Antik ve Modern Çağlarda Devlet vs Toplum
Zeitgeist / Denemeler | canakci | Temmuz 19, 2015 at 1:24 pmDevlet ve toplum arasındaki sömürü ilişkisinin tarihsel gelişimi üzerine en ciddi çalışmalardan birisi de Tarihsel Sosyoloji disiplinine ciddi katkılar yapmış önemli bir araştırmacı olan Michael Mann‘ın çeşitli makalelerini bir araya getirdiği “Devletler, Savaş ve Kapitalizm” isimli kitabında yer almaktadır. Eserin Semih Türkoğlu tarafından gerçekleştirilen Türkçe çevirisi Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından 2011’de yayınlanmıştır. Aşağıdaki makale (resimler ve altyazıları hariç) ilgi eserden alıntıdır.
Bu makalenin genel iddiası oldukça açık: büyük ölçekli toplumlarda devlet ve toplum arasındaki ilişki sanayi kapitalizminin gelişmesiyle çarpıcı biçimde değişti. Bundan önce devlet ve devlet bürokrasisi sivil toplumun sınıf yapısı karşısında büyük ölçüde özerk bir rol oynuyordu. Daha sonra devletin özerkliği önemsiz hale geldi: gerçekten de çoğu analitik maksatlardan dolayı devlet, sınıf yapısına indirgenebilmektedir. Ancak böyle bir iddia hiçbir şekilde özgün değildir. Örneğin bu iddianın ana hatları 18. ve 19. yüzyıl kuramcıları arasında yaygın bir şekilde biliniyordu. O yüzden bu makalede Karl Marx ve Herbert Spencer üzerinde duracağım. Özellikle bir iddia için de çağdaşım Sinolog Owen Lattimore’a minnettarım. Ancak, toplum tarihinde böyle köklü bir değişiklik fikri artık çok demode. Günümüzde kuramcılar insanlık tarihi boyunca devlet toplum ilişkilerinin özellikle benzer görüşlerini temsil etmektedir. Çoğu Marksist, devleti ‘belirleyici’ kategoriler olan ‘üretim tarzı’ ve ‘sınıf mücadelesine) bağımlı olmaya indirgemektedir. İşlevselciler ise yapısal ayrışma kuramını öne sürer. Bu ayrışma insan evriminin o kadar erken döneminde meydana gelir ki kayıtlı tarihin bütününde ekonomi ve yönetim biçimi arasındaki ilişki (ve bunların göreli özerklikleri ) aslen değişmezdir. ‘Toplumsal eylem yapısının’ her bir öğesinin özerkliğini savunan Weberciler ise tarih boyunca devlet ve ekonominin karşılıklı bağımsız olduğunu göstermektedir. Bu üç örneğin ‘kurucu babaları’ olan Marx, Spencer ve Weber’in kuramına ihtiyat ve hassasiyet gösterilmemeye başlandı.
Ancak klasik kuramcıların ısrar ettiği betimleyici tarihi yeniden yaratmaktan daha fazlasını yapmaya çalışacağım, Bu büyük dönüşümü genel bir toplumsal yapı ve toplumsal kalkınma kuramı içerisine yerleştireceğim. ‘Genel’ ama geleneksel olandan aslen daha somut bir kuram. Eğer bu makale özgünlük iddiasında bulunuyorsa bu özgünlük başlangıç noktasında yatmaktadır. Şu soruyu sorarak başlıyorum: toplumsal ve teknik yönden gelişme düzeyleri göz önüne alındığında nasıl oluyor da insanlar belirli uzaklıklara rağmen toplumsal ilişkiler kurabiliyor ve bu ilişkileri koruyabiliyor? “Bana göre kapitalist sanayileşmenin gelişmesinden önce ekonomik araçlar geniş alanları ve farklı halkları sabit bir etkileşim içinde tutamıyordu. Böyle alanları yine de kaynaştırabilmiş toplumlarda öncelikle askeri ve siyasi sebeplere bakmalıyız. Böylece ekonomik üretim tarzı ve toplumsal sınıf kavramlarının bu toplulukların kökenlerini, yapılarını ve yıkılışlarını açıklamada yetersiz kaldıklarını görürüz. Aksine, bunlar kapitalist sanayileşme kurulduktan sonra bizim en önemli açıklayıcı kavramlarımız olmalıdır.
Ampirik bölge ‘büyük çaplı toplumlardır’. Toplumu, sınırlarında nispeten etkileşimsel ayrışma meydana gelmiş toplumsal etkileşim ağı olarak tanımlıyorum. Bu, geleneksel bir tanımdır (bkz. Parsons, 1971, s. 8). Açıkça görülüyor ki birincil bir grubu geçtiğimiz anda bu etkileşimin önemli bir kısmı toplumsal yapıda dolaylı (A, C’ye yalnızca B aracılığıyla bağlı) ve kurumsallaşmış olacak. ‘Büyük çaplı toplum’ derken toplumsal etkileşim ağına işaret ediyorum; sınırlarında ayrılık olan ve birkaç yüz kilometreye yayılan bir toplum. Gerçek coğrafyanın engebeliği göz önüne alındığında bundan daha fazla kesinlik isabetsiz olur. Antik çağda bu uzaklıklara yayılmış toplumlar genellikle ‘imparatorluk’ olarak adlandırılır. Roma, Yunanistan, Çin, Hindistan, Mezopotamya ve Mısır’ın antik çağda imparatorluklara sahip olduğu kabul edilmektedir. Daha yakın zamanda merkez ve güney Amerika (Maya ve İnka) da benzer şekilde etiketlenmektedir. Bu, siyasi bir etikettir ve bir bakıma devlet biçiminin açıklanması gerekliliğini ortaya koyar. Ancak bu meseleyle ilgili önyargılı davranmaktan kaçınmaya çalışıyorum ve eğer ‘imparatorluk’ rejimini kullanırsam bu imparatorluk bölgesi için sadece kolaylık olsun diye kullanılan bir etiket olarak anlaşılmalıdır. Her ne kadar benim iddiam tüm bu örnekler için bir ana hat şeklinde olsa da hemen ekleyeyim sadece iki örnek –Roma İmparatorluğu (Yani cumhuriyet değil) ve Çin- ayrıntılı bir şekilde incelenmektedir. Ayrıca açıkça belirtmeliyim ki hiç ön araştırma yapılmadı; tamamen klasik bilim insanlarının ve Sinologların mevcut geleneksel bilgisine bağımlıyım. Üstelik bu safhada ‘modern büyük çaplı toplumlar’ sadece genel bir mukayese yapmak amacıyla devreye girmektedir: bu terimle anlatılmak istenen büyük kapitalist ulus devletler ve Sovyetler Birliği’dir. Bu toplumlarla ilgili yaptığım genellemelerin ampirik doğrulamasına bu makalede yer vermeyeceğim.
Burada genel devlet kuramlarına girmeye gerek yok. Sadece iki kuramcı ayrıntılı bir şekilde ele alınacak: Karl Marx ve Herbert Spencer. Spencer, 18. yüzyılın sonlarında Smith ve Ferguson’la gelişen kuramsal geleneği anlaşılır bir şekilde özetlemektedir. Ben iki mesele üzerine yoğunlaşıyorum: (a) toplumun önemli tanımlama yapıları nasıl belirlenir ve (b) üç tip toplumsal aktörün göreli özerkliği ve iktidarı –doğrudan üreticiler (örneğin bağlı ekonomik sınıf), doğrudan el koyucular (örneğin egemen ekonomik sınıf, derebeyi benzerleri) ve devletin siyasi eliti.
Marx’ın Kuramı
Marx’ın devlet kuramının merkezinde üretim tarzı kavramı vardır. Etrafını çevreleyen bütün belirsizliklere ve ihtilaflara rağmen bu kavramın net bir açıklayıcı hedefi vardır. Kapital’deki bilindik bölümde açıklayanla (explanans) yani üretim tarzıyla açıklananı (explanandum) yani devleti birbirinden ayırır.
Ödenmemiş anı emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alındığı özel iktisadi biçim… yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler… Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, en içeki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey her zaman üretim koşullarına sahip olanlarla doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.
Gerçekten de Marx’a göre (sonraki Marksistler de bu bağlamda onunla aynı fikirdedir) devlet bizzat yalnızca doğrudan üreticinin kendi artı emeğinden koparılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Örneğin sınıfsız ilkel toplumlarda devlet yoktu.
Bu kuram kapitalist devlet bakımından da oldukça açıktır, Özel kapitalist birikim, belirleyici bir antlaşma ve mülkiyet kanununun yürürlüğe girmesini, diğer temsilcilerin (örneğin kralların) birikime girmesinin engellenmesini ve merkezi tipte bir ekonomik altyapıyı gerektirir. Kapitalizm bu şartlar olmadan etkin bir şekilde işleyemez. Bunların hepsi devletin faaliyetleri olduğundan denilebilir ki eğer kapitalizm bir üretim tarzı olarak baskın olacaksa o halde devletin buna tekabül eden biçimleri olması gerekir. Tabii ki devletin başka faaliyetleri de söz konusudur ve bu faaliyetler bu kadar belirlenmiş olmayabilir. Poulantzas’ın da gözlemlediği üzere kapitalist üretim tarzında demokratik bir siyaset gerektiren içkin hiçbir’ şey yoktur. Siyasi biçim çeşitlilik göstermekte özgürdür (ı 972). Fakat çoğu devletin yerine getirdiği asıl işlevler içerisinde çanşma yönetmeliği (örneğin bu dununda yasa)., ekonomik dağılım ve yeniden dağılım, temel olarak üretim tarzı tarafından belirlenir. Bu hem işlevsel hem de nedensel bir önermedir: belirli bir üretim tarzı bu alanlarda dönüşüm olmaksızın baskın olamaz ve eğer baskınsa gereksinimleri bu tarz dönüşümlere sebep olmuştur.
Şu ana kadar bir sorun yok. Ancak prekapitalist toplumlara baktığımızda Marx’ın ardında bir dünya sorun bıraktığını görürüz.
Zor Kullanımı
İlk sorun, artık iyi bilindiği üzere, zor kullanımı sorunudur. Kökeni genellikle Kapital’in aynı kısmındaki şu pasaja kadar uzanmaktadır.
…doğrudan doğruya emekçinin, kendi geçim araçlarının üretimi için gerekli olan üretim araçlarının ve emek koşullarının “zilyedi” olarak kaldığı tüm biçimlerde, mülkiyet ilişkileri, aynı zamanda, doğrudan bir beylik ve kölelik ilişkisi olarak ortaya çıkmalıdır, öyle ki doğrudan üretici özgür değildir; yükümlü emeğin bulunduğu serflikten, salt bir haraca bağlılık ilişkisine indirilebilecek olan bir özgürlük noksanlığı… Böyle koşullar altında, toprağın [sözde] sahibi için artı-emek, … onlardan ancak ekonomi-dışı baskı ile alınabilir.
Bütün Marksistler bu tip ekonomi dışı baskıyı siyaseten zor kullanmayla bir tuttuklarından devletin de doğal olarak prekapitalist üretim tarzıyla farklı bir ilişkisi vardır. Kapitalizmde devlet, zapt edildiği anda, üretim araçlarının özel mülkiyetini kurumsallaştırır. Ancak işçi gerçek anlamda bu araçlardan koparıldığından (örneğin kartını basıp fabrikadan çıkarak fiziksel anlamda da bu araçlardan uzaklaşır) ürettiği artı emeği elinde tutmak için yasayı çiğnemek de dâhil çok etkili adımlar atması gerekir. Ancak prekapitalist üretici toprağın, araçların ve her şeyden öte bizzat artı emeğin sahibidir. Artık üretici olmayanın üretici olanın elinden artı emeği çekip alması için, yani zor kullanma için, etkili ve süreklilik arz eden adımlar atması gerekir. Gerçekten de ampirik olarak prekapitalist toplumlarda doğrudan zor kullanımının daha fazla uygulanıldığına yönelik muazzam destekleyici kanıtlar vardır. Bunun üç biçimi söz konusudur. Marx’ın yukarıdaki pasajda söylediği gibi üreticinin statüsü genellikle bağımsız değildir. Örneğin kölelik ve serflik üreticiyi toprağa ve toprak ağasına bağlayan en yaygın yolların ikisidir. İkincisi, vergi ve kira toplayıcıları birçok prekapitalist toplumda askeri birlikler tarafından aleni bir şekilde görevlendirilir. Sonraki Roma İmparatorluğunda vergi toplamak amacıyla bölgesel lejyoner yedek birliklerin zorunlu istihdamı İmparatorluğun barbarlara karşı savunmasını ciddi şekilde zayıflatmıştır (Jones, 1964, vol. II, s. 686). Üçüncüsü, (Marx’ın bir dipnotta yukarıdaki alıntıya gönderme yaptığı gibi) bu bağımsız olmayan emek biçimlerinin çoğu, özellikle de kölelik, aslında bir toplumun başka bir toplum tarafından fethedilmesinden kaynaklanmıştır.
