Atatürk de kabine sistemine karşıydı

Zeitgeist / Denemeler | | Haziran 11, 2015 at 12:40 pm
  Şaşırtıcı bir başlık değil mi? öyle ya, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilirken Anayasada bazı maddeler değiştirilmiş ve Meclis Hükümeti Sistemi terk edilerek Kabine Sistemi’ne geçilmişti? Başlık hatalı değil… Gerçekten de Cumhuriyet’in ilanından iki yıl önce Meclis’te muhalifler Kabine Sistemi’ni önermişler, Mustafa Kemal bunu şiddetle eleştirip reddetmişti!  

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi (1920-1923) döneminde ülke kuvvetler birliğine dayanan Meclis Hükümeti modeliyle yönetildi. Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini, yani kanunları yapma ve yaptığı kanunları uygulama yetkilerini elinde tutmuş, bunları kendisi kullanmıştı. O günlerde bugünkü anlamda bir hükümet sistemi, bir başka deyişle bir kabinemiz yoktu. Kabine Sistemi’ne 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilirken geçtik. Bununla birlikte Cumhuriyetin ilan edilmesinden tam iki yıl önce Birinci Meclis’teki muhalifler, Kabine Sistemi’ni önermişler, ama Mustafa Kemal bunu şiddetle eleştirerek reddetmişti!

Bu, bugünden bakınca biraz tuhaf geliyor. Hazır teklif muhaliflerden gelmişken Mustafa Kemal ve arkadaşları buna karşı çıkmak yerine destekleyebilirler ve iki yıl sonra kendilerinin getireceği sistemi daha ilk Meclis döneminde kolaylıkla hayata geçirebilirlerdi.

Birinci Meclis döneminde yaşanan bu kabine sistemi önerisine karşı çıkışın nedenlerini anlayabilmek için, Meclis’in ilk kuruluş günlerine kadar gitmek gerekiyor.

Olağanüstü yetkili bir meclis

Birinci Meclis’in açılışının ertesi günü, Mustafa Kemal mütarekeden Meclis’in açılışına kadar geçen süredeki gelişmeleri özetleyen nutku nu okudu ve nutkun sonunda hükümet kurulmasına yönelik önerisini açıkladı. Kuvvetler birliği esasına dayalı öneri, özetle, yasama ve yürütme yetkilerinin Meclis’in elinde toplanmasını ve Meclis’ten seçilmiş bir heyetin hükümet işlerini yürütmesini istiyor, Meclis Başkanı’nın, hükümet işlerini görecek olan bu heyetin de başkanlığını üstlenmesi gerektiğini vurguluyordu.

Bu önerinin benimsenmesinin hemen ardından Mustafa Kemal kullanılan 120 oyun 110’unu alarak Meclis Başkanı seçildi. Bu, onun hükümet yerine geçen heyetin de başkanı olması anlamına geliyordu.

2 Mayıs 1920’de İcra Vekilleri’nin Seçim Şekline Dair Kanun kabul edildi. Layiha Encümeni’nin hazırladığı ve Meclis’in benimsediği kanunun birinci maddesiyle 11 vekâlet oluşturuldu ve bu vekâletler şöyle sıralandı: Şeriye ve Evkaf, Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye, İktisat, Maarif, Adliye, Maliye, Nafıa, Dâhiliye, Müdafaa-i Milliye, Hariciye ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye.

Kanunun ikinci maddesi vekillerin Meclis üyeleri arasından salt çoğunlukla teker teker seçileceğini, dördüncü maddesi de vekiller arasında çıkacak anlaşmazlıkları Meclis’in halledeceğini hükme bağladı.

Kanunun kabul edilmesinin ardından 3-4 Mayıs 1920 tarihlerinde vekiller Meclis tarafından teker teker seçildi. Bu sisteme göre her bir vekâlet için seçimler ayrı ayrı yapılıyor, isteyen herkes herhangi bir vekâlete aday olabiliyor veya başkaları tarafından aday gösterilebiliyordu. En çok oyu alanlar da vekil seçiliyordu.

Vekiller Heyeti’nin Meclis Başkanı’ndan başka bir başkanı yoktu ve güç tamamen Mustafa Kemal’in elinde toplanmıştı. Dahası vekiller heyetinin ayrı bir programı yoktu ve Meclis ne istiyorsa onları yapmakla mükelleftiler. Hatta Meclis yetkileri konusunda o kadar hassastı ki mesela Meclis’te, Hariciye Vekili’nin diplomat atama yetkisi var mıdır yok mudur tartışması bile yaşanmış; diplomatı atama yetkisinin vekile değil Meclis’e ait olduğunu söyleyenlerin sesleri epeyce gür çıkmıştı.

