisini yitirir. Hiç kuşkusuz, düşünce alanında yitirdiklerini kibarlıkta, yararcı ve pratik zeka alanında kazanır; tek kelimeyle çürümüş hale gelir.
Anarşistlerin bu konudaki tavrını özetleyen Bakunin’e göre bilimin tek görevi “yaşamı aydınlatmaktır, onu yönetmek değil”. Bilim, yaşamı aydınlatma görevini, kendi misyonunu yerine getirerek yapabilir. Bu misyon ise; gelip geçici ve gerçek olguların genel ilişkilerinin gözlenmesi yoluyla, fiziki ve toplumsal dünyaya ilişkin olguların gelişimi içinde mevcut genel yasaları saptamaktır. Bilim adamlarının bunun dışında birtakım misyonları yüklenmeleri, insan özgürlüğünü engellemenin bir başka yöntemidir; çünkü insan özgürlüğünün önündeki engel egemenin kim olduğu değil, her ne biçimde olursa olsun egemenliğin olmasıdır.
Bilim adamlarının egemenliğine dayalı bir örgütlenme, egemen olan bilim adamlarının fikirlerinin birer dogmaya dönüşmesine de yol açacaktır. Yanılmazlık payesine kavuşmuş bir çevrenin ileri sürdüğü fikirlerin tartışılması da engelleneceğinden fikir hürriyeti ortadan kalkacak ve dogmatizm egemen olacaktır. Bakunin bu konuda anarşistlerin fikirlerini şöyle özetlemiştir; “Bilimin mutlak otoritesini kabul ediyoruz, ama bilginlerin yanılmazlığını ve evrenselliğini reddediyoruz”.
Bilim adamlarının uyguladıkları yöntemler de insan özgürlüğüne karşı yöntemler olmamalıdır. Bu konuda bilim adamlarını “insanları soyut varlıklara indirgemekle” suçlayan Bakunin, bilim adamlarının toplumsal yapı içindeki yerlerini de tartışmaya açmıştır; “Bilim adamları mevcut örgütlenmeleri içinde, bilimi tekellerine alarak ve böylece toplumsal yaşamın dışında kalarak, bilginler, birçok bakımdan din adamlarınınkine benzer ayrı bir kast oluşturmaktadırlar. Bilimsel soyutlamalar onların Tanrı’sıdır; yaşayan ve gerçek bireyler kurbanları; onlar kutsanmış ve lisanslı kurban edicilerdir.
Anarşistlerin bu noktada önerdikleri, bilimin belirli grupların tekelinden çıkartılarak toplumda yaygınlaştırılmasının sağlanmasıdır. Bu konu üzerinde yoğun bir biçimde duran Bakunin, eğitim ve öğretimin halkçı esaslarla tekrar örgütlenip yaygınlaştırılmasını önerirken, Kropotkin, çözümü bilimin sivil toplum örgütleri yoluyla yaygınlaştırılmasında görmüştür; onun fikrince çalışma saatlerinin düşürülmesi yoluyla yaratılacak boş zamanı insanların istedikleri bilimsel derneklerde çalışmalar yaparak değerlendirmeleri, bilimin topluma yayılmasını sağlayacaktır.
Bilimin belirli grupların tekellerinden çıkartılmasının en önemli sebeplerinden biri, bu grupların insanı incelenecek herhangi bir şey gibi ele alarak, insanın bireyselliğini göz ardı etmesidir. Bakunin’e göre “bilim, bir insanın bireyselliğini kavrama konusunda, bir tavşanınki kadar yeteneksizdir; çünkü ikisine de eşit derecede ilgisizdir”. Bilim adamlarının yapması gereken insanın diğer canlılardan farklı olarak bir kişiliğe sahip olduğunun göz ardı edilmemesidir.
Anarşistlere göre bilim, bütün yararlarına rağmen dogmalaşma ihtimalini de bünyesinde taşımaktadır. Ancak bu bakımdan bilim, dünyadaki dogmaların en geniş ölçeklisi ve kurumlaşmışı olan din ile karşılaştırılmaz. Anarşistler mevcut toplumsal yapı içinde en katı haliyle bir dogma etrafında oluşmuş kurum olarak dini görürler.
Din, toplumsal süreç içinde oluşmuş sosyal bir kurumdur ve diğer bütün sosyal kurumlar gibi dinin de ortaya çıkışı insanın kendi gelişiminin aşamasına işaret eder. Bakunin’e göre, insanın ilkel dönemlerinde ortaya çıkan din, insanın doğaya karşı aczinin bir ürünüdür: Tanrıları, yarı tanrıları, peygamberleri, mesihleri ve azizleri ile tüm dinleri yaratan, henüz tam olarak gelişmemiş ve yeteneklerine tam olarak sahip olamamış insanın saf hayal gücüdür. Sonuç olarak dinsel cennet, cehaleti ve imanı tarafından yüceltilmiş insanın, kendi görüntüsünü içinde büyütüp tersine çevirerek -yani kutsallaştırarak- yeniden keşfettiği bir hayalden başka bir şey değildir. Bundan ötürü, dinin –ya da insan inancında birbirini izlemiş olan tanrıların doğuşu, yükselişi ve çöküşünün- tarihi, yalnızca insanlığın kolektif akıl ve bilincinin gelişme tarihidir.