Fakat Marx’ın yorumunun belirgin gerçekliği kavramsal sorunu daha da kötüleştiriyor. Çünkü biz daha şimdi explanans ile explanandum yani üretim tarzı ile devlet arasındaki net ayrımı kaldırmamış mıydık? Bu noktanın zorluğunu kabul eden bir Marksist de Perry Anderson’dır:
Üstyapılar olan akrabalık, din, hukuk ya da devlet, prekapitalist toplumsal oluşumlardaki üretim tarzının kurucu yapısına kaçınılmaz olarak girerler. Art emek elde etmenin ‘iç’ bağlantılarına doğrudan müdahale ederler: tarihte ekonomiyi biçimsel olarak kendine yeten bir düzende ilk kez ayıran kapitalist toplumsal oluşumlarda ise tam tersi bir şekilde onun ‘dış’ ön koşullarını sağlarlar. Sonuç olarak prekapitalist üretim tarzları, sahip oldukları siyasi, hukuki ve ideolojik üst yapılar olmadan tanımlanamaz… Aksine, hassas biçimler olan hukuki bağımlılık, mülkiyet ve prekapitalist toplumsal oluşumu karakterize eden egemenlik yalnızca aksesuar ya da bağlı epifenomenler olmaktan uzak bir şekilde, sabit üretim tarzının merkezi endekslerini oluştururlar (l974a, s. 403-4; ayrıca bkz. 1974b içinde bir pasaj, s.542-3)
Ama eğer ‘siyasi, hukuki ve ideolojik üstyapıları’ kendi üretim tarzlarımızın içine yerleştirirsek dışarıda belirlenecek bir şey kalır mı? Makro toplumsal yapılar arasındaki net kavramsal ayrımlar olmadan, Anderson’ın Roma, feodalizm ya da mutlakıyetçi devlet gelişimine yönelik nedensel süreçleri, çok etkenli (multi-factor) olma eğilimi gösterir; kuramsal bakımdan hiçbir olası sebebe öncelik tanımaz. Böyle bir metodoloji de Marx’dan ziyade Weber’e daha yakındır.
Aslında bu konular, bu sorunların üstesinden gelmek amacıyla başka bir Marksist yazar olan Hirst tarafından işlendi. Hindess ve Hirst (1975) feodal üretim tarzını ele alırken muazzam şekilde açıklığa kavuşturucu bir konuya değinirler. Demektedirler ki belirli bir bakımdan köylü, ‘mülkiyet sahibi’ olabilse de feodal dönemdeki kira mekanizmaları ‘üretim birimlerinin büyüklüğünü, karakterini ve yeniden üretimini denetim altında tutarak… üretim araçlarının yeniden üretimini aynı zamanda sömürücü üretim ilişkilerinin yeniden üretimi haline getirir (1975, s. 236). Feodalizm altındaki toprak ağaları gerek köylülerin bulunduğu bölgelerin büyüklüğü gerekse koşum hayvanlarının, suyun ve otlak alanların kullandırımı gibi etmenleri genelde denetim altında tutar ve böylece köylüyü hem siyasi hem de ekonomik olarak feodal üretim tarzı içine hapseder. Açıkça görülüyor ki bu analiz biçimi diğer üretim biçimlerine de uygulanabilir –doğrudan üretici her bir tarzı karakterize eden ekonomik değişimler içerisine ne kadar gömülüdür? Bu soruya antik ve modem toplumları dikkate alarak cevap vermeye çalışacağım.
Ancak Hindess ve Hirst prekapitalist toplumlarda doğrudan fiziksel baskının aşırı kullanımını kuram dışına atamıyorlar. Yani kurtuluşları için tek neden bu olmasa da en azından kapitalizmde olduğundan daha önemli görünüyor. Gerçekten de öne sürdükleri üç ana prekapitalist tarz içinde üretim tarzı/devlet ilişkileri üzerinde yaptıkları analizler sorunları da beraberinde getirdi, Antik tarzda (Atina ve Roma) el koymanın siyasi vatandaşlıkta olduğu söylenmektedir: vatandaşlar, vatandaş olmayanları sömürür (daha sonra yani Roma İmparatorluğunda ise devlet görevlileri). Roma Cumhuriyetinin yaptığı savaşların etkilerini ve ganimet ve kölelerin dağılımını ampirik olarak açıklamaktadırlar. Dolayısıyla harp, bu antik tarz için ve onun farz edilen koşulları için hayati önem taşımaktadır ama kuramsallaştırılmaz. İkincisi, feodal tarz hiçbir zaman nedensel olarak değil, işlevsel olarak tanımlanmakta ve incelenmektedir. O yüzden feodal devlet, feodal tarzın ayakta kalması için toprağın toprak ağası sınıfı tarafından tekelci mülkiyetini meşru hale getirmelidir ancak ‘proto-feodal’ üretim gereksinimlerinin feodal devletin ortaya çıkmasına sebep olduğu iddiasına yönelik hiçbir kanıt sunulmamaktadır. Araştırmacılar genel olarak Avrupa feodalizminin kökeninin Roma özel mülkiyetiyle ve Alman savaş gruplarının birleşmesinde yattığı konusunda hemfikirdir. Yine harbin ekonomiyle ilişkisi üzerine bir kurama ihtiyacımız var gibi görünebilir. Son olarak, Hindess ve Hirst Asya tipi üretim tarzını ‘feshetmektedirler’ çünkü bir tür sömürü biçimi olan vergi-kira, feodal kiranın yalnızca bir çeşididir. Asya ile Batı Avrupa feodal toplumları arasında yine de önemli bir fark olduğunu kabul etmektedirler. İlki güçlü devletlere sahipti ama diğerinin ise yoktu. Onlara göre üretim tarzı her ikisinde de aynı olduğu için bu farkı açıklayamaz (1975, s. 196-9). O yüzden devlet ve üretim tarzı öyle görünüyor ki hatırı sayılır bir özerkliği haiz ve ilişkileri de çoğunlukla kuramsallaştırılmamış.
Bu yüzden zıt yollarla prekapitalist toplumlarda devlet ile üretim tarzı arasındaki ilişkiyi kuramsallaştırmaya çalışan bu Marksist girişimlerin birtakım sıkıntıları söz konusudur. Bu ikisi ya birleşiktir ya da özerk. Gayet açık ki bu tatmin edici olmayan gidişatın yirminci yüzyıl boyunca sosyolojinin toplumlar arasındaki savaşları görmezden gelmesiyle alakası vardır. Bu, Spencer, Gumplowicz ve Oppenheimer gibi kendilerini harbin sonraki nesiller tarafından siyaseten istenmeyen durumlar olarak tanımlanmasına adayan on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyıl kuramcılarının kaderiydi. Fakat bu, konuyu tamamen görmezden gelmek için yeterli bir sebep olamaz.
Üretim Tarzı, Üretken Birimler ve Sınıflar
Marksist modelin ikinci sorunu da yine kapitalist tarz ile diğer tarzlar arasındaki bir farkla alakalıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin basit tanımı üretken birimler arasında kesin ilişkiler varsayar. Artı değer Marx’ın terimleri olan ekonomideki Kesim I ve Kesim II arasındaki yani üretim mallan sağlayan birimler (üretim araçları) ile tüketim malları sağlayan birimler arasındaki değişimdir. Kapitalist bir fabrika diğer kapitalist fabrikalar olmadan ve aralarında değişim olmadan hayatta kalamaz. Ancak feodal konaklar (manors) arasında ve hatta antik çiftlikler (estates) arasında varsayılan herhangi bir karşılıklı ekonomik bağımlılık söz konusu değildir. Bunlar birbirine benzer, evet, fakat birbirine bağımlı olmayabilir. Ne feodal kira ne de vatandaşın el koyması herhangi bir değişim türünü varsayar. Her bir üretken birim kendine verebilir; alternatif olarak da sadece devletle değişime gidebilir. Aslında bu durumların her ikisi de prekapitalist toplumlarda birbirine benzetilmektedir –daha sonra göreceğimiz üzere Roma İmparatorluğunun zayıflamasıyla sonraki yerini ilkine devredecektir.
İşte bu da ekonomilerin coğrafi sınırlarıyla antik imparatorlukların yönetim biçimleri arasında kendine has bir uyum eksikliğini beraberinde getirmektedir; zira yönetim biçiminin kapsamı ekonomik coğrafi sınırlan açık arayla geride bırakır. Bu durum kapitalizmin gelişiyle tersine dönmüştür: bugün ABD de dâhil olmak üzere siyasi ulus devletler daha geniş bir ekonomik sisteme eklemleniktir. Gerçekten de kapitalist üretim tarzı karşısında modern devletin özerk iktidarının aşın derecede sınırlı olmasının bir sebebi de uluslar arası kapitalist güçleri kontrol edememesidir. Bu durum, özellikle karar alma sürecini IMF olmaksızın netleştiremeyen Britanya için oldukça açık bir örnektir. Ancak bu da büyük çaplı prekapitalist toplumlarda böyle bir iktidar dengesinin tersine çevrilmiş olma olasılığını artırmaktadır; yani (Weber’in bir sözüyle) ekonominin “siyasi anlamda belirlenmiş’ olma olasılığını artırmaktadır. Göreceğiz.
Bu, başka bir çetrefilli sorunu ortaya çıkarmaktadır. Eğer bir toplumun genel ekonomisi çoğunlukla kendine yeten üretim birimlerinden oluşursa ekonomik etkileşim coğrafi anlamda oldukça sınırlıdır. Eğer bu böyleyse toplum çapındaki sınıflar nasıl ortaya çıkabilir? Bizzat Marx da Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı Fransız köylüleriyle İlgili bilindik çalışmasında bu sorunu ortaya atmıştır. Fransız köylüsünün, sahip oldukları üretim tarzı yüzünden, nasıl tecrit edildiklerine değindikten sonra şöyle der:
Köylü ailelerinin her biri, hemen hemen tamamıyla kendi kendisine yeter, tükettiğinin en büyük bölümünü doğrudan doğruya kendisi üretir, böylece geçim araçlarını, toplumla bir değiş-tokuştan çok doğa ile yaptığı değişim yoluyla sağlar. Tarla, köylü, ailesi; onun yanında bir başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile. Bu ailelerden belli bir miktarı bir köy meydana getirir, belli bir miktar köy de bir idari birimi oluşturur. Böylece, Fransız ulusunun büyük kitlesi, aynı cinsten büyüklüklerin basit bir toplamı ile, hemen hemen patates dolu bir çuvalın bir çuval patates meydana getirmesi gibi, aynı biçimden oluşmuştur [Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’\, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 2012]. |
Ardından da şöyle bağlar:
Milyonlarca köylü ailesi, onları birbirlerinden ayıran ve onların yaşayış tarzlarını, onların çıkarlarını ve onların kültürlerini toplumun öteki sınıflarınınkilerle karşı karşıya getiren ekonomik koşullar içinde yaşadıkları ölçüde, bir sınıf meydana getirirler. Ama küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzeşmesi onlar arasında hiçbir ortaklık, hiçbir ulusal bağ, hiçbir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler [Çev. Sevim Belli] . |
Marx’ın birçok yorumunun aksine bu, sınıfın ‘nesnel’ ve ‘öznel’ yönleri arasındaki bir ayrım değildir. Zira yerel bağların, durum benzerliği kadar ‘nesnel’ (ve ekonomiktir) – ancak yerel bağlantının siyasi ve ideolojik (yani ‘öznel’) sonuçlan vardır. Dolayısıyla Marx’ın sınıfla ilgili ikinci ölçütüne göre nesnel olarak şu sonuca ulaşabilir miyiz: sınıf arası etkileşim olmadığı için bu tarz prekapitalist toplumların hiçbirinde ne doğrudan üreticiler sınıfı ne de sınıf çatışması vardır? Sınıflar ancak ekonomik etkileşim varsa vardır. Dolayısıyla eğer bir imparatorluk kendine yeten üretim birimlerinden (çiftlikler, konaklar) oluşuyorsa orada kendi çıkarlarını siyasi olarak zorla kabul ettiren toplum çapında büyük üretici sınıflardan ziyade birçok yerli, küçük ve birbirine benzer doğrudan üreticiler sınıfı vardır. Bu da parçalı (segmental) bir sınıf sistemini meydana getirir.
Durkheim’ın terimi, bu kavramsal sorunun aydınlatılması uğruna benim ampirik olanı varsayımsal örneklere dönüştürme konusundaki abartımın boyutunu ortaya koymaktadır. Zira Durkheim (1964, s. 174-81) “parçalı toplum’ kavramını öncelikle devletsiz, birbirleriyle hısım olan grupların çok erken evrimsel safhadaki gevşek birlikteliklerine atıfta bulunmak için kullanmıştır. Üzerinde durduğum medeni toplumların üretken birimleri tabii ki kendilerine tamamen yetemiyorlardı; ister iki taraflı değişim olsun ister meta biçiminde olsun imparatorluk çapındaki ekonomiye bağımlıydılar, Bu ekonomik sistemin iki önemli etkisini görebiliyoruz.
1. Doğrudan ya da dolaylı ekonomik etkileşim: A’nın doğrudan B ile yaptığı değişim ya da malların A’dan B aracılığıyla C’ye geçtiği.
2. Dolaylı ekonomik etkiler: Hiçbir değişimle birbirine bağlı olmasalar da üretim birimi A’nın üretiminin üretim birimi B’yi etkilemesi. Bu durumları inceleyerek sınıfı karşılıklı bağımlılık olarak analiz ederiz.
Antik Roma ve Çin Ekonomileri ve Sınıf Sistemleri
Roma ve Çin ekonomilerini, merkezi ve emperyal sistemlerinin gelişmesinden sonraki ve batışından önceki ana hatlarıyla anlatarak konuya gireceğim. Roma’yı MS 14’te Augustus’un ölümünden MS 4. yüzyılın başlarına kadar; Çin’i ise MÖ 206’da Han Hanedanlığının tahta çıkmasından MS 1368’de Ming Hanedanlığının başa geçmesine kadar. Doğal olarak büyük ölçüde basitleştirme olacak, tarihi değişiklikler görmezden gelinecek, özellikle de Çin örneğinde (çünkü bu dönemin sonraki kısımlarında büyük ekonomik gelişme görüldü).