Bu, Meclis’in açılışından 1920 Sonbaharına kadar böyle sürdü.

Vekil seçimi yönteminde değişiklik

Ancak sistemin içine gömülü bir sakıncası vardı: Ya Mustafa Kemal’in birlikte çalışmayı arzulamadığı kişi veya kişiler Meclis’te çoğunluğu sağlayıp vekil seçilirlerse?

Gerçekten de böyle oldu!

4 Eylül 1920’de Meclis’in yasadışı sosyalist Partisi olan Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası’nın en önemli ismi Tokat Mebusu Nâzım (Resmor) Bey Dâhiliye Vekili, 1 Kasım 1920’de de Tesanüt Grubu’nun yönetim kurulu üyesi, [yazar Orhan Kemal’in babası] Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemali (Öğütçü) Bey Adliye Vekili seçildiler. Her ikisi de Mustafa Kemal’in birlikte çalışmayı istemediği kişilerdi. Çok çekişmeli geçen oylamalar sonucunda kendi adaylarını alt ederek vekil seçilen her iki mebusa da, Mustafa Kemal seçimlerden hemen sonra, birlikte çalışmalarının mümkün olmadığını bildirdi ve istifa etmelerini önerdi. Her ikisi de bu öneriye uyarak seçilmelerini izleyen birkaç gün içinde vekillikten istifa etmek zorunda kaldılar. Nazım Bey 6 Eylül, Abdülkadir Kemali Bey de 4 Kasım’da sağlık koşullarının uygun olmadığını belirterek vekillikten istifa etti.

Bu seçim sonuçlan ve istifaların ardından, 4 Kasım 1920’de “İcra Vekillerinin Seçim Şekline Dair Kanun”da bir değişiklik yapıldı. Bu değişikliğe göre artık her isteyen vekil adayı olamayacak veya aday gösterilemeyecekti. Bunun yerine, vekil seçimleri öncesinde Meclis Başkanı aday gösterecek ve milletvekilleri gösterilen adaylar dışında herhangi bir milletvekiline oy veremeyeceklerdi.

Aday gösterme yöntemi olarak bilinen bu yöntem, izleyen dönemde iktidar yanlısı milletvekilleriyle muhalif milletvekilleri arasındaki temel çatışma konularından birini oluşturdu. Muhalifler, vekillerin yalnızca gösterilen adaylar arasından seçilmesini Meclis’in yetkilerini sınırlamak olarak değerlendirdiler ve daha ilk günden başlayarak bu yönteme karşı çıktılar. Önerileri, isteyen herkesin aday olabildiği önceki sistemdi.

Beklenebileceği gibi bu kanun sayesinde artık Mustafa Kemal sadece kendisinin istediği kişileri vekil yapabilecekti, nitekim öyle yaptı.

Anayasa’nın katkısı

20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) kabul edilince yeni bir uygulama daha başlatıldı. O güne kadarki fiili durumu anayasal düzeye çıkartan bu kanunun yedinci maddesinde Meclis’in görevleri sayılıyor, Vekiller Heyeti’nin görev ve sorumluluklarının ise ayrı bir kanunla düzenleneceği belirtiliyordu. Dokuzuncu madde ise bir yenilik getiriyor ve Heyet-i vekile üyelerinin içlerinden birini kendilerine başkan seçeceklerini hükme bağlıyordu. Seçilecek olan bu başkan üzerinde hangi vekâlet varsa o vekâletin işlerini görmeyi sürdürecekti ve üstleneceği bu başkanlık kendisine herhangi bir ayrıcalık veya ek yetki vermeyen sadece koordinasyon amaçlı bir başkanlık olacaktı. Heyet-i Vekile’nin gerçek başkanı ise bu anayasanın kabul edilmesinden önce de olduğu gibi yine Meclis Başkanı olacaktı. Anayasanın kabul edilmesinden dört gün sonra, 24 Ocak 1920’de, Fevzi (Çakmak) Paşa ilk Heyet-i Vekile Reisi seçildi.