Anarşistler, dinin doğuşunun doğal bir süreçte gerçekleştiğini ve insan bilincindeki yetersizliğin bir sonucu olduğunu savunmanın yanında, genel evrimci bakış açılarını din bahsine de uygulayarak, genel olarak Tanrı düşüncesinin özel olarak da her dinin toplumların gelişimiyle birlikte değiştiğini ileri sürerler. Bakunin’e göre, “doğanın ve nedenlerin tanınışı yolunda her attığımız adımda, Tanrı düşüncesi yayılır ve yükselir. Bilgimiz ne kadar artarsa, Tanrı da o kadar büyür ve genişler gibi görünür”. İnsanın gelişimiyle birlikte başlangıçtaki kaba dini inançlar incelmeye ve içerik olarak gelişmeye başlarlar; bu gelişimin son noktasında ise tek Tanrı düşüncesi vardır.
Bakunin’e göre genel anlamda ele alındığında tek Tanrı fikri de, tek tek ele alındıklarında bütün dinler de tarihsel süreç içinde değişmiş ve bu değişim esnasında birçok farklı öğeyi de içine almıştır. Bu fikrini Hıristiyanlıkla örneklendiren Bakunin’e göre Hıristiyanlığın ilk başta sahip olduğu Tanrı anlayışıyla bugünkü Tanrı anlayışı arasında pek az benzerlik vardır: Yehova’nın kişisel ve kaba bencilliği, daha az kaba ve gaddar olmayan Roma’nın fetihçiliği ve Doğu ile kurulan ilişkiler içinde maddileşmiş, Yunanlıların metafizik ideal spekülasyonları bir araya gelerek, ruhsalcı Hıristiyan dininin üç tarihsel öğesini oluşturmuşlardır.
Roma fetihçiliği birçok ülkeyi ele geçirerek ulusal ve bölgesel tanrıları yok ederek tek tanrının yaygınlaşmasını sağlaması ilk Hıristiyanlığı da değiştirdi ve tek Tanrı inancının en büyük saiki oldu. “Böylece de, insanlığın, hiç kuşkusuz son derece kaba ve olumsuz bir biçimde, ilk temelleri atıldı”.
Anarşistler, dine bir sosyal kurum olarak yaklaşıp onun tarihsel gelişimini açıklamaya çalışırken, kendileri için önemli olan noktayı da ortaya koyarlar. Din, tarihsel süreç içerisindeki bu değişimini, belirli bir andan itibaren toplumların bağımsız dinamikleriyle gerçekleştirmemiştir; toplumların egemenler ve tahakküm alanda tutulanlar halinde örgütlenmesiyle beraber, din, egemenler tarafından insanları yönetmedeki büyük fonksiyonunun farkına varılarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu ise yönetenlerle din adamlarının ittifakı sonucunu doğurmuştur. Dinin bir egemenlik aracı olarak kullanılmasını kolaylaştıran ise, dinin insanüstü karakteriyle insanları etkilemesidir: Her kim vahiyden söz ederse, o bizzat Tanrı’nın kendisinin esinlediği, elçiler, Mesihler, peygamberler, papazlar ve yasa koyuculardan da söz etmek zorundadır; ve bunlar, bir kez, kutsallığın yeryüzündeki temsilcileri, insanları kurtuluşa giden yolda yönetecek Tanrı tarafından seçilmiş kutsal eğitmenler olarak kabul edildiler mi, zorunlu olarak, hemen mutlak iktidarın uygulayıcısı haline gelirler. Bu andan itibaren, bütün insanlar, onlara sorgusuz sualsiz itaatle yükümlüdürler; çünkü kutsal akıl karşısında insan aklı ve Tanrı adaleti karşısında yeryüzünün adaleti bir hiçtir. Tanrının kölesi olan insan, Kilise ve Devletin de kölesi olmak zorundadır – yeter ki Devlet, Kilise tarafından kutsanmış olsun.
Bu süreç sonucunda din ve devlet, egemenlerin diğer insanları yönetebilmek için kullandıkları en önemli iki araç durumuna gelmiştir. Bakunin, dinle devlet arasındaki birlikteliği şu sözle özetler: “Dinsiz bir devlet olmamıştır ve olamaz”. Bu nedenle zamanında devrimci karaktere sahip olan ve bu özelliklerinden dolayı eski sistemle birlikte o sistemin bir parçası olan dine de karşı çıkan sınıflar iktidarı ele geçirdikleri zaman, dinin iktidar için: kaçınılmaz gerekliliğini anlamış ve bu nedenle dinde kısmi reformlar yaparak ama işlevini aynen koruyarak, dinin yeni savunucuları olmuşlardır. Bakunin’e göre bu sürecin en belirgin örneği, burjuvazinin iktidarı ele geçirme süreciyle iktidarı ele geçirdikten sonraki dine karşı tutumu olmuştur. O’na göre burjuvazi, eski dine karşı olan mücadelesinden zaferle çıktığında kendi dinini de kendisi yarattı; bu yeni din O’nun deyişiyle “Doktriner Deizm”di.