Her iki imparatorlukta da nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı asgari geçim düzeyinde ya da biraz üstünde toprakla uğraşan doğrudan üreticilerdi. Sömürü iki biçimde gerçekleşiyordu: imparatorluk yetkililerine ödenen vergi biçiminde ya da (çok daha nadir olarak) toprak ağasına ödenen kira biçiminde. Yine benzer şekilde üretici olmayanlar servet ve iktidarlarını imparatorluk yetkisini elinde bulundurarak ya da toprak ağası ve benzeri olarak elde ediyorlardı. Esnaflıkla ilgili, ticari ve sanatsal faaliyet diğer sınıf ilişkilerine nazaran nicelik bakımından azdı ve aralıklarla yapılırdı ve ayrıca imparatorluğun düzenlemesi altında gerçekleştirilirdi. İmparatorluğun sınırları açıkça belirlenmişti ve yöneticiler, sınır dışındaki halklarla teması denetim alanda tutuyor ve bazen de yasaklıyordu. Böylece devasa bir ortak pazar ortaya çıktı ve bu bir para ekonomisiydi: köylüler bile nakit para ödüyorlardı. İmparatorluğun paranın değerini düşürmesiyle birlikte ülke çapında ciddi ekonomik yıkımlar meydana gelince bu ekonominin sistemik karakteri ortaya çıktı, Ayrıca Hopkins (1977, s. 5) bir bölgenin para arzındaki artışın diğer bölgeler üzerinde doğrudan etkisi olduğunu gösterdi. O yüzden ekonomi iki büyük tezatlığı ortaya koymaktadır: asgari geçim ve para; asgari geçim ve binlerce kilometre çapındaki ülke.
Köylünün bakış açısından ekonomi çoğunlukla hücreseldi yani değişim ilişkileri 4-5 kilometrelik bir alanla kısıtlıydı ve bu alan içerisinde mallarını satmak ya da değiş tokuş etmek için rahatça hareket edebiliyordu, Teknoloji ve nakliye masrafları öncelikli olarak buna etki ediyordu. Lattimore’un Çin için yaptığı hesaplamaya göre karadan yem taşımak için gerekli olan hayvanlar o yemi 150 kilometre içinde tamamen tüketiyordu (1962b, S.479). Roma’da ise Diokletianus’un azami fiyat emrine göre 550 kilogram buğday yaklaşık 500 kilometrede fiyat olarak iki katına çıkıyordu (Finley, 1973, s. 128; ayrıca bkz. Jones, 1964, vol. II, s. 844). Doğunun ikinci şehri olan Antakya MS 262-3’te kıtlık geçirdiğinde Julian ve ordusu sadece 80 ve 150 kilometrelik uzaklıktaki iki Suriye bölgesinden tahıl getirtilmesi için müdahale etmek zorunda kalıyordu (Finley, 1973, s. 33). Su taşımacılığı çok daha ucuz olduğundan bu hücresel yapı muhtemelen daha belirgin ve düzenli bir şekilde yapılıyordu çünkü Çin karalarla çevrili bir ülkeydi. Sinologların çoğu bunu analizlerinin en başına koymaktadır (örneğin Balazs, 1964, s. 16; Lattimore, 1962a, s. 41: Stover 1974, bölüm 4). Lattimore (1962b, S.478 … 9) köyden bir miktar üretim fazlasının kasabaya nasıl gittiğini anlatmaktadır. Bu kasabaya en yakın diğer kasaba ise 15-20 kilometre uzaklıktadır. Bu kasabalardan ise daha fazla üretim fazlası ürün o bölgenin yönetim merkezi konumundaki şehre giderdi. Oradan da ülke çapına küçük bir miktar gönderilirdi. Ancak bölgedeki hâkim şehir bile üretiminin büyük bir kısmında kendi iç bölgesine bağımlıydı. Roma İmparatorluğu ise bundan daha düzensiz bir yapıya ve daha büyük bir bölgeler arası deniz ticaretine sahipti. Her iki imparatorlukta da Akdeniz havzası en gelişmiş uzun mesafeli karşılıklı bağımlılığı oluşturuyordu, Onun biçimi üzerinde daha sonra duracağını. Büyüklüğüne rağmen Roma’nın şehirlerinin çoğu da büyük oranda kendi iç bölgelerine bağımlıydılar (Jones, 1964, vol. II, s. 714). Böyle yerel pazarlar dahil olsa bile ticaret hacmi düşüktü: MS 4. yüzyılda Konstantin’in şehir ticaretine koyduğu yeni vergi, (bu hesaplamanın doğruluğundan emin olmamakla beraber) toprak vergisinin yalnızca yüzde 5’ine tekabül ediyordu (Anderson, I 974a, s. 20~ d. Jones, 1964, vol. I, s. 466; ticarete kısmen daha fazla ağırlık veren başka bir çalışma için bkz. Hopkins, 1977).
Ancak bununla beraber ben asgari geçim üzerindeki geriye kalan yüzde 5‘lik biçime yoğunlaşmak istiyorum. Zaten bu, medeniyetin ekonomik tabanını oluşturmaktadır, asgari geçim marjındaki yüzde 5 de bizzat aktörlerin kendileri için muazzam önemdedir! Çoğu zaman ticaret, köylünün değil el koyanların tüketim ihtiyaçlarını karşılıyordu. Roma’da en karlı tarım biçimi lüks bir meta olan bağcılıktı. En çok mısır tarımı yapılan bölge olan Mısır, sermayenin (üst sınıf ve bürokrasisi de dahil) ihtiyacını karşılıyordu. Ticaret merkezleri lejyoner merkezlerinin konumlarıyla da bağlantılandırılabilir. Roma ekonomisinin sistemik doğasının en güzel analizini Hopkins yapmaktadır, Vardığı sonucu buraya alıntılıyorum:
Bütün imparatorluğun parasal biriminin birleştirilmesinin birincil sebebi tamamlayıcı vergi akışı ve ticaretti. İmparatorluğun en zengin bölgeleri (İspanya, Kuzey Afrika, Mısır, Güney Galya ve Küçük Asya [Anadolu]) vergilerini parayla ödüyorlardı ve bu paraların çoğu ya İtalya’ya ya da orduların yerleştirildiği imparatorluğun cephe bölgelerine ihraç edilmekte ve oralarda harcanmaktaydı. Zengin merkez bölgeler de vergi ithal eden bölgelere yiyecek ve mal satarak vergi paralarını yeniden geri kazanmak zorundalardı… Dolayısıyla Roma İmparatorluğu’nda uzun mesafeli ticarete teşvik eden birincil sebep merkezi hükümetin vergi talepleri ve çoğu üreticinin (vergi ödeyenlerin) çalıştıkları yer ile hükümete bağlı olanların çoğunun (askerlerin ve resmi görevlilerin) yerleştiği yer arasındaki mesafeydi (1977, s.5).
Köylülerin büyük çiftliklerdeki rolü ya pasif ya mallarına el konulan ya da zorla veya yarı özgür çalıştırılan şeklindeydi. Ancak yine de bazı kitle tüketim malları değişime sokuluyordu. Örneğin metaller, çanak çömlek, tekstil ürünleri, tuz, ucuz şaraplar (Çin’de çay). Fakat eğer böyle bir topluma köylülerin katılımının ekonomik yararlarını listeleyecek olursak pazar alış-verişinin gelişmesi bunlardan yalnızca bir tanesi olur, hatta önemsiz bir tanesi. Asıl faydaları ise şunlardı:
1. İmparatorluk asayişi: yabancılar arasında oluşabilen etkileşim içinde (az da olsa) bir güvenlik sağlıyordu. Dolaylı ‘emeğin’ çok rastlanan bir biçimi olan eşkiyalığı da sürekli denetim altında tutuyordu. Hopkins Roma gemilerinin daha önceki tehlikeli zamanlardakinden çok daha büyük ve hassas olduklarını belirtmektedir (1977, s. 5). O yüzden iç savaşlar bunu engelleyince ticaret düştü ve o kritik marj üzerinde ciddi etkiler bıraktı. Lattimore yirminci yüzyılın başlarındaki Çin’de bile yönetimdeki bir çöküşün tuz ticaretini bitirdiğini ve bunun da yetersiz beslenmeye sebep olduğunu belirtmektedir. (1962a, s.43).
2. İmparatorluğun değişime teknik desteği: güvenli bir para sistemi, mülkiyet ve ticaret kanunu, kültürlü bir bürokrasi ve ordu destekli haberleşme sistemleri… bunların hepsi her iki imparatorlukta da üretim ve değişim için altyapısal destek sağladı. Buna ek olarak ortak bir takvim ve uzunluk ve ağırlık ölçü birimleri vardı.
3. Tüketim pazarları: bürokrasinin, ordunun ve toprak ağası sınıfının tüketimi ticareti ve para ekonomisini geliştirdi. Dolaylı emek olarak bunlar hak sahipleri gibi değil de sömürücü gibi görünebilirler fakat gerçekleştirdikleri tüketimin ticarete faydasını dikkate almalıyız.
4. Emek sürecinin pekiştirilmesi: antik dönemdeki ekonominin bir paradoksu, tarımın en etkin biçimlerinin, ayrıca üreticiler için belki de en güvenli geçim düzeylerinin, özellikle büyük çiftliklerde ve küçük maden sektöründe zorla çalıştırmayı de içeren üretim sistemleri içinde yer almasıdır (Finley, 1973. s. 106).
Genel olarak ekonomik kalkınma seviyesiyle ilgili herhangi bir şüphe söz konusu değildir. İtalya’daki büyük çiftliklerin üretkenliği günümüz İtalya’sındakinden önemli derecede yüksek görünmektedir. Ancak verimle ilgili rakamlar konusunda şüphe uyandıracak sebepler vardır. En güvenilir olanı Diokletianus’un Fiyat Fermanı idi. Bu ferman emekçilere mal karşılığı 1 parça, nakit karşılığı ise 1,5 ila 3 parça öngören bir ücret dağılımına işaret eder. 16. yüzyıl İngiltere’sinde benzer bir hükümet emri, emekçilerin ücretlerinin en az yarısını masseden bir ekonomik muhafaza öngörüyordu. Bu da muhtemelen Roma’da daha yüksek yaşam standartları olduğuna işaret etmektedir (Duncan-Jones, 1974, s. 11-12~ 39-59). Ve tabii ki en parlak döneminde imparatorluk, düşüşe kadarki 700 yıl boyunca daha büyük bir nüfusu destekledi. Düşüş, Batı Avrupa’da Karanlık Çağda para ekonomisinden doğal ekonomiye doğru düşüşün bir parçasıydı (Slicher van Bath 1963, s. 30-1). İmparatorluk sınırları içindeki köylü, imparatorluk olmadan daha iyi durumda idi.
Fakat bu çıkar düzeyi yüksek düzeyde baskıya bağlıydı. Bu, yukarıda listelenen çoğu çıkarın karakterinden de bellidir: emrin kendisi, aslen askerler tarafından fakat ayrıca esir ya da angarya (corvée) emeğiyle inşa edilen haberleşme sistemleri, üretici olmayanların tüketimi için harcanmak üzere roda vergi/kira toplama, zorunlu ve yoğun tarım. Üstelik sonuncusu hariç bu çıkarlar bir nevi soyut ve dolaylıdır. Köylü değişim ilişkisi içerisinde yer alıyor gibi görünmemektedir: emeği ve vergisi/kirası gasp edilmekte ve karşılığında hiçbir şey almamaktadır. Bir bölge, hatta bütün imparatorluk çapındaki köylülerin hepsi bu gaspa boyun eğdiği takdirde bu çıkarlardan onlar da faydalanabilecektir. Son olarak, eğer devletin insan gücü ya da vergi talebi artarsa denge tamamen tersine dönebilir, asgari geçimin altına düşebilir.
Dolayısıyla şimdilik doğrudan üreticilerin ekonomik ilişkileri konusunda şu sonuçlara varabiliriz:
1. Doğrudan üreticiler arasındaki karşılıklı ekonomik bağımlılık ekonominin hücresel doğasından dolayı düşüktür,
2. Büyük çiftlikler haricinde doğrudan üreticiler ile el koyanlar arasındaki en önemli karşılıklı bağımlılık biçimi muhtemelen yerel toprak ağalarından ziyade devletle olandır (bu ikisi birbirinden ayrıldığı oranda).
3. Bu karşılıklı bağımlılık soyut, zorlayıcı ve müphemdir.
İlkini daha ayrıntılı bir şekilde irdelemek istiyorum. Bunu da günümüz kapitalizmiyle arasındaki zıtlığı net bir şekilde ortaya koyarak yapacağım. İlk olarak, doğrudan üreticilerin ortak örgütleri artık günümüzde mevcuttur. Sendikalar tüm dünyada kapitalizmin gelişmesine eşlik etmiştir ve kapitalist olsun ya da olmasın hiçbir sanayi devletinde, ister ‘korporatist’ isterse ‘muhalif-demokratik’ yapılarda, sanayi yöneticilerinin/denetleyicilerinin örgütlü işçi gruplarına en azından danışmadan sanayi işletmesi mümkün değildir. Ayrıca, liberal demokrasilerde işçi sınıfının siyasi partileri de ortaya çıkmıştır. Bunun açıklaması iki katmanlıdır: üretim sürecindeki tabi olan doğrudan üreticilerin zorunlu benzerliği ve farklı üretken birimlerin birbirleri üzerindeki ekonomik etkileri. Bu ikincisi üzerinde durmak gerekiyor. Kapitalizmdeki meta üretimi göz önüne alındığında pazarlar hem emek hem de ürünler için vardır. Dolayısıyla bir şehirdeki A işçisinin gerek ücret haddi gerekse üretkenliği, başka bir şehirde çalışan B işçisinin de ücret haddini ve üretkenliğini etkileyecektir. Yine A işçisinin üretkenliği başka ülkedeki bir şehirde çalışan C işçisininkini de etkileyecektir. Bu tarz rekabet etkilerinin sınıf eylemine sebep olacağının bir garantisi yoktur ve bölgecilikten ziyade dayanışmayı (meydana geldiği kadarıyla) açıklamak için başka etmenlerin müdahalesi gerekir. Fakat burada karşılıklı bağımlılık söz konusudur. Üstelik farklı bir biçimde olsa da bu, başka sanayi toplumlarında da vardır. Sovyetler Birliğinde ve uydularında farklı üretim birimlerinin üretkenliği ve ücret haddi de yine birbirlerini etkiler ancak burada ilişkiye devlet düzeyindeki (farklı sanayi kollarını, bölgeleri vb. temsil eden) baskı grupları aracılık eder. Böyle bir karşılıklı bağımlılık genellikle antik imparatorluklarda yoktu, Birinci tip, yani etkileşim, ekonomik hücrelerle sınırlıydı ya da yoğun tarım sistemlerinin nispeten daha geniş sınırlan içindeydi. İkinci tip olan ekonomik etki de genelde yoktu. Örneğin Antakya civarındaki A köylüsünün üretimi Bitinya’daki B köylüsünün üretimini etkilemiyordu. Ücretli emek sektöründe ücret dalgalanmaları arz ve talepten kaynaklanmıyordu (Finley, 1973 .. s. 23). Bunların arasındaki tek olası ekonomik etki devlet vasıtasıyla olabilirdi. Örneğin bir bölgenin vergilendirilme miktarı başka bir bölgeninkini etkileyebilirdi. O yüzden beklendiği üzere doğrudan üreticilerin ortak örgütleri nadiren şehir dışında yer almışlardır.