Kabine sistemi öneriliyor

Anayasanın yedinci maddesi doğrultusunda, Heyet-i Vekile’nin görev ve sorumluluklarını belirleyen kanun tasarısını hazırlamak üzere 8 Şubat 1921’de özel bir komisyon oluşturuldu. Meclis’in seçtiği bu komisyonda Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve Mersin Mebusu Salahattin (Köseoğlu) Bey gibi muhalefetin ağır topları da yer aldı.

Özel komisyonun uzun çalışmalar sonucunda tamamladığı kanun teklifi 24 Kasım 1921’de Meclis’te görüşülmeye başlandı. 18 maddeden oluşan teklif, radikal bir hamleyle o güne kadar uygulanan kuvvetler birliği ilkesinin terk edilmesini, kuvvetler ayrılığının benimsenmesini, yasama ve yürütmenin birbirinden tamamen ayrılmasını ve kabine sistemine geçilmesini öngörüyordu. Teklifin 10. maddesine göre Meclis doğrudan bir Heyet-i Vekile Reisi seçecekti. Meclis’in doğrudan seçtiği Heyet-i Vekile Reisi, diğer vekilleri mebuslar arasından seçecek ve Meclis’in güvenoyuna başvuracaktı.

11. madde’ye göre Heyet-i Vekile Reisi başkanlığında toplanan Heyet-i Vekile, iç ve dış politikanın yürütücüsü olacak, kararlarından onaylanması gerekenler, (bir Cumhurbaşkanı niteliği taşıyan) Meclis Reisi’nin onayına sunulacaktı. Bu kararlar Meclis Reisi tarafından 48 saat içinde “imza veya iade” edilecek, bu süre zarfında imza edilmeyen kararlan Heyet-i Vekile doğrudan yürütebilecekti (Madde 5). Vekiller, Heyet-i Vekile’nin genel siyasetinden ortak, kendi vekâletlerine ait işlerden ise ayrı ayrı, Meclis’e karşı sorumlu olacaktı (Madde 13). Meclis Reisi tarafından kabul edilen Heyet-i Vekile kararlarından da doğrudan doğruya Heyet-i Vekile sorumlu olacaktı. Meclis Başkanlığı ise adeta bir cumhurbaşkanı gibi sorumsuz bir makam haline getiriliyordu (Madde 6).

Kanun teklifine, komisyonda ağırlıklı yer tutan muhalif mebusların görüşleri egemen olmuştu. Tam da bu nedenle, komisyon üyelerinden Birinci Grup mensupları Kütahya Mebusu Ragıp (Soysal) Bey ile Bursa Mebusu Operatör Emin (Erkul) Bey kanun teklifinin bazı noktalarına muhalif olduklarını belirttiler.

Teklifin Meclis’te savunuculuğunu ise komisyon sözcüsü Mersin Mebusu Salahattin (Köseoğlu) Bey ile Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey yaptılar. Her iki mebus daha sonra Temmuz 1922’de kurulacak olan İkinci Grup’un kurucuları arasında yer aldılar.

İktidarı destekleyen milletvekilleri teklife şiddetle karşı çıktılar. Örneğin, İzmir Mebusu Mahmut Esat (Bozkurt) Bey kuvvetler ayrımının, uygulandığı ülkelerin hiçbirinde başarıya ulaşmadığı ve kısır kaldığından söz etti, güç politikasının teorisyeni Machiavelli’ye atıfta bulunmayı da ihmal etmedi ve “Machiavelli diyor ki, milletlerin hakkını gasp etmek için milletleri çiğnemek için onları bölünüz. Tefrikaya düşürünüz. Bendeniz diyorum ki efendiler, hürriyet ve milletlerin hâkimiyetini kurmak istiyorsak kuvvetleri ayırmayalım.” dedi.


Mustafa Kemal de teklifi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini şiddetle eleştiren çok uzun bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: “Gerçekte, tabiatta, dünyada, kuvvetlerin bölünmesi diye bir şey yoktur. Önemli olan idaredir. Hükümet, idareden daha az bağımsız ve daha az önemlidir. Bütün ihtilallarda hükümet düşürülmüş, fakat idare devam etmiş, hükümet türlü şekiller almıştır. Bunu göz önünde tutan bilginler, asıl idare kuvvetini bağımsız tutacak olan ‘stratum administrative’i buldular. Tarihin gösterdiği üzere, ancak bu idare şekli insanlığın mutluluk ve gerçek güvenini sağlayabilecektir. İncelemelerine göre bu Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti demektir.”