Bakunin, en önemli yapın olan, “Tanrı ve Devlet” adlı çalışmasında kendisine şu temel soruyu sorar ve cevaplamaya çalışır: “Nasıl olur da, zeki ve bilgili bir insan bu sırra inanma ihtiyacı duyabilir?”
Bakunin bu soruya cevabında, dinin insan toplumlarındaki güçlü kurumlaşmasına dikkat çeker: Tanrı’ya duyulan inancın, halk arasında egemen olmasından daha doğal bir şey olamaz –özellikle de şehir proletaryası arasında olduğundan daha yaygın bir şekilde varlığını sürdürdüğü kırsal alanlarda. Maalesef, halk hala son derece cahildir ve hükümetlerin sistematik çabalarıyla cehalet içinde tutulmaya devam edilmektedir. Hükümetler, haklı olarak, bu cehaleti, iktidarlarını sürdürmenin asli koşullarından biri olarak görürler. Tüm enerjilerini günlük çalışmaları sırasında harcayan, kendisine ayıracak vakti olmayan, entelektüel ilişkilerden ve okumak için gereken vakitten, kısacası insanda düşünceyi geliştiren bütün araçlardan mahrum bırakılan halk, genellikle, dinsel inançları eleştirmeden, olduğu gibi kabul eder. Onu, çocukluğundan başlayarak tüm yaşamı boyunca sarıp sarmalayan ve her türden bir yığın resmi zehir saçıcı -papazlar ve diğerleri- tarafından yapay olarak zihnine kazınan bu gelenekler, çoğu zaman, orada, doğal sağduyudan daha güçlü bir tür akli ve ahlaki alışkanlığa dönüştürülür.
Din, bu özellikleriyle mücadele edilmesi gereken kötülüklerin en güçlülerinden biri haline gelmiştir: Din kolektif bir çılgınlıktır ve bireysel bir çılgınlıktan daha güçlü bir çılgınlıktır; çünkü geleneksel bir nitelik taşır ve kökenleri uzak geçmişin içinde yitip gitmiştir. Kolektif çılgınlık olarak, o, halkların özel ve kamusal varlıklarının en derin noktalarına kadar sızmıştır; toplumda cisimleşmiştir.
Bakunin’e göre dini düşüncenin günümüz toplumlarında yaygınlığının en önemli sebebi, yönetenlerin bu yöndeki politikaları yanında toplumun ekonomik örgütlenmesinin bir sonucu olarak insanların içine düştükleri hoşnutsuzluğun bir çıkışı olarak dini görmelerini işaret eder. İnsanlar varolan sistemin hoşnutsuzluklarından kaçış amacıyla dine yönelmektedirler; bu yolla insanlar bu dünyada elde edemedikleri şeyleri, dinin kendilerine sunduğu cennet hayaliyle elde etmeyi amaçlamaktadırlar.
Bakunin, Tanrı’ya inancı, “dünyayı yaşanmaz kılan bütün saçmalıkların kaynağı” olarak nitelendirir. Anarşist düşüncedeki bu yaklaşımın nedeni, dünya yaşamının belirleyicisinin dünya dışındaki bir varlık olduğu fikrinin bu dünyayı değiştirmek için verilecek bir mücadeleyi gereksiz kılmasıdır. Tanrı inancı, beraberinde insanlara sistemli bir kader inancını da dayatır ki, bu da insanları toplumsal adaletsizliklere karşı mücadele etmekten uzaklaştırır. Bu nedenle, anarşist hareketin önündeki birincil hedeflerden birisi kapitalist üretim tarzına karşı sürdürülecek bir mücadeleye eşlik edecek olan dine karşı bir mücadeledir. Çünkü din biçimi ile ne olursa olsun, insanın inkârından başka bir şey değildir: Hıristiyanlık kesinlikle kusursuz bir dindir; çünkü her dinsel sistemin gerçek doğasını ve özünü oluşturan sefilleşme, köleleşme ve kutsalın yararına insanlığın feda edilmesi olgularını, en gelişmiş haliyle sergiler ve cisimleştirir.