Bu, neredeyse bütün doğrudan üreticilerin üretici olmayanlara benzerliğini inkâr etmek demek değildir asla (yerellik, etnik ve hukuki statü bakımından farklılıklar olmasına rağmen). Nüfusun çoğunluğu ile küçük, neredeyse tamamen kentli, okuryazar ve makam sahibi elit kesim arasındaki eşitsizliğin boyutu devasaydı. Roma’da arsa mülkiyeti aşırı derecede adaletsizdi ve cumhuriyetin yükselişiyle birlikte daha da kötüye gitme eğilimi gösteriyordu. Elimizdeki en kesin bilgileri Roma ordusunun maaş çizelgesi sunmaktadır: tavandan tabana 67: 1’lik bir oranda düzenlenmiştir. Pompey’in askerleri arasında ise zafer sonrası ganimetlerin paylaşımı 500:1’Iik bir oranda düzenlenmiştir (Duncan-jones, 1974,! s. 3: MacMullen, 1974, s.94, ve genel olarak bölüm 1 ve bölüm 4). Hopkins (1977, s. 12•13) daha ileri gider ve bir Senatörün gelirinin asgari geçim düzeyindeki bir köylü ailesinin 2000 katı olduğunu hesaplar. Çin’de de benzer bir eşitsizlik söz konusuydu fakat Çin bu eşitsizliği daha yüksek bir kültürel farklılıkla takviye ediyor, hükümdarlarına hizmet etmek için eğitilenler (shik) ile yönetilenleri (min) birbirinden ayırıyorlardı (Eisenstadt, 1969 baskısı, s. 321; ayrıca bkz. Lattimore, 1962a, s. 49). Eisenstadt böyle bir ayrımın imparatorluk sistemlerinde yaygın olduğunu iddia etmektedir. Yoksullar okuryazar olmadıklarından bu konuda ne hissettikleriyle ilgili bize herhangi bir kayıt bırakmamışlardır. Ancak servet görünür haldeydi ve hatta gösterişli bir şekilde teşhir ediliyordu. Eğer kıtlık baş gösterirse bu insanların zengin zalimlere şiddetle karşılık vereceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Peki, kimdi bu zalimler? Üstelik özellikle modelimizdeki ikinci ve üçüncü aktörler arasındaki yani doğrudan el koyanlar ile siyasi elitler arasındaki ilişkiler nasıldı? Burada çok tartışmalı bir meseleyle karşılaşıyoruz, devlet yetkililerinin özerkliğinin derecesi karşısında toprak ağası/seçkin/soylu grupları. Bu tartışma Çin örneği etrafında şekillendi. Bir uçta Wittfogel’in güçlü, kendine has ve gayet siyasi bir çalışması olan Oriental Despotism (1957) bulunmaktadır. Bazı bölüm başlıkları kendini belli ediyor zaten: ‘Toplumdan daha güçlü bir devlet’, ‘Despotik iktidar –tamamıyla ve acımasız’, ‘Topyekun dehşet’. Wittfogel’in iddiası kendi ‘hidrolik ekonomi’ görüşüne dayanır. Yani ona göre büyük çaplı kanal ve su işleri, imparatorluk tarafından merkezi bir ‘tarımsal-idari despotizmi’ zorunlu kılmıştır. Wittfogel bunu antik imparatorluklara genellemekte ve Sovyetler Birliği ile eş tutmaktadır. Bunu da despotik imparatorlukların ekonomik temelleri üzerine sapkın bir Marksist analiz geliştirerek yapar. Bildiğim kadarıyla onun bu analizi antik imparatorlukların siyasi yapısını ekonomileri bakımından irdeleyen tek sistematik ve tutarlı girişimdir. Ancak Çin ekonomisine daha yakından bir bakış Wittfoget’in görüşünü desteklemiyor. Bu yakından bakış içerisindeki karşı görüşleri Eberhard özetlemiştir. Çin İmparatorluğu kendi “şark zorbalığı yapısını yaygın hidrolik tarım bölgelerine genişlemeden önce geliştirmiştir. Hidrolik: sistemler merkezdeki yetkililer tarafından olduğu kadar yerel yetkililer tarafından da geliştirilmiş olabilir ve eğer vilayetlerde konumlanmışlarsa merkezdeki ‘bakanlıkların’ sorumluluğunda oldukları net değildir. Eberhard ayrıca daha genel anlamda iddia etmektedir ki Çin devleti toplumun üstünde’ değildi ve aslında İmparatorluk ‘seçkin bir toplum’ idi. Bu toplumda hem memuriyet geliriyle hem de uzaktan mülk sahipliği geliriyle geçinen ve toprak ağaları, ilimler ve siyasetçiler gibi farklı aile üyeleriyle yaşayan seçkin aileler, imparatorluk yetkililerinin despotik iktidarına yalnızca çok kısa dönemler müsaade etmişlerdir (1965 baskısı, s. 42-6, 56 .. 83; ayrıca bkz. Chi, 1936).
Bu görüş ise diğer ucu temsil etmektedir. Bu iddiaya göre devlet toplumun ‘üstünde’ değildi; daha ziyade sınıf egemenliğinin bir aracıydı. Aslında hidrolik tarım bakımından Çin Wittfogel’in düşüncesine nispeten iyi uymakla birlikte (zira diğer imparatorluklar hidrolik tarıma daha az meyletmiştir) siyasi olarak az örtüşmektedir; çünkü Eisenstadt’ın (1969 baskısı, s. 205) da belirttiği gibi Çin’in seçkinleri muhtemelen aralarındaki en homojen egemen sınıftı. Dahası, Çin’de bile dünyanın büyük bir kısmında modern döneme kadar uzanagelmiş emperyal ya da monarşik sistemlerin o bilinen karakteristik politikaları yani devletin bürokratik sınıfları/sahipleri ile toprak ağası sınıfları arasındaki mücadele sergilenmiştir. Eisenstadt’ın müthiş bir şekilde analiz ettiği bu politikalar iki kurumun denetimindedir: ordu ve yerel sivil yönetimler (özellikle de vergi kurumları). Zorunlu vergi ya da profesyonel ordu, merkezden atanan imtiyazsız kurumlar, merkezden atanan fakat varis kurumlar ya da yerel iltizamcılar… Tüm bunlar devletleri olan sanayi öncesi toplumların politikalarıydı. Doğal olarak aşağıdan bakılınca böyle çatışmalar önemsiz gibi görünmüş olabilir. Köylüye onu sömürenler ya imparatorluk görevlisi ya da toprak ağası gibi görünmüş olabilir; hayatını ya ağasının uşağı ya da paralı asker olarak riske atıp atmamak olarak görünmüş olabilir.
Ancak sömürücülerin ekonomik ve kültürel homojenliklerine rağmen aynlık1an ve örgütsel zayıflıklan oldukça bellidir. Ekonomiye dönersek toprak ağası zümresi içinde nispeten ekonomik etkileşim eksikliğine dikkat çekebiliriz. Evet, doğrudur, onlar köylünün aksine büyük üreticilerdi ve meta tüketicileriydi. Ancak öyle görünüyor ki iki baskın ekonomik işlem biçimi onları birbirleriyle ekonomik değişim yapmaya dâhil etmedi. Bu ilk biçimi ‘oikos’ yani ev ekonomisi temsil etmektedir (ayrıca ‘ekonomi’ sözcüğünün de köküdür). Her iki imparatorlukta da şehirlerde oturan toprak ağası tüketimini çoğunlukla kendi çiftliklerinden gerçekleştirirdi. Örneğin MS 4- Yüzyılda Romalı aristokratlar gelirlerinin yaklaşık yansını mal karşılığı elde ederdi. İkincisi, toprak ağası daha özel lüks mal satın alır ve özellikle kentli tüccar ve zanaatkârlardan uzmanlaşmış emek satın alırdı. Ticaretle uğraşan yerleşik toprak ağası ailesi bulmak zordur ve yine bu yüzden sınıf içi ekonomik etkileşim azdır. Şimdi abartmadan ifade edelim: çoğu toprak ağası kendi ürettiklerinin bir kısmını pazarda satardı, bazıları da ticari faaliyetlerde bulunurdu. Böyle bir ekonomik faaliyet yok değildi ama yaygın da değildi. Üstelik yerel ve bölgesel çapta olma eğiliminde olan bu faaliyet Çin’de ‘Önemli Ekonomik Alanların’ ortaya çıkmasını sağladı. Bu alanlar nispeten sıkı entegre olmuş bölgesel ekonomilerdi ve hanedan krizlerinde İmparatorluğun geri kalanından ayrı olarak kendine-yeterlik payesi elde etti, tabii bunun bir de maliyeti var (Chi, 1936, s. S-ll). Burada kapitalist ekonomilerle olan tezat yine oradadır. Kapitalistler sürekli ekonomik etkileşim içindedir, gerek doğrudan gerek dolaylı olarak, en azından bütün ulus devlet düzeyinde (belki de onun dışında da). Ayrıca emekçi sınıflarla olduğu gibi ortak [kolektif] örgütler her yerde bu etkileşimi artırmıştır. İşveren örgütleri, karteller, oligopoller, hükümetin eşgüdüm [koordinasyon] ve araştırma temsilcilikleri, bütün bunlar kapitalist sınıfın örgütlü olduğunun birer kanıtıdır. Büyük çaplı antik toplumlarda toprak ağası sınıfının bununla karşılaştırılabilecek ortak ekonomik örgütlenmeleri yoktu.
Aslında bir çeşit ortak örgütlenme vardı, özellikle de bütün tarihi boyunca temsili bir siyasi anayasaya sahip görünen Roma’da. Cumhuriyetteki halk temsiliyeti MÖ 1. yüzyıldaki sivil savaşlardan dahi önce ortadan kalkmış ancak Senato İmparatorluk boyunca hayatta kalmıştı. Tabii ki bir kere bile başarılı bir şekilde bir imparatorun iktidarını zorlayamamıştır. Aristokrasinin, aslında bir bütün olarak toprak ağalarının, etkin bir siyasi görev üstlenmek istediğine yönelik hiçbir işaret yoktur. Senatörler yerel siyasi resmi kurumlardaki görevlerden muaf ve imparatorların bu muafiyeti ortadan kaldırmaya yönelik sürekli çabaları başarısız oldu. O yüzden yerel il yönetimine muhtemelen en büyük toprak ağaları dâhil edilmemişti. Çünkü bu, il meclis üyelerinin imparatorun bölge yetkililerine iktidarı kaptırmaya yönelik bir etmendi. Gerçekten Rostovtzeff, toprak ağası sınıfının bu siyasi güçsüzlüğüne (kendisi bu sınıfa ‘orta sınıf’ demektedir) bizzat imparatorluğun düşüşü ve yıkılışında belirleyici bir rol atfetmiştir (1957 baskısı, özellikle 12. bölüm; ayrıca bkz. Jones, 1964, vol. II, s. 722-42). Bunların hiçbiri tabii ki özerk siyasi temsiliyeti olmayan fakat imparatorluk bürokrasisinin içine tamamen sızmış olan seçkinlerin olduğu Çin’e uymamaktadır; özellikle de Konfüçyüs imtihan sisteminin ortaya çıkmasından sonra. Roma ve Çin arasındaki bu tezat, yol göstericidir zira büyük çaplı antik toplumlardaki toprak ağası sınıf örgütlenmesinin mümkün olan tek etkin biçiminin bizzat imparatorluk bürokrasisi aracılığıyla olduğuna işaret edebilir.
Özerk toprak ağası örgütlenmesinin olmayışı imparatora nazaran bir güçsüzlük izlenimi verebilir. Ancak her ne kadar bir politikanın başlangıcı imparatorun imtiyazı olsa da o politikanın uygulanması, o imparator vergiye ihtiyacı olduğu sürece toprak ağalarına bağlıdır. Köylü, imparatorun hâkimiyetinden çıkar sağlamaktadır ama daha önce de belirtildiği gibi bu soyut ve altyapısaldır. Güvenli para sistemi, düzen ve güvenlik ve iyi iletişim köylünün ekonomik üretimi için bir altyapı sağlamaktadır ama bunlar, eğer yerel uzmanlaşmış üretim araçları imparatorluğun denetiminde değilse köylünün bu üretimin biçimine müdahale etmez. Ancak her iki imparatorlukta da koşum hayvanları ve onların gübresi., değirmenler ve yerel sulama sistemi gibi etmenler devletten ziyade genellikle toprak ağalarının denetimindeydi. Hindess ve Hirst’ün de belirttiği gibi üretim süreci içerisindeki böyle bir kontrol, üretim fazlasının yalnızca zor kullanmaktan ziyade kısmen doğrudan ‘değişim’ yoluyla gasp edilmesini mümkün kılmaktadır. Bu da toprak ağasını gasp etme bakımından imparatorluk yetkililerine göre daha iyi bir konuma yerleştirmektedir. İmparatorluk yetkilileri bazı durumlarda vergiden vazgeçebilir. Mesela bunun en dikkat çekeni ganimet sağlayan maliyetsiz ve başarılı bir savaştır. Ancak öncelikle bu savaşı mali olarak desteklemesi gerekiyorsa işte o zaman vergiye yani toprak ağasının desteğine ihtiyaç duyar.