Rousseau da eleştiriliyor

Mustafa Kemal, bu konuşması sırasında, kuvvetler ayrılığı nazariyesini Jean-Jacques Rousseau’ya atfederek, onu da eleştirdi: “Jean-Jacques Rousseau’yu baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit hakikat olduğuna kani olduğum bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi bu ıstırap, diğeri bir cinnettir. Merak ettim, ahval-i hususiyesini tetkik ettim. Anladım ki, hakikaten bu adam mecnundur ve hal-i cinnette bu eserini yazmıştır. Binaenaleyh, çok ve çok isnat ettiğimiz bu nazariye böyle bir dimağın mahsulüdür.

(Oysa bilindiği gibi Rousseau kuvvetler birliğini ilkesini savunmakta, kuvvetler ayrımı fikri ise Montesquieu’den gelmektedir).

Mustafa Kemal’in şiddetli karşı çıkışı sonucunda teklif komisyona iade edildi ve komisyondaki muhaliflerin gücünü kırmak için yeni teklifin hazırlanmasında Özel Komisyon’un yanı sıra, Anayasa Komisyonu da yetkili kılındı.

Cumhuriyetin bir anlamda iki yıl önce kurulması anlamına gelecek olan bu teklifin o zaman neden reddedildiğini, Mahmut Goloğlu, Cumhuriyet’e Doğru adlı kitabında şöyle açıklar: “Mustafa Kemal Paşa bu sırada, kurduğu Müdafaa-i Hukuk Grubu ile Meclis çoğunluğunu elinde tutuyordu. Meclis Başkanlığı da eklenince Meclis’e hâkim bir durumu vardı. Ayrıca hükümetin de tabii başkanıydı. Başkomutandı ve bu yetki ile bütün devlet güçlerini geçici bir süre için de olsa, elinde toplamıştı. Böyle kritik bir zamanda bu kadar hâkim durumda iken, devlet güçlerinden bir kısmını, hem de bütün yürütme yetkilerini bir başkasına veremezdi.

İster parlamenter, ister başkanlık sistemi olsun, dünyadaki tüm gelişmiş demokratik sistemlerde devletin üç erki birbirinden tam bağımsızdır ve sürekli hesap verirlikle birbirlerini denetlerler.

Yeni hamleler

1922’nin Temmuzunda muhalif milletvekilleri kendi aralarında İkinci Grup adıyla örgütlenip Meclis çoğunluğunu ele geçirince bu konuda yeni bir hamle yaptılar ve Meclis Başkanı’nın vekil seçimlerinde aday göstermesi uygulamasının kaldırılması için çaba göstermeyi sürdürdüler. Nihayet, 8 Temmuz 1922’de, muhaliflerin öteden beri karşı çıktığı, vekil seçimlerinde aday gösterme yöntemi yürürlükten kaldırıldı ve Meclis’in ilk günlerinde uygulanan, adaysız, doğrudan vekil seçimi esasına dönüldü. Artık çoğunluğa sahip isteyen herkes vekil olabilecekti.

Resimler ve alt yazıları hariç bu yazının tamamı Ahmet Demirel’in “Cumhuriyet Tarihinin Bilinmeyen Gerçekleri” isimli kitabından alıntıdır.


Bu kanun değişikliği yapılırken, Heyet-i Vekile Reisi’nin de doğrudan Meclis tarafından seçilmesi esası benimsenince kuvvetler ayrılığı yönünde önemli bir adım atılmış oldu. Kanun kabul edildikten sonra, ismi üzerinde anlaşmaya varılan Rauf (Orbay) Bey, oybirliğiyle Heyet-i Vekile Reisi seçildi. Bu değişiklikle Heyet-i Vekile Reisliğini kaybeden Mustafa Kemal 20 Temmuz’da bir yetkiden daha oldu ve kendisine olağanüstü yetkiler veren Başkumandanlık Kanunu’nun ikinci maddesi yürürlükten kalktı.

İsmet İnönü’nün günlüklerinde ve hatıralarında aktardığına göre kendisinin büyük bir yetki kaybına neden olan bu değişiklikler Mustafa Kemal’i çok rahatsız etti ve kafasından Meclis’i hemen dağıtma fikri geçti, ama daha sonra bundan vazgeçti.

Nihayet 1923 seçimlerinden sonra muhalefet tamamen tasfiye edilince 29 Ekim 1923’te bu kez Mustafa Kemal ve arkadaşları Kabine Sistemi’ne geçilmesini önerdiler ve Cumhuriyetle birlikte Kabine Sistemi’ne geçildi.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.