Bakunin’e göre dine karşı tutumları açısından dört grup insan vardır. Bunlardan birincisi cahil halk kesimleri, ikincisi egemenler, üçüncüsü burjuva sosyalistleri, dördüncüsü ateistlerdir. Egemenler, inanmasalar bile çıkarlarından dolayı inanmak zorunda olduklarından inanır görünürken burjuva sosyalistleri ise, “Hıristiyan dogmalarını ciddiye almayacak kadar zeki olan, bu dürüst ama çekingen kişiler, inancın detaylarını reddeder, ama tümünü reddetmek için gerekli cesaret, güç ve kararlılığı gösteremezler.
Anarşistlerin din karşısındaki tutumları oldukça nettir: “eğer Tanrı varsa, insan köledir; insan özgür olabilirse ve olmak zorundaysa, o zaman Tanrı yoktur” şeklinde özetlenen bu tutum anarşizmi doğal olarak ateizm noktasına taşır. Liberter sosyalistlerin tamamı ateist olmasına karşın, bazı anarşistler dini inançlarını fikirlerinin temeline koyarlar; buna en güzel örnek Tolstoy’un ortaya attığı, Hıristiyan anarşizmi ya da diğer bir adlandırmayla “dinsel anarşizm”dir.
İnsan özgürlüğünün önündeki en büyük iki engelden biri olarak görülen din, anarşistlere göre, toplumdan tamamen çıkartılmalıdır. Bu amaç gerçekleştiğinde egemenlerin elindeki en önemli köleleştirme araçlarından biri yok edilmiş olacaktır.
Anarşist düşüncedeki Tanrı karşıtlığı, hareketin ortaya çıkışından belirli bir süre sonra düşünceye dahil edilmemiştir. Hareket ortaya çıkışı ile birlikte dine karşı tavrını da belli etmiştir, Anarşistlerin din karşısındaki bu fikirleri ilk olarak Proudhon’un “Ekonomik Çelişkiler” adlı çalışmasında tartışılmaya başlanmıştır: Proudhon “Ekonomik Çelişkiler”i yazarak bütün şimşekleri üstüne çekti; tarzı en az ‘Mülkiyet Hırsızlıktır’ cümlesi kadar skandal yaratıcı olan din karşıtı bir beyanla saygıdeğer insanları şok etti. Tanrı düşüncesini inceledi ve dünyanın halinin, iyiliksever bir Tanrı’nın varlığını teyit etmek şöyle dursun, insanı karşı konulmaz bir şekilde “Tanrı Kötüdür” aforizmasının içerdiği sonuca götürdüğü kanaatine vardı. İnsan, diyordu Proudhon, kendisini evrende insan olmayan her şeyin karşısına koyarak olduğu gibi olur; ama insan olmayan her şey –en azından teologlara göre- Tanrı tarafından yönetilir. Tanrı varsa, o zaman İnsan a karşı olmalıdır ve bildiğimiz tek iyi, insani iyi olduğuna göre, Proudhoncu mantıkta Tanrı kötü olmak zorundadır.
Proudhon’un Tanrı, dolayısıyla din konusundaki fikirleri bu kadarla sınırlı değildir. Proudhon Tanrı’yı sadece kötü olarak nitelendirmez, aynı zamanda Tanrı’yı insanın ezeli rakibi olarak tanımlar. “Sefaletin Felsefesi”nde Tanrı ile ilgili fikirlerini şöyle ortaya koyar: Ben diyorum ki, Tanrı –eğer varsa- hiç de felsefecilerin ve rahiplerin çizdikleri portrelerde göründüğü gibi değil; Tanrı insanın ayırt edici niteliği olan analiz, basiret ve ilerleme yasasına göre düşünmüyor ve hareket etmiyor, tam tersine, ters ve gerici bir yol izliyormuş gibi görünüyor; zeka, özgürlük, kişilik Tanrı’da bizde olduğundan farklı bir şekilde oluşuyor ve doğanın bu özgünlüğü Tanrı’yı esas itibarıyla, uygarlığa karşı, özgürlüğe karşı, insana karşı kılıyor… Biz ona rağmen bilgiye ulaşırız. İleriye doğru her adım Tanrı’yı alt etme yönünde bir zaferdir.
Bu tavırdan hareketle Tanrı var olan tanımı itibariyle bir efendidir ve bu tanım gereği insan özgürlüğünün engelleyicisidir. Sadece bu bile Tanrı düşüncesine karşı anarşistlerin olumsuz tavır takınmalarının sebebi olarak ele alınabilir: Bir efendi, her kim olursa olsun ve kendini ne kadar liberal gösterme arzusu taşırsa taşısın, her zaman efendidir. Onun varlığı, tüm altındakilerin köleliğini zorunlu kılar. Bundan ötürü eğer Tanrı varsa ve insan özgürlüğüne hizmet etmek istiyorsa, bunu, ancak var olmaktan vazgeçerek yapabilir.
Anarşistler, dogmanın en katı hali olarak dini gösterip eleştirdikleri gibi, insan özgürlüğünü engelleyici-otoriter sosyal kurumların en katı hali olarak da devleti gösterirler.