Bu da benim imparatorluğun ekonomik ve sınıf yapısı üzerine yaptığım statik analizi tamamlamaktadır. Eğer sınıfları üretim araçlarına benzerliği ile tanımlarsak iki tane sınıfımız olur: doğrudan üreticiler ve el koyanlar (fakat el koyma biçimleri aynı sistemin bütününde çeşitlilik göstermektedir). Ancak el koyanlar da toprak ağalan ve resmi görevliler olarak ikiye ayrılmaktadır ve siyasetin çoğu aralarındaki çatışmayla ilgilidir. Ama eğer sınıfları ekonomik karşılıklı bağımlılıklarına göre tanımlarsak böyle sınıflara sahip olup olmadığımız pek açık değildir. Başka bir seçenek ise çok sayıda parçalı sınıflar tanımlamaktır. Bunun esas belirleyicisi ekonomik krizlerden kaynaklı toplumsal çatışmanın doğası olmalıdır. Peki, bu sınıf çatışması mıdır?
Sınıf çatışması ve İç Savaş
Çoğu akademisyen çekinmeden genelleme yaparak antik imparatorluklarda “ilginç bir şekilde’ hiç köylü başkaldırısının olmadığını iddia ederler (Jones, 1964, vol. II, s. 811; MacMullen, 1974, s. 123-4; Eisenstadt, 1969 baskısı; s. 208; Wittfogel, 1957, s. 329-34). Aslında var olmayan başkaldırılar mı yoksa başkaldırılar vardı da bunların kayıtları mı yok, bu konuda emin olamıyoruz. Okuryazar sınıflar, kendi altlarının memnuniyetsizliklerini fark etmede ve kayıt altına almada pek de hevesli görünmüyorlardı. Bunu yaptıklarında ise anlatımlar kendi hesaplarına bunları nadiren birer olgu olarak görüyordu: bunlar özellikle el koyan gruplar arasındaki çatışmalardan ibaretti. Örneğin Spartaküs’ün başkaldırısı. Crassus’un başkaldırıyı başarılı bir şekilde bastırmasının kendi siyasi tutkuları üzerindeki etkilerine yönelik öğrendiklerimiz, bizzat Spartaküs ve takipçileri hakkında öğrendiklerimizden daha fazladır. Çin’deki anlatımlar ise normal olarak hanedan çatışmalarıyla ilgili anlatımlarla bağlantılıdır. Çoğu başkaldırının bariz doğası göz önüne alındığında bu mantıklıdır. Önce Roma’yı ele alalım. Tıpkı tüm diğer imparatorluklarda olduğu gibi Roma İmparatorluğu’nda da ciddi toplumsal çatışmalar yaygındı, Asayişin neredeyse hiç olmadığı ana iletişim güzergâhlarından uzakta bir toplumda kendi hanelerini güçlendirebilenler ayaklanıyordu. Aslında eşkıyalar imparatorluktan da tasfiye edilmiyordu. Bir bakıma eşkıyalık sapkın bir sınıf savaşıydı. Bunlar genelde sömürünün sırtlarına yüklediği yüke dayanamayan kaçak kölelerden, köylülerden ve askerlerden oluşmaktaydı. Ancak kira ya da vergi toplayıcılarıyla mücadele etmek yerine onlardan kaçmayı yeğliyorlardı Ayrıca toplumun genelinde sömürüyü azaltmayıp aksine üretken olmayarak artırdılar.
Sınıf tipi meselelerin ve dönüştürülebilir hedeflerin olduğu daha örgütlü çatışmalar da yok değildi. Üç tane ana tip tanımlayabiliriz. İlki, yeni köleleştirilmiş gruplar tarafından gerçekleştirilen köle başkaldırılarıdır ve imparatorluk döneminde, önceki dönem olan cumhuriyet döneminden çok daha az meydana gelmiştir. Çiftlik sahiplerini öldürmeyi (belki de köleleştirmeyi) ve toprağı özgürce işletmeyi yeniden hayata geçirmeyi amaçlamışlardır. Ne yazık ki geliştirdikleri üretim biçimine yönelik daha fazla bir şey bilmiyoruz. Bu çatışmalar ekonomik sömürüyü sona erdirmeyi amaçlıyordu fakat bölgeseldi ve özgür ve yarı özgür köylüler arasında nadiren yayılıyordu. Yani bu başka1dırılar yoğun tarımın belirli birtakım üretim ilişkileri için bir “çözümü’ idi (MacMulllen, 1966, s. 194-9,211-16; 1974; Thompson, 1952).
Diğer iki tür çatışma ise daha geniş örgütsel biçime ulaşmayı başardı. Bunlar, gerçekten de sınıf kindarlığına sahip gibi görünen hanedana ait iç savaşlar olarak kabul edilmektedir (tabii ki böyle örnekler çok az). Rostovtzeff MS 3. yüzyıldaki iç savaşların köylü askerlerin şehirlerdeki sınıf düşmanlarından aldıkları öç olarak açıklanması gerektiğini iddia etmiştir. Her ne kadar bu görüş bugün pek tutulmasa da iki gerçeği kabul edebiliriz. Birincisi, ordu yukarı doğru toplumsal hareketin ana rotasıdır. İkincisi, bir köylüye göre şehirlerden elde edilen ganimet kendini muntazam olarak iyileştirmede en pratik yol olabilmektedir. Ancak bunun başarabilmesi için kendi buyurucusunun otoritesine baş eğmelidir; o buyurucu da büyük olasılıkla zengin bir toprak ağasıdır, Esas olarak sonraki dönem olan imparatorluk döneminde meydana gelen ikinci çeşit çatışma ise dinci hizipleşmedir. Bu hareketlerin bazıları, özellikle 4. yüzyılın ilk dönemlerindeki Numudia’lı Donatistler, toplumsal ve yeniden dağılımsal hedeflere sahip gibi görünmektedir ancak bu, akademisyenler arasında tartışma konusudur ve her durumda bölgesel/dinci ayrılıkçı eğilimlerle birlikte var olmuştur (MacMullen, 1966, s. 200-6).
Başka bir süreç, bu karışıklıkların sınıf öğelerinin açıkça altını oymaktadır. Bu da yerel üreticilerin devletin otoritesine karşı yerel el koyucularla işbirliğine girme eğilimidir. Bunlar ekonomi dışı örgütlenme biçimleri olan hâlihazırdaki bir orduya ya da bir kiliseye/hizipe bağımlıdır. Ayrıca bunlar ya bütünleşmeme (bölgesel özerklik elde etmek amacıyla) ya da devleti değişmez olarak yeniden yapılandırma (başarılı olmuş bir hanedan hizipi örneğinde olduğu gibi) eğilimindedir. Ne devletin dönüştürücüsü rolündedirler ne de üretim tarzı rolündedirler; olsa bile ancak gerici bir tutumdadırlar.
Özellikle Ban Roma İmparatorluğunun yıkılışını incelersek bu süreçleri örneklendirebiliriz, ‘Gerileme ve çöküş’ meselesi hakkında yüzyıllardır süren anlaşmazlığı otoriteymiş gibi çözmek benim için oldukça zor. Ancak son zamanlarda ve bu makalenin genel düşüncesine destek anlamında askeri sebepler üzerinde durmak için geri dönüş söz konusu. Roma’yı ‘fetheden’ barbarların Roma ordusunu savaş alanlarında hiçbir zaman yenemediği öne sürülerek bu düşünceye hep karşı çıkılmıştır. Bu yüzden Roma iç sebepler yüzünden yıkılmış olmalıdır. Fakat son çalışmalar, özellikle A. H. M. Jones’a ait olan çalışma iddia etmektedir ki barbarların asıl gücü bizzat düşük düzeyli askeri ve siyasi yapılanmalarından gelmektedir. Roma’yla karşılaşan medeni düşmanların (herkesten önce Perslerin) aksine düzenli bir savaş süreci, diplomasi; askeri seferler vb. bunları bastıramazdı. Baskın yapıp kaybolurlar, ganimetlerle geçinirler ve Romalılar vatanlarını yakıp yıksa da pek önemsemezlerdi. Böyle inatçı düşmanlara karşı savunma için gerekli olan verginin yarattığı yük imparatorluğun sonunu getirdi. Ayrıca Jones’un ikna edici diğer bir gözlemi de Ban Roma ve bin yıl daha ayakta kalan Doğu Roma İmparatorluğu arasındaki önemli farklardı, Bu farklar karşılaşmak zorunda kaldıkları düşmanların güçleri ve cephelerinin dayanıklılığı bakımındandı. Buna karşın iç ekonomik sebepleri araştıranlar ise barbarın baskılarından önce meydana gelen ekonomik gerilemeye tanin edici gerekçeler bulmada zorlanmışlardır (Jones, 1964, vol. II, s. 1025-68; Bernardi, 1970). Kölelerin ekonomik kalkınmayı engellediğine yönelik 19. yüzyıla ait düşünceler (Anderson tarafından yeniden ortaya atıldı (1974a, s, 27)) çoğu kesim tarafından artık kabul görmüyor (Westermann, 1955, s. 120; Finley, 1973., s. 83-1; Hopkins, 1977, s. 26-9). Yine de muhtemelen çözülemeyecek bazı meseleler söz konusu. Bunun için ancak (o da olursa) tam da ekonomik bozulmanın başladığı (özellikle ekilen toprakların terk edilmesi., agri d.eseni’) zamana götürecek ve 4. yüzyıldaki iyileşmenin büyüklüğüyle ilgili kaynakların ortaya çıkması lazım, Dolayısıyla şimdi okuyacağınız, gerileme sürecini başından itibaren açıklama girişimidir. Bu arada gerilemenin pürüzsüzlüğü biraz abartılabilir. İçten bozulmanın ve nüfus gerilemesinin imparatorluğu zayıflatmaya başlayıp başlamadığı bir yana hudut bölgeleri üzerindeki barbar baskıları MS 2. yüzyılın yarısından itibaren oldukça sarsıcıydı. Diokletianus’un reformları (MS 284-305) imparatorluğu kurtardı ama çelişkileri de artırdı. Orduyu ve bürokrasiyi ikiye katlayarak vergi yükünü ağırlaştırdı. Toprak sahibi sınıflar da bu yükü kendi altlarına yüklemeye çalıştı ama geçim sınırındaki ekonomilerde bu politika yıkımı da beraberinde getirir. Biliyoruz ki bu mali baskı altında toprak ekilemez ve dolayısıyla gerçekten eminiz ki birçok insan bu yüzden öldü. Muhtemelen bu baskıya bir tepki olarak iki ana toplumsal değişim meydana geldi. Öncelikle o zamana kadar özgür insanlar, imparatorun vergi toplayıcılarından kaçmak için yerel toprak ağalarının himayesine sığınmaktaydı, Kölelik zaten gerilediğinden bu durum ekonomik konumların homojenleşmesini temsil ediyordu. Efendilerinin bir lütfü olarak kendi topraklarına sahip ‘yarı özgür’ feodal serflerin ortaya çıkması (kolon, (colonus) ) Ban Roma İmparatorluğunun sınırları içerisinde tam da yıkılmadan önce ‘evrensel bir sınıf’ yaratmaya başladı. Fakat bu süreç ikinci gelişme olan ekonominin merkezsizleşmesi gelmesi yüzünden sekteye uğradı çünkü yerel toprak ağaları, ev ekonomisinin (oikos) kendine-yeterliği aracılığıyla imparatorluğun iktidarına bağımlılıklarını azaltmak istiyordu. Bölgeler arası ticaretin gerilemesi bizzat iletişim güzergâhlarının güvensiz hale gelmesiyle artan istilalar yüzünden hızlandı. Yerel toprak sahipleri ve kolonlar (coloni) imparatorluk yetkililerini her geçen gün daha da sömürülebilir olarak görmeye başladı. Fakat aslında yerel nüfusun çok azı barbarları kurtarıcı olarak kabul etti (gerçi bir o kadar da hatta daha fazlası kayıtsız kalmış olmalı). İmparatorluk sistemi etkin olduğu zaman fayda da sağlıyordu. Jüstinyen’in 7. yüzyılda İtalya’yı yeniden fethetmesi bunun kanıtıdır: köylü mülk sahiplerini beyan ettikleri brüt hasılanın üçte biri oranında, kiracı çiftçileri ise daha yüksek oranda vergiye tabi tutmasına rağmen kendisi kurtarıcı olarak karşılandı (Jones, 1964, vol. II, s. 773-823, 1043, 1058-63).
Bu anlatımdaki en önemli ihtilaf alanı yıkılışın köylü üzerinde yıkıcı etkilerinin olup olmadığıdır. Bernardi’ye (1970, s. 78-80) göre köylüler ölmedi, daha ziyade ağalarıyla işbirliğine girerek ağır vergilerden kurtuldular. Bu yüzden ‘çöken siyasi örgütlenmeydi, kırsal hayatın çerçevesi yani mülkiyet biçimleri ve sömürü yöntemleri değil’. Romalı köylülerin günümüz Üçüncü Dünya ülkelerinde yaşayan ve yine de tatmin edici şekilde üreyebilen köylülerden daha fazla ezilip ezilmediği ya da daha fazla aç kalıp kalmadığı konusunda Finley (1973, s. 152) de şüphe duymaktadır. Finley’in açıklamasına göre imparatorluğun ekonomisi ‘neredeyse tamamen insanların kasları üzerine dayanıyordu, 200 yıllık barbar saldırılarının zorunlu kıldığı bir ‘tasarruf programına’ katkı sağlamaktan başka hiçbir şeyi olmayan asgari geçim düzeyindeki insanlara. Dolayısıyla ordu ve bürokrasinin artmış olan tüketim ihtiyaçları (bir de parazit işlevi gören Hıristiyan Kilisesi –Edward Gibbon yine devrede!) insan gücü sıkıntısına yol açtı.
Fakat burada asıl önemli olan imparatorluğun dağılması. Oikos’un büyümesi, kolon (colonus) ve himaye ile gerek doğrudan üreticiler gerekse el koyucular olsun yerel sınıfların devletin siyasi elitlerine karşı onu dönüştürmek değil işgal etmek amaçlı birleşme yöntemi merkezsizleşme eğilimlerinin kanıtıdır. İmparatorluğun çöküşünü takip eden yüzyıllarda yeni barbar istilacılar yüzünden köylüler yerel toprak ağalarının askeri korumasına sığınmak zorunda kaldıkça bu dağılmalar devam etti.
Bu aynı süreçler daha iyi belgelenmiş olan ve dağılmaya yeniden yapılanmanın eklendiği Çin örneğinde de görülmektedir. ‘Hanedan döngüsü’ Çin tarihinin neredeyse düzenli bir özelliğiydi ve tabii ki köylü ayaklanmaları da bir hanedanın diğeriyle yer değiştirmesinin önemli bir parçasını oluşturuyordu. Öyle görünüyor ki bir hanedanın çürümesinin öncelikli sebepleri değişiklik göstermektedir: masraflı ve başarısız savaşlar, aşırı nüfus, kabaca beceriksiz imparatorlar ya da hamaset içindeki hanedan aileleri. Bunların hepsi vergilerin ağırlaştırılmasına ve köylülerin memnuniyetsizliğine sebep olmaktadır. İmparator artık nereden olursa olsun vergi toplamak zorundadır ve yerel nüfuzlu kişilere ve onların özel ordularına daha fazla bağımlı hale gelir. İstikrar ve dolayısıyla hesap verebilirlik bozulur, ticaret düşer ve eşkıyalık artar. Bu girdaptan da köklü bir eşitlikçi köylü ayaklanmaları vuku bulur. Bu ayaklanmalar ise gizli topluluklar tarafından örgütlenen ve seçkinlerle bürokratlara karşı şiddetle karşı çıkan ‘declasse entelijansiya’ (yerinden edilmiş entelijansiya) tarafından yönetilir. Fakat bunlar bu safhada yerel düzeydedir. Chesneaux’nun belirttiği gibi ‘ürettikleri malların bulunabildiği bölgenin sınırlarını’ geçmiyorlardı (1973 baskısı, s. 21). Daha ileri gidebilirler ve nitekim dört tanesi yeni hanedanlar bulmak için bunu yaptı. Fakat asıl mesele şu; o etkileşim sınırını aşmak için imparatorluk biçimini almaları gerekir. Üstelik seçkinleri, onların özel ordularını ve daha büyük etkileşim ağlarını oluşturmalıdırlar. Başarılı bir köylü lideri, örneğin Ming hanedanının kurucusu gibi, Mesih vurgusunu azaltacak ve seçkinlerin desteğini kazanacak doğru anı seçer (Dardess, 1969-70; ayrıca bkz. Haeger, 1968-69: Lattimore,- 1962, s. 45; Wittfogel, 1957, s. 334; Chi, 1936; Wakeman, 1977).
Genel sonuç şimdi gayet net: büyük çaplı antik toplumlardaki sınıf çatışması, kapitalist toplumlardakinden oldukça farklı olarak, parçalanmaya götürüyordu. Doğrudan üretici aşırı sömürüye karşı tepki gösterdiğinde sömürücülerine yani gerek toprak ağasına gerekse devlet görevlilerine düşman olmaktadır. Eğer sadece devlet görevlilerine düşman kesilmişse bunu iç savaş sırasında yerli ağalarla işbirliği içine girerek yapar. Şayet toprak ağasına düşman kesilmişse bunu yerel düzeydeki açık ya da gizli bir köylü ayaklanmasıyla yapar. Bu yerel köylü ayaklanmaları bile sadece nispeten yoğun tarımsal faaliyetin olduğu durumlarda (köle çiftliklerinde, eş güdümlü [koordineli] sulama sistemlerinde) meydana geliyordu. Kapitalist toplumla arasındaki en ciddi fark toplum üyeleri arasındaki (özellikle de doğrudan üreticiler) karşılıklı bağımlılığın boyutudur. Böyle bir çatışmanın sonucu imparatorluğun yeniden yapılandırılmasıysa (ki Çin’de durum hep böyleydi, Roma’da ise son dönemlere kadar) bu, uzun süreli iç çatışmaların ardından bölgesel düzeydeki ‘sınıfsız’ hizipin diğeri üzerinde uyguladığı dayatmanın sonucudur.
İki sonuç daha ortaya çıkmaktadır: bu toplumların tanımlayıcı öğelerini her ne oluşurduysa oluştursun ve küçük bölgesel bir birimden ziyade bir imparatorluk kuran her neyse bunların ikisi de ne sınıf yapısıdır ne de üretim tarzı. Bu iddianın sınırlana dikkat edelim: ben (Finley’nin aksine, 1973, s. 68) sınıfların var olmadığını savunmuyorum yahut Roma veya Çin’e ait birer üretim tarzı tanımlamasının olamayacağını iddia etmiyorum. Daha ziyade bu toplumların neden bu kadar geniş olduğuna ve özel bir ‘imparatorluk’ biçimini haiz devletlere sahip olduğuna yönelik açıklamalar getirirken böyle kavramların kullanılamayacağını düşünüyorum. Henüz bu düşünceyi desteklemeye girişmedim fakat şu ana kadarki tartışmada geçen çeşitli ipuçlarından yola çıkarak askeri etmenleri de kesinlikle dâhil etmeliyiz. Dolayısıyla şimdi de askeri etmenleri içinde barındıran bir devlet kuramına bakalım.
Herbert Spencer: Savaşçı Toplum
Herbert Spencer’i seçmemin nedeni onun 18. ve 19. yüzyıllarda hakim olan ve sanayi devriminin dönüşümleri hakkında adeta keyfekeder şekilde yorum yapan bir toplumsal kuramın özetini sunuyor olmasıdır. Barış, ilerleme ve özgürlük toplum içerisinde despotizmin, barbarlığın ve şiddetin yerini aldı. Spencer’in sanayi toplumları ve savaşçı toplumlar arasında yaptığı kati ayrım böyle kuramları rahatça destekleyebilir. Spencer, kuramını 1876 ila 1896 yılları arasında yayımlanan üç ciltlik The Principles of Sociology adlı yapıtında oluşturdu, Bu çalışma evrimci bir kuramdır. Toplumlar büyüme, birikme ve görevlerin ve kurumlan sürekli olarak artan oranda farklılaşması bakımından değişir. Yüksek bir ‘kaynaşma derecesine’ sahip olanlar kendi çevrelerini ve diğer toplumları (rekabet halindelerse) daha iyi denetim altına alacaklardır. ‘Kaynaşma derecesi’ bakımından yaptığı ayrıma ek olarak ikinci bir ayrım ilkesi öne sürmüştür; ‘ağırlıklı olarak savaşçı toplum ve ağırlıklı olarak: sanayi toplumu; ilki daha çok saldırı ve savunma amaçlı bir örgütlenmenin gelişmiş olduğu toplum, ikincisi ise daha çok sürdürülebilir bir örgütlenmenin gelişmiş olduğu toplumdur’ (1969 baskısı, s. 110). Bazı yorumculara göre bu ‘savaşçı’ toplumlar ve ‘sanayi toplumları’ ideal tiplerden başka bir şey değildir ve belirli bir tarihsel dönemde toplumlara ışık tutmada fayda sağlar. Örneğin Sovyetler Birliği ve Nazi Almanyası ‘savaşçı’ toplumlara benzer örneklerdir (Fletcher, 1971, vol, I, s. 284). Gerçekten de Spencer gerek Bismarck’ın gerekse modern sosyalistlerin ve komünistlerin antik savaşçı toplumları andıran bir çeşit ‘zorunlu işbirliği’ biçimini savunduklarını belirtir (1969 baskısı, s. 519-23; 535-6). Ancak bu, insanlık tarihi boyunca karma toplumlarda savaşçı toplumdan sanayi toplumuna doğru bir kaymanın söz konusu olduğuna yönelik Spencer’in ana tarihsel genellemesine ters düşmektedir. Kendisi devletin kökenlerini savaşlara bağlamaktadır:
… Merkezi kontrol, savaşan herkesin edindiği öncelikli özelliktir… Bu merkezi kontrol, savaş esnasında zaruri hale gelmiştir ve barış zamanında hükümeti karakterize eder. Medenileşmemiş toplumlarda askerin başındakinin, siyasi lider hale gelmesi eğilimi yaygındır (tek rakibi büyücü doktordur) ve savaşçı barbarlardan oluşan kavimlerde bu kişinin siyasi liderliği sabit hale gelir. Yarı medeni toplumlarda fetheden komutan ile zorba kral aynıdır ve medeni toplumlarda da geç dönemlere kadar aynı kalmışlardır… toplumların… savaşçı olmadan daha geniş toplumlara dönüştüğü örnekler varsa bile çok azdır (s. 117, 125). |
Dikkat edilmelidir ki gerçek bir evrimci olarak Spencer evrensel bir yasadan ziyade ampirik bir eğilime işaret etmektedir. Bazen daha ileriye gider ve bizzat tabakalaşmanın bile kökenlerinin savaşa dayandığını savunur. Her halükarda böyle toplumlarda tabakalaşma ve gerçekten de bizzat ekonomi ikinci derecededir:
…toplumun sanayi kısmı, temelde yalnızca hükümet ve ordunun ihtiyaçlarını karşılayan ve kendine de ancak ayakta kalacak şekilde tedarikte bulunan daimi bir levazım statüsünde kalmaya devam etmektedir (s. 121). |
Savaşçı devlet” egemenliğindeki bu toplum ‘zorunlu iş birliği’ ile yönetilir. Merkezden despotik bir şekilde düzenlenir. Yakın zamana kadar karma toplumlar üzerinde egemenlik kurmuştur. Spencer ayrım gözetmeden kabile başkanlığından konfederasyonlara ve antik imparatorluklara kadar çeşitli örnekler sunmuştur. Sürekli olarak Roma’ya savaşçı toplum demektedir. Daha önceki çağdan da büyük sanayi toplumuna bir örnek vermektedir: klasik Atina. Daha sonra Hansa Şehirleri dönemi, ilk Felemenk Cumhuriyeti ve daha sonra İngiltere için beklememiz gerekiyor. Spencer’in nedensel analizi burada eksik kalıyor ve bu tarz sanayi toplumlarının yükselişi ile ilgili gerçek bir açıklama yapmıyor. Bunlar yalnızca, tarımda üretimde ve ticarette meydana gelen büyümenin bir birleşiminden müteşekkil ve böylece ekonomik değişim ilişkileri ‘kendini idame ettiren’ örgütlenmeyi egemenliği altına alma durumuna gelmiştir. Böyle dar bir değişim ekonomide ‘gönüllü işbirliği’ ve karşılıklı bağımlılık tesis eder ve dolayısıyla yönetim biçimine de özgürlük ve demokrasi getirir. Böylece devlet ve sivil toplum arasındaki ilişki tersine dönmüştür; artık sivil toplum egemendir.
Spencer’in kuramı bu şekildedir. Abartılı cümleleri ve keyfe keder gelenekçi tonu bir kenara bırakırsak az da olsa bir doğruluk payına sahiptir. Üç konuda düzeltme ya da ekleme yapılmalıdır. Birincisi devletin kökenleri bakımından yanlış bir kuramdır. Aslında öyle görünüyor ki devletlerin kökenleri bütün dünyada her türlü şartlarda ortaya çıkabilmektedir. Etmenlerden biri diğerlerine göre daha sık ortaya çıkıyorsa o etmen muhtemelen savaş değil, merkezi ekonomik dağılım işlevidir yani farklı ‘ekolojik bölgeler’ arasındaki değişimin başı tarafından gerçekleştirilen eş güdümdür (Service, 1975) . Ancak savaş, devletin özellikle iki çeşidinin gelişimini anlamada elzem görünüyor: birincisi, bu makalenin ana konusunu oluşturan emperyal devlet; diğeri de bu tarz imparatorlukların parazitleri konumundaki barbar devlet. Bu aşağıda incelenecek. Düzeltilmesi gereken ikinci konu şu: Spencer savaşçı toplumların despotizmini de sanayi toplumlarının özgürlüğünü de çok abartmaktadır. Merkezi ‘savaşçı’ devletin kendi çevresi üzerindeki iktidarı, antik iletişim sistemleri göz önüne alındığında, mutlak olamıyordu ve gördüğümüz üzere sivil toplumda egemen sınıfın işbirliğine bağımlıydı. Şüphesiz ki Spencer burjuva bir özgürlük anlayışına sahipti; mülkiyet sahibi olanların ekonomik değişimleriyle yalnızca emek sahibi olanların ekonomik değişimleri arasındaki özgürlüğün farkından bihaberdi. Ayrıca kendisinin ölümünden sonra ortaya çıkan Nazi Almanyası ya da Stalinist Rusya gibi ‘savaşçı’ olduğu aşikâr sanayi toplumlarını ne yapmamız gerekiyor? Yine de bunu saymazsak Spencer daha fazla demokrasiye doğru kayışı doğru bir şekilde algılamıştır (fakat bu makalede bunu kanıtlamaya çalışmayacağım). Üçüncü konu ise, belirttiğim gibi, Spencer sanayi toplumunun gelişimini anlatan herhangi bir kurama sahip değildir. Bu da makalenin sınırları dışındadır.