Anarşizm, birçok yazar tarafından yanlış bir biçimde devlet karşıtlığı olarak tanımlanmıştır. Böyle bir yaklaşım bir başka yanlışa sebep olmakta ve fikirsel olarak anarşizmle ilgisi olmayan birçok başka hareket, anarşizm çatısı altında ele alınmaktadır. Devlet karşıtı her hareketi anarşizm içinde değerlendirme yarılışlığı, temel olarak, anarşizmin yanlış tanımlanmasının bir sonucudur.
Anarşistlerin devlete karşı oldukları doğru bir yaklaşımdır, ancak anarşizmin sadece devlet karşıtlığı olduğu aynı derecede yanlıştır. Daha öncede belirttiğimiz gibi, anarşist düşüncenin temelini oluşturan özgürlük kavramı, beraberinde özgürlüğün gerçekleşmemesinin, başka bir deyişle, köleliğin oluşmasının nedenlerinin açıklamasını da gerektirmektedir. Anarşist düşünce, devleti, bu noktada insan özgürlüğünün engellenmesinin araçlarından biri olarak tanımlar: İnsan özgürlüğünü engellemeyi kendi iktidarlarının devamının bir şartı olarak gören egemenlerin biçimlendirdiği devlet, bütün organlarıyla insan özgürlüğünün düşmanıdır.
Bu nedenden dolayı, biçimi ne olursa olsun, devlet belirli grupların egemenliklerinin devamı için biçimlendirdikleri bir araçtır ve bu nedenle insanların kendi tercihleri değil, birer dayatmadırlar. Bakunin, devlet yöneticilerinin bu dayatmalarını maskelemek için kendi ürettikleri bir soyutlamayı kullandıklarını savunur. Bu bir soyutlama olduğundan ötürü, gerçek hiçbir insana işaret etmeyen bir kavramdır: siyasal törenin ya da devlet töresinin ilkesi çok basittir: Üstün amacı oluşturan devletin gücünü çoğaltmaya yarayan her şey iyidir; bu güce karşı olan her şey ise, dünyanın en insani şeyi olsa bile kötüdür.
“Ekmeğin Fethi” adlı çalışmasında, devletin sömürücü ve köleleştirici doğasını açıklamaya çalışan Kropotkin’e göre, modern devlet yarattığı birçok kurumla insanları köleleştirmeyi mümkün hale getirmiştir. O’na göre, insanlara sosyal hayatın her noktasında sürekli devletsiz bir yaşamın mümkün olamayacağı tezi, biz farkında olmadan, empoze edilmektedir. Ve bu süreç devleti düşünsel anlamda karşı konulamaz bir hale getirmekte, aynı zamanda devletin sömürü araçlarının birey tarafından tespitini de zorlaştırmaktadır. Oysa Kropotkin’e göre, merkezi devletler, topu topu son üç yüz yıl içinde yavaş yavaş ortaya çıkmış örgütlerdir.
Modern devletin görevlerinin çoğunun, aslında insanı sömürmenin ve köleleştirmenin kurumlarından başka şeyler olmadığını savunan Kropotkin, kamu hizmetlerini gerçekleştirmek adına alınan verginin birincil amacını “zenginin zenginliğinin daha da arttırılması” olarak görür. O’nun için, zorunlu eğitim ve askerlik de köleleştirici birer kurumdan başka bir şey değildir: Bu eğitim sistemiyle amaçlanan, çocukta bağımsızlık ruhu, bireysel girişim ruhu adına ne varsa yok etmek, onu beyniyle, bedeniyle (hem düşünsel hem de eylemsel olarak) bir köleye dönüştürmektir.
Anarşistlere göre, her devlet kendi içinde belirli bir statik yapı oluşturur, çünkü egemen olan gruplar egemenliklerinin devamını tehlikeye düşürecek, kendilerinin belirlemediği, değişim ve gelişmelere izin vermezler. Bu statik yapı ise insanın doğal gelişimini engeller ve insanlara, sadece devleti tehlikeye düşürmeyecek sınırlar içinde bir değişimi sunar. Bu nedenle devlet ile birlikte varolmuş bütün kurumlar, toplumsal ve bireysel gelişimin engelleyicileridir.
İnsan özgürlüğün sağlanmasının temel koşulu olan gelişimi engelleyen bütün sosyal eşitsizliklerin giderilmesinin bir gereği olarak, eşitsizliklerin kaynağı olan bütün kurumların ve de devletin tamamen ortadan kaldırılmasını savunan anarşistler, aynı bakış açısını devamı olarak, devletin biçimsel değişikliğinin toplumsal değişimi sağlama amacıyla değil, ancak köleliğin devamını sağlamak amacıyla gerçekleştiğine inanırlar. Anarşistlerin devletçi sosyalist olarak adlandırdıkları gruplarla tartışmalarının temelini de işte bu tutumları oluşturur.