İmparatorluğun Kökenleri: Askeri ve Ekonomik Örgütlenme
Bu iddianın amacı doğrultusunda iki varsayım sunacağım fakat bu varsayımları burada gerekçelendirmeyeceğim. Birincisi, insanoğlunun tezcanlı ve hayatın güzelliklerine karşı hep açgözlü olduğuna yönelik varsayım ve ikincisi de bunun aslında daha fazla maddi ödül için bir arayış olduğuna yönelik varsayımdır. Ancak bu kısmen kaba materyalist psikolojiye göre bile ekonomik yapıların insan topluluklarında baskın/belirleyici olduğu anlamı ortaya çıkmayabilir. Örneğin maddi ödüller elde etmenin en etkin aracı askeri fetih olabilir ve bu durumda en azından ekonomik üretim tarzından ziyade askeri yapıların belirleyici/baskın olduğu düşünülmelidir. Bu görüşe karşı en bilindik materyalist itirazı daha sonra ele alacağım. Şimdilik bir bireyin ya da toplumsal grubun maddi ödüllerini artırması için iki ana yöntemi olduğunu söyleyelim: biri ekonomik diğeri fiziksel güç. Ekonomik olarak süreç, değişim ilişkilerinin yoğunlaşmasıyla gelişir (ki bu bir hayli adaletsiz olabilir). Askeri olarak ise fetih yoluyla ya da bir grubun başka bir gruba gözdağı verip ona savunma teklifinde bulunmasıyla olur. Doğalında gerçek toplumların evrildikleri yöntem normalde üç süreci başından beri birbirine karıştırıyordu ve aslında diğer daha az önemdeki süreçlerle birlikte (kadınların değişimi, kültürel homojenliğin büyümesi, vb). Ben özellikle bir grubun yeni insanları ve bölgeleri kendi nüfuz bölgesinin bünyesine katmak için kullandığı süreci ele almak ve tanımlamakta olduğum şu büyük çaplı antik toplumların kökeni üzerinde yoğunlaşmak istiyorum.
Çok genel bir analiz düzeyinde böyle toplumların evriminde iki ana safha belirleyebiliriz. Öncelikle (ekolojik olarak yekpare ya da karma) bir alan üzerinde oldukça benzer birtakım şehir devletleri ya da kabile reislikleri yükselmektedir ve bunların her birinde kalıcı bir merkezi elit, ekonomik değişimi ve yeniden dağılımı düzenler. Devlet örgütlenmesi aslen bir pazar yeri, ambar ve var olan yoğun tarım tekniklerinin yürütülmesinden (genelde sulama planları) mürekkeptir. Bu merkezi örgütlenmenin üyelerinin aristokratik bir ekonomik sınıftan mı yoksa siyasi bir elit tabakadan mı oluştuğuna karar vermek burada şart değil (bu örnekte aradaki farkın konuyla pek ilgisi olmayabilir). İkinci safha ise bu birimlerden birinin hegemonyasının diğerleri üzerine genişlemesidir. Kaynaklarımızdan yola çıkarak söyleyebiliriz ki şu ana kadar bu süreçte muazzam savaşlar meydana geldi ama bunların arasında “gönüllü’ itaatler de söz konusudur. Bir birimin hegemonik olarak ortaya çıkması nispeten istikrarlı gibi görünebilir (Roma’nın İtalya içerisinde ortaya çıkmasında olduğu gibi) ya da bazı birimlerin servetleri epeyce yükseliş ve düşüşler gösterebilir (Sümer şehir devletlerinin küçük ‘imparatorluklar’ olarak ortaya çıkması örneğinde olduğu gibi). Tabii şimdi ikinci safhanın birinciyi takip etmediği durumlar hakkında yeterli bilgimiz yok (bunun sebebi de tabii bu tarz toplumların bizlere pek yazılı kayıt ve arkeolojik kalıntı bırakmamalarıdır). Ayrıca bazen ‘imparatorluk’ diye tanımlanan, büyük olmasına büyük fakat bu modele uymayan en az iki toplum örneği daha söz konusudur. Bunlar aslen ticaretle uğraşan toplumlar olarak gelişmiş olan Atina ve Fenike’dir (şüphelerimiz olmakla birlikte diğer iki örneğin varlığına bağımlıdırlar). Ancak bu model Çin’in kökenlerine, Orta Doğu ve Akdeniz’deki medeniyetlere ve orta ve güney Amerika’dakilere (İspanyollar (conquistadores) müdahale etmeye başladıklarında bunlar ikinci safhaya yeni geçmişlerdi) uymaktadır. Tüm bu toplumların kalkınmasında savaşın önemi bakımından bir açıklamaya ihtiyaç duymaktayız.
Bu açıklamaya geçmeden önce bir tereddütten bahsetmekte fayda var. Kaynakların eksikliği göz önüne alındığında bunun ampirik olarak desteklenmiş bir kanıttan ziyade makul bir düşünce olduğu belirtilmelidir. Ancak bu düşünce, Çin ile Moğol kabileleri arasındaki ilişkileri hayatı boyunca incelemiş olan ve bizzat bu ilişkilerin içinde bulunmuş Owen Lattimore’un birtakım genel gözlemlerinden ortaya çıkmıştır. Lattimore Avrupa’da 15. yüzyıla kadar nispeten değişmeden kalan üç çeşit muhtemel toplumsal etkileşim alanını birbirinden ayırmamız gerektiğini belirtmektedir. Coğrafi bakımdan en geniş etki alanı askeri eylem alanıdır ki bu da kendi içinde ikiye ayrılır. İç etki alanı fetihten sonra devlete eklenebilen bölgeleri kapsamakta, dıştaki etki alanı ise seferler ve istilaların sonucu elde edilen hudut bölgelerinin ötesine uzanmaktadır. Dolayısıyla ikinci etki alanı olan sivil yönetim daha az kapsamlıdır ve iç savaş ve hanedan kavgalarının olduğu dönemlerde birbirinden soyutlanan bölgesel yönetilmecin basit bir kopyası olma- eğilimindedir. Bu yüzden de bu etki alanı en fazla bölgeyi, en az da hücreyi kapsayan üçüncü etki alanı ekonomik bütünleşmeden daha kapsamlıdır. Dolayısıyla insanlık tarihinin büyük bir kısmında büyük çaplı bütünleşme, ekonomik etmenlere değil orduya bağımlıydı, (1962b, s. 80-91, 542-51:}. .Böylece karşımıza Spencer’ın savaşçı toplumunun modern bir türevi çıkıyor.
Lattimore’a göre bu durum, 15. yüzyılda Portekizlilerin deniz taşımacılığı devrimi başlıca ürünlerin uzun mesafede taşınmasını mümkün kılınca sona erdi. Artık büyük bölgeleri ve farklı insanları birbirine bağlamak suretiyle gerçekleştirilen ekonomik değişim mümkün hale gelmişti. Bu biraz basit biraz da teknik bir durum: yalnızca pusulanın ya da dümenin icadı (ki bunlar daha önceleri Çin’de geliştirilmişti) değil, kapitalist gelişimin genel şekillenmesi değişim ilişkilerini genişletti. Serbest meta değişimi doğrudan üreticilerin sömürülmesi ve bu insanların kent/fabrika çevrelerine göç etmeleri ve bizzat sanayi devrimi gibi etmenlerin hepsi ekonomik etkileşimin zirve yaptığı kapitalist bir üretim tarzını beraberinde getirdi.
Bir de Lattimore’un kuramının evrimsel ve teolojik izlerini, kendi açıkladığı durumun bazı ön koşullarını açımlayarak azaltmamız gerekiyor. Lattimore daimi bir ordu olmasa da en azından her an (yani sadece hasat toplandığında değil) çağırılabilen silahlı insanlardan oluşan bir grup tanımlaması yapmaktadır. Bu da iki durumu varsaymaktadır: ilki askeri faaliyetle uğraşan üretici olmayan işgücünü desteklemek için gerekli üretim fazlası, ikincisi ise askeri birlikleri çağırma yetkisine sahip bir devlet. Dolayısıyla büyük çaplı antik toplumların oluşumunun ikinci safhası birinci safhaya bağlıymış gibi görünüyor. Yani büyük çaplı fetihler yapabilen muntazam bir ordu, merkezi yer ekonomisinin ve devletin öncel varlığına bağlıdır (örneğin bunların ikisi de Afrika’dan sömürge zamanlarına kadar çoğunlukla yoktu). Fakat sonrakinin (devletin) teknik gereksinimleri oldu mu kalıcı askeri örgütlenme için gerekli teknikler de mümkün olur. Ekonominin biçimleri (ambarlar, kâtiplik ve dağılımsal örgütlenme) ve ekonominin üretim fazlası aynı yönetimde tamamen orduya devredilebilir. Eğer komşu toplumlar hem zayıf hem de cazip görünürse fetih fırsatı ortaya çıkar. Maddi olarak motive edilmiş insanların bu tarz fırsatları yakalama eğilimi gösterdikleri evrimci bir sürecin olduğunu varsayarsak böyle durumlarda ‘imparatorluklar’ ortaya çıkabilir (ya da alternatif olarak eğer hiçbir devlet hegemonya elde edemezse savaşan devletlerin olduğu uzun bir dönem baş gösterebilir). Fakat tabii ki bu gelişmeyle ilgili bir kaçınılmazlık söz konusu değildir.
Böyle bir savaşın bir sonucu hakkında Spencer aslında haklı. Başarılı bir ganimet ya da fetih savaşı, devleti toplum tabakalaşması karşısında yüceltme eğilimindedir. Bunun iki sebebi var: a) acil durumlardaki (en net örneği savaşlar) liderlik, otoriter karar almanın sağladığı hıza ihtiyaç duyar ve böylece b) ganimet de doğal olarak ordu-devlet liderliğinde dağıtılır (bu meselelerle ilgili daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Andreski, 1971, s. 20-74). Bu sürecin daha görünür örnekleri bizzat imparatorlukların ortaya çıkmasında değil, onları yağmalayarak ayakta kalabilmiş barbar kavimler arasındaki devletin gelişmesindedir. (Almanlar ve Roma için bkz. Thompson, 1965; Moğollar ve Çin için bkz. Lattimore, 1962a). Tabii ki eğer savaş liderleri sivil toplumun sınıflarından bağımsız olarak iktidarlarını korumak istiyorlarsa fetih savaşlarına devam etmeye çalışacaklar ve böylece daha önce bahsettiğim antik imparatorlukların üç yönlü karakteristik siyasetini geliştirecekler.
Buraya kadar Marx’ın aynı fikirde olmayacağı çok az şey var –Spencer ve Lattimore’un bazı genellemeleri hariç. Marx da Engels de tarihin erken safhalarında savaş ve fethin önemini kabul ediyorlardı. Ancak savaşın hep bir özelliği üzerinde ısrar ettiler: yani üretken olmaması üzerinde. Bu yüzden Marx, Kapital’de alışıldık bir polemik söylemle şöyle der:
Eski Yunanlıların ve Romalıların yalnızca yağma ile geçindiklerini tasavvur etmekle M. Bastiat gerçekten gülünç oluyor. Ne var ki insanoğlu yüzlerce yıl yağmacılık ettiğine göre ortada daima yağma edilecek bir şeylerin bulunması gerekir; yağma edilecek şeylerin durmadan üretilmesi gerekir. Böyle olunca, Yunanlılar ile Romalıların bile bazı üretim süreçleri olduğu anlaşılıyor, dolayısıyla da… onların toplumlarının maddi temelini oluşturan bir ekonomileri olması gerekir [Çev. Alaattin Bilgi] (Birinci Cilt, 2003, s. 84-85).
Son söz hariç Spencer aynı fikirde olurdu. Artık şu bir gerçek ki yağma, üretimin olduğunu varsayar ve yine savaşın karakteri en çok bir halkın üretim tarzına bağlıdır. Bu yüzden kırlarda yaşayan göçebeler hareketli hafif süvari olurlar, yerleşik çiftçiler de piyade. Ama yine de tarihte belirli bir özerk ‘askeri mantık’ söz konusuydu. Savaşlara ekonomik kalkınma seviyesi değil de askeri teknoloji ve strateji karar verebiliyordu. En göze çarpan örnek de öyle görünüyor ki ilkel kır göçebelerinin ekonomik olarak çok daha gelişmiş olan medeniyetlere karşı savaşlarda üstünlük sağlamasıdır. Çin İmparatorluğu sürekli olarak güçlerini hızlı bir şekilde bir yere toplayabilen, devasa piyade ordularından kaçabilen ve Çin kalelerine saldıran barbar süvariler tarafından fethediliyordu. Bilinen en küçük grup olan Sha-To sadece 10.000 askerle 9. yüzyılda Çin’i fethetti ve yönetti. Böyle başarılar tabii ki antik Yakın Doğu’daki atlı barbarların akınlarında da kendini gösterdi (MacNeill, 1963 ). Fakat bu fetihler bir nevi parazit konumda olmak zorundalardı. Zira böyle az sayıdaki cahil” yarı medeni ve yoğun tarım deneyiminden yoksun işgalciler bizzat üretim tarzını nasıl etkileyebilir? MoğoI barbarları çoğu zaman Çin’deki mevcut bürokrasiyi/seçkin sınıfı değiştiremezlerdi çünkü onlar olmadan yönetmeleri mümkün değildi. Gerçekten bu örnekler, üretim tarzı karısında, askeri-siyasi etmenlerin belirleyiciliğini değil, özerkliğini gösteren örneklerdir. Siyasi elitin niteliğinde ve devletin biçimindeki bir değişiklik ekonomik süreçlerle ilgisi olmadan ya da bu süreçlerin mantığına ters bir şekilde ilerleyebilir. Marx’ın da Kapital’de ifade ettiği gibi (Hindistan hakkında): Toplumun ekonomik ögelerinin yapısı, politik gökyüzündeki fırtına bulutlarının etkisi dışındadır [Çev. Alaattin Bilgi] (Birinci Cilt, 2003, s. 314). Ancak: eğer iddia buysa sonuçları da tamamen kabul edilmelidir: bu devlet biçiminin yapısı, yükselişleri ve düşüşleri, üretim tarzı bağlamında açıklanamaz.
Yine de devletin ve ekonominin özerkliğine şüphe düşürecek bilgiler sundum. Bu bilgiler gerçekten de ekonomik hayatın belirli vasıflan üzerindeki belirleyicilikleri, askeri devlet yapılarına yormaktadır. Marx’ın aksine savaş gerçekten üretkendir –eğer antik imparatorlukların oluşumunu sağlayan bir savaşsa. Spencer’ın da belirttiği gibi büyük çaplı toplumlardaki antik devlet biçimi ‘savaşçı’ idi. Yani daimi ordu örgütlenmesini örnek alıyordu –merkezi, otoriter ve yekpare. Ekonomik karşılıklı bağımlılığın olmadığı düşünüldüğünde bambaşka bölgeleri ve halkları bir arada tutmanın yegane yolu buydu. Spencer’a göre medeniyet’ bu rotadan doğdu fakat ekonomik büyümenin buna dahil olup olmadığını açıklığa kavuşturmadı, Kendisi de çoğu modern entelektüel gibi böyle bir despotizmden hoşlanmadığından işlevselliği ona yormakta isteksizdi, Ama gayet açık ve net ki böyle bir savaşçı devletin, artı emeğin elde edilmesinin gelişmesi açısından önemli etkileri vardı. Bu etkileri daha önce anlattım. Savaşçı devletin üç yönünün ekonomik kalkınma üzerinde etkili olduğu görülmektedir: fetih aracılığıyla tabakalaşmayı artırmak, otoriter emek kontrolü biçimlerinin müsaade ettiği emek sürecini sağlamlaştırmak ve son olarak da düzen ve birlikteliğin altyapısını sağlamak. Sonuncusu üzerinde özellikle durulmalıdır, zira bizzat imparatorluk yetkilileri tarafından gerçekleştiriliyordu. Ayrıntılı bir şekilde irdelediğim iki imparatorluktan biri olan Çin daha karmaşık bir öz-analiz sunmuştur. Hartwell Kuzey Sung hanedanının (yani MS 960-1126) mali bürokratlarının ekonomi kuramını belgelendirdi. Bu kuram ekonomi konusunda karar vericiler için öngörülebilirlik sağlama yöntemi olarak aktif para ve devlete dayalı fiyat yönetimi üzerinde önemle durmaktaydı. Hartwell makalesinde şu sonuca varır:
Eşkıyalara ve isyanlara karşı iç güvenlik, yabancı istilası ve işgaline karşı dış koruma ve ileri ulaşım ve haberleşme hizmetlerinin gelişmesi ekonomik büyümenin tarihinde çok daha önemli unsurlar olabilir… Ancak ‘sürekli ve tutarlı’ ekonomik politikalar -vergilendirme yöntemleri, para sisteminin himayesi, adaletli dağılıma yönelik tutumlar- bu şartlar karşılanırsa sürdürülebilir ilerlemede önemli öğeler haline gelir (1970-1, s. 309).
Bu noktada Hartwell, Max Weber’e atıfta bulunuyor ve aydınlanmaya dikkat çekiyor; Weber’in biçimsel akılcılığa, hesaplanabilirliğe ve öngörülebilirliğe yaptığı vurgu, ekonomik kalkınmayı aydınlanmanın sırtına yüklemektedir. Benim analizim Weber’in konumunu destekliyor. Ancak Weber kendini akılcılık süreciyle ilgili nedensel izahata adamakla beraber bu süreç ideolojik etmenler bakımından olma eğilimi gösteriyor; en dikkat çekeni de Doğu ve Batı dinleri arasında yaptığı o ünlü karşılaştırmadır (örneğin Hindistan’ın Dini adlı çalışmasının sonuç bölümde olduğu gibi). Bu muazzam soruna burada değinemiyor olsam da ve ideolojik etmenleri görmezden geldiğimin iddia edilme olasılığı olsa da bana öyle geliyor ki biçimsel akılcılığın şartlan aslında asayiş ile sağlananlardı. Üstelik her iki imparatorlukta da biçimsel akılcılığı içeren ekonomi politikasının gelişmesi asayişi sağlama sürecinin başarılmasının ardından geliyordu. Kronoloji gayet net: ordunun güçlenmesi ve asayiş –bölgeler arası ekonomik değişimin gelişmesi- ekonomik birlik politikalarının gelişmesi. Yani Weber’e karşı çıkabileceğimiz tek konu yalnızca materyalizmin Marx yorumunda değildir!
Ancak, belirttiğim gibi ekonomik değişim, ordu kontrolünün yerini alması için ana örgütsel biçim kadar elverişli değildi. Bu yüzden toplum ve onun ekonomisine dayanmaktadır. Bu anlamda güya ‘baskın’ ve ‘belirleyici yapılar arasında net bir ayrım olamaz.
Sonuç
Savım konusunda net olmam gerekiyor. Benim savım, hiçbir şekilde antik dünya adına Spencer tarafından ya da bazen de bütün tarih adına Andreski tarafından savunulan genel ‘askeri belirlenimcilik’ savı olarak algılanmamalıdır (1971, p. 26). Belirli bir ampirik alan üzerinden askeri örgütlenmenin ekonomik yapı üzerinde önemli etkileri olduğunu iddia ettim. İnsanlık tarihi boyunca (belki de nükleer anlaşmazlık dönemine kadar) ayırt edici ve genellikle üretken olmayan bir role sahip olan fethe kendi başına vurgu yapmadım. Modern sömürgeci imparatorluklar da tıpkı antik imparatorluklar gibi güç kullanılarak ele geçirildi. Aradaki fark, fethin ardından gelen güçlenme süreçlerinde yatmaktadır. Toplumsal kalkınmanın belirli bir safhasında ekonomik araçlar bu güçlenmeyi sağlayamıyordu. Artık bunu yapabiliyorlar ve devreye ekonomik emperyalizm (tabii askeri koruma altında) girmiş bulunuyor. Üstelik emek kontrolünün özgür olmayan biçimlerinde de bir düşüş söz konusu çünkü metanın başka pazarlara nüfuz etmesi yaygınlaştı. Antik imparatorluklarda güçlenme ve bütünleşme biçim olarak ‘savaşçı’ idi, yani merkezi, otoriter ve yekpare. Bunun önemli ekonomik etkileri olmuştur: toplumsal tabakalaşma artmış ve insanlık tarihinde doğadan elde edilen üretim fazlasının muazzam olarak birikmesi mümkün olmuştur.
O yüzden bir kuramda toplumsal Darwinci ve askeri öğeler ayrı bir biçimde ele alınmadan antik devletin ne siyasi biçimi ne de ekonomisi açıklanabilir. İlk öneri olan siyasi biçime genel olarak bir itiraz yoktur. Asıl tartışmalı olan diğeri yani ekonomidir. Ekonomik etkileri biraz daha yakından inceleyelim, Bu etkilerin ‘üretken güçler’ mi yoksa ‘üretim ilişkileri’ mi üzerinde olduğu sorulabilir. Ben ilkini ön plana çıkardım, yani basit ekonomik kalkınma seviyesini. Ancak ilişkiler üzerinde oluşan muazzam sonuçlar da gözlemlenebilir, yani tabakalaşmanın artması ve otoriter emek kontrolü biçimi. Bu etkiler konusunda kuramsal olarak daha titiz olmak mümkün müdür emin değilim. Mesela aşırı genel bir ‘üretim tarzı’ görüşünden yola çıkılırsa bu değişikliklerin hiçbirinin temel el koyma biçimini etkilemediği öne sürülebilir. Batı Avrupa’da başından sonuna kadar emperyal devlette el koyma biçimi vergi/kira idi: sonraki toplumlarda ise kira. Hindess ve Hirst bunun esasen aynı olduğunu keşfeder; aslında Hindess ve Hirst’ün başlangıç noktalan göz önüne alındığında tanım bakımından aynı denmelidir. Tamam, gayet iyi fakat böyle bir duruş, ne devleti izah edebilir (ki bunu kabul ediyorlar) ne de bütün sosyolojik standartların önemli ve açıklanmaya değer kabili ettiği ekonomik etkileri. Büyük toplumların geçim düzeyinin üzerinde gelişmelerinin, şaşırtıcı derecede eşitsizliğe sahip olmalarının, ayakta kalıp sendeleyip nihayet yıkılmalarının aslında sınıf çatışmasından kaynaklanmadığı gibi meseleler tarihsel sosyolojinin ana konularıdır.
Dolayısıyla bu ampirik alan konusunda Perry Anderson’ın iddiasına destek buldum. Bu iddiaya göre açıklayıcı bir kavram olarak kullanılacak olan ‘üretim tarzı’ önemli ekonomi dışı öğeleri de kapsamalıdır; özellikle ‘savaşçı’ olan öğeleri.
Peki ya ekonomi dışı etmenlere değinmeden hiçbir üretim tarzının bedirlenemeyeceğine yönelik Marksizme yapılan ısrarlı saldırılar? Bu sav genellikle roplumdaki normların önemine vurgu yapmaktadır. Yani ekonomik etkileşimin gerçekleşmesi için alışveriş usulleri hakkında önceden belirlenmiş kural koyucu sözleşmelerin olması gerekir. Aslında Plamenatz ve Acton gibi yazarların buna benzer savları, çok daha önceleri Rousseau, Burke ve Durkheim’ın ahdî ve faydacı kurama yapağı saldırıların tamamen aynısıdır. Bir bakıma ‘ekonomizm’ türevlerine karşı olan bu geleneksel sav doğrudur. Normlar istikrarlı ekonomik ilişkiler için mutlaka gereklidir. Ancak bütün bu kuramcıların vardığı sonuç, yani kural koyucu mutabakata kuram içerisinde öncelikli bir nedensel statü verilmesi gerektiği, bundan kaynaklanmaz. Bu savı uzun bir şekilde başka bir çalışmamda öne sürdüm (Mann, 1977). Burada yalnızca, fethin hem antik imparatorluklarda hem de modern kapitalizmde değişimin koşullarını yani normları oluşturmadaki önemine değineceğim. Her ikisinin ardından da el koyma geliyordu, özellikle fethedilen halklara ve ayrıca mevcut alt sınıflara. En nihayetinde her iki sistem de fethettikleri bölgelerde yekpare değişim kuralları ve hatta kur oranları oluşturuyordu (gerçi bunlar iktidar ilişkilerindeki başka değişikliklerden etkilenebiliyordu ) . O yüzden bu üretim tarzları ve belirgin bölgesel yayılmacılık içeren bütün tarzlar askeri devlet dikkate alınmadan açıklanamaz.
Bununla birlikte askeri etmenler, bölgesel fetih tamamlanınca önemlerini kolayca yitirmez. Savaşçı devlet aygıtının antik imparatorlukların ayakta kalması için nasıl gerekli olmaya devam ettiğini göstermiştim fakat modern dünyadaki ordu için belki son birkaç yorum daha gerekli. Ekonomi, sanayi toplumunda toplumsal bütünleşmeyi sağlayabilse de bir kere asayiş sağlandı mı asayişin uluslararası seviyesi hep sorun olmuştur. Başlangıcından beri genişlemeci kapitalizm, beraberinde ulus-devletler arasında gerçekleşen yıkıcı savaşları getirmiştir. Uluslararası ekonomik değişimin normları (serbest ticaret, para biriminin dönüştürülebilirliği, barış) ancak ‘emperyal’ bir gücün himayesinde net bir şekilde oluşturulmuştur: 19. yüzyılda Britanya ve 1945-1971 arası ABD (Başkan Nixon ABD dolarının dönüştürülebilirliğinin yasaklandığını ilan edinceye kadar). Britanya hegemonyasının yıkılması epey şiddetli oldu ve dikkat çekici biçimde, toplumsal sınıflar karşısında benim tezimde belirtilenden nispeten daha fazla özerklik sergilediği (iddia edilebilecek) bütün modern devletleri kapsadı. Örneğin Wilhelm’in Almanyası, Faşizmin ve Bolşevizmin doğması ve Japon İmparatorluğu. Eğer gerçekte bunlar ‘özerk siyasi iktidar’ örnekleriyse izahatımızın önemli bir kısmı için (uzun zamandır sosyologların ihmal ettiği) siyasi etmenlere bakmamız gerekir; tıpkı antik dünya için yapmamız gereken gibi. Ancak bu sefer ‘devlet sorunu’, hegemonik ve savaşçı bir imparatorluğun sorunundan daha az; rakip ulus-devletlerin oluşturduğu bir sisteminkinden ise daha fazladır. Ayrıca ABD hegemonyasının şu anki hazin sonu dünya tarihinde tek başına barışçıl bir vaka şeklinde olma ihtimali varsa izahatımız için iki askeri etmene daha bakmamız gerekecek. Birincisi, sanayi devriminin ilk aşamaları, sanayi toplumlarını nispeten ilkel toplumlar karşısında askeri yönden daha kırılgan hale getiren askeri bir teknolojiyi beraberinde getirdi. Gibbon’ın ilk başta belirttiği gibi Roma ya da Çin’in aksine bizi barbarlar istila edemez ve savunmamız için gerekli olan yalnızca dış savunma olsaydı, (yine antik imparatorlukların aksine) askeri bütçemiz toplam bütçemizin küçük bir kısmını oluştururdu. İkincisi, yakın zamanda, büyük dünya güçleri arasındaki nükleer silah dengesi, hâkim tarihsel çeşitliliğin doğrudan savaş taktiğini, akılcı bir ekonomik el koyma stratejisi olarak düşünülemez hale getirmektedir. Bu pax industria et patria [sanayide ve vatanda barış] anlayışı içinde belirleyici olan, ekonomidir.