Bu bakış açısıyla, devlet de insani gelişmeyi engelleyen en kapsamlı aygıttır, ve bu nedenle egemenlerin denetimindeki eğitim, ekonomi, ordu ve bunun gibi bütün diğer alt yapıları içine alan bir şemsiye görevi görür. Devlet bu kurumlardan ayrı ele alınamayacağından, anarşistler tek tek bu kurumları ele almaktan çok devleti eleştirmişler ve bu nedenle devlet karşıtlığı daha fazla ön plana çıkmıştır.
Anarşistlerin devlete karşı tutumunu en iyi özetleyen ise, yine Bakunin olmuştur. O’na göre “sosyalizmden çok daha az insancıl olduğundan cumhuriyetçilik insanı zar zor fark edebilmiş ve yalnızca yurttaşı tanımıştı”. 0, kendi hedeflerini “insanların insanların cumhuriyetini” kurmak şeklinde belirtirken cumhuriyetçilerin isteğini ise “yurttaşların cumhuriyeti” olarak tanımlamaktaydı.
Anarşistler, devletin biçimsel olarak değil tamamen ortadan kaldırılmasını savunurlar. Onlara göre devlet yönetimlerinin diktatörlük veya demokrasi olması özgürlükler açısından belirli bir farklılığa işaret etse de aslında bütün devlet biçimleri özünde aynı amaca hizmet ederler.
Bu nedenle anarşistler, parlamenter sisteme ve bu sisteminin temel kurumu olan “evrensel oy”a karşı çıkarlar. Bu kurum, yönetenlerin kendilerini olduklarından farklı göstermek üzere yarattıkları bir oyundan başka bir şey değildir; çünkü ekonomik gücü elinde bulunduran gruplar, bu güçleri sayesinde iktidarının şekillenmesinin birinci etkileyicisi durumundadır ve bunu siyasal güce dönüştürerek, meclislerde çoğunluğu ellerinde bulundurabilmektedirler. Ancak sosyalistlerin meclislerde çoğunluğu ele geçirmesi bir biçimde mümkün olsa bile, bu toplumsal sistemde köklü bir değişikliğe yol açmaz; çünkü parlamentolar ekonomik gücü ellerinde tutanlara rağmen hiçbir şey yapamazlar.
Anarşistler için amaçlarına ulaşmanın birincil yöntemi, birçok sosyalist hareketten farklı olarak, parlamentolarda çoğunluğu ele geçirmek değil, ekonomik mücadele ile egemen grupların ellerindeki gücün yok edilmesini sağlamaktır. Bu anlayış Proudhon’dan itibaren bütün anarşistlerce savunulmuştur. Proudhon, “Halkın Temsilcisi” gazetesinde yazdığı dönemde, bu fikirleri sürekli olarak savunuyordu. 1848 yılı boyunca Proudhon’un makalelerinin değişmeyen temalarından biri ‘proletarya, hükümetin yardımı olmadan kendisini kurtarmalıdır’ temasıydı, Bu temaya, tüm toplumsal hastalıkların çaresi olarak evrensel oy hakkını ileri süren mitin eleştirisi eşlik ediyor, ekonomik değişiklikler olmadığı zaman politik demokrasinin ilerleme yerine gerilemeyle sonuçlanmasının hiç de zor olmadığına işaret ediyordu.
Bu nedenle birçok ülkede anarşistler seçim boykotlarını politikalarının bir parçası haline getirmişlerdir. Sayısal olarak en fazla üyeye sahip oldukları İspanya’da bile, seçimler, anarşistlerin boykotuna uğramıştır.
Parlamentoların işlevsiz kurumlar olduğunu ve yönetimdeki etkilerinin de oldukça düşük olduğunu savunan ve “önemli olan devletin halka bazı hakları tanımaya karar vermesi değil, bunu neden yaptığıdır” sorusunu ortaya atan anarşistlere göre, parlamentoların kabul ettiği ileriye yönelik tüm kararlar, aslında halkın baskısının bir sonucudur ve toplumsal muhalefetin güçIendiği dönemlerde yönetim, ister istemez bu yasaları kabul etmek zorunda kalmıştır. Politik mücadelelerin odak noktası, yasama organları değil, halktır. Politik haklar parlamentolardan çıkmazlar, daha çok parlamentolara dışarıdan dayatılırlar.
TOPLUM
Anarşistlerin topluma yaklaşımı oldukça net bir anlayışa işaret eder: Toplumlar, insan türünün yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak ve özgürleşmek için oluşturdukları en büyük örgütlenmelerdir. Bu örgütlenmeler tarih içinde çeşitli kurumlar üreterek bütünsel bir görüntü arz eder hale gelmişlerdir. Bu bakımdan toplumların ve toplumsal kurumların ilk hedefi insan özgürlüğünün sağlanmasıdır: İnsan toplumlarında her zaman birbirine düşman iki akım çatışma içinde olmuştur. Bir yandan halk yığınları, toplumda yaşamı mümkün kılmak için –barışı korumak, kavgalara son vermek, güç birliği yapılması gereken her konuda birbirine yardım etmek için- zorunlu olan (gelenek-görenek biçiminde) pek çok kurum oluşturmuştur.
Ancak anarşist düşüncede bütün toplumsal kurumlar, bu hedefe hizmet eden yapılar olarak görülmez; din, hukuk, siyaset ve toplumsal sistemin belirleyicilerinden biri olan ekonomi gibi birçok kurum toplumların tarihi içinde gücü elinde bulunduran grupların biçimlendirmesine de maruz kalmıştır. Egemen güçlerin sosyal kurumları kendi varlıklarının devamı için birer araç-kurum haline getirmeleri, insanın toplumsal evrimine aykırı olduğu için bu kurumların birçoğu gerici bir niteliğe bürünmüşlerdir.
Bu durumda yapılması gereken insan toplumlarının özgürleşmesini sağlayacak kurumların daha da geliştirilmesiyle birlikte insanların bu hedefe ulaşmasının önünde sistemli bir engel teşkil eden diğer kurum ve yapıların tasfiye edilmesidir.
Anarşistlere göre tasfiye edilmesi gereken ve aslında birer dayatma yoluyla oluşan bu kurumlar, sosyalleşme süreci içinde insanları öyle yoğun bir biçimde sarmalar ki insanlar bu kurumları toplumun temel yapıları olarak görme yanılgısına düşerler.
Bu tür kurumların başında gelen din ise kendi içinde aslında insanın inkârının bir özeti durumundadır. İnsanüstü olan her şey içeriğinde insanın inkârını da barındırmaktadır. Bu kurumların olumsuz işlevlerinden biri ise insan toplumlarının üretimlerinin insanüstü yapılar tarafından yaratıldığını empoze etmeye çalışmalarıdır. İnsanlıkta büyük, adil, asil ve güzel olan her şeyin kutsallığını ilan etmek, insanlığın bizzat kendisinin, bunları üretemeyeceğini zımnen kabul etmek anlamına gelir.
İnsan toplumlarının, insanın evrimiyle birlikte kendi dinamiklerine sahip değişimlere de açık bir bütün olduğu tezinden hareketle anarşistler; bu değişimlerin, egemenlerin bütün engellemelerine rağmen pozitif bir yönde gerçekleşeceğini ileri sürmektedirler. İnsan türü toplumsal yaşamdan önce doğal sınırlayıcıların etkisinde iken toplumların oluşumuyla birlikte egemenlerin oluşturduğu kurumların da sınırlandırmalarına maruz kalmıştır. Ancak insan türü evriminin bir gereği olan toplumsal değişimle doğal sınırlandırıcılar hariç, bütün diğer sınırlandırmalardan kurularak özgürlüğünü gerçekleştirecektir: O, hayvansal kölelikten gelmiş, kutsal kölelik aşamasından geçmiş ve şu anda insanlıkla hayvanlık arasındaki geçici bir aşamaya ulaşmıştır. Yürüdüğü yönde ise insan özgürlüğünün fethi ve gerçekleştirilmesi durmaktadır.
Bakunin’in evrimci bir bakış açısıyla ortaya koyduğu bu savunu, temel bir tezi de beraberinde getirir; bugün var olan insan, toplum öncesi dönemde var olan insandan farklıdır. Bu farklılık temel olarak şu şekilde açıklanabilir: İnsan toplum öncesi dönemde sadece antropolojik bir tür iken, toplum içindeki gelişimiyle birlikte kazandığı kültür ile sosyolojik bir varlık olan insana daha doğrusu beşere dönüşmüştür. Modern bilimin –gerçek ve yan tutmayan bilimin- tüm dalları, şu büyük, temel ve belirleyici gerçek üzerinde birleşmektedir: Toplumsal dünya, daha doğrusu insanların dünyası –kısaca, insanlık- yalnızca, hayvanlığın en yüksek tezahürünün sonuncu ve en üstün –en azından gezegenimizde ve bildiğimiz kadarıyla- gelişme aşamasıdır. Ancak her gelişme, zorunlu olarak kendi karşıtını, yani temelini ve hareket noktasını da doğurduğundan, insanlık, aynı zamanda ve esas olarak, insandaki hayvani öğenin ağır ağır ve aşamalı olarak inkar edilmesidir.
Yaratılış efsanesini ele alan Bakunin, bu efsaneyi de biraz önce belirttiğimiz bakış açısıyla yorumlamaktadır. O’na göre bu efsane, özünde İnsanın hayvanlıktan kurtuluşunun bir özeti durumundadır: Bakunin, bu İncil efsanesinden yola çıkarak, hayvansı doğasından kurulup uzaklaşan insanın, her şeyden önce bu sayede insanlaştığını söyler. İnsanın tarihi, gerçek gelişimi, bir itaat eylemiyle ve idrakle, yani isyan ve düşünme yeteneğiyle başlıyor.
Proudhon’dan başlayarak bütün anarşistlerin ortak fikri, toplumsal düzenin kaynağının otoriteler değil tarihsel süreç içinde toplumların kendiliğinden ortaya çıkardıkları toplumsal ilişkiler olduğu yönündedir. Bu noktada anarşistler, otoriter kurumların toplumsal özgürleşme yolundaki doğal yasa ve ilişkileri engelleyici yönüne vurgu yaparlar; yönetimler sanıldığının aksine düzeni sağlayan değil, toplumsal ilerlemeyi engelleyen yapılanmalardır. Birçok sosyalist tarafından aşağılayıcı bir ifade olarak kullanılan ve kargaşacılığa yol açacağı için eleştirilen “kendiliğindenlik” kavramı, anarşistler tarafından, biraz önce belirttiğimiz evrimci yaklaşımları nedeniyle olumlu bir anlamda kullanılır. Bu kavrama anarşistlerce yüklenen olumlu anlam aslında onların roplum projelerinin de temelini oluşturur: “toplumsal kendiliğindenliğin geliştirici özelliğine olan kesin inanç”. Anarşistlerin bu kesin inançları, onların insan türünün varoluşu itibariyle iyi bir doğaya sahip oldukları tezine bağlıdır. Bu kesin inanç, onların daha önceki toplum tartışmalarıyla ilişkilerinin de giriş kapısı durumundadır.
İnsanların karşılıklı dayanışmayla bir arada uyum içinde yaşamalarını sağlayan şey, İnsan türünün içgüdüleridir: İnsan doğuştan sosyal bir varlıktır ve varlığıyla birlikte özgürlüğünü de ancak bir toplum içinde var edebilir. Kropotkin, bu noktada kendi özgün teorisi olan “karşılıklı dayanışma”yı ortaya atmaktadır. O’na göre insanlar arasındaki uyumu ve sosyal kurumları oluşturan ve insanın evrim süreci içerisinde diğer türlerden daha hızlı bir şekilde ilerlemesini sağlayan, diğer türlerden daha güçlü bir biçimde varolan karşılıklı dayanışma içgüdüsüdür.
Anarşistlerin tamamı, her ne şekilde olursa olsun, toplumsal eşitliği yukarıdan zor kullanımı yoluyla gerçekleştirmek isteyen bütün ideolojilere karşı çıkmışlardır; çünkü toplumun doğal akışı bu eşitliği gerçekleştirmeye muktedirdir ve bu nedenle ütopyacı sosyalistlerden Blaquistler’e, Rousseau’dan Marx’a kadar, birçok ideoloji onlar tarafından otoriter olmakla suçlanıp reddedilmiştir. Proudhon, “İlerlemenin Felsefesi“nde dengenin varlığının, evrenin sonsuz hareketinin kaçınılmaz tamamlayıcısı olduğunu vurgular. İlerleme sınırsızdır, ne sonu vardır ne de alışılmış anlamda bir hedefi varmış gibi görünür; o ‘aralıksız bir metamorfozdur’, ‘mutlağın olumsuzlanması’ , ‘evrensel hareketin olumlanması ve dolayısıyla değişmez biçimlerin ve formüllerin, tüm edebiyat, süreklilik ve kusursuzluk doktrinlerinin, tüm kalıcı düzenlerin olumsuzlanmasıdır; evren ve değişmeyen tinsel ya da aşkın özneler veya nesneler de bu konuda istisna değildir.
Bu anlatım toplumsal değişmenin sürekliliğine aşırı bir vurguyu içermesinin yanında, bir diğer önemli söylemi, hiçbir toplumsal doktrinin mükemmel olamayacağına ait tespiti de içinde taşır.
Toplumların tarihinde egemenlerle ezilenler sürekli bir mücadele içinde olmuştur; egemenler, denetimlerindeki düzenin devamını sağlamaya hizmet edecek siyasal ve toplumsal örgütIenmeleri gerçekleştirmeye çalışırlarken ezilenler, varolan düzenin değiştirilmesi yolunda mücadele etmişlerdir. Bu nedenle tarih bir anarşist için, Marksist için olduğu gibi, diyalektik zorunluluğun demir yasalarıyla hareket etmez. Tarih mücadeleden doğar; insan mücadelesi ise; insanın içindeki özgür bilinç kıvılcımı sayesinde, daima özgürlük itkisini kışkırtan –akılda ya da doğadaki—her itici güce verilen yanıtlarla insanın iradesinin uygulamasının bir ürünüdür.
Görüldüğü gibi anarşizm, temel olarak, toplumsal kendiliğindenliğe vurgu yapmaktadır. Toplumsal kendiliğindenliğe güvenilmesi gerektiği fikrinin temelinde ise insanın evrim sürecinin pozitif bir yönde ilerleyeceği yönündeki temel inanç vardır.